LAİKLİK VE TÜRKİYE LAİKLİĞİ



LAİKLİK  VE  TÜRKİYE LAİKLİĞİ
Din, dinsel akımlar son yıllarda büyük bir yeniden diriliş ve güçlenme yaşıyorlar ve bu çerçevede gerek dünya da gerekse ve daha yoğun biçimde Türkiye’de  din, dinsel akımlar, Alevilik, laiklik vb. sorun ve konular uzunca bir süredir dinsel akın sorunlar Bu akımların yeniden güç kazanmasının ardında çok sayıda neden vardır. Ayrıntılı  çözümleme işini daha sonraki çalışmalara bırakarak bu nedenleri  kabaca şu şekilde sıralayabiliriz.
 Emperyalizmin uzunca bir süre uyguladığı yeşil kuşak politikası bu nedenlerden bir tanesidir. Bilindiği gibi emperyalist kapitalizm sosyalizm tehlikesini sınırlandırmak amacıyla Ortadoğu ve Kafkaslar kuşağında dinsel akımların güçlendirilmesini özel bir politika haline getirdi. Buna da yeşil kuşak politikası adı verildi. 12 Eylül faşist diktatörlüğünün dini ve dinsel akımları sosyalizme karşı bir barikat olarak kullanma  politikası da dinsel akımların güçlenmesine yol açan önemli bir faktör oldu. Sosyalizm alternatifinin  güç kaydetmeye ve nihayet  ilk sosyalizm deneyimlerinin kesin bir yenilgiye uğraması bir muhalif hareket görünümü ile ortaya çıkan  dinsel akımların güç kazanması açısından elverişli koşulları yarattı. Son 20-25 yıla damgasını vuran küresel no-liberalizm dalgası, sosyal devleti tahrip ettikçe ve sosyal güvenlik kurumlarını işlevsiz hale getirdikçe, sol dalganın dibe vurmasının da etkisiyle yalnızlaşan ve çaresizleşen insanlar için dini vakıfların, tarikatların maddi ve manevi kuşatmasına teslim olması dışında bir seçenek neredeyse kalmadı. Ve ayrıca İran’da dinsel hareketin iktidara gelmesi de Müslüman nüfusun yoğunlukta olduğu tüm ülkelerde islamcı hareketlere ivme ve moral kazandıran bir başka önemli gelişme oldu.
Tüm bu etkenlere bağlı olarak Türkiye’de de dinsel akımlar önemli bir güç kazandı. Bu gelişmelerin karşısında da laiklik-alevilik ekseninde belirli tepkiler oluşmaya başladı.
Biz din, dinsel akımlar, Alevilik gibi sorun ve konuları daha sonraki çalışmalara bırakarak, bu yazı sınırları içerisinde laiklik konusunu ele almaya çalışacağız. Bu yazıda laikliğin tarihsel-sınıfsal ve siyasal anlamı üzerinde, burjuva laikliğin anlamı ve sınırları üzerinde, laikliğin Türkiye’de aldığı biçimler üzerinde duracağız.
Laiklik: Anlamı ve Kapsamı
Laiklik dünya işlerinde yetkinin dinden ve din adamlarından alınması anlamına geliyor. Laiklik siyasal ve toplumsal yaşamın din kurallarına göre düzenlenmesine  bir tepkidir ve tanrı  egemenliğinin yerine ulus egemenliğinin, dinsel kurallar yerine dünyevi kuralların geçirilmesidir. Bu tanımlar sınırı içerisinden bakıldığında laikliğin din-devlet ilişkilerine ait teknik bir sorun olarak algılanması ve değerlendirilmesi de mümkündür. Oysa bu son derece şekilsel bir algılanış olur. Ve genelde burjuvazinin pompaladığı algılayış biçimi budur. Oysa laikliğin kapsamı ve anlamı çok daha geniştir. Ortaçağın feodal düzenine karşı girişilen burjuva devrimin ve onun kazanımlarının son derece önemli ve asli yanlarından birini oluşturur laiklik. Bu gerçeğin daha iyi anlaşılabilmesi için sorunu tarihi bir perspektif içinde ele almakta yarar var.
Ortaçağ: Feodalite ve Din
5. .yy'dan 15. yy'a kadar uzanan bin yıllık dönemi kapsayan Ortaçağ'ı simgeleyen iki önemli olgu vardır. Bunlardan birisi feodalite, diğeri ise kilise(din)dir. Feodalite, siyasi ve iktisadi bakımdan birbirinden yalıtılmış birimlerin egemen olduğu bir sosyal ekonomik düzendir. Siyasal plandan baktığımızda karşımızda güçsüz merkezi iktidarlar ve bunlar karşısında oldukça özerk yerel iktidar odaklarını görürüz. Bu tablo, feodalizmin son dönemlerinde değişmeye başlayacak ve süreç içinde merkezi iktidarlar güçlenecektir. Yerel siyasal gücün sahibi olan feodal beyler, yerel iktidarın tek sahibi oldukları gibi, genellikle yerel ekonomik gücün de tek sahibi durumundadırlar. Ekonomik faaliyet büyük ölçüde tarımdan ibarettir. Üretimin doğal üretim düzeyinde bulunduğu, ciddi bir üretim fazlasının söz konusu olmadığı, dolayısıyla değişimin çok sınırlı kaldığı, ulaşımın yetersiz bulunduğu ve birbirinden büyük ölçüde yalıtılmış bölgelerin içe kapalı bir yaşam sürdüğü bir sosyo-ekonomik düzendir söz konusu olan. Ekonomik ve siyasal olarak yalıtılmışlık ve parçalanmışlık feodalizmin temel karakteridir.
Kilise ise, feodal düzenin önemli bir iktisadı ve siyasi gücüdür. Feodal iktidarın önemli bir parçasıdır. Hıristiyanlık, başlangıçta ezilen sınıfların bir "iç çekmesi", "rahatlaması" olarak ortaya çıkmıştı. Toplum projesi olarak daha eşitlikçi ve sınıflardan arındırılmış bir yaklaşıma sahipti. Uzun yıllar Roma İmparatorluğu tarafından ezildi ve illegal yaşamak zorunda kaldı. Ne var ki, Hıristiyanlık Roma İmparatorluğu’nun resmi dini olduktan sonra bu anlayış değişti. Bu süreçten sonra Hıristiyanlık Doğu Roma İmparatorluğunun egemenliğini meşrulaştıran bir resmi ideoloji haline geldi.Siyasal iktidarlar artık bu yeni din aracılığıyla iktidarlarına tanrısal bir kuvvet kazandırdılar. Böylece kilise de Ortaçağın önemli bir gücü durumuna ulaştı. Giderek de kilise, geniş toprakların ve buna bağlı olarak önemli iktisadi imtiyazların sahibi bir güç olarak doğrudan doğruya feodal ilişkilerin merkezine yerleşti. Dolayısıyla bu sistemin, feodal-Ortaçağ düzeninin korunmasında birinci dereceden yararı olan egemen bir güç durumundaydı kilise. Bu nedenledir ki "din", feodal düzenin egemen ideoloj isidir; düşünce hayatı tümüyle kilisenin (dinin) egemenliği altındadır. Kilise, feodal sistemi dine dayanarak kutsayan ve meşrulaştıran bir ideolojik güç merkezidir. Kilisenin dinine göre Ortaçağ'ın feodalizmi bir tanrı düzenidir. Toplum, tanrının koyduğu kurallara göre yönetilmektedir. Krallar (imparatorlar) tanrının yeryüzündeki temsilcileridir ve kilisenin onayıyla toplumu tanrı adına yönetmektedirler. Demek ki bu yönetime karşı çıkmak tanrının koyduğu kurallara, tanrısal bir düzene karşı çıkmak demektir. Toplumdaki eşitsizlikler, farklı toplumsal sınıf ve statüler ise tümüyle tanrının insanları farklı yaratmasının ürünü ve sonucudurlar. Değiştirilemez bir tanrı hükmüdür bu durum vb.
Görüldüğü gibi kilise Ortaçağ feodalizminin egemen ve merkezi bir gücüdür. Feodal ilişkiler gücünü koruduğu ölçüde kilisenin otoritesi de tartışılmaz bir nitelik taşımıştır. Ne var ki, başlangıcı 11. yüzyıla kadar getirilebilecek yeni gelişmelere bağlı olarak, feodal ilişkilerin sarsılmaya başlamasıyla birlikte kilisenin gücü ve otoritesi de sarsılmaya başlamıştır. 11.yy'dan itibaren feodal Ortaçağ toplumu içinde geleneksel feodalizme yabancı yeni bir sınıf şekillenmeye başlamıştır. Feodal toplumda feodal beyler ve serfler dışında ruhbanlar, savaşçılar ve zanaatkarlar da yaşardı. İşte 11. yüzyıldan itibaren bunların arasına yeni bir sınıf olarak burjuvazi de ekleniyordu.
