Türk Sağı ve Sivilleşmecilik


Kim bu "sivilleşme" savunucuları? Ya da Türk sağı ve "sivilleşmecilik" -Mahmut Üstün 
  
Ayrı bir dizi yazının konusu olmayı hak eden kapsam ve önemde bir konudur. Biz şimdilik şu kadarını söylemekle yetinelim: Türkiye’nin burjuva devrim ve modernleşme sürecinde askerlerin özel bir rolü olmuştur. Askerler Türkiye’nin sınıfsal temeli çok zayıf burjuva devrimin baş aktörleri oldukları gibi, daha sonraki süreçte de “burjuvaziye rağmen” burjuva iktidarın en önemli bileşenlerinden biri olmaya devam etmiştir.

Burjuva sınıfın zamanla ortaya çıkmasına ve güçlenmesine ve Türkiye’nin uluslararası kapitalizmle giderek artan bağlarına bakınca, ordunun bu özel konumunun yıllar önce sonlanması, ordunun güvenlikle ilgili olağan görevlerini yerine getirmek üzere kışlasına dönmesi beklenirdi. Fakat gelişmeler böyle olmadı. Ordu zamanla devlet katındaki tek belirleyici güç olma konumunu yitirdi ama devlet aygıtının önemli bileşenlerinden biri olmayı sürdüregeldi.

Yakın zamana kadar ordu eleştirileri
Tarihsel gelişimin zorunlu kıldığı bu durumun, düzeltilmesi gereken bir aykırılık olduğu zamanla ifade edilir olmaya başlandı ama bu düşünce, çok uzun yıllar sistematik ve istikrarlı bir nitelik kazanamadı. Ana itiraz noktası haline gelemedi. Sağ, “milli irade” vurgusu üzerinde yükselen “çoğunlukçu demokrasi” yaklaşımı aracılığıyla zaman zaman bir itiraz dile getirse de, ordunun devlet aygıtı içindeki yönetici rolüne açıktan karşı çıkmak yerine, eleştirilerini büyük ölçüde “Batılılaşma eksenli modernizmle dinden ve gelenekten uzaklaşmaya” ve “laisizme” karşı kurguladı.

Sermaye ve taşra sınıfları ittifakının temsilciliğini üstlenen Türk sağının orduyla ilişkisini, çok yakın zamanlara kadar açık bir sivilleşme savunusu ve karşıtlık ilişkisi olarak değil, eleştirel destek ilişkisi olarak tanımlamak daha doğru olacaktır.

Sermaye sınıfı devlet aygıtı içinde kendisine ait olduğunu düşündüğü alanı kaplamasından dolayı tepki duyduğu orduyu, gerek güçsüzlüğü gerekse soğuk savaşın gerekleri nedeniyle karşısına almaktan imtina ederken; taşra sınıfları da ekonomik ve sosyal yaşamda hiçbir köklü ilerleme sağlamayan ve/fakat geleneksel kültürel kodlarını değiştirmeye çalışan Kemalist devrimle özdeşleştirmesi nedeniyle orduya tepki duyuyor ama gerek “komünizm korkusu” nedeni ile gerekse de taşra yaşamının getirdiği militarist düşünce biçimine yatkınlığı nedeni ile; orduyu güvence olarak görüyordu. Zaman zaman eleştirilse de, ordu, Türk sağı için vazgeçilemez bir konumdaydı kısacası… Nitekim, 27 Mayıs’ın ardından gündeme gelen orduya yönelik eleştirel yaklaşımlar bile; bir süre sonra sol ve sosyalist akımların güçlenmesiyle geri plana itilmeye başlandı. 12 Mart ve 12 Eylül darbeleri sırasındaysa muhafazakarı, tarikatçısı ve liberal-muhafazakarı ile sağ kesim, ordu ile hem hal olmuş durumdaydı.

İttifaktan çatışmaya ordu ve sağ ilişkisi…
Ordu/devlet/siyaset ilişkilerinin Türk sağı açısından ana tartışma konularından biri haline dönüşmemesinin arkasında, uluslararası ve ülke içi güçlerin üstü örtülü bir uzlaşmasının olduğu söylenebilir. Bu uzlaşmanın arkasındaki temel faktör de soğuk savaş koşullarının varlığıydı. SSCB’nin yanı başında bulunan Türkiye’de ordunun bu özel konumunu sürdürmesi, sosyalizm tehdidine karşı önemli bir güvenceydi. Ordunun kapitalist sistemle giderek daha fazla entegre olması da bu zorunlu “uyum sürecini” kolaylaştırdı. Her ne kadar uluslararası ve yerli sermaye, ordunun devlet aygıtı içindeki ağırlığını pek hazzetmese de, paradoksal biçimde hep ordunun arkasında durdu. Türk ordusunun gerçekleştirdiği tüm darbeleri destekledi; 1970 ve 80 darbelerini ise özellikle teşvik etti. Siyasal davranış ve tercihlerinde uluslararası kapitalizmin her zaman belirleyici rol oynadığı Türk sağı da, bu koşullarda orduyla ilişkisini “sivilleşme”nin değil, anti-komünizmin gerekleri doğrultusunda belirledi.

