Taşra- Anadolu Burjuvazisi Efsanesi


Taşra Burjuvazisi Efsanesi

“TÜSİAD’da örgütlü kesim azınlık mallarına el konulması ve devlet imtiyazları ile geliştiğinden üretimcilik, rekabet ve bağımsızlık gibi özellikleri zayıftır. Oysa taşra burjuvazisi kendi iç dinamikleriyle gelişmiştir.”
Bugünkü taşra burjuvazisinin ilk bölümünü cumhuriyetin ilk yıllarında ortaya çıkan eşraflarının ardıllarının, diğer bölümünü savaş yıllarının “hacı ağa”ları başta olmak üzere1980’e kadar değişik tarihlerde faaliyete başlayan taşra eşrafının bugüne uzanan temsilcilerinin, en son ve en büyük bölümünü ise 1980’lerin ihracata dönük ekonomi modeli koşullarında faaliyete başlayan kesimlerinin oluşturduğunu söylemek olanaklı.
Tarihsel gelişimi içerisinde baktığımızda, tıpkı İstanbul burjuvazisinin gelişimi gibi, taşra burjuvazisinin de ilk birikimini büyük ölçüde el konulan azınlık malları ile devlet olanaklarına borçlu olduğunu görmekteyiz. Ne var ki, ithal ikameci ekonomiye geçişle birlikte İstanbul burjuvazisi özel teşviklerle büyüme olanaklarına kavuşarak taşra burjuvazisi ile arasındaki büyüklük mesafesini hayli açarken; taşra burjuvazisi de ihmal edilmişliğin tepkisiyle milliyetçi ve İslamcı söylemlerle bütünleşmeye başladı.
60’lı yılların sonuna doğru ise burjuvazisinin iki kesimi arasında artık kesin bir ayrışma yaşandı. Odalar Birliği’nde büyük sermayeye karşı Necmettin Erbakan önderliğinde bir küçük ve orta sermaye tepkisinin ortaya çıkışı ve TÜSİAD’ın kuruluşu bu sürecin bir ürünüydü. Yalnız burada altı çizilmesi gereken şudur: Teşvik edilen Anadolu’ya karşı İstanbul değil; küçük ve orta sermayeye göre büyük sermayedir. Ayrıca bu durum küçük ve orta sermayenin tümüyle merkezin dışına atılması anlamına da gelmemiştir; bu kesimler merkezin kıyısında/çeperinde bir yerde varlıklarını sürdürmüşlerdir.
Ayşe Buğra, Mustafa Sönmez, Korkut Boratav, Mustafa Şen ve Faik Bulut’un ayrı ayrı araştırmalarla gösterdikleri gibi bu kesim, 1980’den sonra devletçe yeniden ve daha güçlü biçimde desteklenmeye başlamıştır. Asıl büyümelerini de ANAP hükümetleri, DYP-RP Koalisyon Hükümeti ve AKP hükümetleri döneminde kamu ihaleleri, özelleştirmeler, TOKİ ihaleleri ve yerel yönetim ihaleleriyle, demek oluyor ki devlet olanaklarıyla gerçekleştirmiştir. Taşra sermayesi olarak nitelenen şirketlerin yaklaşık yarısının Özal döneminde faaliyete başladığı; daha eski olanların ise bu dönemde ciddi ölçüde büyüdüğü görülmektedir. DYP-RP ve AKP hükümetleri dönemlerinde ise bu büyüme çok daha hızlanmıştır.
“Taşra burjuvazisi son yıllar içinde büyük bir gelişme yaşamış ve TÜSİAD’a rakip olmuştur. Bu gelişim TÜSİAD’ı tutuculaştırmış ve devlet güçlerinin safında yer almasına yol açmıştır.”
İki burjuvazi arasındaki ekonomik rekabetin, gündemde olan siyasal gerilimlerin arkasındaki önemli faktörlerden biri olduğu ve bu rekabetin TÜSİAD’ı bir ölçüde asker-sivil bürokrasiye yakınlaştırdığı saptamasında, kuşkusuz ki doğruluk payı bulunmaktadır.