Ürün fazlasının oluşmaya başlaması ve buna bağlı olarak ticaretin gelişmesi, bu yeni sınıfın şekillenip güçlenmesine kaynaklık eden nesnel ortamı oluşturmaktaydı. 15. yüzyıl sonlarında yeni kıtaların bulunması ve özellikle 950-1350 yılları arasına yayılan "tarım devrimi" yeni bir sınıf olarak burjuvazinin şekillenip güçlenmesinde önemli kilometre taşı oldular. Özellikle tarım devrimi ticaret yaşamının canlanmasında, dolayısıyla burjuvazinin gelişiminde, temel önemde bir olay olmuştur. Ticaretin canlanması kentleri (burg) yeniden canlandırmış ve onlara yeni bir muhteva kazandırmıştır. Burjuva devrim henüz uzaklarda olsa da burjuvazinin ortaya çıkmasıyla beraber ve daha o andan itibaren "tanrısal kurallar" yetersiz gelmeye başlamış, "dünyevi kurallar" gerekli olmaya başlamıştı. Ticaretin gelişmesi, farklı dinlerden-mezheplerden ve devletlerden tüccarlar arasında ilişkiyi geliştirmiş, bunlar arasında çıkan anlaşmazlıkları gidermek için dinler ve mezhepler üstü evrensel-dünyevi yeni kurallar konması zorunluluk haline gelmişti. Ticaretin yaygınlık kazanması ve burjuvazinin oluşumu, öte yandan da feodal atomizasyonu yıkan, bölgeler ve devletlerarası yalıtılmışlığı parçalayan, iktisadi bağlarla bölgeleri birbirine bağlamaya başlayan sürecin başlangıcı oldu.
 Burjuvazi-Ulusal Krallık ittifakı ve Dinde Reform
Tüm bu gelişmelerin ardından, henüz burjuva devrimleri çok uzakta olmakla birlikte, feodal sistemin gerileme dönemi başladı. Feodalizm, ilk çözülme işaretlerini vermeye başlıyordu. Bu çözülmeden ilk nasibini alan kurumların başında ise kilise gelmekteydi. Bir yandan ticaretin yaygınlaşmaya başlaması, dolayısıyla feodalizmin birbirinden yalıtık ekonomik ve siyasi birimleri arasında bir köprü kurulmaya başlanması, diğer yandan feodal sistemin ekonomik ve siyasal olarak ciddi sarsıntılara doğru yuvarlanması, bu iki etken bir arada feodal sistemin içinde önemli değişiklikleri gündeme getirmeye başladı. Bu süreçten sonra merkezi krallıklar gücünü arttırmaya başlarken, papaların siyasal-ekonomik gücü de zayıflamaya başladı. Feodalizmin iktisadi-siyasi krizi bu sistemin iki önemli unsuru arasında, papalık ile merkezi krallıklar arasında bir iç hesaplaşmayı ve çatışmayı gündeme getirdi. Bu sürece kadar çeşitli devletler, Roma Katolik Kilisesi’ne bağımlıydılar. Merkezi krallıklar bu iç çatışmada güçlenen burjuvazi ile ittifaka girdi. Yaşanan bu savaşımın sonunda papalık kurumu geriledi.
Ulusal krallıkların kiliseye karşı yürüttüğü savaşımdaki temel neden yukarıda belirttiğimiz gibi merkezdeki feodallerle burjuvazinin ortak iktisadi ve siyasi çıkarları idi. Uzlaşma içerisinde yürütülen bu savaşın sonunda İngiltere, Norveç,İsveç,Danimarka gibi ülkelerde, papalığın mülkiyetinde bulunan geniş topraklara bu sınıflar tarafından el konuldu. Böylece 16. yüzyıla varıldığında kilise iktisadi bakımdan önemli bir darbe yemiş oldu. Yalnızca iktisadi bakımdan değil, siyasi bakımdan da. Zira bu sürecin ardından, burjuvazi ile merkezi feodaller arasında Roma Katolik devletine karşı gerçekleşen bu uzlaşmanın bir ürünü olarak dinde reform hareketleri ilk kez gündeme girdi. İngiltere, Rusya ve Polonya vb. tek tek devletler, Roma Katolik Kilisesi’nin denetiminden çıkarak kendi ulusal kiliselerini kurdular. Kiliseler üzerinde ulusal krallıkların kesin bir denetimi ve kontrolü oluştu. Örneğin, İngiltere'de Anglikan kilisesinin kurulması bu sürecin ürünüydü.
16. yy'da Protestanlığın ortaya çıkışı da burjuva gelişme ile dolaysızca bağlantılıydı. Protestanlık gelişmekte olan sınıfın, burjuvazinin kurulu düzen ve otoriteye, onun en önemli kurumu ve sembolü olan Katolik kilisesine karşı, yeni bir din anlayışını payanda ederek giriştiği bir karşı ideolojik saldırı oldu. Protestanlığın içeriğine bakıldığında, bu mezhebin temel fonksiyonunun gelişmekte olan kapitalist ilişkileri meşrulaştırmak olduğu kolaylıkla görülebilmektedir. Protestanlık ticareti meşrulaştırmakta, tanrıya karşı sorumluluğu "birey" katına indirmekte, tanrıyı memnun etmek için en önemli aracın çalışmak ve zenginleşmek olduğunu vaaz etmekte, o güne kadar günah olarak algılanan birikimciliği tanrısal bir görev katına yerleştirmektedir. Protestanlığın ortaya çıkışını izleyen dönemde, iktisadi-siyasi -ideolojik  iktidarını yitirme korkusu içindeki  Katolik Kilisesi  ile Protestanlık arasında  uzun ve kanlı bir savaş yaşanmıştır. Burjuvazi “Protestan  Ahlakı”nı siper edinerek  kiliseye karşı yürüttüğü bu savaştan önemli mevziler elde ederek çıkmıştır.
Böylece daha henüz feodal sistem yürürlükteyken burjuva gelişmenin dolaysız bir ürünü olarak Kilise kurumu gerilemeye başlamıştı. Bu süreç burjuvaziyle, merkezi krallıklar oluşturmuş bulunan  feodal aristokrasisinin geçici bir ittifakının ürünüdür. Bu nedenle de alınan mesafe henüz oldukça sınırlıydı. Reform döneminin ardındın burjuvazi ve ulusal devletlerin başında bulunan feodal aristokrasi lehine bir takım yeni düzenlemeler yapılmıştır. Ama henüz kilise feodal  aristokrasinin hizmetinde, devletin ve siyasal hayatın bir parçası olmaya devam etmektedir. Feodal krallar hala iktidarlarını tanrısal temele dayandırmaktan vazgeçmiş değillerdir. Feodalizmin temsilcisi olan ulusal krallıklar orta yerde durmaktadır ve artık, ulusallaştırılmış ve devlet denetimine alınmış bir din aracılığıyla feodal ilişkileri sürdürmeye çalışmaktadır. Burjuvazi siyasal planda bazı kazanımlar elde etmiş olmakla beraber, ekonomik gücünü siyasi iktidar gücüyle taçlandırabilmiş değildir. Burjuvazinin kazandığı bir taviz olarak, artık tanrısal iradenin temsilcisi kralların yanı sıra burjuvazinin de temsil olanağı bulunduğu parlamentolar vardır. Ne var ki, bu temsil olanağı son derece sınırlıdır ve iktidar büyük ölçüde hala kendi iktidarını tanrısal irade kisvesi altında meşrulaştıran ulusal krallıkların elindedir. Burjuvazi, gelinen yerde feodal iktidarla ve onun ideolojik dayanağı olan dinsel-tanrısal dogmalarla  kesin bir hesaplaşma zorunluluğuyla yüzyüzeydi. Rönesans (Aydınlanma Dönemi) bu radikal hesaplaşmanın ideolojik-felsefi boyutunu oluşturdu. Ardından ise burjuva devrimleri geldi.
Aydınlanma ve Devrim Dönemi
Ortaçağ’a damgasını vuran ve St. Augustin, Salisbury’li John, Thomas Agunnas vb. simalarda ifadesini bulan egemen düşünce, din ve dünya işlerini kiliseden (dinden) yana çözümleyen, kilisenin egemenliğini ve teokratik yönetim anlayışını meşrulaştıran düşüncelerdi. Bu düşünürler, dünya devletinin tümüyle tanrı iktidarına ve yasalarına uygunluğunu savunmuşlar, tanrısal yasalara uymayan devlete karşı aktif direnmeyi meşru görmüşler, insan soyu için en iyi yönetim biçiminin  tanrı yasalarının temsilcisi olan tek kişi yönetimi olduğunu savunmuşlardır.
