Türkiye İşçi Sınıfı: Geç ve Genç Bir Sınıfın Cumhuriyet
Serüveni
Giriş
İşçi sınıfının oluşum süreci her coğrafyada kendine
has özellikler gösterir; coğrafyadan coğrafyaya, zamandan zamana değişen
"özel koşullar"m, bu sürecin hızı, biçimi ve genel seyri üzerinde
küçümsenemez etkileri söz konusudur. Bu oluşum hangi sosyal ve siyasal
koşullarda gerçekleşmiştir? Bu süreçte işçi sınıfının devletle ve başka
sınıflarla ve bu sınıfların partileriyle ilişki biçimi nedir? Ülkede kapitalist
birikim hangi koşullarda ve biçimlerlerde gerçekleşmiştir? İşçi sınıfı
gelişmesini kapitalizmin nispeten istikrarlı bir döneminde mi, yoksa kriz
koşullarında mı sürdürmektedir? Sosyal demokrat ve sosyalist hareketin bu
süreçteki konumu, gücü ve rolü nedir? îşte bu ve benzeri faklı koşullar, tek
tek ülkelerde ve dönemlerde sınıf mücadelesinin, sınıf örgütlenmesinin ve sınıf
bilincinin, dolayısıyla işçi sınıfının "kendisi için sınıf" haline
gelişinin üzerinde önemli etkilerde bulunur.
Bu yazı Türkiye işçi sınıfı üzerine gözlemlerde bulunmayı
ve Türkiye işçi hareketinin oluşum sürecini "özgül yanları" öne
çıkararak ortaya koymayı amaçlıyor. Türkiye işçi sınıfının gelişim sürecindeki
bazı "zaafların” tarihsel ve sosyal kaynaklan gösterilmeye çalışıldığı
gibi, aynı zamanda ve çok daha önemli olarak bütün bu zaaflara karşın Türkiye
işçi sınıfının kısa sayılabilecek bir süre içinde eylem ve örgütlenme alanında
hiç de küçümsenemeyecek atılımlar gerçekleştirdiğinin altı çizilmeye
çalışılıyor.
l-
Osmanlı işçi Hareketinin Bazı Önemli
Özellikleri
Osmanlı işçi hareketi doğal olarak ekonomik ve
sosyal içeriği daha ağırlıklı olan bir talepler zemini üzerinden gelişti.
Bununla birlikte en erken dönemlerinde bile, Osmanlı işçi hareketinde politik
niteliğe sahip taleplerin de ileri sürülebildiği görülmektedir. Gerek
örgütlenme ve grev hakkının elde edilmesi için verilen mücadele, gerek
Abdülhamid istibdadına karşı alınan açık tutum, gerekse Kurtuluş Savaşı öncesi
ve sırasında esen antiemperyalist rüzgarın işçi sınıfı içinde de yansısını
bulması, bu dönem işçi hareketinin politik bir niteliğe sahip olmasını
koşullayan önemli faktörlerdir. Ayrıca bu alanda yapılan pek çok araştırmada
bize aktarılan ortak bilgiler, sosyalist parti ve çevrelerin, bu dönem işçi
hareketi üzerinde başlangıçtan itibaren belirleyici bir ağırlığa sahip olduğunu
da ortaya koymaktadır. Nitekim bu süreçte kurulmuş bulunan bir dizi işçi
örgütünün isminde "sosyalist", "enternasyonalist" vb.
sıfatların bulunması da bu etkinin önemli bir kanıtı sayılabilir. Bu
örgütlerin, yasaklar nedeniyle 1908'e kadar büyük çoğunlukla gizli olarak
kurulduğu ve yasadışı bir çerçevede faaliyet yürüttüğü de düşünülecek olursa,
1908 öncesi işçi hareketinin siyasi iktidardan bağımsızlık derecesinin ve
politik niteliğinin gelişkinliği konusunda bir yargıda bulunmak kolaylaşacaktır
(Yazıcı, 1996: 92 ve 96).
Bazı kaynakların ortaya koyduğu sınırlı bilgilere
göre bu dönem işçi hareketinde bir takım taban örgütlenmesi deneyimlerine de
rastlanmaktadır (Akkaya, 2002; Gülmez,1986; Güzel, 1993 ve Karakışla, 1998). Bu
alandaki verilerin sınırlılığına karşın, işçi hareketinin gelişme
diyalektiğinden kalkılarak, özellikle daha henüz kurumsallığı gelişkin dernek,
sendika gibi örgütlenmelerin oluşmamış ya da etkisini geliştirememiş olduğu bu
ilk dönemlerde, bu türden taban örgütlerinin kurulduğunu ve etkili olabildiğini
varsaymak yanılma payı düşük bir iddia olarak kabul edilebilir. Fakat bu alanda
hareketin geneli için kesin yargılarda bulunmayı sağlayabilecek bir veri
birikiminin henüz sağlanamadığı da aşikardır. Eldeki sınırlı veriler bize
hareketin daha sonraki dönemlerinde de bu türden örgütlenmelerin yer yer ortaya
çıktığını fakat bu örgütlenmelerin hareketi yönlendiren temel örgütlenme
biçimlerine dönüşemedi-ğini göstermektedir.
Osmanlı işçi hareketinin eylem ve örgütlenme düzeyi
ile il gili olarak belirtilmesi önem taşıyan bir başka husus da, ilk dönemin
makine kırıcılığı, sabotaj türü eylemlilikleri dışta bırakılacak olursa,
eylemlerin ağırlıkla grev biçimini taşıdığı ve bu eylemlerde temel bir çizgi
olarak da barışçıl yöntemlerin kullanıldığıdır (Karakışla, 1998: 27 ve 52).
2- Türkiye İşçi Sınıfına Osmanlı işçi Hareketinin
Mirası Ancak Sınırlı ve Çarpık Biçimde Taşmabilmiştir
Cumhuriyet öncesinde işçi sınıfının sahip olduğu bu
birikim, cumhuriyet sonrası işçi hareketi açısından küçümsenmeyecek bir
olumluluk sayılabilirdi. Ne var ki böyle olmadı. Bu birikim Cumhuriyet sonrası
işçi hareketine ancak sınırlı ölçüde ve hayli çarpık bir biçimde
devredilebildi. Bunun niçin böyle olduğunu anlayabilmek içinse önce Osmanlı
işçi sınıfının bir önemli özelliğine ve sonra da cumhuriyetin ilk yıllarında
işçi sınıfının yeniden biçimlenme sürecine bakmak gerekecektir.
Osmanlı'da işçi sınıfının gelişiminin kendine has
son derece önemli bir özelliği vardır. Osmanlı'nın kapitalisdeşme sürecinde
azınlıklar özel bir role sahiptir. Sermaye sınıfı ağırlıkla gayrimüslim
komprador burjuvaziden oluşmuştur, yerli özel sermaye son derece cılızdır.
Osmanlı'da "işveren" denilince yabancı sermaye, gayrimüslim sermaye,
devlet ve en sonra da Müslüman-Türk sermaye akla gelmektedir. Nitekim 1914
itibariyle yatırılan toplam sermayenin % 50'si Rum, %20'si Ermeni, %10'u
yabancı uyruklu, % 5'i Yahudi ve %15'i ise Müslüman - Türk kökenlidir
(Yerasimos, 1980: 500). Bu özgünlük yalnızca sermaye sınıfına da has değildir,
işçi sınıfı da çok renkli etnik bir mozaik oluşturmaktadır. Rum, Yahudi, Ermeni
ve yabancı uyruklu işçiler genel olarak işçi sınıfı içinde, özel olarak da
vasıflı işçiler ve sanayi işçileri arasında büyük bir ağırlığa sahiptir. 1915
sanayi sayımı sonuçlarına göre, sermayenin ve emeğin yalnızca %15'i Türk'tü.
Emeğin %60'ı Rum, %15'i Ermeni ve %10'u Yahudi idi (Koç, 1992: 74). işçi
sınıfının gayrimüslim unsurları aynı zamanda büyük bir çoğunlukla Osmanlı işçi
sınıfının öncü gücünü oluşturmaktaydı. Selanik işçi Federasyonu, Bulgaristan'da
kurulan Sosyalist işçi Birliği, Osmanlı işçi hareketinde önemli bir yeri olan
Anadolu Demiryolu işçileri Derneği gibi oluşumların yönetici ve aktif
üyelerinin pek çoğunu bu gayrimüslim işçiler oluşturmaktaydı (Sencer, 1969: 106
ve Quataert, 1987: 149).
İşçi sınıfının mücadele deneyiminin köklülüğüne,
politik etinin gücü ve izlediği doğru çizgiye bağlı olarak bu k bir avantaja da
dönüşebilirdi. Ama böyle olma tarklılıklar sınıf mücadelesini bölen, sınıf
bilincini zen bir faktör olarak rol oynadı (Koç, 1992: 77; Tuncay ve Archer,
2000). Esen güçlü milliyetçilik rüzgarları işçi sınıfı içinde bu olumsuz süreci
besledi. Tüm bunların bir sonucu olarak, bu süreçte işçi hareketi milliyet
temelinde bir bölünme yaşadı ve işçi sınıfının çeşitli milliyetlere mensup
kesimleri ağırlıkla -tek bir sınıf bayrağı altında değil- değişik ulusal
bayraklar altında toplandı. Sermaye sınıfının büyük çoğunlukla gayrimüslim
kökenli olması, işçiler arasında etnik kökene bağlı ayrımcılık yapılması, Türk
kökenli sermayenin yabancı sermayeye ait kuruluşlardaki işçi eylemlerini
çeşitli yollardan desteklemeleri vb. de işçi mücadelesindeki ulusal rengi
koyulaştıran faktörlerdir (Koç, 1992: 74).
Osmanlı işçi sınıfının bu etnik parçalanması sınıf
deneyimi açısından son derece olumsuz bir rol oynadı, işçi sınıfının vasıflı ve
daha fazla proleterleşmiş gayrimüslim kökenli kesimleri ya bu ulusal kavga
sırasında fiziken yok edildi ya da savaştan sonra ülkeyi terk etti, terk etmek
zorunda kaldı. Bu durum Cumhuriyet dönemi işçi hareketine geçmiş mirasın güçlü
bir biçimde taşınmasını engelledi. Cumhuriyete kalan sınırlı miras ise, sınıfın
ağırlıkla vasıfsız kesimini oluşturan, proleterleşme düzeyi ve sınıf bilinci
geri kesimleri eliyle taşınabildi (Koç, 1992: 77,78). Bu kesimler üzerinde
milliyetçi ideolojinin etkilerinin güçlü olduğu da düşünülürse bunun niçin
sınırlı ve çarpık bir miras olduğu daha iyi anlaşılır.
