Bir dönemin Sonu ve özgürlüğün yeni olanakları


Bir dönemin sonu ve özgürlüğün yeni olanakları -
Türkiye’de siyaseti asker-sivil ilişkileri üzerinden okumak çok yaygın bir yaklaşımdır. Askerin siyaset üzerindeki koyu gölgesini bütün siyasi ve hatta ekonomik melanetlerin ana nedeni olarak gören bu yaklaşım sahipleri, on yıllardır neredeyse bütün entelektüel ve siyasi mesailerini, sistemin “sivilleşmesi” amacına vakfetmişlerdi. 

Bu yaklaşımın ülkemizdeki entelektüel tarihi 1980’li yılların gerisine uzanır ama düşünsel ve siyasal kuvvet kazanması, ancak 1980’li yılların ikinci yarısından sonra olanaklı olabilmiştir.
 

Türk Ordusu ilk önce “burjuvazisiz burjuva devrimin” önderi olmuş; daha sonra da “burjuvaziye rağmen burjuva iktidarın” en belirleyici temsilcisi olmaya çaba sarf etmişti. Zamanla içeride burjuvazi geliştikçe, dışarıda da kapitalist dünya ile bağlar kuvvetlendikçe; tarihsel gelişimin zorunlu kıldığı bu durum, düzeltilmesi gereken bir aykırılık haline gelmeye başladı. Fakat öte yandan soğuk savaşın gerekleri doğrultusunda Türkiye’de ordunun bu özelliklerinin yararları olacağı da düşünüldü ve hatta paradoksal biçimde iç ve dış sermaye çevrelerince ordunun bu konumu desteklendi.
 

Fakat asıl süreç 1980’li yıllardan sonra -ironik olarak- bizzat ordu eliyle gerçekleştirilen bir faşist darbenin ve 80’li yılların sonunda “reel sosyalizmin” çözülmeye başlamasının ardından başladı. 12 Eylül darbesi aracılığıyla Türkiye’nin küreselleşme sürecine dahil edilmesi amacına hizmet eden askerler, ne yaman bir çelişkidir ki, aynı zamanda askerin önemli bir rol oynadığı ulus devlet formunun da “canına ot tıkamış” oldular. Faşist cuntanın Turgut Özal önderliğindeki sivil destekleyicileri ve kadroları, bir müddet sonra, faşist darbe günlerinde yol ve kader birliği ettikleri askerlere karşı “demokrasi” ve “sivillik” bayrağı açtılar. TÜSİAD 1990’lı yıllarda, ordunun sistem içindeki güçlü rolünü sorgulayan ve askerlerin sivillerin emrine alınmasının normal demokrasinin gereği olduğunu savunun raporlar hazırlatıp yayınlamaya başladı. Ne gariptir ki, TÜSİAD da 12 Eylül’de orduyu darbeye teşvik eden ve destekleyen güçler arasındaydı. Ardından da hem 12 Mart’ta hem de 12 Eylül’de ordunun yönetime el koymasını sevinç naraları işliğinde elleri kızarıncaya kadar alkışlayan muhafazakâr kesimin içinden de “sivilleşme” sesleri yükselmeye başladı… 1960’lı yılların Komünizmle Mücadele Dernekleri’ne dayanan geçmişiyle her zaman devletin baskıcı ve militarist uygulamalarının destekçisi olmuş olan ve 12 Eylül faşist darbesini destekleyebilmek için neredeyse bir tek Türk Ordusu’nu Mesih ilan etmediği kalan Gülen Cemaati de birdenbire ordu karşıtı ve sivilleşmeci oluverdi. Onları soldan/sosyalizmden transfer edilen bazı “sol liberaller” izledi ve güçlü bir “asker karşıtı/sivilleşmeci” blok oluştu.
 