Bu nedenle ki burjuvazi,  iktidar mücadelesinin ideolojik cephesinde  en ciddi darbeyi “tanrısal iktidar", "tanrısal yöneten-yönetilen anlayışı” ve "tanrısal eşitsizlik" görüşlerine vurmak zorundaydı. İşte aydınlanma dönemi ile burjuvazi Ortaçağ'ın bu felsefesini hedef aldı. Descartes, Rousseau, Diderot, Machievelli vb. aydınlanma çağı filozofları şahsında insanların doğuştan eşit olduğunu, hakikate ulaşmanın tek yolunun(dogmalar ve inançlar değil) akıl olduğunu ve iktidarın temelinin de insanlar arasındaki eşitliğe ve akla dayanması gerektiğini savundu. Dine ve dinsel dogmalara karşı amansız bir savaşım yürüttü. Aydınlanma dönemi, bu etkili karşı ideolojik saldırısıyla, burjuva devrimlerin, özellikle de büyük Fransız Devrimi'nin yolunu döşedi.
Büyük Fransız Devrimi; devrimci burjuvazinin yükselen hareketinin doruğuydu. Bu özelliğiyle o, aynı zamanda burjuvazinin kilise ve din konusundaki tutumunun da en radikal örneği olmuştur. Jakobenler bütün mevcut dinleri reddettiler. Rousseau'nun düşüncelerinden esinlenerek yeni bir "toplum dini" anlayışı ortaya koydular. Bu yeni din anlayışının özü, insanlar tarafından toplumsal anlaşma ile ortaya konulan ve gerekli gördüğü zaman değiştirilebilen yasaların en kutsal değer olması anlayışına dayanıyordu. Jakobenler, başlangıcı dinsel esasa dayanan eski takvimi de kaldırıp yeni bir devrim takvimi hazırladılar. Kiliseleri ya kapattılar ya da akıl mabedi ilan ettiler vb.
Buraya kadar anlatılanlardan çıkarılabileceği gibi, burjuvazinin mücadele bayrağına laiklik şiarını yazmasının ardında birbirine bağlı birkaç önemli neden bulunmaktaydı. Birincisi, burjuvazi, kendi iktidarlarını tanrısal iradeye dayandıran ve karşı konulamaz, değiştirilemez ilan edilen feodal krallıklara ve kiliseye karşı yürüttüğü iktidar mücadelesinde kaçınılmaz olarak bu egemen anlayışı hedeflemek ve geriletmek durumundaydı. Bunun için siyasal iktidarın kaynağını dünyevileştirmek, dinle meşrulaştırılan eşitsizlik anlayışına karşı “tüm yurttaşların eşitliği’ni  savunmak durumundaydı. Bunun yanı sıra laiklik mücadelesini gündeme getiren faktörlerden birisi de  burjuvazi açısından ekonomik birliğin ulusal devlet çatısı altında bir siyasi birlikle tamamlanması  gerekliliğiydi. Dinsel esaslara dayanan bir bağ, dinsel esaslara dayanan bir hukuk anlayışı iktisadi birliğin siyasi birliğe dönüştürülmesi önünde açık birer engeldi. Zira farklı  dinsel ve mezhepsel  anlayışlara bölünmüş, her dinsel-mezhepsel anlayışın  ayrı bir hukukunun bulunduğu bir toplumsal ortam, yalnızca cemaat hayatının parçalanmışlığını doğurabilirdi. Artan iktisadi ilişkiler ancak dinler ve  mezhepler üstü  bir anlayışla düzenlenebilir, iktisadi ilişkilerin birbirine yakınlaştırdığı insanlar dinlerin üstünde bir ideolojik kimlikle, ulusal kimlikle bir arada tutulabilirlerdi.
Son olarak, kilise ve din kurumu feodal iktidarın ve toplumsal düzenin ideolojik gücü olan dinsel dogmaları sarstığı için bilime ve bilimsel düşünceye düşmanca bir tutum takınmıştı. Burjuvazinin kendi gelişmesi açsından ise bilime ve bilimsel düşünceye gereksinimi vardı. Bu nedenle de kiliseye ve dogmatizme karşı etkili bir savaşım yürütmek durumundaydı. Laiklik işte bu savaşımın da en önemli boyutunu oluşturuyordu.
Yukarıda sayılanlar burjuvazinin laiklik savaşımı yürütmesinin nesnel nedenlerini ortaya koyduğu gibi, aynı zamanda, nesnel sınırlarını da ortaya koymaktadır. Laiklik burjuvaziye, iktidarı ele geçirmek için ve ancak o sınırlar içerisinde gereklidir. Laiklik, burjuvazinin ulusal pazarı, ulusal devlet ve milliyetçi ideoloji aracılığıyla denetim altında tutabilmek için, yine bu sınırlar içinde gereklidir.  Ve son olarak burjuvazi bilimin ve bilimsel düşüncenin yaygınlaşmasının kendi sınıf çıkarlarıyla örtüşmesi durumunda ve ancak bu ölçüde laiktir.
Aydınlanmacı ve Devrimci Anlayıştan Yeni Reformasyona
Yurttaş eşitliği burjuva  isteminin ortaya çıkmasının ardından, önce ilkel Hıristiyanlığa dayanarak dinsel biçim  altında, sonra bizzat burjuva eşitlik teorilerini kendine dayanak yaparak, sınıfların kendisinin kaldırılmasını eksen alan proleter savaşımı ortaya çıkmaya başladı. Geniş işçi yığınları burjuvaziden öğrenmişlerdi ki, yoksullukların, eşitsizliklerin, acıların nedeni tanrısal kaynaklar değil, dünyevi nedenlerdir ve dolayısıyla dokunabilir ve değiştirilebilir. Gelinen noktada, burjuvazinin yeni muhalifleri her türlü sömürüye son vermeyi amaçlayan şiarlarıyla siyaset arenasındaydılar artık, îşte bu noktadan sonra burjuvazi, yeniden tutuculaşmaya başlar ve gelişmeler burjuva sınıfı giderek dine o eski ve kutsal mevkiyi yeniden vermeye iter. Ve başta işçi sınıfı olmak üzere alt sınıflardan gelen tehlike karşısında, yüzyıldır büyük bir savaş verdiği feodal sınıflarla ve kiliseyle yeniden ittifak yoluna gider. Bu, aydınlanmacı ve devrimci anlayıştan reform döneminin anlayışına geri dönüştür. Fark şuradadır ki, artık iktidarda ulusal krallıklar değil, burjuvazi vardır. Kilise ulusal krallıkların değil, burjuvazinin yönetimi ve denetimi altındadır. Burjuvazi, iktidar gücünü yalnızca ya da temel olarak dinsel kurallara referansla meşrulaştırmaya son vermiştir. Ama toplumun, alt sınıfların dinsel ideolojiden ve kurallardan bağımsızlaşması, onun sınıf çıkarları açısından gerekli ve yararlı olmak bir yana, tersine, tehlikeli bir durumdur. Bu gerçeği gören ve tarihte açık sözlü bir egemen sınıf politikacısı olarak bilinen l.Napoleon, dinin egemen sınıflara niçin gerekli olduğunu şu sözlerle anlatıyordu:  "Karnı tıka basa dolu bir adamın yanı başında bir başkası açlıktan ölmekteyse, berikinin bu durumu kabullenmesi için bir yetkili makamın çıkıp ona 'ne yapalım tanrının dileği böyle' demesi gerekir." Proletaryanın soluğunu ensesinde hisseden burjuvazi, 1. Napoleon'un bu öğüdünü yerine getirmekte gecikmeyecek, iktidarı ele geçirdikten sonra ve hatta pek çok yerde henüz daha iktidarı ele geçirmemişken, tüm demokratik taleplerinde olduğu gibi laiklik talebi ve anlayışında da geriye dönük bir değişim yaşayacaktır; "Fransız ve Alman burjuvazisi için son çare, (...) özgür düşüncelerini sessizce bırakıvermekti... birbiri ardına görünüşte sofulaştılar, kiliseden, onun dogmalarından ve ayinlerinden saygıyla sözettiler... Fransız burjuvazisi cuma günleri perhiz tuttu, Alman burjuvaları, pazar günleri, kilisedeki yerlerinden uzun proteston vaazlarını sonuna kadar dinlediler. Materyalizm, başlarını belaya sokmuştu. Din halk için muhafaza edilmeliydi. " (Friedrich Engels, Ütopik Sosyalizm ve  Bilimsel Sosyalizm, S: 60-61, Sol Yay.)            
Artık burjuvazi açısından iktidarın değil ama eşitsizliğin kaynağı tanrısaldı. Alt sınıflara düşen ise bu tanrısal iradeye vakar içinde teslim olmak, kötü  kaderinin değişmesii için bu dünyada iyi bir kul olmaya çalışarak, bütün umut ve hayallerini öteki dünyaya havele etmekti.