MÜSİAD’ın 1990’da ilk 500 şirket içinde yalnızca 8 temsilcisi varken, bu sayı 2007’de yüzde 23’e, 2009’da da 31’e çıkmıştır. 2009 itibariyle TUSKON’a üye 45 şirketi de hesapladığımızda ilk 500 içindeki şirket sayısı 76’ya ulaşmış bulunmaktadır. 500 kişiden fazla kişi istihdam eden firmaların toplam katma değer içindeki payların 1980’li yılların ortasından sonra belirli bir düşüş yaşamaya başladığı da düşünülecek olursa, taşra burjuvazisinin TÜSİAD karşısında oransal olarak da önemli bir gelişme yaşadığında şüphe yok.
Fakat yine de TÜSİAD’ın Koç, Sabancı, Süzer, Tekfen, Oyak, Doğuş vb. devleri ile karşılaştırıldığında mutlak rakamlar açısından iki kesim arasında halihazırda önemli bir büyüklük farkı var. 2008 rakamları itibariyle MÜSİAD GSMH’nin yüzde 6 ila 8’lik bölümünü; TUSİAD ise 2007 rakamlarına göre GSMH’nin yüzde 38’lik bölümünü gerçekleştiriyor. İslami burjuvazinin bankacılık sistemi içindeki payı ise yüzde 5’ler civarında, yani oldukça küçük bir orandadır. Bütün bu rakamsal göstergeler bize, taşra burjuvazisinin ekonomik gücünün TÜSİAD’ı rahatsız edecek boyutlara ulaşmakla birlikte, henüz boy ölçüşebilecek büyüklüğe ulaşamadığını göstermektedir.
Dolayısıyla TÜSİAD-MÜSİAD arasındaki rekabet ve çatışmanın ekonomik büyüklüklerin yakınlaşmasıyla bir ilgisi yoktur. Krizin artışı, likitide bolluğunun ortadan kalkması ve tüm bu nedenlerle mevcut kaynakların kime yöneleceğinin daha da önem kazanmasıyla bir ilgisi vardır. Likitide bolluğunun olduğu ve krizin etkilerinin belirgin olmadığı dönemlerde, AKP hükümeti TÜSİAD ve İslamcı sermaye arasında -örneğin İslamcı sermayenin ihracatındaki artışın getirdiği döviz birikiminin TÜSİAD’ın ithal girdi gereksinimi karşılamakta destekleyici olarak kullanılması gibi- birbirini bütünleyen politikalar uygulayabilirken; kaynakların azaldığı, krizin derinleştiği dönemlerde, bu tür uzlaştırıcı politikalar uygulanamamakta, çatışma ve rekabet büyümektedir.
TÜSİAD gücünü ekonomi dışı siyasal faktörlere borçluyken; Taşra burjuvazisi üretkenlik ve rekabet temelinde siyasi faktörlere rağmen büyüyen bir güçtür.
İki burjuva kesimin arasındaki rekabet ve çatışmanın arkasında yalnızca ekonomik faktörler yok. Siyasal faktörlerde önemli ve hatta ekonomik faktörlere göre daha belirleyici. Bu durum görülmeden, iki kesim arasındaki bugünkü çatışmanın gerçek içeriğinin bütünlüklü olarak anlaşılması da olanaksız gözüküyor.
Yukarıda taşra burjuvazisinin de büyüme sürecinde devlet desteğinden nasiplenmesinin önemli bir faktör olduğunu belirtmiştik. Üstelik taşra burjuvazisinin büyümesinin arkasındaki ekonomi dışı faktörler bununla da sınırlı değil.
Birincisi taşra burjuvazisi, tarikat-cemaat ve siyasi parti ağlarını finansal kaynak, ucuz işgücü ve bağımlı pazar yaratmakta “haksız rekabet” aracı olarak kullanmaktadır.
İkincisi 80’li yıllarda yastık altı tasarrufları ekonomiye kazandırmak ve öte yandan da önce “yeşil kuşak” ve ardından da “ılımlı İslam” politikalarını hayata geçirebilmek için İslamcı bankacılık ve sermaye özel biçimde teşvik edilmiştir.
Son yirmi yıldır ise yine politik nedenlerle, taşra burjuvazisi hem AKP tarafından hem de küresel siyasal güçler tarafından desteklenmektedir. Yaşanan gelişmeler bize 28 Şubat sürecinin önemli sonuçlarından birinin de, bu kesim içerisinde küresel sürece ayak bağı olma potansiyeli taşıyanların darbelenmesi ve/fakat bu sürece hizmet etmeyi benimseyenlerin önünün açılması olduğunu gösteriyor.