3-
Türkiye işçi Sınıfının Devrim Deneyimi
Eksiktir
Osmanlı'nın Almanya'nın müttefiki olarak girdiği
Birinci Emperyalist Savaş'ta işçilerin büyük bir kısmı orduda görev alıp
Osmanlı'nın düşmanlarına karşı savaştılar. Savaş yıllarında pek önemli bir işçi
hareketi olmadı. Osmanlı'nın savaştan yenik çıkmasının ardından başlayan
mütareke döneminde varolan sosyalist siyasi oluşumlar işçi sınıfı içinde daha
etkili olmaya başladılar (Sülker, 1987: 23 ve 25). Kurtuluş Savaşı yıllarında
özellikle de Türkiye işçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası'nın (TÎÇSF) çalışmaları
sonucunda iki önemli işçi örgütü, Türkiye îşçi Derneği ve Uluslararası işçiler
Birliği kuruldu (Yazgan, 1982: 67). Bu nedenle bu dönemdeki işçi hareketliliği
içinde hem yeniden canlanma hem de siyasallaşma belirtilerini daha net görmek
olasıdır. Güzel'in belirttiğine göre, 1919-1922 yıllarında, yüzde 30'u
istanbul'da olmak üzere 19 grev gerçekleştirilmiştir (1993: 101,109). îzmir,
Zonguldak, Eskişehir, Edirne, Konya, Bursa ve Adana gibi illerde de grevlere
rastlanmaktadır (Güzel, 1993: 101,109). Grevlerin açık bir antiemperya-list
karakter taşıdıkları ve yarısından çoğunun yabancı sermayeye ait kuruluşlarda
gerçekleştirildikleri görülmektedir (Karakışla, 1998: 38). Grevlerin çoğunluğu
ulaştırma sektöründe, özellikle de yabancı sermayenin elindeki demiryolu
işletmelerinde örgütlenmiştir (Karakışla, 1998:38). 1921 ve 1922'de istanbul'da
gerçekleştirilen iki ayrı l Mayıs kudaması da bu dönemde faaliyet gösteren
Türkiye Sosyalist Fırkası (TSF) ve TlÇSF'nin etkinliğiyle oldukça kitlesel
protesto gösterilerine dönüşmüştür (Seren, 1977: 393 ve 412, Toprak, 1987: 36).
Tüm bu çabalara karşın Türkiye işçi sınıfının
Kurtuluş Savaşı sürecinde aktif ve belirleyici bir rol oynayabildiğini
söyleyebilmek olası değildir. Her şeyden önce bu yıllarda işçi sınıfı nicel ve
nitel açıdan zayıf bir konumdaydı. Hem sınırlı sayıda işçi vardı, hem de
işçileşme süreci yeniydi. Tüm bunlara yukarıda belirttiğimiz iç bölünme,
vasıfsızlık, yabancı sermayenin olumsuz etkisi gibi faktörler eklendiğinde,
işçi sınıfının Ulusal Kurtuluş Savaşı'nda bir sınıf olarak devrime katılmak ve
bir devrim tecrübesi kazanmak açısından önemli bir birikim elde edemediği
sonucuna ulaşmak mümkündür. Ayrıca Osmanlı döneminin işçi yoğunluklu bir kısım
kentlerinin ulusal sınırlar dışında kalması ve zaten Türkiye'deki ulusal
kurtuluş mücadelesinin de esas olarak işçi sınıfının yoğunlukta olduğu
kende-rin dışında gelişmesi, bu rolün daha da sınırlı noktada kalmasına yol
açan bir diğer önemli faktördü. Bu durum, Avrupa işçi sınıfının burjuva
devrimleri döneminde bir sınıf olarak elde ettiği deneyimden Türkiye işçi
sınıfının yoksun kalması anlamına gelir. Avrupa işçi sınıfı, yalnızca burjuva
devrimin mirasına değil, peşi sıra, burjuvaziye karşı yürütülen bir dizi
proleter devrimci mücadele tecrübesine sahip olmuştur. Burjuva devriminden
1840'lı yıllara kadar Avrupa, bir çok devrim ile sarsılmış, işçi sınıfı tüm bu
mücadelelerin içinde ve hatta yer yer önünde yer almıştır (Işıklı, 1987:
20,25). Türkiye işçi sınıfının tarihi bu açıdan yalnızca Avrupa'nın değil, pek
çok "üçüncü dünya" ülkesinin işçi sınıfları tarihi ile de farklılık
tasımaktadır. Örneğin Afrika ve Latin Amerika ülkelerinin pek çoğunda
sömürgecilik karşıtı ulusal kurtuluş savaşlarında işçi sınıfının ve
sendikaların özel bir yeri olmuştur. Bu ülkelerdeki işçi sınıfları da zayıftı
ama ulusal mücadelede motor rolü oynayan kentlerde yoğunlaşmış bulunmaktaydı
(Oran,1997: 102, ' 108). Açık bir yabancı sermaye tahakkümünün varlığı bu ülke-
: lerdeki yerli burjuvazinin hayli güçsüz olması sonucunu doğur- , düğü için
ulusal kurtuluş savaşları zorunlu olarak işçi sınıfı, yerli sermaye ve aydın
ittifakına dayalı olarak yürütüldü. Çok daha ilginci Kenya'da Tom Mboyo,
Gine'de S'ekou Toure ve Ni-jer'de Djubi Bakary gibi sendika önderleri aynı
zamanda ulusal kurtuluş hareketlerinin önderliğini de yaptılar (Oran, 1997:
102, 108). Latin Amerika'da pek çok ülkede sendikalar ulusal kurtuluş
ittifakının aktif bir ortağı olarak özel bir rol oynadılar (Üstün, 2000: 180).
Bu durumun oluşmasında bu ülkelerin uzun bir sömürgecilik deneyimi
yaşamalarının, ulusal kurtuluş hareketlerinde işçi yoğunluklu kent
merkezlerinin özel bir role sahip olmasının ve SSCB'nin bu ülkelerdeki ulusal
kurtuluş hareketlerine önemli bir destek sunmasının belirleyici etkileri
olmuştur. Kısacası Türkiye işçi sınıfı kendi tarihi gelişimi içinde bu tür bir
deneyim yaşama olanağından yoksun kalmıştır. Bir devrim deneyimini aktif olarak
yaşamamak, onun tecrübelerini bir sınıf olarak biriktirememek, çok önemli bir
tecrübe ve birikim eksikliği sonucunu doğurmuştur Türkiye işçi sınıfı için.
4- Cumhuriyet Döneminin Başlangıcında İşçi Sınıfı Adeta Yeniden Yapılandırılmıştır
Cumhuriyetin ilanıyla beraber Kemalist iktidar
savaşın yıkımı üzerinde yeni bir temel oluşturmak sorunu ile yüz yüzedir.
Sermaye birikiminin cılızlığı, kırlarda mülksüzleşme düzeyinin geriliği ve tüm
bunlara bağlı olarak işgücü - özellikle de vasıflı işgücü - azlığı bu görevin
önündeki en temel engeller durumundaydı (Koç, 1992: 276). Kurtuluş Savaşının
sonunda ve Cumhuriyetin ilk yıllarında Türkiye büyük bir işgücü açığı ile karşı
karşıya kalmıştı. Savaşta ölen genç nüfusun çoğu, doğal olarak ülkenin en temel
işgücü kaynağını da oluşturmaktaydı. Yine işgücünün, özellikle de vasıflı
işgücünün en temel kaynaklarından biri olan gayrimüslim nüfus ya bu kargaşa
içinde hayatından olmuş ya da yığınlar halinde göçe zorlanmıştı.
Savaşın getirdiği ekonomik yıkım ve insan gücü kaybı
kırsal bölgeleri de büyük ölçüde etkilediği için önemli bir işgücü kaynağı
olabilecek bu alandan da gerekli işgücünü sağlamak oldukça zordu (Akkaya,
2000:144,145). Ayrıca Cumhuriyetin başlangıç yıllarında tarım kesiminde ancak
ekilebilir alanların yüzde 20'sinin kullanılıyor olması, tarımdan sanayiye
işgücü aktarımını güçleştiren bir başka önemli faktördü (Makal, 2002: 4). Genç
Cumhuriyet rejiminin yöneticileri işgücü kaynağı sorununa çözüm getirebilmek
için hem kısmi çalışma yöntemlerini yoğun biçimde uyguladılar hem de vasıflı
işgücünün üretimden kaçışını ve esnaflaşmasını önleyecek ve kente yerleşip bir
fabrikada çalışmayı kırsal nüfus açısından cazip kılacak bir dizi maddi özendiriciye
başvurdular. 1926 yılında kabul edilen 788 sayılı Memurin Yasası kapsamında
olanlara 1940'lı yıllara kadar önemli maddi haklar sağlandı. Bu kesimlerin
hastalık, analık, iş kazası, meslek hastalığı, malullük ve ölüm halinde
korunmaları daha o günlerden önemli ölçüde güvence altına alındı (Koç, 1992:
276). Kamu iktisadi Teşebbüslerinde çalışan vasıflı işçi, usta ve ustabaşılar
da benzer haklardan yararlandırıldı. Ayrıca 1936 tarihli îş Kanunu ile sürekli
işçiliği sağlamaya özel bir önem verilmiş, iktisadi Devlet Teşekülleri'nde
ücrederden, sağlık ve sosyal güvenliğe, izin ve tatillerden, eğitim ve kültüre,
iskandan beslenmeye kadar geniş bir yelpaze içinde görece iyi olanaklar
sağlanmıştır (Makal, 2002: 12). Gelişmeler sonucunda devlete ait tüm sanayi
kuruluşlarında çalışanların sayısı 1938'de 70.445'e, 1948 yılında 146.902'ye
yükseldi. Sadece bu on yıllık sürede sanayideki işgücü artışı yüzde 109
seviyesine ulaşmıştı (Makal, 2002: 3). Cumhuriyetin ilk yıllarındaki işçi
sınıfı kompozisyonu maddi özendiriciler sayesinde sürekli işçiliği tercih
edenlerle, yılın küçük bir bölümünde işçilik yaparak geri kalan bölümünde
köyündeki tarlasını işlemekle meşgul olan yarı işçi-yarı köylü bir kideden
oluşmaktaydı. Böylece Cumhuriyetle birlikte adeta yeni bir işçi sınıfı
yaratılmış oluyordu.