Burjuvazi açısından dinin oynadığı fonksiyon  yalnızca, alt sınıftan insanları yoksulluk, eşitsizlik ve baskı karşısında tevekkül içinde rıza gösterir bir konuma hapsetmek; eşitsizlikleri ve yoksullukları tanrısal bir irade kisvesi altında meşrulaştırmak değildir. Aynı zamanda din, alt sınıfların atomize edilebilmesi bakımından da burjuva iktidarı için önemli bir silahtır. Burjuvazinin yönetme sanatı, her şeyden önce kitleleri atomize etmeye dayalıdır. Alt sınıflar içindeki dinsel ve mezhepsel inanış farklılıkları bu açıdan burjuvazi için önemli bir olanaktır. Ve bu nedenden dolayıdır ki; her sermaye iktidarı bu farklılıkları canlı tutmaya çalışır. Dinsel ve mezhepsel inanışlar karşısında ayrımcı bir tutum izlemek ve böylece alt sınıflan bu eksen içinde kutuplaştırarak kendi içinde atomize etmeye çalışmak, burjuvazinin şaşmaz ve değişmez politikasıdır. Bugünün Türkiye’sinde biz, bu burjuva yönetme sanatının çok zengin örnekleriyle yüzyüze bulunmaktayız.
En gelişmişleri de dahil olmak üzere, bugünün kapitalist ülkelerine baktığımızda her birinin dini ideolojiyi, dinsel ve mezhepsel inanç farklılıklarım bir politika aracı olarak yaygın bir biçimde kullandıklarını görürüz. Kitlelerin, devletin denetimi ve inisiyatifi altındaki dinsel örgütlenmeler, cemaatler, tarikatlar altında bir araya gelmesi, burjuva devletlerin ortak bir özelliği ve politikasıdır. Burada gerçekliğin küçük bir kesitini yansıttığını hatırlatmak kaydıyla sıralayacağımız sınırlı örnekler, bize burjuvazinin laiklik anlayışının sınırlılığı ve ikiyüzlülüğü hakkında küçük ama çarpıcı tablolar sunmaktadır. ABD' de dinsel cemaatler özel bir tarzda devlet politikasıyla teşvik edilmektedir. Devlet özellikle gayri resmi yollardan bu tür oluşumlara kaynak ve destek sunmaktadır. ABD, politikada din ticaretinin en çok kullanıldığı ülkelerden birisidir. Bu ülkede (başka kapitalist ülkelerde de) devlet başkanı İncil'in üzerine el basarak yemin eder. Aynı uygulama mahkemelerde sözkonusudur. Yakın zamana kadar ABD'nin lise dengi okullarında dersler duayla başlatılmaktaydı. Kısa süre önce TBMM oturumlarının duayla açılması doğrultusunda bir önerge veren "laik" bir Türk milletvekili, bu uygulamanın laikliğe ters düşmediğine, İngiltere'de Avam Kamarası'ndaki oturumlara dua okunarak başlanmasını kanıt gösteriyordu. Yunanistan'da Doğu Ortodoks Kilisesi'ne kayıtlı olmayanlar, “resmi devlet raporları”na göre tam anlamıyla Yunanlı değillerdir ve potansiyel olarak "hain"dirler vb... vb... Örnekleri daha da çoğaltmak mümkündür. Ama sanırız bu kadarı burjuva laikliğinin pratikteki anlamı ve sınırları üzerine fikir edinmek için yeterlidir. Son olarak şunu belirtmeliyiz ki, bütün gelişmiş kapitalist toplumlarda tahmin edilenin de çok ötesinde bir "din sömürüsü" mevcuttur. Kilise, bu ülkelerin hemen tümünde toplumsal yaşamda çok büyük bir ağırlığa sahiptir. Dahası bu ülkelerde bir "din devleti" talebi ve programıyla ortaya çıkabilecek herhangi bir güç de olmadığı için, gelişmiş kapitalist ülkelerin burjuv iktidarlarıi din sömürüsü konusunda çok daha pervasızdırlar.
Burjuvazinin din ve laiklik konusundaki ikiyüzlü tavrının son olarak belirtilmesi gereken bir başka boyutu daha var. Emperyalist burjuvazi, dini ve dinsel-mezhepsel ayrımları sömürgecilik politikasının, yayılmacı amaçlarının bir aracı olarak da kullanır, istismar eder. Emperyalist burjuvazinin laik, ulusalcı, anti-emperyalist hareketlerin karşısında dinsel gericiliği bir silah olarak kullanışına dair geçmişten ve bugünden bir çok örnek verilebilir. Ortadoğu ülkeleri, Lübnan ve Cezayir örnekleri, Kafkasya, yeşil kuşak ve ılımlı Îslam politikaları vb. hemen ilk başta akla gelenlerdir.
 Osmanlı'da Din-Devlet İlişkileri
Osmanlı devleti kuruluşundan itibaren bir islam devleti olarak şekillenmesine ve tüm tarihi boyunca bu niteliğini korumasına karşın, onun teokratik-monarşik bir karakter kazanması yine de belli bir evrim içerisinde gerçekleşmiştir. Osmanlı devleti kuruluş sürecinde kendi meşruiyetini, daha sonraki süreçlerle kıyaslandığında çok daha az din olgusuna dayandırmaktaydı. O dönemin Osmanlı tebaasının gözünde padişah, kendinde dinî-kutsal güçleri toplamış, dokunulmaz bir kudret olmaktan ziyade, çeşitli beyliklerin liderliğini yapan bir şef konumundaydı.
Osmanlılar süreç boyunca genişlemelerini sürdürüp bir imparatorluk haline gelmeye başladıkça, bu durum değişmeye başlayacaktır. Fatih döneminde merkezi bir devlet yapısı inşa edilmeye başlanacak, Fatih bir islam hükümdarı ile Bizans imparatorunun yetkilerini kendinde merkezileştirerek, mutlakiyetçi bir iktidar biçiminin de temellerini atacaktı. Ne var ki, bu dönemde hilafetle saltanat henüz birleşmiş değildi. Fatih'in halifelik unvanı yoktu. Hilafetle saltanatın birleşmesi Yavuz Selim dönemine rastlayacaktır. Böylece Yavuz Selim'den sonra din ile devlet aynı kişide temsil edilmeye başlanacaktır. Saltanatın himayesinde ve emri altında ulema adı verilen yeni bir din adamları sınıfı şekillenecektir. Padişahlar, bu süreçten sonra kendi iktidarlarını "Allah'ın yeryüzündeki temsilcisi" sıfatıyla dine dayandırmaya başlayacaklar ve din, saltanat icraatının en temel meşrulaştırıcı aracı haline gelecektir. Padişah, halife sıfatı ile "Tanrı'nın temsilcisi" ve İslam dünyasının lideridir. Dolayısıyla her müslümanın görevi bu kutsal otoriteye itaat etmektir. Böylece din, Osmanlı egemen sınıfının kendi tebaasına boyun eğdirmek ve yayılmacı politikalarını meşrulaştırmak açısından son derece önemli bir silahı haline gelmiştir. Şeyhülislam başta olmak üzere tüm ulema ise saltanat icraatlarına dinsel meşruluk sağlamakla görevli birer "memur" konumundadırlar.
Padişahlar, Tanrı'nın temsilcisi ve bütün müslümanlarrın başı olarak yasama, yürütme ve yargı işlevlerini tek elde toplayacaklar, toplum siyasetten hukuka ve oradan eğitime kadar tüm alanlarda şeriatın, dolayısıyla mutlakiyetçi iktidarın tartışılmaz otoritesi altında bulunacaktır. Tanzimat dönemine kadar bu tablo değişmeyecektir.
17. yy. Osmanlı'nın hızlı bir gerileme sürecine yuvarlandığı bir dönemdir. Yeni keşifler sömürgecilik imkanlarını arttırmış, sömürgecilik ise Batı'da hızlı bir zenginleşmeyi ve üretici güçlerin gelişimini sağlamıştır. Batı'daki kapitalist gelişme, Osmanlı'nın eski savaş üstünlüğünü kaybetmesine de yolaçmıştır. Batı devletlerinin yeni ve modern temeller üzerinde kurmaya başladığı ordular, "tımarlı sipahi" sistemine dayanan Osmanlı ordulannı peş-peşe ve her yerde yenilgiye uğratmaya başladılar.
Böylece gelirini büyük ölçüde askeri fütuhatla elde eden Osmanlı imparatorluğu genişlemesinin sınırlarına ulaşmış, aynı anlama gelmek üzere fütuhat gelirlerinden mahrum kalmaya başlamıştır. Bu durumun Osmanlı ekonomisi üzerinde önemli tahripkar sonuçlan olmuştur. Ekonomik gerileme süreci tımar, has, zeamet sistemini deformasyona uğratmış, gelir elde etmek amacıyla bu toprakların rüşvet karşılığı devredildiği yeni bir tefeci-tüccar sınıf şekillenmiştir. Ekonomik bunalımına bu yolla da çıkış bulamayan Osmanlı devleti, giderek ekonomik planda dışa bağımlı hale gelmiştir. Batı devletlerinin Osmanlı iç pazarı üzerinde kurmaya başladıkları hakimiyet,  beraberinde ağırlıkla gayrimüslimlerden oluşan bir komprador burjuvazinin oluşumuna da yol açmıştır.