Öyle anlaşılmaktadır ki, ekonomik göstergeler açısından TÜSİAD’a göre “oldukça hafif kalan” taşra burjuvazisinin orantısız büyüklükte bir siyasal önem kazanmasında, iç ve dış siyasal aktörlerin desteği önemli bir etken durumundadır.
AKP ve TÜSİAD ilişkisi uyum mu? Çatışma mı?
AKP iktidarı boyunca TÜSİAD’a önemli olanaklar sundu; özelleştirme, teşvik kaynak aktarımı vb… Bu yüzden sürece damgasını vuranın çatışma değil, uyum olduğu söylenebilir.
Son süreçte yukarıda söz ettiğimiz etkenlerin bir toplamı olarak bazı çatışma alanları oluşmakla birlikte, ne AKP’nin TÜSİAD’a ne TÜSİAD’ın AKP’ye sırt döndüğü ve birbirlerini hasım olarak gördükleri söylenebilir.
Ama bu TÜSİAD ile AKP’nin ilişkisinin sorunsuz bir ilişki olduğu anlamına gelmiyor.
Bu etkenlerden biri taşra burjuvazisinin AKP’nin yüzde 47’li oy gücünün yarattığı güçlü siyasal iktidar olanaklarından yararlanıyor olması; AKP’nin siyasal gücünü arttırdıkça TÜSİAD’a yüz çevirmese de, taşra burjuvazisini öne çıkarmak konusunda elini daha rahat hissetmeye başlamıştır. Bu ise, kamu desteği ve kaynak sorununun önem kazandığı kriz koşullarında TÜSİAD’ı rahatsız eden önemli bir faktör olmaktadır.
TÜSİAD, AKP’nin siyasal yedeğinin olmamasının ve yüksek oy oranıyla hükümet etmesinin TÜSİAD karşısında görece özerk davranma olanaklarını artırdığını düşünüyor…
AKP’nin toplumsal siyasal etkisinin gücü ile taşra burjuvazisinin ekonomik-sosyal gücünün bir araya gelmesi TÜSİAD’ın kerhen desteğine rağmen ordu ve bürokrasi karşısında öne çıkan aktör olmasına yetmez, eğer bu ikili belirgin biçimde galebe çalabiliyorsa, bunun bir tek önemli nedeni olabilir: O da bu çatışmada dış küresel güçlerin desteğini AKP-Taşra burjuvazisi lehine şekillendirmiş olmalarıdır. AKP’nin ve taşra burjuvazisinin, ülke ve bölgeye yönelik projeler doğrultusunda, yani siyasal nedenlerle, küresel güçlerce kayırılan konumu da TÜSİAD cephesinde rahatsızlık yaratıyor.
TÜSİAD İstanbul’u, Taşra Burjuvazisi Anadolu’yu temsil ediyor.
“İstanbul Burjuvazisi” “Anadolu Burjuvazisi” bugün yoğun olarak faaliyet yürütülen coğrafyalar açısından hala belli bir gerçeklik taşıyor ama iki burjuvazinin arasındaki tanımlayıcı öğe bu değil; büyüklük ve küçüklüktür. Nitekim bugünün TÜSİAD’ını oluşturan sermayedarların önemli bölümü de Anadolu kökenlidir ve büyüdükçe merkezilerini İstanbul’a taşımışlardır. Başlangıçta halkın değerleri ile simgesel düzeyde daha bütünleşik bir görünüm sergilerlerken, zamanla kendi “altın fanus”larında özerk bir yaşam alanı ve kültürel kodlar edinmeye başlamışlardır. İslamcı burjuvazinin de epey arkadan gelerek, sermayenin doğal mantığı gereği, pazara, ucuz işgücüne ve ulaşım olanaklarına yakınlaşmak kaygısıyla benzer gelişim sürecini yaşadığını ve ekonomik hacimleri genişledikçe, İstanbul başta olmak üzere, büyük metropolleri mesken haline getirdiklerini görmekteyiz. Aynı zamanda yaşam biçimlerinde, tüketim alışkanlıklarında daha şimdiden -ve hatta ifrata vardırılan- tüketime ve gösterişe dayalı değişiklikler görülmekte ve kendi sınıfsal-mekansal gettolarını, “altın fanuslarını” yaratarak “halktan kopuk” özerk bir yaşam alanı oluşturmaktalar…
Ayrıca Anadolu’da TÜSİAD’ca desteklenen TÜRKONFED’in küçümsenmeyecek boyutlarda gücü olduğunu da hatırlamak gerek. Dolayısıyla ortada Anadolu ya da İstanbul sermayesi biçiminde tasniflenecek farklı sermaye guruplarının varlığından çok, ölçekleri ve sermaye birikim stratejileri farklı iki farklı sermaye gurubunun varlığından söz etmek daha doğrudur.