Süleyman Demirel başkanlığındaki AP’nin temel misyonu bu; yani ordu, sermaye ve sağ kesim arasında anti-komünizm eksenli bir uzlaşmanın gerçekleştirilmesiydi. Demirel’in bu misyonu 1990’lı yıllara kadar başarıyla yerine getirdiği söylenebilir. Erbakan önderliğindeki siyasal islamın ordu ile ilişkileri sağın geneline göre daha eleştirel olmakla birlikte, bu eleştirelliğin arka planında dini ritüellerin ağır bastığı güçlü ve otoriter bir devlet özlemi vardı. Kısacası siyasal islamın ordu eleştirisi de demokratik bir öze sahip değildi… Devletin kutsallığı üzerine oturan anti-komünist ve militarist siyasi çizgisi ile MHP açısından ise, orduya bazen sitem edilebilir ama asla çatışmaya dayanan bir ilişki kurulamazdı.

1980’li yıllarda ani dönüş…
Sağ ve İslamcı kesimler ile sermaye çevreleri arasında asıl büyük sivilleşme sevdası, 1980’li yıllardan sonra başladı. MHP ve Demirel ile bazı yakın siyasi arkadaşları doğal olarak bu sürecin dışında kaldılar ama geçmişin AP’si, kadro ve kitle desteğinin büyük bölümü itibariyle bu yeni sivilleşme söylemine entegre oldu.

Tüm bu gelişmelerle paralel olarak dünün askeri darbe kadroları olan liberal muhafazakar Turgut Özal ve çevresi, 12 Mart’ta ve 12 Eylül’de ordunun yönetime el koymasını alkışlayan “ entelektüel” muhafazakar yazarlar; 12 Eylül darbesine dini destek görevini üstlenen Gülen Cemaati vb. ordu karşıtı ve sivilleşmeci oluverdi vb.

Ne oldu…
Soğuk savaşın bitmesi ve komünizmin yakın bir tehdit olmaktan çıkmasıyla, Türk sağının ve sermaye çevrelerinin“ordu” ile ittifaklarının nesnel temeli de yıprandı. Küreselleşen sermaye, iktidarını daha dolaysız hale getirmek için aslında geleneksel bürokrasinin tümünü ama özellikle de orduyu etkisizleştirip kendi kontrolü altına alacak hamlelere girişmeye başladı. Geleneksel sağ muhafazakar kesimlerin din ağırlıklı modernizme karşıtlıkları ise, bu sürecin ideolojik motoru haline geldi.

Sermaye sınıfı küreselleşme süreci ile “modern hak arayıcı toplum ve birey “ modelini kendi programları açısından tehdit olarak görmeye başladı. Kendisinin de oluşumunda belirleyici katkısı olduğu “cemaatten topluma”, “tebaadan bireye” geçiş sürecinden yüz geri etmeye başladı. Öte yandan zaten geçmiş dönemlerde kapitalizmle entegrasyon sürecini belirli ölçülerde yaşayan siyasal ve tarikat islamının belli bölükleri, yeni sunulan olanaklarla küresel kapitalizmin en militan savunucuları haline dönüştüler. Böylece bugün yaşanan sivilleşme sürecinin ardındaki “gerici/restorasyoncu blok”un oluşumu da gerçekleşmiş oldu.

Eğri cetvelden doğru çizgi çıkmaz
Öncelikle görmekteyiz ki, bugünkü sivilleşme bayrağını taşıyanlar, tarihsel-siyasal arka planlarında demokrasi açısından olumlu olmayan bir birikim üzerinde yükselmektedirler. Bu kesimlerin demokrasi perspektif ve ufukları büyük ölçüde sivilleşmeden ibarettir. Ve bu sivilleşmede ise başat unsur, sistemin demilitarizasyonu değildir. Taşra burjuvazisi başta olmak üzere temel olarak taşra sınıflarının temsilciliğini üstlenen AKP’nin, otoriterliğe ve militerliğe yatkın olan toplumsal tabanı itibariyle de, demokrasi ufkunun çok dar ve fazlasıyla şarta bağlı olduğunu söyleyebiliriz.

Toplumun eşitlikçi, özgürlükçü iç dinamiklerinin zorlaması ve bağımsız mücadelesi üzerinde yükselmeyen; “bireyden- itaatkar bireyci cemaat üyesine” ricat eden kapitalizmle, küresel kapitalizmle girdiği işbirliği sonucu tabanları “feodal tebaadan bireyci itaatkar cemaat üyesine“ evrilen neo-teokrasinin işbirliği ile gerçekleşen bugünkü“sivilleşme” sürecinin demokrasi üretme şansı yoktur.

Çünkü demokrasi etnik, mezhepsel, kültürel farklılıkların baskılanmamasıyla daha yetkin konuma ulaşmakla birlikte, bu farklılıkların değil, evrensel insanlık değerlerinin belirlediği ve yol gösterdiği bir toplumsal örgütlenme ve onun temeli olan yurttaş kimliği üzerinde yükselir.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

PAPAZIN BAĞI: BİR CENNET PARÇASININ HİKAYESİ...

ANKARA’NIN İKİ YÜZYILANA DAMGA VURMUŞ BİR TARİHİ YAPIT: ABİDİNPAŞA KÖŞKÜ

şarap,kadın,şiir...-şiir-