1838 Îngiliz-Osmanlı ticaret anlaşması, Osmanlı devletinin borçlarını ödeyemez duruma gelmesi ve Düyun-u Umumiye idaresinin oluşturulması kapıda bekleyen gelişmelerdir. Osmanlı devleti bir türlü önüne geçemediği bir çöküşe doğru yuvarlanmış bulunmaktadır.
Bu çöküş süreci çöküşten kurtulmak amaçlı yol arayışlarım da beraberinde getirecektir. Tahta oturuşu Fransız ihtilaliyle denk düşen 3. Selim'in saltanat dönemi, bu tür arayışların başlangıç tarihi de sayılabilir. Yenilginin ve gerilemenin başlıca nedeni askeri yenilgiler olarak görüldüğü için ilk başta reformlar askeri alanda gerçekleştirilmeye çalışılmış, 3. Selim dönemi, orduya dönük bir dizi reformun gündeme geldiği bir süreç olmuştur. 2. Mahmut iktidarı, Tanzimat ve 1. ile 2. Meşrutiyet dönemlerinde reformlar devam ettirilmeye çalışılmıştır. Reformların arkasındaki mantık, Batı'yı başarıya taşıdığı düşünülen kurumların Osmanlı'da da oluşturulması ve böylece çöküş sürecinin önüne geçilmesidir. Reformlar, Osmanlı yönetim aygıtının o ana kadar temel unsurları olan "ilmiye" ve "seyfiye" kurumlarının tasfiyesini ve bunların daha modern temelde yeniden inşâsını amaçlıyordu. O ana kadar dinsel alanın kendi dar sınırlan içerisinde kalan geleneksel ilmiye sınıfı, "modernleşme" girişimlerinin motor gücü olmak bir yana, tersine bu sürece ayak bağı olmaya başlamıştı. Ordu ise artarda aldığı yenilgilerle Osmanlı devletinin en temelli yaşam kaynağının, fütuhat gelirlerinin azalmasına yol açmış ve böylece askeri örgütlenmede yeniliklerin yapılması zorunlu hale gelmişti. Yapılması gereken ise batıyı bilimsel ve askeri alanda başarıya götüren kurumların benzerini yaratmaktı. Böylece Osmanlı padişahları kendi iktidarlarının o ana kadar dayanakları olmuş olan geleneksel askeri-sivil bürokrasinin yerine, yeni ve "batılı" bir asker-sivil bürokrasi oluşturmaya giriştiler, İşte bu süreçle beraber devletin teokratik niteliğinde de önemli aşınmalar ve değişimler yaşanmaya başlanacaktır. Bu süreçte, reformlarla eski ayrıcalıklı konumunu yitiren yeniçeri ve ulema sınıfı ile devletin merkezileştirilmesi çabalarından rahatsızlık duyan mültezim ve eşraflar ortak bir karşı koyuş gerçekleştireceklerdir. "Şeriatın elden gittiği" şiarıyla yeni sürece karşı çıkan bu kesimlerin muhalefeti karşısında padişah ve bu yeni asker-sivil bürokrasi, bu süreçte ittifak halinde hareket etmektedirler. Oysa çok geçmeden batıda eğitim görmüş, orada yaşanan burjuva devrimin havasını solumuş bu yeni bürokrasi henüz son derece cılız olan burjuvaziyle birlikte, saltanata karşı burjuva içerikli mücadelede temel önemde bir rol oynayacaktır.
Genç Osmanlılar, Jön Türk ve İttihat terakki, dünya görüşlerindeki tüm bulanıklığa karşın  burjuva içerikli hareket ve/veya örgütlenmelerdir. Genç Osmanlılar'm mücadelesinin bir ürünü olan 1. Meşrutiyet yaşama şansı bulamadan kısa sürede sona ermiş, ama Genç Osmanlılar'm bıraktığı yerden devam eden Jön Türkler'in sürdürdüğü mücadele, süreç içinde Abdülhamit'i 2. Meşrutiyeti ilan etmek zorunda bırakmıştır. 2. Meşrutiyetle artık ortada işlerlik kazanmaya başlamış bir anayasa vardır. Padişah otoritesinin yanısıra (ve giderek de bu otoriteyi ikinci plana iten) Ayan ve Mebusan meclisleri devletin yönetiminde etkin birer güç haline gelmişlerdir. 2. Meşrutiyet sonrası, resmiyette devletin teokratik karakteri hala sürmekle beraber, fiilen devlet ve din alanları ayrılmaya başlanmış, dinsel kurumların yanında laik kurumlar oluşturulmuştur. Ve bu laik kurumların giderek devlet örgütlenmesindeki yeri ve ağırlığı artmıştır. Şey-hülislamlık'laAdliyeNezareti'nin görevleri ayrılmış, Şer'iye Mahkemeleri Adliye Nezareti'ne bağlanmıştır. Eğitimde, askeri örgütlenmede, kadın haklan alanında bir dizi laik uygulama gündeme gelmiştir. Bu mücadele süreci sonunda devletin mutlakiyetçi yapısı geriletilmiş, ama alınan mesafe meşruti monarşi sınırlarını aşamamıştır. Ge-riletilmesine karşın saltanat rejimi hala ayaktadır. Yine bu mücadele sonucunda devletin teokratik karakteri geriletilmiş, devletin idari ve hukuki yapısına pek çok laik öğe girmeye başlamıştır. Ne var ki, bu gelişme henüz son derece sınırlıdır ve söz konusu olan daha çok bir ikili yapıdır. Hesaplaşma milli kurtuluş savaşı sırasında ve özellikle de milli kurtuluş savaşı sonrasında devam edecektir.
Milli Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyete Giden Süreç
Osmanlı Devleti 1. Emperyalist savaşa birlikte girdiği devletlerle birlikte "yenilenler" safında yer aldı. Bu yenilginin ardından Osmanlı'nın hükümranlığındaki topraklar, galip emperyalist devletler tarafından paylaşıldı ve işgal edilmeye başlandı. Emperyalist işgale karşı bir milli kurtuluş savaşı başlatıldı. Milli kurtuluş savaşı, karşısında yalnızca emperyalist güçleri değil, aynı zamanda işgalci güçlerle işbirliği içindeki saltanatçı güçleri de buldu. Teokratik monarşi anlayışı ile burjuva cumhuriyetçi anlayış arasındaki çatışma böylece milli kurtuluş savaşı sırasında da, anti emperyalist savaş döneminde de sürmekteydi.
Ne var ki, savaşın burjuva cumhuriyetçi cephesinin teokratik monarşiye karşı savaşımı dana baştan zayıf, güdük ve oportünist bir karakter taşımaktaydı. Zira milli kurtuluş savaşını yürüten cephe kendi içerisinde  heterojen bir görünüme sahipti. Milli Kurtuluş Savaşı’na  burjuvazi ve burjuva programını savunan asker-sıvil bürokrasinin yanı sıra, hilafeti ve saltanatı kurtarmak ana talebi ekseninde feodal güçler ve eşraf da katılıyordu. Burjuvazi bu savaşı, bırakalım böyle bir ittifak olmaksızın yürütebilecek bir güce sahip olmayı, çok uzun biittifak içinde kendi otoritesini kesin bir tarzda kabul ettirebilecek bir güçten bile yoksundu. Bu nedenledir ki, savaşı yürüten l. Meclise milli kurtuluş savaşının hedefleri bakımından tam bir eklektik ve oportünist hava egemendir. Bir yandan yürütülen savaşın amacı (hilafetin ve saltanatın kurtarılması olarak açıklanırken, meclisin açılışında saltanat adına hutbe okunup tekbir sesleri yükseltilirken, diğer yandan da aynı mecliste "Hakimiyetin bundan böyle kayıtsız şartsız millete ait olduğu" yönünde kararlar alınabilmektedir. Burjuva güçlerin giderek inisiyatiflerini artırmalarına karşın bu çelişik ve iki yapılı görüntü milli kurtuluş savaşı boyunca devam etti. Ve hegemonya hesaplaşmasının kesin sonuca ulaşması zaferin ardından gelen iktidar günlerine ertelendi.
1. Meclisin dağıtılıp 2. Meclisin oluşturulma süreci bu hesaplaşma açısından önem taşıyordu. Sonuçta 2. Meclis’te ağırlık burjuva programın savunucularından yana şekillendi. Bunu izleyen günlerde sırasıyla saltanatın ve hilafetin kaldırılması, eğitimin ve hukuk düzeninin laikleştirilmesi yolunda adımlar geldi. Ne var ki, atılan bütün bu adımlarda bile, feodal güçlerle kesin bir hesaplaşma göze alınamadığı için güç dengeleri gözetildi. Her atılan adım dinsel bir kisveye büründürülmeye, böylece bu güçlerden gelebilecek olası tepkiler yumuşatılmaya çalışıldı. Gerek cumhuriyetin ilanına, gerek saltanatın kaldırılmasına, gerek hilafetin kaldırılmasına islam tarihinden dayanaklar bulunmaya çalışıldı. Her atılan adımda "çağdaş hoca'lardan "İslam’a uygundur" fetvası alınmasına özen gösterildi. Bir yandan hilafet ve saltanat kaldırılırken, diğer yandan da tepkileri sınırlandırmak için anayasada "devletin dini islamdır" hükmüne yer verildi.