5- Türkiye İşçi Sınıfının Üyeleri Mülksüzleşme
Sürecini Ağırlıkla Fabrikanın İçinde Tamamlamışlardır
Türkiye işçi sınıfının dünü ve bugününü anlamak
açısından özellikle belirtilmesi gereken bir başka etmen de, sınıfın mülk-süzleşme
ve proleterleşme düzeyi ve bunun süreç içinde geçirdiği evrimdir. Her şeyden
önce altı çizilmesi gereken husus şudur: Türkiye işçi sınıfı mülksüzleşerek
fabrikaya dolmuş bir kitleden değil, fabrikanın içinde iken zamanla
mülksüzleşmiş bir kitleden doğmuştur.
Daha önce belirttiğimiz gibi, Cumhuriyetin başlangıç
dönemlerinde mülksüzleşme düzeyi geri olduğu için işçilik özendirilerek teşvik
edilmiştir. Bu dönemde işgücü açığı çeşitli kaynaklardan karşılanmıştı: Az
topraklı yoksul köylüler, şehirlerde zor koşullarda yaşayan esnaf ve
zanaatkarlar ile daha önce de işçilik yapmış olanlar, işçi ailelerden
gelenler... Bunların arasında en önemli işgücü kaynağı az topraklı yoksul
köylülerdir. Bu kesimden sınıf saflarına katılanların ortak özelliği ise, henüz
tümüyle mülksüzleşme sürecini yaşamamış olmalarıdır. Çoğunun toprakları ve
oradan elde ettikleri küçümsenemeyecek gelirleri vardı (Güzel, 1993:191-198;
Makal, 2002:2-4). işçi sınıfının Cumhuriyetin ilk yıllarındaki yapısını anlamak
açısından bir üçüncü kaynaktan, yani doğrudan "işçi kayna-ğı"ndan
sınıf saflarına katılanların ağırlığı hakkında bilgi sahibi olmak önemlidir. Bu
dönemde istanbul, îzmir, Bursa gibi geleneksel sanayi kentlerinde ve dokuma,
tütüncülük, madencilik gibi geleneksel iş kollarında son derece sınırlı sayıda
ikinci kuşak işçi bulunduğunu söylenebilir. Bunun yanı sıra, bir ikinci kuşak
işçi kaynağı da Cumhuriyet sonrasındaki mübadele sonucunda Anadolu'ya gelen
göçmenlerdir (Güzel, 1993: 191-198). Bu işçilerin, Osmanlı döneminde
sanayileşmenin ve buna bağlı olarak işçi hareketi ve örgütlenmesinin yüksek
olduğu bölgelerden gelmeleri ve nispeten daha eğitimli olmaları, işçi hareketi
açısından sınırlı da olsa olumlu bir etkide bulunmuştur. Nitekim bu işçilerden
sendikal mücadeleye ve sosyalizme eğilim duyan önemli bir güç çıkmıştır (Tuncay
ve Zürcher, 2000: 255). Sonuç olarak Cumhuriyet döneminin ilk kuşak işçilerine
ağırlıkla damgasını vuran özellik, yarı işçi/yarı köylü bir karakter taşımaları
ve henüz tümüyle mülksüzleşme-miş olmalarıdır (Gülmez, 1993: 193 ve 196).
Avrupa işçi sınıfının tarihi ile
karşılaştırıldığında, Türkiye işçi sınıfının gelişiminde bu alanda da önemli
bir farklılık olduğu görülmektedir. Avrupa'da işçi sınıfı zorla
mülksüzleştirilmiş bir kır kökenli kitleyi de içeriyordu. Kitlesel ölçüde
mülk-süzleştirilmenin yarattığı tepki ve nefret, işçi sınıfının saflarının kır
kökenli ama politizasyona yatkın bir kitleyle genişlemesi anlamına gelmekteydi.
Nitekim ilk oluşum döneminde işçi sınıfı içinde anarşist, anarko-sendikalist
vb. radikal akımların ciddi bir güç bulmasını pek çok araştırmacı bu nedene
dayalı olarak açıklamaktadırlar. Türkiye'de buna benzer bir süreç ancak 1950'li
ve daha çok 1960'lı yıllarda başladı, 1970 ve özellikle 1980'li yıllarda ise
yoğunlaştı. Ne var ki 1960'lı yıllarda mülksüzleşerek fabrikalara dolmuş kitle
açısından bu süreç, fabrika içine bir radikalizasyon taşıma biçimine dönüşmedi.
Zira bu hem cebri değil ekonomik bir mülksüzleştirmeydi hem de bir genişleme
dönemiyle ve ithal ikameci birikim modelinin uygulandığı bir konjonktürle üst
üste düşmekteydi. Dolayısıyla bu süreçte mülksüzleşmiş kitle için fabrikaya
girmek, Avru-pa'daki gibi fabrikada son derece kötü ücret ve koşullarda, çok
uzun süreler ve açık bir baskı altında çalışmak anlamına da gelmiyordu. Tersine,
fabrikaya girebilmek iyice yoksullaşmış bu kitle için azımsanmayacak düzeyde ve
istikrarlı bir gelir elde etmek demekti. Bu yüzden 1960'lı ve 1970'li yıllarda
mülksüzleşerek şehre dolan ama işsiz kalan kitleler önemli bir radi-kalleşme
süreci içerisindeyken, fabrikalara girebilenler istikrarlı ve nispeten iyi
sayılabilecek bir gelir elde etmenin sevinci ile işini kaybetme korkusunu
birlikte yaşıyorlardı. Bu kitlenin Avrupa örneğinde olduğu gibi sınıfa belli
bir radikalizasyon taşımak bir yana, tersine, ilk dönemler itibariyle sınıf
hareketini geriye çekici bir etkide bulunduğu bile söylenebilir.
6. Türkiye işçi Sınıfı Tarih Sahnesine Geç Çıkmış
Genç Bir Sınıftır
Altı özellikle çizilmesi gereken konulardan birisi
de, Türkiye işçi sınıfının nicel varlık, stratejik sektörlerde yoğunlaşma,
mülksüzleşme, sınıf mücadelesinin yaygınlık kazanması ve örgütlenme gibi temel
kriterler açısından 1960'lı yıllarda şekillenmesini tamamlayan oldukça
"genç" bir sınıf olması gerçeğidir.
1950- 60 dönemi, kapitalist gelişmeye paralel
olarak, işçi sınıfının nicel varlığıyla daha da hissedilir bir güç haline
gelmeye başladığı yıllardır. 1960 yılında ücret ve maaşlıların faal nüfus
içindeki oranı geçmiş yıllara göre daha da artmış durumdaydı. Ücretlilerin
sayısı 1960'ta faal nüfusun yüzde 13'ü iken bu oran 1970 yılında yüzde 23'e
ulaşmıştı (Tokal, 1997: 80). 1970 yılına gelindiğinde 10'dan fazla işçi
çalıştıran 4.566 işyerinde çalışan işçiler toplam istihdamın yüzde 32'sini
oluşturmaktaydı (Kanar,tarihsiz: 103). 1960 yılında işletme başına düşen işçi
sayısı kamuda 584 ve özel sektörde 32 iken, 1970 yılında bu rakamlar sırasıyla
744 ve 70 düzeyine ulaşmıştır (Tokal, \ 1997: 79). Bu tablo açık biçimde işaret
etmektedir ki, 1960-70 yılları arasında yüzden daha fazla işçi çalıştıran
işletme sayısında belirgin bir artış olduğu gibi, oin ve daha fazla işçi
çalıştıran işletme sayısı da küçümsenmeyecek boyutlara ulaşmıştır. Büyük sanayi
ise daha çok istanbul'dadır, îşçi sınıfı özellikle istanbul, izmir, Ankara,
Zonguldak ve Bursa gibi geleneksel sanayi şehirlerinde toplanmıştır.
1960'lı yıllarda işçi sınıfı içerisinde, sayıları
henüz az olmaya birlikte, büyük işletmelerde çalışan ikinci kuşak işçilerden
meydana gelen bir proleter çekirdek oluşmuştu, işçi sınıfının saflarının
kalabalıklaşması, geniş bir yeni işçi kuşağının endüstriyel üretime katılması,
sınıfın saflarının köylüler, kır ve şehrin yarı-proleter unsurlarıyla
doldurulması anlamına gelmekteydi. Bu yeni ücretliler arasında tümüyle
mülksüzleşmiş unsurların yanı sıra, kentteki yaşamın çekiciliğine bağlı olarak
kırda henüz tam olarak mülksüzleşmeden kendere akın etmiş küçümsenmeyecek
sayıda işçi adayı da mevcuttu. Bunların büyük çoğunluğunun hâlâ kırdaki küçük
toprakları ile ilişkileri devam ediyordu (Snurov ve Rosaliyev, 1976: 206). Bu
işçiler yılda üç ya da daha fazla ay için tarlada çalışmak üzere kırlara geri
dönerlerdi. Bu türden yarı-köylü işçilerin ağırlıkla çalıştığı işkolları ise
inşaat, tütün, gıda ve çeşitli türden madenlerdi. Zonguldak'ta bugün dahi
süregelen münavebe sistemi bu tip bir işçileşmenin canlı örneğidir. Yukarıdaki
iş kollarının o dönem işçi sınıfının istihdamında ağırlıklı bir yer teşkil
ettiği de düşünülecek olursa, bu tip yarı-köylü özelliğe sahip unsurların işçi
sınıfının küçümsenmeyecek bir bölümünü oluşturdukları söylenebilir. Bu dönem
şehirde çalışan işçilerin %40'ı genellikle yılın küçük bir döneminde işçilik
yapmaktadır (Snurov ve Rosaliyev, 1976: 206).