Bütün bunlar İstanbul ve Anadolu sermayesi olarak yapılan tanımlamanın yanlışlığını gösterdiği gibi, giderek büyük metropolleri mesken tutan bu kesimlerin, Anadolu’da istikrarlı ve kalıcı bir yapısal dönüşümün aktörleri olarak nitelenmesinin de, en azından abartılı bir iddia olduğunu ortaya koymaktadır. 1987-2000 yılları arasında beş önemli Anadolu ili esas alındığında, bu illerin özel imalat sanayi katma değeri içindeki payının yüzde 3,5’ten yüzde 8,5’e çıktığı görülmektedir. Bu rakamlar da açık biçimde gösteriyor ki, Anadolu’da belirli bir değişimin varlığı gerçek olmakla birlikte; bu “büyük bir toplumsal değişim”in göstergesi olabilecek boyutlarda değildir.
TÜSİAD devlet kültürü ve alışkanlıklarının temsilcisi halka yabancılaşmış bir güçtür… Oysa taşra burjuvazisi muhafazakar halkın değerleriyle “yoğrulmuş” bir kesimdir. Bu nedenle merkeze karşı çevrenin temsilciliğini üstlenebilmektedir.
Toplum merkezli ve halkın değerleriyle bütünleşik bir “Anadolu sermayesi” tasviri; öze ilişkin olmayan, kısmi ve geçici bazı verileri temel alan“kurgulanmış”, “üretilmiş” bir argümandır. “Anadolu sermayesi”,“İstanbul sermayesi” ayrımı (veya otantik sermaye/ yapay sermaye vb.) daha çok ulus devlet formunu geriletme ve küreselleşme sürecini popülerleştirme gereksinimine hizmet eden ideoloji yüklü bir söylem…
Her şeyden önce, Kemalist elit, Anadolu’yu tasallut altına alan ve/fakat büyük metropollerde yaşayan geniş kitleleri ekonomik, siyasal ve kültürel açıdan refahla ve haklarla donatan bir güç değildir. Tam tersine, Kemalist yönetim öncelikle büyük şehirlerde kapsamlı bir iktidar kuşatması yaratmıştır. Ne var ki, zayıf bir toplumsal ve kadrosal tabana sahip olduğu için taşradaki (Anadolu’daki) kurumsal yapılanma içerisinde hemen ve doğrudan etkili olamamış, çok uzun süre bu bölgeler devletin askeri ve ideolojik aygıtlarından ziyade, “çevrenin temsilcisi” yerel eşraf ve ağanın güç ve otoritesiyle, adeta yarı-özerk bölgeler gibi yönetilmiştir. Menemen olaylarına kadar mevcut tarikat yapılanmalarına yönelik ciddi bir çatışma ve baskılama ilişkisi de sözkonusu olmamıştır.
1930’lu yıllara doğru durum değişmeye başlamış, devletin yeni ulus devlet formu içinde bu bölgelere yönelik müdahaleleri daha belirgin hale gelmeye başlamıştır. Fakat bu müdahalede de devlet, Kürt ağalarını ve aşiret reislerini ve Orta Anadolu’da da ağaları, eşrafları karşısına almamaya çalışmıştır. Tarikatlarla ilişkisi ise yalnızca “sopa” değil, aynı zamanda “havuç” politikası olmuştur.