Ne var ki tüm bunlar, feodal güçlerin "şeriat elden gidiyor" nidasıyla kitlesel karşı isyanlar örgütlemesini engelleyemedi. Sonunda kemalist burjuvazi dinsel motiflerle yürüyen bir Kürt ayaklanması olan Şeyh Sait isyanını gerekçe yaparak Takrir-i Sükun yasasını yürürlüğe koydu, İstiklal Mahkemeleri'ni oluşturdu. Takrir'i Sükun dönemi başta dini ideolojiyi kendine dayanak yapan feodal güçler olmak üzere, kemalistlerin ilerici-gerici tüm muhaliflerini baskı ve şiddet politikasıyla sindirdikleri, gerilettikleri bir süreç oldu. Gerçekleşen feodal güçlerle, onun kuvvet aldığı iktisadi-toplumsal yapıyla radikal bir mücadele değil, yalnızca bir sindirme operasyonuydu. Takrir-i Sükun'u laikleşmeye dönük bir dizi karar izledi. Ardından da "devletin dini islamdır" ibaresi anayasadan çıkarıldı.
Kemalist Laikliğin Kapsamı, Özellikleri ve Sınırları
Kemalist burjuva devrim, teokratik hanedan devleti geleneğine son vererek bir burjuva cumhuriyeti kurdu. Saltanatın kaldırılması, cumhuriyetin kabulü ve laikleştirici adımlar, o güne kadar islami ilkelere göre tek elde, bir hanedan saltanatında toplanmış olan kudreti ortadan kaldırarak, burjuva ulusal egemenlik anlayışım getirdi. Böylece egemenliğin kaynağı "tanrısal", dolayısıyla itiraz edilemez ve dokunulamaz olmaktan çıkarılarak, dünyevi-insani temellere oturtuldu. Mutlak ilahi eşitsizlik anlayışının yerini biçimsel burjuva eşitlik anlayışı aldı. Böylece burjuva parlamentarizminin sınırlan içerisinde de, demek ki daha çok şekle ilişkin de olsa, "halk"ın siyasal süreçlerde daha etkin bir konuma ulaşmasının koşulları yaratılmış oldu. İktidarın meşruiyetini Tanrı'dan değil, halk desteğinden alması, Tanrı'ya değil halka karşı sorumlu olması gerektiği doğrultusunda bir anlayışın şekillenmesine hizmet etti. Kitleler, tebalık ve kulluk anlayışından sıyrılmaya başladılar. Kemalist burjuva devrim, laiklik alanında attığı adımlarla bilimin ve bilimsel düşüncenin önündeki dogmatik-skolastik engellerin kaldırılması anlamında da belirli kazanımlar sağladı. Kendi meşruiyetini dine dayandırmaya çalışan, dinsel dogmaları siyasetin, toplumsal yaşamın ve düşünce hayatının tek ve tartışılmaz referansı kabul eden Osmanlı devletinde, özellikle bilimsel gelişme teokratik saltanatın çıkarını zedelemeye başladıktan sonra, dinsel dogmalar, özgür ve bilimsel düşüncenin üstünde 'Demeklesin Kılıcı' gibi sallanmaya başlamıştı. Osmanlı toplumunda, giderek hakim olmaya başlayan dinsel dogmalara göre "ilim" alanı dinsel ilimlerle sınırlı olmalıydı. Diğer bilimlere talip olmak insanı küfre düşürebilirdi. Ortada Allah'ın kelamı varken felsefeyle uğraşmanın hiçbir anlamı yoktu vb. Bu egemen dogmatik-skolastik anlayışa karşı çıkanların, örneğin Nesimi ve Şeyh Bedrettin gibi o dönemin aydınlık kafalarının aldıkları yanıt ise haklarında çıkarılan ölüm fetvaları oldu. îşte burjuva kemalist devrim ve onun laiklik doğrultusundaki adımları bu anlamda, bilimsel düşüncenin önünde önemli bir engel olan dinsel dogmaların kaldırılması bakımından da önemli bir kazanım 'sağladı. Bu dönemde gerçekleştirilen laikleşmeye dönük adımların bir başka önemli kazanımı toplumsal alanda, özellikle de kadının özgürleştirilmesi alanındadır. Bütün dinler ve özellikle de islam dini kadını ikinci sınıf bir kul saydığı için, kadının teokratik bir toplum içindeki konumu tam bir esaret yaşamıdır. Burada ayrıntılara girmeye gerek yok, ama mirastan evlenmeye, oradan meslek edinme hakkına ve adalet önündeki eşitsiz konuma kadar kadın, toplumsal yaşamın tümünde ikinci sınıf bir "kul" muamelesiyle yüzyüzedir. Kemalist devrim bu anlamda da belirli kazanımlar sağlamıştır.
Ne var ki, kemalist burjuva devrimin bu kazanmalarının ikili bir sının vardır. Birincisi; bütün burjuva karakterli devrimler gibi kemalist devrim de, sonuç olarak iktisadi-sınıfsal eşitsizlikler üzerine oturan bir sömürü sistemini oluşturmuştur. Bu temel nedenden dolayıdır ki, bu haklar ezilen ve sömürülen sınıflar açısından büyük ölçüde şekli ve kullanılamaz haklar durumunda kalacaktır. Yine kemalist burjuva iktidar da, tıpkı diğer sınıf kardeşleri gibi karşısında bu hakların gerçek içeriklerine kavuşturulmasını isteyen bir işçi-emekçi hareketi bulduğunda bu kazanımları daha da sınırlandırmak yolunu tutacaktır. Nitekim laiklik alanında da olan budur. Biraz aşağıda daha ayrıntılı bir biçimde göstereceğimiz gibi iktidarını sağlamlaştırdıktan, feodalleri sindirdikten sonra kemalist burjuvazi tüm bu noktalarda daha gerici bir pozisyona oturacaktır.
Kemalist burjuvazinin laiklik konusundaki güdüklüğünün ve gelgitli tutumunun ikinci önemli nedeni de feodal öğeler karşısında köklü tedbirler alamamasından kaynaklanmaktadır. Tarihsel gelişimi içerisinde aktardığımız gibi, milli kurtuluş savaşı dahi böylesi ittifak koşullan içerisinde başarılabilmiştir. Kemalist burjuvazi iktidardaki hegemonyasını, tüm muhaliflerini ve en önemlisi de dinsel ideolojiyi kendisine bayrak edinmiş feodal güçleri geriletebildiği ölçüde sağlayabilmiştir. Gerilettiği feodal güçlerle daha sonra ittifak yaparak iktidarı paylaşmak yolunu tutmuştur. Burjuva iktisadi ve toplumsal ilişkilerin son derce zayıf olduğu, dolayısıyla sosyal ekonomik yapının bu geri özellikleri nedeniyle geniş halk yığınları arasında ulusal bilincin yeterince gelişmediği, yarı feodal nitelikteki toplum yapısına radikal müdahalelerin gerçekleştirilemediği böylesi koşullarda, tüm diğer demokratik kazanımlar alanında olduğu gibi, laiklik alanındaki adımlar da güdük ve bulaşık bir karakter taşımıştır.
Bu gelişim süreci batıdaki burjuva devrim sûrecinden ve dolayısıyla oradaki laikleşme sürecinden temel önemde bazı farklılıklar taşır. Batıda laikleşme on yıllarca süren ciddi ve sert kilise karşıtı bir savaşımın ürünüdür. Bu savaşımın toplumsal temeli kuvvetlidir, İşçi sınıfı ve kilisenin feodal hegemonyasından bunalmış köylüler, burjuvaziyle birlikte bu savaşımın aktif yürütücüleri durumundadır. Bu süreci ise ideolojik planda yürütülen kapsamlı ve köklü bir karşı saldırı olan aydınlanma dönemi felsefi-ideolojik planda beslemiş, laiklik, aydınlanma şahsında kuvvetli bir düşünsel ve felsefi temele sahip olmuştur. Oysa Türkiye'de yaşanan burjuva devrim süreci, eşitsiz gelişmenin bir sonucu olarak içte daha zayıf bir iktisadi-sınıfsal 'temel üzerinde yükselmek durumunda kalmış, bu da laiklik mücadelesinin toplumsal tabanını ve dolayısıyla kapsamını daraltmıştır. Bu nedenden dolayıdır ki, kemalistler en güçlü oldukları dönemde ve hatta laikleşmeye dönük en "radikal" adımları atarken bile ,kendilerine dinden dayanaklar bulmaya çalışmışlar, atılan her adımı verilen bir taviz izlemiştir.
