SOL SİYASET, DİN VE LAİKLİK

Son otuz yıldır dinsel akım ve ideolojilerin ciddi bir güçlenme yaşadığına tanık olmaktayız. Solun bu alanda doğru müdahalelerde bulunamaması bugünkü gibi tartışma ekseninin Kemalist ya da liberal ve İslamcı  yaklaşımlarca belirlenmesine yol açıyor. Çok daha önemlisi  laiklik-irtica gerilimi ya da otoriter laiklik-demokratik laiklik sahte ikilemi çerçevesinde yürüyen tartışmalar ve saf alışlar, sol siyaset alternatifinin önünü tıkıyor.

Sol Siyaset ve Din
Sol siyaset açısından din iki boyutlu olarak ele alınabilecek bir konudur. Birincisi din tarih boyunca, ölüm başta olmak üzere tüm doğal ve toplumsal olaylar karşısında  insan evladının güçsüzlüğünün ve çaresizliğinin telafi edildiği bir ters dönmüş bilinç olarak işlev taşımıştır. Dini besleyip geliştiren koşullar, yalnızca geleneksel toplumsal ilişkiler değildir. Bugünkü koşullarda dinsel yükselişin beslendiği kaynak bizzat  kapitalizmin ekonomik ve sosyal hayata ilişkin "kör güçleri”nden başka bir şey değildir. Dinin bilinmeyen ve  hükmedilemeyen gerçekleri, tartışılmaz, eleştirilmez ve dokunulmaz mutlak tanrısal doğrularla açıklaması elbette bilimsel düşünüşün önünde ciddi bir engeldir. Ve bu bilim dışı anlayışın devlet ve toplum hayatına egemen olması bireysel ve toplumsal  özgürlüklerin gelişmesinin önünü kutsal bir set oluşturur. Bu etkiyi azaltmak  –ortadan kaldırmak değil, zira  ortadan kaldırabilmek ancak dinin varoluş nedenlerini tümden ortadan kaldırabilmekle ve o ölçüde olasıdır- için bilimsel-felsefi ve ideolojik mücadele vermek; dinsel yaklaşımların çelişkilerini, felsefi tutarsızlıklarını, bilim dışı karakterini sergilemek kuşkusuz ki gerekli ve zorunludur. Ama sol siyaset açısından belirleyici olan, öne çıkarılması gereken işin bu yanı değildir. 
Gerek burjuva aydınlanmacı pozitivist anlayış, gerekse din sorununa yönelik anarşizan yaklaşımlar, dini, onu besleyen nesnel-toplumsal etmenlerden bağımsız ele aldıkları için mücadeleyi soyut bir ideolojik-felsefı mücadele sorununa indirgerler. Oysa sol, bu nesnel-toplumsal koşullar ortadan kaldırılmadan dinsel düşünceyi kalıcı tarzda geriletip yok etmenin mümkün olmadığı temel gerçeğinden hareket etmeli ve  dine karşı ideolojik mücadeleyi, bu nesnel faktörlerin yok edilmesi amacına tabi kılmalıdır. Yani insanlara eylem, örgütlenme ve bilinç alanı içerisinde kendi geleceğini belirleme  gücü ve inancı kazandırmak; kendisinin ve çocuklarının geleceğini güvencede göreceği bir sosyal haklar halesiyle kuşatılması için mücadele etmek, bu dinsel tevekkülün kırılması açısından et etkili yol olacaktır. 
Şimdi işin en önemli boyutuna geliyoruz: Bütün dinler tarih boyunca egemen sınıflar tarafından kendi iktidarlarını meşrulaştırmanın, sömürü ve eşitsizlik düzenine mistik bir kılıf geçirmenin aracı olarak  kullanılmıştır. Kitlelerin kendi acılarının kaynakları konusunda doğru bilince ulaşmalarının din aracılığıyla önüne dokunulmaz kutsal bir engel çıkarmak, bütün egemen sınıf ve çevrelerin ortak özelliği olmuştur. Ve işte sol siyaset açısından dinle ilgili mücadelenin ana eksenini de bu durum oluşturmalıdır.  Egemen sınıfların, "ikiyüzlü dindarlıklarını" kitleler şahsında açığa çıkarıp teşhir etmek; bu kesimlerin elindeki dinin ve dinsel kurumların ne tür bir ezici-sömürücü işleve sahip olduklarını somut ilişkilerden kalkarak gösterebilmek, sol siyaset açısından temel bir görevdir.