Etnik aidiyetin varlığı ve nispeten geçmiş dönemde özerk yönetim deneyimlerinin varlığı nedeniyle Kemalist politikalara karşı dinsel temalarla da birleşen Kürt isyanları olmuştur ama örneğin Orta Anadolu ve Orta Doğu Anadolu’da dinsel yapıların tepkisi kısmi bir memnuniyetsizliğin ötesine taşmamıştır. Bunun temel nedeni ise Kemalist laiklik politikasının iki ayrı yüzünün bulunmasıdır. Kemalistlerin niyetleri, geleneksel dinsel ilişkiler de dahil olmak üzere, gelenekselliği tümüyle berteraf edip modern bir toplum ve devlete bağlı modern bir din anlayışı oluşturmaktı. Ama niyet başka gerçekleşen başkadır. Kemalistler mevcut güç ilişkileri içerisinde girmek zorunda kaldıkları ittifakların bir sonucu olarak, geleneksel dine karşı da cepheden ve yok etmeye yönelik bir tutum sergileyememişler; geleneksel din ile devlet arasında zımni bir uzlaşma alanı oluşturmaya çalışmışlardır. Geleneksel dinsel kurumları önce pasifize ve ardından reforme etmeye yönelik politikalarla; devlete bağlı ve milliyetçilik yanı güçlendirilmiş bir yapıya dönüştürmek istemişlerdir.
Çok partili hayata geçilmesiyle birlikte Kemalizm’in bu eklektik, ikili politikasının ilk bölümünü bürokratik-seçkinci CHP’li Kemalistler; diğer bölümünü ise sağ-muhazafakar Kemalistler (Atatürkçüler) üstlendi. Geleneksel dinsel kurumlar bu durumdan kısmen memnuniyetsizlik duysalar da, bu uzlaşmayı kabul edilebilir buldular ve zaman içerisinde tarikatlar “devletleşirken”, devlet de geleneksel İslam’ın temsilcilerine daha fazla alan açtı. Hatta bu geleneksel İslamcı güçler büyük metropollerdeki “Kemalist iktidarı zorlayan ilerici muhalefete” karşı Kemalistlerce vurucu güç olarak kullanıldı.
Kısacası bugünkü biçimiyle taşradaki dinsel muhafazakarlığı, Cumhuriyetin ilkelerini buralara zorla yaymak isteyen Kemalistlerin baskılarına direnen bir sivil toplum inisiyatifinin ifadesi olarak nitelemek tarihsel verilerle pek uyuşmamaktadır.
Sözkonusu olan “Kemalist baskı politikalarına” karşı devletten bağımsız bir “sivil toplum tepkisi” değil; sopa ve havuç politikalarının bileşkesiyle dönüştürülen ve yeniden üretilen devlete bağlı milliyetçi, anti- komünist bir “tampon dincilik” dir. Bu tampon dincilik, tarikat bağlantıları üzerinden, DP ve AP iktidarlarınca bilinçli bir şekilde daha da güçlendirilmiştir.
Orta Anadolu ve Orta Doğu Anadolu’daki klasik muhafazakarlığın da uzun yıllar boyunca ne “tarikat İslamı” ile ne de taşra burjuvazisi ile belirleyici bir ilişkisi olmamıştır. Bu bölgede egemen olan muhafazakârlıkla, bugünkü İslamcı muhafazakârlık tarihsel nedenleri ve özellikleri itibariyle birbirinden oldukça farklıdır. Orta Anadolu ve Orta Doğu Anadolu’da oluşan muhafazakarlığın arkasında, devlet eliyle mülk edinmek, azınlıkların mallarına el koymak ve mezhepsel farklılıkların yaratığı ayrışma çok önemli olmuştur ve bugün de öyledir. Dolayısıyla bu bölgedeki muhafazakarlığın da ilericilikle ve devlete muhalif olmakla hiçbir ilgisi yoktur. Bu bölgedeki dindarlık-muhazafakarlık Kemalist rejime ilerici muhalefetin değil; Alevi ve gayri Müslim varlığına karşı oluşmuş saldırgan-milliyetçi öz taşıyan pragmatist bir dindarlığın göstergesidir. Nitekim bölgenin uzun yıllar boyunca MHP gibi “devlet merkezli” bir partiye taban oluşturması, buradaki İslamcılığın “çevre tepkisi”nden ziyade “Sünni devlet” yandaşlığı üzerinde yükseldiğinin açık bir ifadesidir.