1960'lı yıllar işçi sınıfı açısından sendikal
örgütlenmenin yaygınlaştığı ve dönem sonuna doğru DlSK'in kuruluşuyla klasik
devlet sendikacılığından kopuşun yaşandığı yıllar olmuştur. Bu konuda kesin
rakamlar bulunmamakla birlikte 1960 tarihinde 280 bin civarında olan sendikalı
işçi sayısının 1970 yılına gelindiğinde 4-5 kat artış gösterdiğini söylemek yanıltıcı
bir bilgi olmayacaktır (Tokal, 1997: 109; Kanar, tarihsiz: 103; Güzel, 1983:
1868). Bu dönem içerisinde işçi eylemlerinde büyük bir artış olduğu da
gözlenmektedir. Dönem boyunca 600 civarında işçi eylemi gerçekleştirilmiştir
(Akkaya, 2002: 65-70). Greve çıkan işçi sayısı dönem boyunca 120 bin civarına
ulaşmış ve 1963'te 19.719 olan grevde kaybedilen işgünü sayısı 1969'da 357.799
olmuştur (Yazgan, 1982: 102). Dönem sonuna doğru bu eylemlerde çatışmacı
özelliklerin daha belirgin bir hale gelmeye başladığı ve direniş, işgal gibi
yöntemlere daha sık başvurulmaya başlandığı görülmektedir (Akkaya, 2002:
65-70). işçi sınıfı bu mücadele içerisinde nasıl bir güce sahip olduğunu
görebilmiş, kendi gücünün farkına varmaya başlamıştır. Mücadele pratiği işçi
sınıfına hem kendisi hem de diğer sınıflar ve devlet hakkında küçümsenmeyecek
bir eğitim sağlamıştır, işçi sınıfı içinde ayrı bir sınıf olma bilinci ilk kez
bu dönemde derinleşmiş ve kitlesel bir bilinç durumuna dönüşmeye başlamıştır.
7- Siyasi iktidarlar Tarafından "Devlet
Sendikacılığı" Aracılığıyla Daha En Baştan işçilerin Bağımsız Örgütlenme
Eğilimlerine Set Çekilmeye Çalışılmıştır
İşçi sınıfının oluşum süreci ve gelişim özellikleri
hakkında altı çizilmesi gereken bir başka nokta da, Türkiye burjuvazisinin sınıfa
yönelik izlediği politikalardır. Zira Türkiye burjuvazisinin, bu alanda
başlangıçtan itibaren uluslararası burjuvazinin deneyimlerini gözeten
"sınıf bilinçli" bir yaklaşımı vardır. Emek sürecine ilişkin olarak
gündeme getirilen politikalar, Kemalist iktidarın kapitalist cumhuriyetin ilk
günlerinde bile sınıf mücadelesinin anlamı, işçi sınıfının gücü konusunda
yeterli bir deneyime sahip olduğunu göstermektedir. Cumhuriyetin ilk yönetici
kuşağı 1908'de başlayan ve giderek de eylem ve örgütlenme alanında politik bir
hüviyet kazanmaya başlayan işçi eylemlerinin yakın tanığı olmuşlardır. Onları
bu konuda "aydınlatan" yalnızca Osmanlı'nın çöküş yıllarında iyice
yaygınlık kazanan işçi eylemleri değildir. Aynı zamanda, 1917'de gerçekleşen ve
bütün dünyayı olduğu gibi Türkiye'yi de yakından etkileyip sarsan Bolşevik
Devriminin canlı hatırası da en az bunun kadar önemli bir etkidir. Kuşkusuz
buna o dönem kıta Avrupa'sını baştan başa sarmış bulunan işçi ayaklanmalarının
etkisini de eklemek gerekir. Bir de Osmanlı Devleti'nin en geleneksel yönetsel
alışkanlıklarından, reflekslerinden birinin her türlü merkezkaç gelişmeden
korkması ve bu eğilimleri en baştan ezmeye, bu olanaklı değilse denetim altına
almaya çalışması olduğu da unutulmamalıdır. Cumhuriyeti kuran kadroların önemli
bölümünün eski devlet yapısı içinden geldiği de anımsanacak olursa, bu
geleneğin de işçi hareketine karşı alman tavırda önemli bir etkisi olduğu
söylenebilir.
Bilindiği gibi uluslararası işçi hareketinin gelişim
sürecinde sendikalar, sınıf mücadelesinin doğrudan ürünü olarak ortaya çıktı.
Bu gelişim sürecinin bir sonucu olarak radikal ve sosyalist hareketlerle yakın
bağlan oldu. Çeşitli değişiklikler yaşanmakla birlikte, sendikalar çok uzun bir
süre boyunca bağımsız mücadele örgütleri olma özelliklerini korudular. Gelişmiş
kapitalist ülkelerde bu durum ancak ikinci Savaş ertesinde kesin bir biçimde
değişti ve bu yıllardan sonra sendikalar içinde sermayenin güdümü ve
yönlendirmesi daha belirleyici hale geldi (Işıklı, 1995). Oysa Avrupa'daki bu gelişimden
farklı olarak Kemalist iktidar, istanbul Umum Amele Birliği gibi daha baştan
kendi güdümünde çeşitli "işçi örgütleri" oluşturmuş, işçileri
buralarda örgüdenme-ye zorlamış, bu yolla da işçi sınıfını denetim altına
almaya çalışmıştır (Gülmez, 1983: 381 ve 389). işçi sınıfının Cumhuriyetin
başlangıç dönemindeki milliyetçi eğilimlerini bu açıdan bir imkâna dönüştüren
Kemalist iktidar, bu işçi örgüderini sınıf içinde Kemalist ideolojinin
eğitiminin yapıldığı üslere dönüştürebilmiş-tir. Kemalist iktidar aynı bilinçle
kendi denetimi dışında hiçbir işçi örgüdenmesine izin vermemiş, bu örgüden
çeşidi yöntemlerle ezmeye, yok etmeye çalışmıştır (Güzel, 1993: 161).
Türkiye işçi sınıfı tarihinde Cumhuriyet öncesi
dönemde de, örneğin 1908 öncesinde ve sonrasında ya da 1914-21 eylemlilikleri
sürecinde bağımsız işçi örgütlerine rastlamak mümkündür. Cumhuriyetten sonra
ise 1924 yılında kurulan Amale Teali Cemiyeti'ni bu türden bağımsız işçi
örgütlenmelerinin ilk örnekleri arasında saymak olanaklıdır. 1940'lı yıllarda ise
-TSEKP (Türkiye Sosyalist Emekçi Köylü Partisi) ve TSP'nin (Türkiye Sosyalist
Partisi) siyasal çalışmalarının da etkisiyle- devletten bağımsız bir dizi yerel
sendika kurulmuştu. Siyasal iktidar bu gelişmeleri işçi hareketinin
bağımsızlaşma eğilimleri hakkında önemli bir sinyal olarak değerlendirdi ve bu
gelişmenin önünü kesmek için bu iki partiyi ve onların çalışmalarının bir ürünü
olarak kurulan bu yerel sendikaları kapattı. Ardından ise 1947 tarihinde bir
sendikalar yasası çıkardı (Güzel, 1982: 290-295). Bu sendikalar yasasının
çıkarılmasını etkileyen bir dizi iç ve dış etmenden söz edilebilir. Ama siyasi
iktidarın bu sendikalar yasasını çıkarmakla temel olarak hedeflediği şey, işçi
hareketinin bağımsızlaşma dinamiğinin önüne geçmektir. Sendikalar yasasında yer
alan grev ve siyaset yasağı bu amaçla doğrudan bağlantılıydı. Yasanın
çıkarılışının hemen ardından CHP ve 1949lu yıllara doğru da Demokrat Parti
(DP), kendi uyduları olan çeşitli işçi örgütleri oluşturdular. CHP güdümündeki
istanbul işçi Sendikaları Birliği'nin karşısına 5 Mart 1950'de DP çizgisinde
bir başka işçi örgütü, Hür îşçi Sendikaları Birliği kuruldu. Doğal olarak (!)
her iki örgüt de faaliyetlerini büyük ölçüde "siyaset yasağı"ndan
muaf olarak yürüttüler. Daha sonra bu iki yapı birleşerek istanbul işçi
Sendikaları Birliği'ni kuracaklardır. Bu birliği Türk-lş'in embriyonu saymak
olanaklıdır (Sülker, 1969: 66).
DlSK'in 1967 yılındaki kuruluşuna kadar devletten
bağımsız olarak kurulan sendikal örgütlenmelere rastlamak neredeyse
olanaksızdır. 1952 yılında kurulan Türk-lş, işçi hareketinin devletten
bağımsızlaşma sürecinin bir örgütsel ürünü olmaktan çok, devletin güdümlü işçi
örgütü oluşturma geleneğinin bir ürünü olarak kuruldu. Bu konfederasyon, soğuk
savaş döneminin basıncı altında oluşturulmuş, en erken dönemlerinde ABD
sendi-kacılığıyla yoğun bir ilişki trafiğine sokularak, "terbiye
işlemi"ne tabi tutulmuştur. Soğuk savaş dönemi Amerikan sendikacılığının
temel ilkesi olan antikomünizm Türk-lş'in de temel ilkesi olmuştur. Partiler
üstü sendikacılık anlayışı, devlet güdümünün ve ABD sendikacılığının etkisinin
bir başka göstergesidir. Böylece siyasi iktidar bir devlet sendikası olan
Türk-lş aracılığıyla, gelecekte oluşabilecek bağımsız bir işçi hareketinin
önüne daha o günden güçlü bir barikat örmek istemişti. Türkiye proletaryasının
ana gövdesini oluşturan kamu işçileri, istihdam politikası aracılığıyla siyasal
iktidara bağlanmaya zorlanırken, bir de devlet sendikacılığı ile disipline
edilmiş ve denetim altına alınmış olacaklardı. Türk-lş siyasal iktidarların
kendisinden beklediği bu rolü 1980'li yıllara kadar neredeyse katıksız bir
biçimde uygulamıştır (Koç, 1986). 1980'den sonra uygulamaya başlanan neoliberal
iktisat politikalarının kamu işçilerinin haklarını tasfiyeyi temel amaçlarından
biri olarak görmesi Türk-lş'le siyasal iktidar arasındaki ilişkinin yer yer
çatışmacı bir mahiyet kazanmasına yol açsa da, bu durum, Türk-lş'in
"devlet sendikacılığı" çizgisinde temel bir değişikliğe yol
açmamıştır.