1980’li yıllarda istim alan bu süreç, AKP iktidarlarıyla iyice ivme kazandı. En nihayetinde Ergenekon, Balyoz vb. operasyonlarıyla ve etkili psikolojik harekât yöntemleriyle ordu “havlu atmak” durumunda bırakıldı. Geçtiğimiz günlerde YAŞ krizi nedeniyle yaşanan emeklilik talepleriyle de bu “havlu atış” resmen teyit edilmiş oldu. Bundan sonra ufak tefek artçı sarsıntılar olabilir ama sürecin artık geri döndürülemez biçimde sona erdiğini söylemek yanıltıcı olmaz.
 

Küresel güçlerin etkisi daha dolaysız hale gelecek… 
AKP iktidarının önemli destekçileri arasında bulunan, son on yıllarda kat ettiği önemli gelişmelere rağmen, GSMH’nin en iyi ihtimalle yüzde 10’luk bölümünü üreten; bankacılık sistemi içindeki payı ise yüzde 5’ler gibi küçük bir orana sahip olan taşra burjuvazisinin sahip olduğu ekonomik güç ve toplumsal etki bakımından, askeri vesayet rejimi ile bir hesaplaşma içine girecek kuvvetten oldukça yoksun olduğu söylenebilir.
 

Türk burjuvazisinin en önemli temsilcilerini barındıran TÜSİAD’ın ise, temel sınıfsal çıkarları ve programatik yaklaşımları itibariyle ordu vesayetine karşı olmakla birlikte, bugünkü konjonktürde böylesi bir hamlenin kendisinden çok taşra burjuvazisinin işine geleceği kaygısıyla süreçte ayak süren bir tutum takındığını söyleyebiliriz. Bu noktada TÜSİAD’ın Erdoğan tarafından “Taraf olmayan bertaraf olur” şeklinde tehdit edildiğini hatırlamakta fayda var.
 

AKP’nin ve cemaatin kendi açılarından hayli başarılı sayılması gereken bir taktik performans gösterdikleri, askerlerin nitelendirmesiyle “asimetrik savaşı” başarıyla uyguladıkları tartışma götürmez. Ama yine de, ülke içindeki siyasal-askeri güç dağılımına bakıldığında bu güçlerin kendi başlarına böylesi büyük bir operasyonunun altından kalkmalarının olanaklı olmadığı rahatlıkla söylenebilir.
 

Sürecin asli belirleyici ve yönlendirici gücünün ABD-AB eksenli küresel güçler olduğunu söylemek gerek. Aksi halde siyasal, ekonomik, askeri ve ideolojik açılardan küçümsenmemesi gereken bir güce sahip olan, sivil siyaset alanında da önemli uzantı ve destekleri bulunan ordunun, bu denli rahat ve sorunsuz biçimde enterne edilebilmesi olanaklı olamazdı… Bu durum bize, ABD ve AB başta olmak üzere küresel güçlerin, önümüzdeki dönemde Türk siyasal hayatı üzerindeki etkilerinin daha da artacağını göstermektedir.
 

AKP ve cemaatin gücü artar mı? 
Bu sorunun yanıtının kolay biçimde “evet” olduğunu düşünmek yanıltıcı olacaktır. AKP ve cemaatin bundan sonraki kaderi küresel güçlerin tercihlerine çok daha bağlı hale gelmiştir. AKP’nin küresel güçler açısından taşıdığı değer, temel olarak ordu başta olmak üzere geleneksel devlet güçlerine karşı, küresel güçlere çok daha fazla yaslanmak zorunda olmasından kaynaklanıyordu. Ordu vesayetinin geriletildiği bu süreçte, AKP’nin kendini daha rahat hissedip sınırları zorlayan hareketlere yeltenmesi olanak dahilindedir. Zaten AKP’ye olan ihtiyaçları azalan küresel güçler, bu durumda, geçmiştekinden çok daha kolay biçimde AKP’den desteklerini çekeceklerdir. Kaldı ki, bu yeni gelişmenin ardından küresel güçlerin iç siyasal alternatifleri de muhtemelen çoğalacaktır. 12 Eylül’de sırtı sıvazlanarak darbeye teşvik edilen ordu, kendisinden beklenen işlevi tamamladıktan sonra nasıl gözden çıkarılmaya başlandıysa, aynı akıbet AKP’nin de başına gelebilecektir…
 