Taşra burjuvazisinin kendi sınıfsal tepkisini dinsel motiflerle sosyal ve siyasal alanda ifade etmesi ise, çok daha geç bir tarihte, 1960’lı yılların sınıfsal dinamizm ve ayrışma dönemlerinde ortaya çıkmış bir durumdur. İslamcı kesimler içinde devletten ve Kemalizm’den nispeten bağımsız bir oluşum tarikatlar eliyle değil, gerçekten de bu taşra burjuvazisi marifetiyle geliştirilmeye çalışılmıştır. 1960’lı yılların sonuna kadar AP içinde konumlanan bu güçler, sermaye içindeki farklılaşma ve ayrışmanın bir sonucu olarak, bu yıllardan sonra AP’den koparak ve nispeten bağımsızlaşarak kendilerini MNP-MSP çizgisinde ifade etmişlerdi. Ne var ki, sermaye içindeki bu ayrışma da, yaygın biçimde iddia edildiği gibi, taşra burjuvazisinin merkezden tümüyle dışlanması sonucunu doğurmamış; 1970’li yıllarda MC Hükümetleri’nin vazgeçilmez ortağı olan MSP aracılığıyla, eşitsiz de olsa, devletten nemalanmaya devam etmişlerdir. Fakat 12 Eylül’ün, 28 Şubat’ın ve önemli tarikat yapılanmalarının “içten”; küreselleşme sürecinin “dıştan” müdahalesiyle bu kesimler yeniden merkeze doğru çekilmiş ve hatta bugün merkezin göbeğine yerleşmişlerdir. Taşra burjuvazisinin sürece ayak uyduramayanlarının tasfiyesi; devlet ve sistem ile kısmi sorunları bulunan tarikat dışı siyasal İslam örgütlenmelerinin ise atomize edilmesi süreciyle paralel giden bu gelişmelerin sonucunda da -zaman bize daha açık biçimde gösterecektir ki- bu kesimlerin (AKP, tarikat ve taşra burjuvazisi ittifakının) sistemle ve ceberrut devlet örgütlenmesi ile artık hiçbir temel sorunları kalmamıştır.
Kısacası, 1980’e kadar MSP ve MHP’nin toplam oylarının yüzde 10 civarında olduğunu (1977 gibi anti-komünizmin güç kazandığı bir dönemde bile yüzde 15 çıtasını aşamadığını) da düşünürsek, taşra burjuvazisinin başından itibaren halkla bütünleşik olduğu da; tarikatlarla sorunsuz ve çelişkisiz bir ilişkisi olduğu da; taşra halkının başından itibaren Kemalist reformlara karşı duran çevrenin demokratik taleplerinin sivil temsilcileri olan tarikat ve sermaye kesimi ile mündemiç bir ilişki yaşadığı da, tarihsel gerçeklerle uyuşmayan, yaratılmış efsanelerdir.
Bugünkü biçimiyle -tarikat, sermaye ve muhafazakar halk ittifakı- üzerinde kendine geniş bir zemin yakalayan taşra muhafazakarlığı da, zaten hep var olan bir durum değil; zaman içerisinde ve özellikle de 1980’den sonra, solun ve sosyal devletin tasfiyesi, neoliberalizm ve küreselleşme gibi iç ve dış siyasal/sınıfsal gelişimlerin bir gereği olarak oluş(turul)muş bir durumdur.
TÜSİAD kapalı ekonominin yarattığı tutucu ve statükocu özellikleri temsil ederken; taşra burjuvazisi dışa açık rekabetçi bir ekonominin temsilcisidir…
TÜSİAD ve taşra burjuvazisinin Türkiye’nin toplam ihracat içindeki payları sırasıyla yüzde 45 ve 11’dir. Bu rakamlarda göstermektedir ki, ortada biri belirgin biçimde dışa açık diğeri de belirgin biçimde içe dönük iki burjuvazi yoktur. TÜSİAD’da taşra burjuvazisi gibi küresel kapitalizm programının destekçisi ve uygulayıcısıdır; daha önemlisi dış pazarlarla ilişkisi çok daha ileri düzeydedir. Fakat, eşitsiz gelişim yasasının mantığı burada da işliyor… Sonradan gelen ve yarıya yakını kürselleşme sürecinin ürünü olan taşra burjuvazisi, küreselleşme konusunda TÜSİAD’dan daha kayıtsız ve şartsız, daha heveskar, daha atılgan davranıyor.