8-
Türkiye işçi Sınıfı
Büyüme Döneminin Çocuğudur
Türkiye işçi sınıfının oluşum sürecinin bir başka
özelliği, gelişimini dünya genelinde ve ülke özelinde nispeten istikrarlı bir
kapitalist büyümenin yaşandığı bir tarihsel kesitte gerçekleştirmiş olmasıdır,
işçi sınıfının niceliksel ve niteliksel planda önemli bir gelişim yaşadığı 1963
- 1971 arası dönemde Türkiye kapitalizminin her yıl ortalama % 9 civarında bir
büyüme trendini yakaladığı görülmektedir (Keyder, 1990a: 63). Bu büyümenin
ithal ikameci politikalar çerçevesinde yaşanıyor olması, işçilerin ücret ve
sosyal hak taleplerine daha esnek bir yaklaşımının ortaya çıkmasını da olanaklı
kılmıştır. Özellikle de kamu kesimi işçileri sert mücadelelere gerek olmaksızın
yaşam koşullarında önemli iyileşmeler sağlamışlardır. 1963-1970 ve 1973-1976 dönemlerinde
işçilerin reel ücretlerinde önemli artışlar yaşanmıştır (Keyder, 1990b: 318).
Bu gelişim işçi sınıfının mücadelesini ve politikleşmesini engellemese bile,
sistemin esneme imkânlarına bağlı olarak bu mücadelenin ve politikleş-menin
ılımlı bir çerçeve içinde tutulabilmesi imkânlarını artırmıştır. Çok daha
önemlisi, siyasi iktidarlar, sınıfın farklı bölümleri karşısında farklı
politikalar uygulayabilmiş, böylece sınıfın bir bütün olarak benzer bir
mücadele ve politikleşme düzeyine ulaşmasını önemli ölçüde
dizginleyebilmişlerdir.
9- İşçi Sınıfının
Ana Gövdesi Kamu Sektöründe
İstihdam Edilmektedir
Türkiye işçi sınıfının ana gövdesini kamu sektöründe
çalışan işçiler oluşturmuştur. Türkiye'de işçi sınıfının ana gövdesi bu anlamda
devlet mülkiyeti üzerinde yükselen "kolektif burjuvazi" ile özel
mülkiyet üzerinde yükselen klasik burjuvaziden daha önce ve daha yoğun bir
ilişki içine girmiştir. Bu durum işçi sınıfının mücadelesinde devlet kavramını
oldukça önemli hale getirmiş ve işçi sınıfının devlete bakışını da önemli ölçüde
belirlemiştir, îşçi sınıfı - devlet ilişkisi, özellikle de kamu sektöründe
çalışan işçiler açısından 1980'li yıllara kadar gayet ılımlı bir ilişki
görünümündedir. Bu durum Türkiye'deki işçi hareketinin gelişim seyri açısından
son derece önemli bir etken olmuştur. Genel olarak bir büyüme dönemi yaşanıyor
olmasıyla ithal ikameci modelin kendi iç mantığı ve olanakları birleşince,
kapitalist devlet işletmelerinde sınıf mücadelesi çok uzun yıllar nispeten geri
ve ılımlı bir çerçevede seyretmiştir, îç pazara dayalı ithal ikameci birikim
modelinin mantığına ve imkânlarına bağlı olarak, iç pazarı canlandırmak
amacıyla devlet üç ret artışı talepleri karşısında daha esnek davranabilmiştir.
Ayrıca kendi denetimindeki Türk-îş'in örgütlenmesi koşuluyla kamu işletmsendikal
örgütlenme girişimleri karşısında çoğu zaman çok sert bir tutum takınmamıştır.
Devleti yönetenler işçilerin Türk-Iş'te örgütlenmesini işçi sınıfını
denetleyebilmenin ve iş uyuşmazlıklarını disipline edebilmenin bir aracı olarak
görmüştür. Ayrıca, kamu işletmelerindeki istihdam politikasının bir sonucu
olarak, bu işletmelere sürekli olarak hükümet partisi yandaşı olanlar işçi
olarak alınmaya çalışılmıştır. Bu etkenler, kapitalist devlet işletmelerinde
çalışan işçilerin sınıf mücadelesinin büyük ölçüde dışında kalmaları ve sınıf
bilinci alanında daha geri bir noktada bulunmaları sonucunu doğurmuştur. Siyasi
iktidarların KiT işçileri ile özel sektör işçileri arasında uyguladığı ayırımcı
politika, işçi sınıfı içinde deneyim ve bilinç düzeyi açısından ciddi eşitsizlik
ve kopukluklar yaratmıştır. Bundan dolayıdır ki, özel kapitalist işletmelerde
çalışan işçiler arasında bağımsız mücadele süreci son derece hızla gelişirken,
devlet işletmesinde çalışan işçiler arasında uzun süre en gerici partiler bile
önemli bir etkinlik alanı bulabilmiştir. Bu tablo ancak 1980'li yıllarda
değişmeye başlamıştır. Geçmişte ithal ikameci modelin motoru olan KiT'ler, bu
yıllardan sonra neo-liberal politikalar açısından motor rolü oynamışlar, bu
türden politikaların sonucunda kamu işçilerinin yaşam ve gelir düzeylerinde
ciddi düşüşler yaşanmıştır. Kamu işçileri açısından o güne kadar daha çok
geçerli olan "baba devlet" imajı, yerini "patron devlet"
imajına terk etmeye başlamıştır. Bu gelişmelerin bir sonucu olarak 1980
öncesinin nispeten suskun kamu işçileri 1987-1991 eylemlilik dalgasının ana
gövdesini oluşturmuş, daha kuvvetli bir ifadeyle, başını çekmiştir.
10- Sağ Partilerle
İşçi Sınıfı ilişkisi Diğer
Ülkelere Göre Daha Güçlü
Olmuştur
Türkiye'de işçi sınıfı ile ilgili yapılacak anlamlı
bir değerlendirme, Türkiye'de sağ partiler-işçi sınıfı ilişkisinin başka
coğrafyalara göre daha kuvvetli ve yakın bir ilişki olduğunu da saptamak
durumundadır, ithal ikameci politikanın uygulandığı tarihsel kesitte Türkiye'de
genellikle sağ partiler hükümet etmişlerdir. Hükümet partilerinin genellikle
sağ sermaye partileri olması, KiT'lere toplumsal bilinç açısından en geri
kesimlerden -hatta 1970'li yıllarda yoğun bir biçimde MHP tabanından da- işçi
devşirmek gibi bir sonuç doğurmuştur (Koç, 1992:279). Böylesi bir tarihi
gelişim, doğal olarak işçi sınıfının bilinçsel şekillenmesini etkilemiş ve
sınıf bilincinin oluşumunda önemli tıkanıklara neden olmuştur,
İthal ikameci birikim modelinin olanakları, işçi
sınıfının yalnızca sağ partiler tarafından işe alınmalarına değil aynı zamanda
bu partilerin hükümet olduğu dönemlerde sert mücadelelere gerek olmaksızın bir
dizi ekonomik ve sosyal hak elde etmelerine yol açmıştır. Bu durum devlet
işletmelerindeki işçilerin sağ siyasal partilerle olan bağlarını
kuvvetlendirmiştir (Koç, 1997: 286 - 288).
Türkiye'de sosyalist partilerin işçi sınıfı ve
sendikalarla bağ kurması zor ve yasak çemberi ile engellenirken, ayrıca
Türkiye'de bir sosyal demokrat akımın şekillenmesi ve bu temelde sendikalarla
bağ kurması ancak 1960'lı yılların sonunda, daha ziyade de 1970'li yıllarda söz
konusu olabilirken, genel olarak devlet ve özel olarak da sağ partiler
sendikalarla hep kuvvetli bir ilişki içinde olmuşlardır, İstanbul Umum Amele
Birliği, İstanbul işçi Sendikaları Birliği, Hür işçi Sendikaları Birliği,
Türk-Iş bu kuvvetli ilişkinin en önemli örgütsel ifadeleridir. Bu ilişki
DlSK'in kuruluşuna kadar egemenliğini neredeyse pürüzsüz biçimde sürdürmüş,
DlSK'in kuruluşuyla büyük bir yara almasına karşın yine de bugünlere kadar
kesintisiz bir biçimde devam etmiştir. DlSK'in kuruluşundan sonra, büyük ölçüde
DlSK'e bir tepki olarak gündeme gelen MlSK ve HAK-IŞ örgütlenmeleri de sağ
siyasal partilerle işçi sendikaları arasındaki ilişkinin bir diğer önemli
boyutunu oluşturmaktadır. Geleneksel olarak sendika-siyasi parti ilişkisine
karşı söylemle-riyle tanınan sağ siyasi partilerin işçi sendikalarıyla bu yakın
ilişkisi, kanaatimizce zengin, ilginç ve bakir bir araştırma alanı olarak
önümüzde durmaktadır.
11-
Türkiye işçi Sınıfının
Sol Siyasal Hareketlerle
ilişkileri Son Derece
Sınırlıdır
Türkiye işçi sınıfı tarihine bakarken gözetilmesi
gereken bir başka önemli nokta da, sosyal demokrasi ve sosyalist hareketlerle
işçi sınıfı ilişkisinin, başta Avrupa işçi hareketi olmak üzere bir dizi
ülkedeki gelişime göre çok daha farklı bir seyir izlemesidir. Pek çok ülkede
işçi sınıfının mücadele tarihi ile sol partilerin oluşum ve gelişim tarihi
paralel ve iç içe bir seyir izlemiş (Abendroth, 1992), böylelikle de işçi
sınıfının pek çok üyesinin zihninde kendi haklarının kazanılması ile sol
partilerin faaliyetleri arasında dolaysız bir bağ kurulmuştur. Oysa
Türkiye'deki gelişim oldukça farklı bir seyir izlemiştir.