Asker/sivil eksenli kutuplaşmaların da, açıklamaların da etkisi azalacak… 
Ordunun iktidar içindeki ağırlığını Türkiye’deki demokratikleşme süreçlerinin önündeki en büyük engel olarak gören yaklaşımlar ciddi bir zayıflama yaşayacaktır. Gerçekliğin ancak bir bölümünü açıklama becerisine sahip olan bu yaklaşımın şu ana kadarki en önemli işlevi, sorunların çok daha belirleyici nedenlerinin üstünü başarıyla örtmesiydi. Bu gerilimin bitmesi, sorunların temel kaynaklarının görülür hale gelmesini kolaylaştıracaktır.
 

Muhalefetin eli rahatlayacaktır… 
AKP ordu vesayetin varlığını, liberal/muhafazakâr aydınların da ideolojik desteğiyle, kendini “mağdur” ve “kahraman” olarak gösterebilmek konusunda etkili biçimde kullanmaktaydı. Muhalefet çevreleri de, gündemin başköşesine oturtulan bu çekişme karşısında kayıtsız kalamıyorlar; kendi gündemlerini oluşturamıyorlardı. “Ordu destekçisi” ya da “AKP destekçisi” bir görüntü vermekten kaçınamadıkları ölçüde de, AKP karşısında güçlü bir muhalefet oluşturamıyorlardı. Şimdi halkın gerçek sorunları olan işsizlik, yoksulluk, örgütsüzlük ve bazı kimliksel hakların sentezi üzerinde şekillenen etkili bir muhalefet hattının oluşturulması çok daha olanaklı hale gelmiştir.
 

Gerçek demokrasi mücadelesi başlayacak… 
Ordunun siyasal rejim üzerindeki ağırlığı, demokrasi ve özgürlükler açısından hiç kuşku yok ki önemli bir sorundur. Fakat belirleyici değildir. Askerin militarist gölgesinin siyasal hayat üzerinden kalkmasına karşın, özgürlük ve demokrasiyle ilgili çok temelli sorunların, üstelik yenileri de eklenerek, devam ettiğini göreceğiz.
 

Zira bugün yaşanan bir demokratikleşme süreci değil; tersine, küreselleşmenin otoriterleşmeyi dayatan gereklerine göre sistemin reorganizasyonudur.
 

Küreselleşme süreci kapitalist ekonomileri çok daha kırılgan hale getirmiştir. Bu koşullarda “hızlı karar almak ve uygulamak” yaşamsal bir önem kazanmış durumdadır. Tüm bunlar ise, sistemin demokrasi alanının hayli daraldığına dair işaretlerdir. Demokrasinin en alt eşiğinde bile geçerli olan güçler ayrılığı, temsiliyet, basın özgürlüğü vb. ilkelerin güçlü yürütme adına hiçe sayılacağı; toplumun ezilen-emekçi kesimlerinin örgütlü mücadelesine ise en küçük bir tahammül gösterilmeyeceği bir süreçte, askerin geriletilmesiyle birlikte demokratik bir atılım yaşanacağı beklentisi ciddi ölçüde inandırıcılık kaybına uğrayacaktır.
 

Asker/sivil ikiliği üzerine oturtulan demokratikleşme illüzyonlarının alacağı her darbe, gerçek özgürlük ve demokrasi mücadelesinin koşullarının olgunlaşmasına katkı sunabilecektir.
 

Askeri vesayete karşı ama militarizm karşısında sessiz! 
Demokrasiyi asker/sivil karışıklığı üzerinden tanımlayan yaklaşımların çok dikkat çekici özellikleri de, askere ne kadar karşıtlarsa devletin militarizasyonu ile ilgili konularda da bir o kadar sessiz olmayı başarmalarıdır.
 