Öte yandan hem bir “serbest rekabet”in ve hem de bu rekabetin önündeki tüm engellerin ortadan kaldırılmasını isteyen “ilerici burjuvazi”nin varlığına, liberaller dışında kimse inanmamaktadır. Kapitalizmin bütün tarihsel serüveni, istisnasız tüm burjuva kesimlerin kendisine yönelik imtiyaz ve kayırmacılık peşinde koştuğunu, kendisine ait alan ve konumlara yönelik özel teşvikler için siyasi baskı oluşturduğunu, mevcut hukuksal engelleri kenarından dolanarak, sıklıkla da açıktan çiğneyerek, olanaklı olduğu her durumda kamusal kaynakları bedava ya da yok pahasına özel mülkü haline getirmekte tereddüt etmediğini gösteren ciltler tutabilecek örneklerle doludur. Hükümetin Çalık, Sancak ve Kamer gurubuyla ilişkilerinin incelenmesi bile yeterince fikir verebilecek durumdadır. Taşra burjuvazisinin bu konudaki sicilinin daha şimdiden hayli bozuk olduğunu çok daha fazla örnek üzerinden görmek isteyenler, Ayşe Buğra ve Osman Savaşkan’ın Toplum ve Bilim Dergisi’nin 118. sayısında yer alan “Yerel Sanayi ve Bugünün Türkiyesi’nde İş Dünyası” makalesinde, bolca örnek bulabilirler.
Taşra burjuvazisi toplumun vesayet rejimin prangalarından kurtulmasına ve sivil hak ve özgürlüklerin gelişmesine hizmet etmektedir.
Asker başta olmak üzere devletin militarist aygıtlarının siyasal süreçler üzerindeki rolünün azalması, toplumun siyasal süreçlere katılımının önündeki katı bürokratik duvarların yıkılması ya da geçirgen hale gelmesi en genel planda olumlu gelişmelerdir. Ne var ki, bugün gerçekleşen bu mudur? Taşra burjuvazisinin böyle bir perspektif ve programı var mıdır? TÜSİAD’la taşra burjuvazisi arasında bu konuda temel bir farklılık sözkonusu mudur? Türkiye’de geçmişten bugüne siyaset üzerinde yönlendirici bir gücü olan ordunun, son dönemlerde ciddi ölçüde geriletildiğini görüyoruz. Ama, eğer bu adımlar genel bir anti-militarizasyon ile birleşmiyorsa; bürokratik yapının geriletilmesi adına yapılanlar halkın ekonomik, sosyal, kültürel talep ve isteklerinin siyaset alanına daha kolay taşınmasını ve sonuç almasını sağlamıyorsa; ciddi bir demokratik reformun göstergesi sayılamazlar. Bütün bunların gerçekleştiği dönemde devletin diğer militer kurumlarının iç siyaseti belirlemek ve yönlendirmekteki rolü ve ağırlığı artırılıyorsa; toplumdaki ekonomik, siyasal ve kültürel farkların siyaset zeminine taşınması yüksek baraj sistemi, yasamanın ve yargının güçsüzleştirilmesi vb. yollarla daha fazla tıkanıyorsa; o zaman “vesayet rejimin geriletilmesi” olarak takdim edilen operasyonlar, aslında sürece yeni bir vasi saptamaktan ibarettir.
Kaldı ki TÜSİAD’ın da ordunun Türk siyaseti üzerindeki rolünün azaltılmasından yana olduğu, sermaye kesimleri içerisinde bunu ilk dillendiren raporları bizzat TÜSİAD’ın yayınladığını hatırlatmak gereklidir. “Asker ve sivil bürokrasinin siyaset üzerindeki vesayetinin kaldırılması” konusu taşra burjuvazisinden çok daha önce ve küreselleşme sürecinin bir ürünü olarak uluslararası ve yerli büyük sermaye gruplarınca yoğun biçimde dillendirilmeye başlanmıştır. Bütün bu verilere bütünlüklü ve objektif olarak baktığımızda, AKP eliyle gerçekleştirilen reorganizasyonlarla amaçlananın militer ve bürokratik aygıtın siyasi süreçlerde etkili olmasını engellemekten çok; uluslararası ve yerli sermayenin isteklerine ayak sürçme olasılığı bulunan güçlerin etkisizleştirilmesi olduğunu görmek hiç de zor değildir.