Türkiye'de sosyal demokrasi bir siyasal akım olarak
ancak işçi sınıfı hareketi çocukluk dönemini aşıp olgunluk dönemine girmeye
başladığı tarihte ve üstelik Avrupa sosyal demokrasisinin klasik döneminden
oldukça farklı bir kimlikle ortaya çıkmıştır, işçi sınıfı ile az çok bir bağa
sahip olmakla birlikte, hiçbir zaman bir işçi partisi hüviyeti kazanmamış; çok
daha önemlisi böyle bir hüviyet kazanmayı istememiştir de. Türkiye sosyal
demokrasisi, geleneksel devlet partisi olan ve geçmişte işçi sınıfına yönelik
pek çok baskıcı yasa ve uygulamanın sorumluluğunu dolaysız bir biçimde taşıyan
CHP'nin geçirdiği bir iç evrimin sonucu olarak ortaya çıkmış ve oluşumunu ancak
1960'lı yılların sonunda tamamlayabilmiştir. Sosyal demokrasi 1970-80 döneminde
önce Türk-Iş, ardından da DÎSK üzerinden işçi sınıfı ile bağ kurmaya çalışmış
fakat bu çaba hiçbir zaman Avrupa sosyal demokrasisinin tarihinde olduğu gibi
sınıf bilincinin ve mücadelesinin ilerletilmesi perspektifine da-yanmamıştır
(Savran, 1986: 78).
Türkiye sosyalizminin tarihi ise çok eskilere
dayanır, bu tarih neredeyse Türkiye işçi sınıfının ilk oluşum dönemlerine kadar
götürülebilir. Osmanlı döneminde sosyalist hareketlerle işçi sınıfı arasında
yukarıda söz ettiğimiz türden bir iç içelik ve kader birliği mevcutsa da, bu
gelişim Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet rejimi sırasında büyük bir kırılmaya
uğramıştır. Bu tarihten sonra sosyalist hareketlerin, başka tartışmalı konular
bir yana bırakılmak kaydıyla, yine işçi sınıfı merkezli bir politika ve
örgütlenme çabası içinde olduklarını görüyoruz. 1950'li yıllara kadar faaliyet
gösteren sosyalist partilerin bütün güçsüzlüklerine ve eksikliklerine karşın
birer işçi partisi hüviyeti taşıdıkları tartışmasızdır. Fakat bu partiler büyük
bir baskı çemberine alınarak güçsüzleştirilmiş, işçi sınıfının ana gövdesi de
devlet vesayetindeki örgütlenmelerin denetimine alınmıştır. Böylece Kemalist
iktidar iki hareketin birleşmesini büyük ölçüde engelleyebilmiştir. Oysa işçi
sınıfı ile sol hareketin daha yaygın bir bağa sahip olduğu 1960'larda sosyalist
iddialı partiler, politik ve örgütsel dikkatlerini 1950 öncesi harekedere ki
yasla işçi sınıfı üzerine çok daha az yöneltmişlerdir. Bir işçi l partisi
olarak kurulan TiP, kuruluşundan 1968'li yıllara kadar j işçi merkezli
politikadan liberal popülist politikalara doğru istikrarlı bir dönüşüm
yaşarken, solun diğer fraksiyonları daha başlangıçtan itibaren işçi sınıfından
çok daha uzak bir politik örgütsel konumlanışa sahip olmuştur. 1960 sonrası sol
hareketlerin faaliyetlerinde "devrimci" ve "liberal"
versiyonlanyla halkçı siyasetin daha başat bir özellik olduğunu söylemek yan-kş
bir tanımlama olmayacaktır (Aydınoğlu, 1992: 86-132), işçi sınıfını merkeze
almayan sosyalizm anlayışı, 1970'li yıllarda da özü itibariyle bir değişikliğe
uğramayacaktır. Türkiye'deki sosyalist hareketler kalıcı şekillenmelerini
1960'lı yıllarda, yani sosyalist ülkelerde statükocu bir çizginin, Avrupa'daki
işçi hareketinde reformculaşmanın, ulusal halkçı hareketlerde ise canlanmanın
yaşandığı bir tarihsel konjonktürde gerçekleştirmişlerdir. Bu durum ise Türkiye
solunu, işçi sınıfını eksen almayan halkçı devrimcilik ile uzlaşmacı bir işçi
politikası anlayışının etkilerine açık hale getirmiştir. Ülke koşullarının da
bu durumu beslemesi, bir başka ifadeyle, bu dönemlerdeki işçi hareketinin,
eylemlilik düzeyi olarak sınıf dışı kesimlerdeki hareketlenmenin gölgesinde
kalmış olması nedeniyle geleneksel sol hareketin sınıfa ilgisi, bir iki
istisnasıyla, son derece sınırlı olmuştur. Tahmin edilebileceği gibi bu sınırlı
ilginin ideolojik içeriği de hayli tartışmalıdır. Bütün bu sınırlı ilgiye karşın
1960'k yıllarda TiP, 1970'li yıllarda ise TKP işçi sınıfı içinde küçümsenemez
bir kuvvet elde etmişler, fakat bu kuvvet, sosyalist hareketle işçi sınıfının
birliğinin kalıcılaşması ve gelenekselleşmesi sonucunu doğuracak bir niteliğe
ve niceliğe sahip olamamıştır.
12. Türkiye
işçi Sınıfında Nispeten Zayıf Olmakla Bilikte Bir Siyasal Eylem Geleneği
Oluşmuştur
1923-1960 yılları arasında 140 civarında grev
gerçekleştiğini görüyoruz. Bu grevlerin 1923-1936 yılları arasında yoğunlaştığı
(94 grev), 1936 tarihli iş Kanunu'nda grevlerin yasaklanması ve 2. Dünya Savaşı
nedeniyle bu tarihten sonra belirgin bir biçimde azaldığı görülmektedir
(Akkaya, 2002: 167 ve 172). Şen'in yaptığı grev ve eylem dökümünden kalkarak
1960'lı yıllara kadar olan işçi eylemlerinin genel özelliklerine baktığımızda
eylemlerin ağırlıkla ücret artırımı, ödenmeyen ücret alacaklarının istenmesi,
işten atılan işçilerin geri alınması, iş kazalarının protesto edilmesi gibi
ekonomik sosyal talepler ekseninde geliştiği görülmektedir (Şen, 1993: 41).
Ağustos 1923'te izmir'de incir devşirme işinde çalışan kadın ve erkek işçilerin
ve Temmuz 1924'te istanbul Ortaköy'de tütün depolama işinde çalışan kadın
işçilerin eylemlerinin ana eksenini ise kadın ve erkek işçiler arasında ücret
eşitliğinin sağlanması ve kadın işçilerin çalışma koşullarının düzeltilmesi
gibi nispeten ileri ekonomik-sosyal talepler oluşturmaktaydı (Şen,1993:41-48).
Bu tür eylemlerin en kitlesellerinin ise dönem boyunca birkaç kez kaza
tazminatları ve sağlık koşullarının iyileştirilmesi talebi ekseninde
Zonguldak'ta gerçekleştirilen eylemler olduğunu görüyoruz (Şen, 1993: 41-48).
Dönem boyunca önemsenebilecek nicelikte siyasal
talepli eylemler de gerçekleştirilmiştir. Kimi eylemlerde siyasal talepler
ekonomik taleplerle iç içe geçerken, doğrudan siyasal talepler ekseninde
gelişen eylemlere de rasdanmaktadır. Yabancı sermayeye ait işletmelerde çalışan
işçilerin eylemlerinde genellikle yabancı sermayeye karşıt taleplerin de
formüle edildiği gözlemlenmektedir (Şen, 1993: 41-48). Ne var ki öne sürülen
siyasal talepler dikkate alındığında işçi hareketinin, bilinç düzeyinde hayli
karmaşık etkilerin altında olduğu görülmektedir. Örneğin istanbul Terkos
işçilerinin Ekim 1923 tarihinde gerçekleştirdikleri eylemde
"gayrimüslim" işçilerin işten çıkarılması talebi de yer almaktaydı
(Şen, 1993: 42). Yine 18 Kasım 1923'de gerçekleştirilen Şark Şimendiferi
işçilerinin eyleminde, işletmenin müdürleri "Yunan yanlısı" oldukları
iddiasıyla iktidara şikayet edilmekteydi (Şen, 1993:42). Siyasal talepli
eylemlere bir başka ilginç örnek de izmir Limanı depolama işçilerinin eyleminde
Serbest Fırka'nın kapatılmasının protesto edilmiş olmasıdır (Şen, 1993: 44).
Siyasal nitelikli işçi eylemlerinin önemli bir ağırlığı bu tür karmaşık
özellikler gösterirken, bu dönem zarfında, örneğin 4 Eylül 1949'da gerçekleşen
Mensucat Sanayi işçilerinin eyleminde olduğu gibi, sınırlı «ayıda da olsa daha
arı bir siyasal niteliğe sahip işçi eylemlerine de rastlanmaktadır. Mensucat
işçileri eyleminin amacı işsizliği ve buna neden olan siyasal iktidarı protesto
etmekti (Şen,1993: 46). Bu dönemin siyasal yoğunluğu en yüksek eylemleri olan l
Mayıs gösterilerine ise yüksek bir katılım olduğunu söylemek olanaksızdır (Şen,
1993: 41-48).
İşçi hareketi Cumhuriyet tarihindeki sıçramasını
ancak 1960'lı yıllardan sonra gerçekleştirebilecektir. 1963-1971 tarihleri
arasında 600 civarında işçi eyleminin gerçekleşmiş oldu- f ğu ifade
edilmektedir (Akkaya, 2002: 65-70). 1960'lı yıllarda eylemlerin iki temel
eksende geliştiği görülmektedir, işçiler bir yandan bu eylemlerle ekonomik ve
sosyal haklarını ilerletmeye çalışırlarken, diğer yandan da siyasi iktidarların
ve sermaye çevrelerinin toplu iş sözleşmesi ve grev hakkını fiilen kullanılmaz
hale getirme çabalarına karşı son derece etkili ve kararlı bir mü- j cadele
yürütmektedirler. Genel olarak sendikal örgütlenme hakkının savunulması ve özel
olarak da işçilerin örgütlenmek istedikleri sendikayı özgürce seçebilmelerinin
önündeki fiili engellerin kaldırılması talebi, 1960 sonrası işçi hareketinin en
ayırıcı özelliklerinden biri sayılabilir. Denilebilir ki işçiler, 1960 sonrası
verdikleri mücadelelerle, 27 Mayıs Anayasası ile önü açılan ve 1963 tarihli 274
ve 275 sayılı yasalarda düzenlenen sendikal hakların büyük ölçüde kalıcı
olmasını sağlamışlardır.