Mustafa Sönmez 1 Ağustos 2011 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yer alan “Daha Fazla Şiddet, Daha Fazla Polis” başlıklı köşe yazısında bize somut verilerle sunuyor bu tabloyu. Askerler için merkezi bütçeden ayrılan payların son 5 yılda dörtte bir oranında azaltılmış olmasını gören ve olumlayan gözlerin, aynı dönemde, polisin harcamalarının yüzde 16’lık artış yaşaması karşısında kör ve dilsiz kalmaları gerçekten çok manidar… Güneydoğu’da polise bağlı Özel Harekât birliklerinin kullanılmasıyla bu harcamaların sıçramalı biçimde katlanacağı da açık. Sönmez’in verdiği rakamlara göre, Bugün her 100 kamu görevlisinden 10’u emniyet görevlisi. Ayrıca emniyet hizmetlerinin büyük ölçüde özelleştirmeye tabi olduğunu ve bugün emniyet kontrolündeki her 100 polise karşılık 75 özel güvenlik elemanı olduğunu düşünecek olursak, askeri vesayetin kırılmasının militarizasyonda azalmaya yol açmadığını, tam tersine toplumsal hayatın her geçen gün daha da koyulaşan bir militarizasyon ağıyla kuşatıldığını görürüz. Sönmez’in dediği gibi, “İçerideki at gözlüklü sivil toplumcular da, askeri vesayetin etkisizleştirildiği sırada, AKP’nin sivil vesayetinin, polisin güçlendirilmesi ile nasıl arttırıldığını bir türlü göremiyorlar. Geçmişte ve yakın dönemde gerçekleştirilen katliamlar, işkenceler ve kötü muamele unutularak, AKP’nin polisten bir ordu yaratmasını takdirle karşılıyorlar.”
 

Bir kez daha vurgularsak, bugün yaşanan bir demokratikleşme süreci değil; tersine, küreselleşmenin otoriterleşmeyi dayatan gereklerine göre sistemin reorganizasyonudur. Burada da “güvenlik konsepti” sistemin en temel özelliklerinden biri olacaktır.
 

Ordu “supap güç” olamayacak… 
Belki emek hareketinin ve sol muhalefetin daha güçlü olduğu bir dönemde ordu ile AKP arasındaki çelişki ve çatışmalar, özgürlük ve demokrasi mücadelesinin yükseltilmesi ve kazanımların elde edilebilmesi açısından uygun bir taktik avantaja neden olabilirdi. Fakat emek muhalefetinin ve sosyalist seçeneğin zayıflığı koşullarında bu çatışma bu tür taktik yararlar sağlamaktan çok, muhalefet potansiyellerini ulusalcılık/küreselcilik, ordu/AKP ikilemleri içine hapsederek, bağımsız bir muhalefetin gelişme dinamiklerini boğan bir faktöre dönüşmüştür.
 

Soruna ilkesel ve stratejik pencereden bakıldığında ise, sistemin militarist kurumlarının her zaman asıl olarak emeğe ve sola karşı olduklarını unutmamak gerekir. Siyasi ağırlığı fazla ve ideolojik etkisi güçlü bir ordu, özgürlük ve demokrasi mücadelesi açısından çok ciddi bir engeldir. Kutsallığı tartışılamayan, halka ve siyasete dönük icraatları örtülü olduğu için kolay kolay yıpranmayan ve oldukça homojen içyapısını büyük bir titizlikle koruyan ordu, bu özellikleriyle yakın zamana kadar en güçlü “devlet partisi” konumundaydı. Özgürlük ve demokrasi talepleri karşısında, özellikle de kriz dönemlerinde, yıpranmış sivil siyasetin dolduramadığı otorite boşluğunu ikame eden “supap partisi” görevini başarıyla üstlenebiliyordu. Artık bu alanlarda eskisi kadar başarılı olamayacaktır ve bu, orta vadede ve stratejik olarak özgürlük mücadelesinin lehine olan bir gelişimdir.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

PAPAZIN BAĞI: BİR CENNET PARÇASININ HİKAYESİ...

ANKARA’NIN İKİ YÜZYILANA DAMGA VURMUŞ BİR TARİHİ YAPIT: ABİDİNPAŞA KÖŞKÜ

şarap,kadın,şiir...-şiir-