Taşra burjuvazisi ihracata yönelik ve devlet müdahalesine karşı rekabetçi özelliğiyle demokratikleşmede motor rol oynuyor.
“İhracata yönelik olmakla”, “demokratik olmak” arasında kurulan nedensel ilişki de tarihsel verilerle örtüşmemektedir. Aksine tarihsel süreç bizlere, iç pazara yönelik üretim dönemlerinde -ücretin yalnızca maliyet değil talep unsuru olması ve devletin iç pazar içindeki rekabeti denetleyip yönlendirebilmesi nedeniyle- burjuvazinin demokratik talepler konusunda daha fazla esneme marjına sahip olduğunu gösterirken; dış pazara yönelik dönemlerde ise -uluslararası pazarlardaki rekabeti hiçbir ulusal devletin denetlemeye ve yönlendirmeye gücünün yetmemesi ve kıran karana dış pazar rekabeti nedeniyle ücretlerin maliyet yönünün çok fazla önem kazanması nedeniyle- burjuvazinin daha baskıcı ve otoriter politikalara yöneldiğini göstermektedir.
Taşra burjuvazisinin serbest piyasanın ürünü ve savunucusu olduğu için daha demokrat ve ilerici olduğu tezinin de, inandırıcılık derecesi son derece düşüktür. Burjuva demokrasisi piyasanın artan serbestliği üzerinde değil; bilakis bu serbestliğin sınırlanması üzerinde yükselir. Burjuvazinin kendi iç çelişkilerine ve tekil çıkarlarına sistemin genel çıkarları adına yapılan sınırlamalar burjuva biçimsel (liberal) demokrasisinin; daha genel kamusal denge ve çıkarlar lehine yapılan sınırlamalar ise burjuva sosyal demokrasisinin varlık nedeni olmuştur. Her iki durumda da demokrasinin varlık koşulu rekabetin serbestliği değil, sınırlanması olmuştur. Daha fazla karı ve büyümeyi esas alan, bunun için de her türlü hukuksal, kurumsal ve toplumsal engeli aşmaya dayalı piyasa mekanizması dizginsiz bırakıldığında, siyasal otoriterlikten başka bir sonuç üretmemektedir. Reagan Amerika’sının, Thatcher İngiltere’sinin ve bir “liberal-muhafazakar ve ordu” ortak yapımı olan Evren-Özal 12 Eylül Türkiye'sinin kendinden önceki dönemlere göre daha gelişkin bir demokrasiyi temsil ettiğini söylemek, (eğer buradaki “demokrasi”den kasıt Halit Narin’in işçileri kastederek “20 yıldır onlar gülüyordu şimdi sıra bizde” sözündeki serbestlik değilse) olanaksızdır.
Bu dönemlerde sendikal örgütlenmeler başta olmak üzere hak arama örgütlenmelerinin zayıfladığını, başkanlık sistemi vb. arayışlarla yürütmenin güçlendirildiğini ve güçler ayrılığı ilkesinin bertaraf edildiğini; hak ve özgürlüklerin ise toplumsal demokrasiden ziyade daha çok orta ve üst sınıflar için kullanım değeri taşıyan biçimsel demokrasiye ya da en fazlasından kimliksel bazı haklara özgü olabildiğini gözlemliyoruz. 12 Eylül’de asker-liberal/muhafazakar işbirliğiyle başlayan bu süreç bugün AKP iktidarı tarafından derinleştirilerek sürdürülmektedir. En geniş kitlelerin yararlanabildiği ekonomik, sosyal ve siyasal haklar ise ya tümüyle rafa kaldırılmakta ya da pratikte kullanılamaz hale getirilmekte; bu kesimlere düşen ise din, etnik kimlik, aile, gelenek ve yardım paketleri olmaktadır.
Nitekim taşra burjuvazisinin de küreselleşme sürecinin önemli bir aktörü olacak güçlü yürütme ve güçlü bir militer aygıt savunuculuğunu yaptığını çok sayıda örnekle gösterebilmek mümkündür.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

PAPAZIN BAĞI: BİR CENNET PARÇASININ HİKAYESİ...

ANKARA’NIN İKİ YÜZYILANA DAMGA VURMUŞ BİR TARİHİ YAPIT: ABİDİNPAŞA KÖŞKÜ

şarap,kadın,şiir...-şiir-