Ayrıca bu dönemdeki eylemlerde 27 Mayıs'in estirdiği
rüzgarların da beslediği bir antiemperyalist karakter de söz konusudur. 27
Mayısçıların DP'yi "ülkeyi dış güçlere satmak "la suçlamaları ve
Kemalizmin "Milli Kurtuluşçuluğu"na sahip çıkmaları, özellikle
yabancı sermayeye ait işletmelerdeki işçi eylemlerinde yankısını bulmuştur. Bu
dönemde askeri inşaatlarda, ATAŞ'ta, Morrison-Knudsen Company'de, Goodyear'da
yapılan bir dizi eylemin ana motifi "ülkeyi sömüren yabancı sermaye
tahakkümüne" karşıtlıktı (Güzel, 1993: 311 -328). 1966 yılının başlarında
gerçekleşen ve 85 gün süren Pa-şabahçe grevi, bu dönem işçi hareketinde ayrı
bir önem taşır. Zira Paşabahçe grevi, devlet sendikacılığına tepkinin
simgeleş-tiği bir eylemdir. Bu eylem, bir anlamda 1967'de DlSK'in kurulmasıyla
sonuçlanan sürecin ateşleyicisi olmuştur.
1968-70 dönemi işçi hareketi açısından adı özel
olarak zikredilmesi gereken bir başka eylem de 15-16 Haziran direnişidir.
DlSK'in kapatılmasını engellemek amacıyla gerçekleştirilen ve bölgesel bir
genel grev niteliği taşıyan 15-16 Haziran direnişi bu dönem işçi eylemlerinin
doruk noktasıdır.
1970-1980 döneminde, başını yine özel sektör
işçilerinin çektiği bir dizi işçi eylemi yaşandı. Ekonomik krizin derinleşmesi
ve siyasal krizin sık sık hükümet değişikliklerini zorunlu kılması nedeniyle,
kitlesel işten atılmaların yoğunlaşmasına bağlı olarak, kamu sektöründe çalışan
işçiler de 1970'li yılların ikinci yarısından itibaren hareketlenmeye
başladılar. 1972-1980 arasında 1250 civarında grev eylemi gerçekleştirildi (Akkaya,
2002:75 ve 85). Bu dönemde direniş ve işgal türü eylemlerin de grevler kadar
yaygın bir eylem aracı haline dönüştüğü gözlenmektedir. 1970'li yıllar, aynı
zamanda işçi eylemlerinin daha açık politik biçimler kazanmaya başladığı bir
süreçtir. Bu yıllarda yeniden kutlanmaya başlanan ve her biri aynı zamanda
politik kitle gösterisine dönüşen l Mayıs'lar, DGM'lere karşı yürütülen
mücadele, iTÜ'de öldürülen öğrencilere sahip çıkmak amacıyla gerçekleştirilen
faşizme ihtar eylemleri, Kahramanmaraş katliamını protesto amacıyla yapılan
eylemler bu dönemin önemli politik işçi eylemleriydi. " Açız!" temel
sloganıyla başlayan 1980 sonrası işçi eylemlerinde ise işçiler kısa bir süre de
kendi açlıkları ile 12 Eylül Rejimi ve liberal ANAP iktidarı arasında bir bağ kurarak
12 Eylül ve hükümet karşıtı sloganlar atmaya başladılar (Koç, 1991). Ayrıca
yasal eylem olanaklarının darlığı da harekete kendililiğinden belirli bir
politik karakter kazandırmıştı. Bu dönemin en önemli eylemi olan 1991 tarihli
Zonguldak Madenci direnişinin temel amacının hükümeti düşürmek olması ve bu
eylem sırasında Körfez Sava-şı'na karşıt sloganların atılması sınıf
hareketindeki politikleşme eğiliminin giderek yükseldiğine işaret etmekteydi.
Fakat beklenenin aksine Zonguldak Direnişi 1980 sonrası yükselen işçi eylemleri
dalgasının kırılma ve geri çekilme noktası oldu. Böylece bu dönemin eylemleri
politik karakter bakımından yeteri gelişkinliğe ermeden bir geri çekilme
yaşamak zorunda kaldı.
13- Türkiye işçi Sınıfının Barışçıl-Çatışmacı Mücadele Geleneği Üzerine Bazı Gözlemler
1923-1960 dönemi işçi eylemleriyle ilgili
belirtilmesi önem taşıyan en önemli özelliklerden biri de bu eylemlerin
neredeyse yarıya yakınının taleplerine ulaşmak anlamında başarısızlıkla
sonuçlanmış olmasıdır. Başarısızlıkla sonuçlanan eylemlerin çoğunda siyasi
iktidar tarafından polis ve jandarma gücüyle eyleme sert bir müdahalede
bulunulmasının son derece önemli bir etken olduğu görülüyor. Bu dönemin işçi
eylemlerinde çok sayıda ölüm, yaralanma, yargılanma ve tutuklanma olayına
rastlanıyor olması, 1923-1960 döneminde barışçıl sınırları zorlayan işçi
eylemlerinin dikkate değer bir ağırlık oluşturduğu konusunda önemli bir veri
sayılabilir (Şen, 1993: 41 ve 48).
1960'lı yıllarda, özellikle de bu on yılın son
dönemlerinde, işçi hareketinin eylem geleneğinin şekillenmesi bakımından başka
bazı önemli gelişmelerin de yaşandığına tanık oluyoruz. 1960'lar işçi
hareketinin direniş ve işgal gibi eylem türlerini çok yoğun olarak kullanmaya
başladığı bir dönemdir, ilk kez Derby direnişinde gerçekleştirilen işgal eylemi
1968-70 yılları arasında neredeyse olağan eylem biçimi haline dönüşecektir
(Akkaya, 2002: 65-70). Dönem boyunca 71'i istanbul'da olmak üzere 200'e yakın
grev dışı eylem gerçekleşmiş; bunların bir bölümünü miting, yürüyüş gibi
etkinlikler oluştururken, grev dışı eylemlerin asıl ağırlığını direniş ve işgal
gibi eylemler oluşturmuştur (Akkaya, 2002: 65-70). En önemli işçi eylemleri
arasında yer alan Kavel (1963), Bozkurt Mensucat (1963), Be-rec (1964),
Zonguldak (1965), Petrol Ofisi (1966), Kula Mensucat (1966), Singer (1969),
Türk Demir Döküm (1969) eylemlerinde polis ve jandarma güçleri ile işçiler
arasında oldukça büyük çatışmalar yaşanmıştır. Bu eylemler sırasında çok sayıda
ölümler, yaralanmalar, gözaltı ve tutuklamalar olmuştur (Şen, 1993: 49-80;
Güzel, 1980). Üç kişinin ölümü ile sonuçlanan ve yasadışı bölgesel genel grev
niteliği taşıyan 15-16 Haziran eylemleri ise siyasal iktidarla işçi sınıfının
çatışmacı ilişkileri açısından bu dönemin en önemli örneği durumundadır.
Aynı konuya 1970-80 dönemi açısından bakıldığında,
özellikle 1978 sonrası işçi eylemlerinde pek çok kez güvenlik güçleriyle
çatışmalar yaşandığı görülmektedir. Fabrika işgalleri ve özellikle de
direnişler bu dönemde de işçi hareketinin en tipik eylem biçimleri arasındaydı.
TARiŞ direnişi ise bu eylemlilik sürecinin en son, en büyük ve en etkili
halkası oldu. Yığınsal işten çıkarmalara ve fabrikalardaki "ülkücü
kadrolaşmaya" tepki ile eyleme geçen TARiŞ işçileri uzun bir süre
fabrikayı işgal ettiler. Ama büyük ölçüde örgütsel donanım eksikliği ve
deneyimsizlik yüzünden uzun bir direnişin sonunda yenildiler (Şen, 1993: 151).
1980'li yıllardan sonra gelişen işçi eylemleri ise çok büyük ölçüde
barışçıldır. Bu dönemde çok sık başvurulan grev dışı eylemlerde bile çatışmacı
yöntemler değil, vizite eylemi, oturma eylemi, sakal bırakma eylemi gibi
barışçıl yöntemler kullanılmıştır. Direniş, işgal gibi çatışmacı yöntemlere ise
daha çok, az sayıda işçi çalıştıran küçük işletmelerde başvurulmuştur. Bu
eylemler gerek nicelik olarak gerekse yarattığı etkiler bakımından 1980
sonrasının işçi eylemlerini yönlendirebilecek düzeye ulaşamamıştır.
14- Türkiye İşçi Hareketinde Taban Örgütlenmeleri
Genel Olarak "Yönetici Organ" Olamamışlardır
işçi hareketleri tarihinde, mücadele düzeylerine
bağlı olarak "konsey", “sovyet" vb. adlar verilen ve politik
nitelikler de taşıyan taban örgütlenmeleri olduğu gibi, daha çok ekonomik
amaçlı ve fabrika ölçekli olarak ortaya çıkan "komite" türü taban
örgütlerine de rastlanmaktadır. Türkiye işçi hareketi tarihine bakıldığında ise
yaygın, militan ve politik hareketlere pek rastlanmaz; taban örgütlenmeleri
daha çok "komite" biçimini almıştır ve yerel ölçekle sınırlı
kalmıştır.
1923-1960 dönemi işçi hareketinde, bu alandaki
ampirik veriler sınırlı olmakla birlikte eylemlilik sürecinin ortaya çıkardığı
taban işçi örgütlenmelerinin işçi mücadelesinde önemli roller üstlenmiş
olduğunu düşünmek olanaklıdır. Zira, sözü geçen süreç sendikal örgütlenmelerin
ve grev hakkının önemli ölçüde yasaklandığı, yasak olmadığı dönemlerde de ciddi
ölçüde sınırlandırıldığı bir dönemdir. Bu nedenledir ki bu dönemdeki eylemlerin
örgütlenmesi ve yönlendirilmesinde kurumsallaşmış örgütlerin belirleyici bir
ağırlığa sahip olabilmesi oldukça zordur, 1927 yılında Adana-Nusaybin demiryolu
grevinde grevi yönlendirdikleri gerekçesiyle yargılanan işçilerin, aynı zamanda
grev komitesi türünden bir örgütlenme oluşturmuş bulunmaları da bu açıdan
ilginç bir örnektir (Akkaya, 2002:168). Yine de kesin bir yargı da bulunabilmek
açısından bu alandaki verilerin yeterli hale gelmesini beklemek gerekecektir.