Yeni kurulan burjuva cumhuriyeti daha başlangıçtan itibaren dinsel kurumlan kendi bünyesinde toplayarak, devlet organizasyonu dışındaki dinsel örgütlenmelere izin vermeyerek, din alanını tümüyle denetimi altına aldı. Bu tavrın arkasında içice geçmiş iki neden vardı. Birincisi, böyle yapılarak, feodal güçlerin iktidar mücadelesinde din alanını kullanması engellenmeye çalışıldı. Sünni islam, devletin sıkı denetimi altına alındı ve ona devlet aygıtı dışında ayrı ve özerk bir yaşam alanı bırakılmadı. Diyanet İşleri Reisliği'nin kuruluşu, din işleriyle görevli bir devlet bakanlığının oluşturulması gibi uygulamalarla, feodallerin "sünni islam"ının yerine burjuvaların "sünni islam" anlayışının oluşturulması amaçlanıyordu. Böylece bir yandan feodal güçler etkisizleştirilmeye çalışılırken diğer yandan da din, egemen sınıfın bir ideolojik aracı haline getiriliyordu. Ayrıca reforme edilmiş bir sünni islamı, resmi din haline getirerek burjuva devlet, hem çoğunluğu oluşturan sünni inanıştaki kitleyi yedeklemek istiyor; hem de dinsel ve mezhepsel ayrımlan canlı tutarak, burada ayrımcı bir politika güderek, alt sınıflan atomize edebilmeyi ve böylece onları daha kolay bir tarzda yönetebilmeyi hedefliyordu. Bu doğrultuda yeni bir "millî sünni islam" anlayışı oluşturulmaya çalışıldı. Burjuvazinin dinini oluşturmak ve yaymak işlevini üstlenecek "modern" ve "Atatürkçü" din adamlarını yetiştirmek amacıyla din eğitimi veren okullar kuruldu. Her zaman kemalizmin sadık bir kadrosu olmuş F. Rıfkı Atay'ın aşağıdaki sözleri kemalist laikliğin anlamı ve sınırlarını da yorum gerektirmeyecek açıklıkta sergilemektedir. "Kemalizm, aslında büyük ve esaslı bir din reformudur. Tanrı bir peygambere verdiği şeriatı, ikinci bir peygamberde değiştirmekle, hatta Kur-an 'm bir ayetindeki emrini başka bir ayette kaldırmakla hükümlerin toplum evrimini izlemesi gerektiğini göstermiştir. Fıkıh 'ta buna nesih diyoruz. Muhammed son peygamber olduğuna göre, O 'ndan sonra nesih hakkı insan aklına kalmıştır. Onun için islam bilginleri, zamanla hükümlerin değişeceği içtihatında bulunmuşlardır. Mustafa Kemal'in yaptığı işte bu nesih hakkını kullanmaktır. " (F. R. Atay, Çankaya, aktaran: D. Dursun, Laiklik, Siyaset ve Değişim, İnsan yayınlan, s.41)
Kemalizm de, görüldüğü üzere tıpkı diğer burjuva iktidarları gibi, dini, siyaset ve ideoloji alanından tümüyle çıkaran, devlet kurumunun dışında bireylere ait bir alan olarak gören, kısacası laikliği gerçek içeriğiyle hayata geçiren bir uygulamaya sahip değildir. Yapılan "akılcı", "ulusçu","ulusal devlete sadakati telkin eden", "sınıfsız, imtiyazsız Türk toplumu" anlayışını meşrulaştıran yeni bir din yorumu oluşturmak ve bu "milli dini" egemen ideolojinin önemli bir asal unsuru haline getirmektir. Yine tanımı gereği laiklik devletin bütün dinsel ve mezhepsel anlayışlar karşısında eşit mesafede bulunması, ayrımcılık yapmaması, bunlardan herhangi birini resmi bir din haline getirmemesi iken, kemalist burjuva devletin laiklik uygulaması bu alanlarda da sınıfta kalan  bir karaktere sahiptir. Daha başlangıçtan itibaren modernize edilmeye çalışılmış bir sünni islam anlayışı devletin ayrıcalıklı resmi dini olmuştur. Bu anlayışın dışındaki islam yorumlan ve Hıristiyan Süryaniler karşısında ayrımcı ve baskıcı politikalar izlenmiştir. Aleviler, hilafet baskısından kurtulmuş olmanın, laiklik konusunda atılan sınırlı adımların getirdiği nisbî bir rahatlama yaşasalar da, gerçekte kemalist burjuva cumhuriyet alevi inanışla, sunni inanış arasındaki ayrımcı politikayı sürdürmüş; dahası bu ayrımcılığı kurumlaştırmıştır da. Cumhuriyet dönemi boyunca Aleviler üzerindeki mezhepsel baskı devam etmiştir.
Sınırlı radikalizmden “Bize daha çok din lazım anlayışına!”
‘45’ li yıllardan sonra sermaye düzeni dini bir yönetme politikası olarak, bir ideolojik araç olarak  çok daha yoğun ve pervasız biçimler altında  kullanmaya başladı. Kuruluş döneminde faaliyetlerini yasakladığı ama fiiliyatta varlıklarına göz yumduğu –biraz da yummak zorunda kaldığı-  tarikatlarla bu yıllardan sonra daha açık biçimler altında ilişkiler geliştirdi.  Bu dinsel örgütleri koynuna alarak adeta iyice palazlanmalarına yol açtı. Sermaye düzenindeki politika değişikliğini  Demokrat Parti ile özdeşleştiren ve bu partiyle bire bir ilişkilendiren anlayışlar, özellikle Kemalist yazarlar arasında yakın zamana kadar çok revaçtaydı. Bu görünüm bakımından büyük ölçüde böyle olsa bile, özsel olarak ve tarihi bakımdan  eksik ve yanlış bir değerlendirmedir. Dinin geçmişe kıyasla daha çok  istismarına  dayanan politikalar henüz CHP döneminde, ‘46’ lı yıllarda gündeme gelmeye başlamıştır. ‘47’ Kurultayı’nda ise CHP bu yönelişi adeta resmi bir niteliğe kavuşturmuş ve yoğunlaştırmıştır. Öyle ki, ilkokullara din dersi konulması,hacca gidenlere dini destek sağlama, hac döneminin şatafatlı politik şovlara dönüştürülmesi, imam hatip kurslarının ve ilahiyat fakültelerinin kurulması vb. ‘46’ sonrası CHP Hükümeti tarafından gündeme getirilmiştir.
Öyleyse burjuvazinin dini ideolojiye daha fazla yaslanmasına yol açan, laikliğin iyice kadükleşmesi sonucunu doğuran bu yeni ve gerici yönelişin arkasında ne gibi nedenler bulunmaktadır?
'45 'li yıllardan sonra iç ve dış faktörlerin birleşik etkisiyle çok partili hayata geçildi. Dolayısıyla partiler arasında oy tabanını genişletmeye dönük rekabetin başlaması dini daha fazla istismar etmeyi motive eden faktörlerden biri oldu. Ama sorunu salt ya da temelde bu faktöre dayalı olarak açıklamak mümkün değildir. Zira, ne kadar dış faktörlerin belli bir etkisi olsa da, temelde çok partili hayata geçişi mümkün kılan burjuva iktisadi ve siyasi yapının kendini güvende sayabilecek ölçüde oturmuş bulunmasıdır. Daha önceki çok partili hayata geçiş denemeleri başarısız kalırken 1945'tekinin başarılı olabilmesinin arkasındaki temel faktör de budur. Feodal güçlerin üzerinde otoritesini kesin bir tarzda sağlayan, kendi iktidarının sağlamlığına ilişkin kaygıları azalan burjuvazi, artık kitleleri denetlemek için din silahım daha yoğun ve pervasız bir biçimde kullanabilirdi. Böylece, sinmiş, geriletilmiş ve düzene entegre olmaya başlamış tarikat türü örgütlenmeleri sisteme daha fazla bağlamanın koşullan da yaratılmış olacaktı. Bu tür örgütler giderek düzen için tehlike olmaktan tümüyle çıkarılabilir ve kitle tepkisinin kanalize edilebileceği güvenilir birer emniyet supabı haline getirilebilirdi. Üstelik içine girilen süreç burjuvazi açısından bu tür adımlan bir güncel ihtiyaç olarak dayatmaktaydı da. Zira halk, devletçi dönemin ve savaş yıllarının ekonomik ve siyasi baskısından, jandarma dipçiğinden ve yoksulluktan bunalmış bir durumdaydı. Dinsel ideoloji kullanılarak halkın tepkisini bu kanala akıtmak mümkündü. Öte yandan faşizmin yenilgisinde SSCB'nin önemli bir pay sahibi olması sosyalizmin itibarını tüm dünya yüzeyinde olduğu gibi, Türkiye'de de artırmıştı. 2. emperyalist savaşı izleyen günler sosyalizm tehlikesini tüm dünya burjuvazisi için bir karabasana dönüştürmüştü. Bu tüm kapitalist dünyada olduğu gibi Türkiye'de de, burjuvazinin komünizme karşı bir "soğuk savaş" başlatmasını zorunlu kıldı. Dinsel ideolojinin burjuvazi tarafından daha yaygın olarak kullanılmasında muhakkak ki, bu olgunun da önemli bir payı vardı.