Bütün dinsel akımlar “gerici  mi?”
Tarihsel süreç içinde, dinsel akımların çok büyük bir ağırlıkla bugünün ya da dünün egemenlerinin payandası olan gerici akımlar olduğunu gözlemliyoruz. Ve fakat bu durumun istisnalarının da bulunduğu açık bir gerçektir. Tarih bize kendisine dinsel ideolojiyi dayanak yapan kimi toplumsal hareketlerin ilerici bir karaktere sahip olabildikleri de göstermektedir. Almanya’da Thomas Münzer hareketi gibi, Latin Amerika’da  Kurtuluş Teolojisi gibi, Türkiye’de Şeh Bedrettin Hareketi gibi, Alevilik gibi…Demek oluyor ki, sol siyaset bir siyasal akımın ilerici ve gerici mi olduğunu değerlendirirken laik bir ideolojiyi mi ya da dinsel bir ideolojiyi  mi  dayanak alıp almadığından önce, bu akımın sınıfsal ve programatik yapısına bakmalıdır.

Burjuvazi “gerektiği kadar” laik!
Burjuvazi feodallere karşı yürüttüğü iktidar savaşımını başarıya ulaştırmak için dine karşı savaşım vermek zorundaydı. Zira din feodallerin iktidarlarını dokunulmaz ve kutsal sayan bir ideolojiydi. Kilise de hem bu ideolojinin, hem de feodal iktidar ve mülkiyet ilişkilerinin temsilcisi konumundaydı. Ne var ki, burjuvazinin dine ve kiliseye karşı savaşımı, başından itibaren belli kayıtlar ve sınırlılıklar taşımaktaydı. Zira kendisi de sömürücü bir sınıftı, kurmakta olduğu düzen iktisadi ve toplumsal eşitsizlik temeli üzerinde yükselmek zorundaydı. Dolayısıyla kendi iktidarını ve sömürü düzenini meşrulaştırmak için onun da çok geçmeden dine ihtiyacı olacaktı. 
Türkiye'deki laikleşme süreci de özü itibarıyla aynı doğrultuda gelişmiştir. Ne var ki, Türk burjuva devriminin laikleşme doğrultusundaki kazanımlar çok daha sınırlı ve yüzeysel oldu. Bunun nedeni  devrimin‘tepeden olması’ değil, feodal-dinsel güçlere karşı geniş halk yığınlarını kazanacak ekonomik ve sosyal önlemleri almaması, tam tersine bu feodal-dinsel güçlerle uzlaşıcı bir ilişki içine girmesiydi. Bu yüzden laiklik adımları sosyal ve ekonomik tabandan yoksun siyasi ve kültürel bir dayatmacılığa dönüştü, Halk için ve halkla beraber olması gereken bir süreç, önce halka rağmen ve giderek de halka karşı bir sürece dönüştü. 
Burjuva devrimlerden bu yana geçen süreç, burjuvazinin bu alanda da sürekli bir gericileşme yaşadığını, dine karşı savaşım vererek iktidarı ele geçiren burjuvazinin, bugün iktidarını korumak için topluma her geçen gün daha fazla din pompalar hale geldiğini göstermektedir. Neo-liberal küreselleşmeci politikalarla beraber  laiklik kazanımları tümden törpülenmeye başlandı. Bugün  toplumların önündeki laik toplumsal-örgütsel seçenekler  bilinçli bir tasfiyeye tabi tutulmakta ve adeta geriye bir tek  din ve gelenek bırakılmaya çalışılmaktadır. Bu gelişmelerle paralel olarak deyim uygunsa demokraside giderek teomokrasi halini almaya başladı. (Başka yazının konusu ama, ‘demokratik laiklik’ başlığıyla savunulanlar da,  özü itibariyle bu küreselleşmenin yeni ortaçağına uyum sağlama çağrısından başka bir şey değildir.)  Tüm bu olgular bütün demokratik kazanımlar alanında olduğu gibi laiklik alanında da bayrağın sola geçtiğini  göstermektedir.

Sol siyaset ve Laiklik!
Sol siyaset laikliği savunur ve önemser ama  laiklik talebini mücadelenin merkezi bir sorunu olarak görmez. Zira böyle bir davranış, kaçınılmaz olarak dikkatleri sınıfsal sorun ve bölünmelerden, dinsel sorun ve bölünmelere kaydıracaktır. Ne var ki laiklik sorununu diğer temel sorunları karartacak tarzda öne çıkarmak kadar, bu sorunun üstünden atlamak da yanlış olacaktır. Zira dinsel önyargı ve ayrımların kullanılarak emeğin kendi içinde  paralize edilmesinin önüne geçebilmek, laik düşünüşün kökleşmiş olmasıyla mümkündür. Bu nedenle izlenecek yöntemler konusunda esnek bir yaklaşımla, ama sorunun içeriğinden hiçbir taviz vermeden, emekçiler arasında laiklik bilincinin kökleşmesine çabalamak gereklidir.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

PAPAZIN BAĞI: BİR CENNET PARÇASININ HİKAYESİ...

ANKARA’NIN İKİ YÜZYILANA DAMGA VURMUŞ BİR TARİHİ YAPIT: ABİDİNPAŞA KÖŞKÜ

şarap,kadın,şiir...-şiir-