DP iktidarı dönemi mecliste 163. maddenin kaldırılması tartışmalarının yoğunlaştığı, ezanın yeniden Arapça okunmaya başlandığı, devlet eliyle yapılan dini yayınların sayısında önemli bir yükselişin gerçekleştiği, imam hatip okullarının yaygınlaştığı, tarikatların yasal olarak olmasa bile fiilen açık bir biçimde faaliyet göstermeye başladığı bir dönem oldu.
Böylece '50'li yıllardan sonra siyaset arenasına sermaye düzenine temelde bağlı, özel teşebbüsün kutsallığını ve dokunulmazlığını savunan, ilerici ve sosyalist düşünceye düşman, NATO'yla irtifaka destek veren ve Amerikancı eğilimleri olan dinsel örgütlenmeler ortaya çıkacaktır. DP ve AP geleneğiyle içice geçen tarikatlar da benzer özellikler kazanarak sermaye düzenini ayakta tutmak cabası açısından burjuva iktidarı için önem ve değerlerini arttıracaklardır. Bu güçler '60'lı yıllarda, ünlü 6. filo olayında olduğu gibi devrimci hareketlerin karşısında düzenin bir vurucu gücü olarak kullanılmaya başlanacaktır.
1980'li Yıllar: Türk-İslam Sentezine Doğru
'70'li yıllarda yükselen toplumsal mücadelenin önü 12 Eylül askeri faşist diktatörlüğüyle kesilebildi. 12 Eylül faşist rejimi, emekçilere yönelik iktisadi-siyasi saldırıların yoğunlaştığı bir süreç olmakla sınırlı kalmayıp, işçi ve emekçiler aleyhine çok daha kapsamlı ve uzun vadeli düzenlemelerin de gerçekleştiği bir dönem oldu. Biz burada bu sorun üzerinde ayrıntılı  durmayarak yalnızca. 12 Eylül rejimiyle, dinin egemen ideoloji içindeki ağırlığını daha da arttırmış olmasıyla ilgileneceğiz.
12 Eylül, yıpranmış MHP çizgisinin aşırı ırkçı-şoven temalarını kullanamazdı. Dahası kitleler üzerinde asgari ölçüde de olsa inandırıcı olabilmesi için MHP'yi dışlar bir görüntü vermek durumundaydı. Klasik kemalist ideolojik temalar ise hem geçmiş süreçte kitleleri düzen içinde tutabilmek bakımından yetersiz kalmıştı, hem de düzenin yeni bazı yönelimleri kemalizmin belli ölçülerde restore edilmesini gerekli kılıyordu. İslami motiflerin daha yoğun olarak kullanılması düzen açısından tüm bu faktörlere bağlı olarak daha işlevsel olacaktı. Bir yandan sistematik şiddet ve baskı politikasıyla bunalan, öte yandan yoksullaşmanın getirdiği çaresizlikle yüz yüze kalan kitleler için din etkili bir uyuşturucu görevi yapabilirdi. Din, 12 Eylül faşist diktatörlüğünün anti-komünist eksenli ideolojik saldırısında faşist generaller için etkili bir araç oldu. Aslında, anti-komünist mücadelede dini etkili bir araç olarak kullanma düşüncesi yeni değildi. Uzun bir süredir ABD emperyalizmi tarafından Türkiye gibi ülkelere telkin edilmekteydi. ABD stratejistlerinin "yeşil kuşak" adını verdikleri bu yeni stratejiye göre din, Sovyetler Birliği'nde iç kalkışmaları kışkırtmak, Sovyetler Birliği'ni çevreleyen müslüman nüfuslu ülkelerde de kitle hareketini denetlemek amacıyla etkili bir silah olarak kullanılabilirdi. 12 Eylülcülerin Türk-İslam sentezine yönelmesinin arkasındaki en önemli nedenlerden biri işte bu yeşil kuşak stratejisiydi. Ayrıca ABD emperyalizminin Türkiye'yi Orta Doğu'daki çıkarlarının bir jandarması olarak kullanma niyeti ve bu bekçilik görevine Türk burjuvazisinin büyük bir şevkle soyunması da Türk-İslam sentezine yönelimi koşuluyordu. Daha sonraki süreçte Kürt hareketinin gelişimi, bu ideolojik restorasyon sürecinin daha da hızlanmasına ve pekişmesine neden oldu. Zira İslam, Türkleri ve Kürtleri  bir arada tutmaya elverişli en önemli "ortak değer"di Türk burjuvazisine göre.
Bütün bu etkenlerin birleşik etkisiyle 12 Eylül'ü izleyen süreçte Türk burjuvazisi İslam’a daha bir aşk ve kuvvetle sarılmaya başladı. Aşağıda artarda sıralanan somut olgular 80’ler sonrası Türkiye’sinde burjuvazinin kendi meşruiyetini nasıl gittikçe dine dayandırmaya çalıştığını, laikliğin giderek nasıl iki yüzlü, sahtekarca bir oyuna dönüştüğünü, açık bir biçimde gösterir niteliktedir. Kuran kurslarının 1993'teki sayıları 15 bin civarında tahmin edilmektedir. 1990’lı yılların ikinci yarısı itibariyle  dinsel temel üzerinden eğitim alan gençlerin sayısının l ,5 milyon civarına ulaştığı söylenmektedir. 20 yılda imam hatip öğrencilerindeki artış oranı % 400 civarındadır. Türkiye'deki vakıfların dörtte biri dini nitelikte vakıflardır. Türkiye'de din dersleri zorunludur, hatta yer yer din derslerini uygulamalı hale getirmeye dönük girişimler söz konusudur, ama aynı eğitim kurumlarında dini inançları sarstığı gerekçesiyle biyoloji ve felsefe dersleri seçmeli ders statüsündedir. Türkiye'de eğitim ve sağlık hizmetlerine ayrılan kaynaklar her geçen gün kesılırken, Diyanet' e ayrılan bütçe on bakanlığın bütçesinden daha büyüktür. Devletin bugün kendi bünyesinde istihdam edip maaş ödediği din hizmetlilerinin sayısı 500 bin gibi büyük bir rakama ulaşmaktadır vb.
Bugün hala devletin dine daha çok önem vermesi tartışılmakta, ılımlı bir islam çizgisi izlenmesinde Türkiye'nin büyük çıkarları olduğu üzerine her gün bitip tükenmez vaazlar verilmektedir. Bu vaazların patenti de, yine öncelikle ABD emperyalizmine aittir. Eski sosyalist ülkelerdeki çöküş, anti-komünist mücadele bakımından dinsel ideolojinin kullanımını daha az önemli hale getirmiştir. Yeşil kuşak teorisi şimdilik rafa kaldırılmıştır. Ama eski sosyalist ülkelerdeki çöküş sürecinin ardından oluşan yeni dengeler, özellikle Ortadoğu ve Kafkasya'da artan emperyalist hegemonya mücadelesi, Türkiye açısından dini ideolojinin bir başka bakımdan yine gündemin başına oturmasına neden olmuştur. Yeşil kuşak stratejisi rafa kaldırılmış, ama bu kez Türkiye'nin önüne ılımlı islam stratejisi sürülmüştür. ABD Ortadoğu'da ve Kafkaslar’da ki  çıkarlarında bir jandarma ve taşeron olarak kullanmak istediği Türkiye'ye, "Bu rolü etkin olarak oynamak istiyorsan üzerindeki islam kisvesini kalınlaştırmalısın" demektedir. Kuşkusuz ki bu rolün karşılığı olarak Türk burjuvazisine emperyalist sömürüden belli kırıntılar da önerilmektedir. Bunun anlamı Türk burjuvazisinin bölgede daha aktif (siz daha saldırgan okuyun) bir rol üstlenmesidir. O zaman yapılması gereken yeni yönelimin ideolojik dayanaklarım tarihle barışarak, demek oluyor ki teokratik Osmanlı'yı yeniden yad ederek oluşturmaktır.











Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

PAPAZIN BAĞI: BİR CENNET PARÇASININ HİKAYESİ...

ANKARA’NIN İKİ YÜZYILANA DAMGA VURMUŞ BİR TARİHİ YAPIT: ABİDİNPAŞA KÖŞKÜ

şarap,kadın,şiir...-şiir-