1960-80 dönemi işçi hareketinde de pek çok eylemde
taban örgütlenmelerinin önemli roller üstlendikleri görülmektedir. 1978'li
yıllara kadar mevcut sendikal yapılar bu taban örgütlülükleri üzerinde
inisiyatif sahibi olabilirken, bu tarihten sonraki eylemlerde artan yoğunlukta
taban örgütleri ile sendikaların merkezi yapıları arasında iradi çatışmaların
yaşandığı, fakat mevcut sendikal yapıların aşılamadığı gözlenmektedir.
1987'den sonra yeniden yaygınlaşmaya başlayan bütün
işçi eylemlerinde de değişik türden taban örgütlenmeleri oluşturulduğu ve
bunların eylemin gidişatı üzerinde zaman zaman belirleyici roller
üstlenebildikleri görülmektedir. Dahası bu taban örgütlenmeleri çeşidi
bölgelerde oluşturulan Şubeler Platformu ve özellikle de Kurultay türü daha üst
örgütlenmelerle sendikaların merkez yönetimlerine karşı tabana dayalı
demokratik yönetici alternatifler oluşturmaya çalışmışlar, fakat gerekli
başarıyı elde edememişlerdir. Taban örgütlenmeleri üzerine yaptığımız bu
değerlendirme bu alandaki araştırma ve verilerin sınırlı olması nedeniyle
konuyu bütün boyutlarıyla ve tam olarak inceleme iddiasına dayalı olmaktan çok,
konuya dikkat çekebilmek açısından bir değer taşımaktadır. Bugüne kadar çok ihmal
edilmiş olan bu alan, önemli ölçüde el değmemiş bir araştırma alanı olarak
önümüzde durmaktadır.
15. İşçi Sınıfının Ortak Hafızasında, Sürecin
Özgünlüğü Nedeniyle Kendi Mücadelesiyle Hakların Kazanılması Arasında Dolaysız
Bir illiyet Bağı Oluşmamıştır
Buraya kadar anlatılanların da açık bir biçimde
ortaya koyduğu gibi Türkiye'de işçi sınıfının haklarını elde edişi belli
özgünlükler taşır (Işıklı, 1987:10). Nitekim bu özgünlük nedeniyledir ki,
yıllardır Türkiye'de hakların "yukarıdan mı verildiği, yoksa aşağıdan mı
alındığı" ekseninde yoğun bir tartışma yürütülmektedir. Bu tartışma
yürütüldüğü biçimiyle abartılıdır ve dolayısıyla yanlış bazı sonuçlar
üretebilmektedir. Zira hakların yukarıdan verildiğini iddia eden yaklaşımlar,
sınıf mücadelesinde yılların oluşturduğu birikimi boşa sayan, sadece hakların
somut olarak elde edilmesini önceleyen konjonktürdeki hareketlilik düzeyini
esas alan yaklaşımlardır. Vardıkları sonuç ise, bu süreçte işçi sınıfının
ağırlığını ve birikimini tümüyle devre dışı bırakan bir"ihsan
teorisi"dir. Hakların aşağıdan mücadeleyle alındığı görüşünü savunanlar
ise işçi hareketliliğini abartmakta, böylece hakların elde edilişindeki özgün
süreci yok sayarak yanlış bir zeminde tartışmakta ve sonuçta gerçekleri daha da
anlaşılmaz hale getirmektedirler (Güzel, 1987: 76).
Bizce işçi sınıfının kazanımlarını elde edişinde
yılların sınıf mücadelesiyle oluşmuş birikimin ve söz konusu konjonktürler-deki
sınıf dengelerinin doğrudan etkisi vardır. Siyasi iktidarın, sınıfın
mücadelesinden ve işçiler ve emekçiler içerisinde o anda biriken tepki ve eylem
düzeyinden bağımsız olarak hakları durup dururken "ihsan" etmiş
olduğunu düşünmek doğru bir yaklaşım değildir. Nitekim 27 Mayıs'in ardından
anayasal hakların yasal ifadelerine kavuşturulması talebi ekseninde o dönem
için oldukça yığınsal sayılacak eylemlerin gerçekleşmesi bu bi rikimin
dışavurumu sayılabilir. Ama bu ve benzeri bazı eylemlerin varlığını, elde
edilen hakların işçi mücadelesinin dolaysız bir sonucu olduğu sonucunu çıkarmak
için yeterli saymak, kanaatimizce doğru bir yaklaşım olmayacaktır. Bu
mücadelelerin kapsamı ve içeriği, işçilerin kendi mücadeleleriyle kazandan
haklar arasında bir illiyet bağı kurmalarını sağlayacak boyutlara ulaşmamıştır.
Zira işin özgünlüğü şuradadır ki, bu hakların elde edilmesini önceleyen
günlerde şiddetli bir sınıf mücadelesi yoktur; "haklar", siyasi
iktidarın "sıcak bir çarpışma pratiği" ile geriletilmesinin ertesinde
elde edilmemiştir (Koç, 1987: 32).
Kısacası "haklar"ın elde edilmesi sınıf
mücadelesinin birikimine, mevcut konjonktürlerdeki sınıf dengelerine,
arayışlara ve patlama dinamiklerine dolaysız bağlı olduğu için
"aşağıdan", ama bu birikim henüz padamaya dönüşmeden (ve bunun önünün
kesilmesi perspektifiyle de) verildikleri için "yukarıdan" elde
edilmişlerdir. Bu özgün gelişimi besleyen bir çok etmen vardır. Hakların
alınmasında işçi sınıfının gücü ve işçi mücadelesinin birikimi tek etken
olmamıştır. Bu etmenlerden biri; Türkiye burjuvazisinin gerek kendi, gerekse
uluslararası burjuvazinin deneyimlerine dayanan bir bilinçle hareket
edebilmesidir, ikincisi; işçi haklarının elde edilmesinde aynı zamanda siyasi
iktidar bloğu içindeki çelişki ve çatışmalarında küçümsenemez bir rolü
olmuştur. Üçüncüsü ; iç pazara dayalı sermaye birikim süreci ve bu süreçte
kapitalist ekonominin nispeten istikrarlı bir büyüme grafiği izlemesi de bu tür
politikaları olanaklı kılmıştır. Dördüncü ve son etken olarak, bu dönemin dünya
koşullarının da bu tür gelişmelere uygun ve hatta yer yer teşvik edici olmasını
sayabiliriz.
Nitekim bu özgün gelişme, hakların alınması
konusunda işçi sınıfı içinde küçümsenmemesi gereken bir yanlış bilinçlenmenin
oluşmasına kaynaklık etmiştir, îşçi harekediliğinin kendi mücadelesiyle
dolaysız bir bağı bulunmayan I.Meşrutiyet ve II. Meşrutiyet'in ilanı gibi gelişmelerin
ardından yaygınlaşmaya başlaması, fakat bu nispeten serbest dönemleri Tatil-i
Eşgal Kanunu gibi yasaklayıcı uygulamalar izleyince bu seferde geri çekilip
suskunlaşması; 27 Mayıs'ın hemen ardından 27 Mayıs öncesine göre hayli heybetli
sayılabilecek bazı işçi eylemlerinin gerçekleşmesi; 12 Mart ve 12 Eylül gibi
baskıcı iktidarlar altında suskun kalan işçi sınıfının, çok partili hayata
geçer geçmez eylemlerine de şaşırtıcı bir canlılıkla devam edebilmesi, bu
yanlış bilinçlenmeden bağımsız olarak ele alınıp anlaşılamaz.
Sonuç
Yerine Bazı Hatırlatmalar
Türkiye işçi sınıfının tarihi ele alınırken,
örgütlenme alanında devlet vesayetinin, ekonomik yaşam koşullarını düzeltme
mücadelesinde büyüme döneminin ve ithal ikameciliğin sağladığı esneme olanakları
nedeniyle sert mücadelelere girmemiş olmasının ya da tam olarak mülksüzleşmemiş
olmasının yarattığı sınırlandırıcı özellikleri belirtmek zorunludur. Ancak
Türkiye işçi sınıfının tarihi bunlardan ibaret olmayıp aynı zamanda bir dizi
önemli mücadelenin ve örgütsel deneyimlerin de tarihidir. Ayrıca yukarıdaki
sınırlandırıcı olarak sayılan faktörleri de tek yanlı ele almamak, bunların bir
başka açıdan da geliştirici sonuçlar yaratabildiği gerçeğini göz ardı etmemek
gerekir. Süreç tek yanlı değil karşıt sonuçları barındırabilen diyalektik bir
süreçtir. Örneğin devlet eliyle sendikaların kurulması, Türk- îş'in yukarıdan
oluşturulan bir kurum olması vb. olgular bu yapıların sınıf hareketinin
ilerlemesinden tümüyle bağımsız olduğu sonucunu göstermediği gibi, bu
kurumların yalnızca sınıf hareketine olumsuz etkilerde bulunduğu da iddia
edilemez, îşçi sınıfının örgütlenme deneyimi elde etmesi, grev pratiğinin
eğitiminden geçmesi, sınıf olma bilincinin ilerlemesi bakımından bu
gelişimlerin doğrudan ya da dolaylı olumlu sonuçları da olmuştur. Ya da ithal
ikamecilik koşullarında nispeten hakların kolay elde edilmesi yalnızca ılımlı
bir anlayışın gelişmesine değil, ciddi bir yenilgi ve atomizasyon yaşamadan
örgütlenme ve mücadele alanında önemli bir deneyim biriktiril-mesine de
kaynaklık etmiştir. Herhalde hakların nispeten kolay alınması hiç mücadele
edilmeden alınması anlamına gelmemektedir. Ya da işçi sınıfının kırla bağını
hala koruyor olması köylü fikriyatının işçileşme sürecini sınırlandırması
doğrultusunda sonuç doğurduğu gibi, tersinden işçi fikriyatının köylülere
taşınması sürecini de içinde barındırmaktadır vb...
Biz bu yazıda özellikle Türkiye'de işçi sınıfı
hareketinin nispeten geri bir noktada bulunmasının tarihi ve sosyal nedenlerini
ortaya çıkarmaya çalıştık. Fakat bunu yaparken aynı zamanda bu engelleyici
tarihi ve sosyal nedenlere karşın Türkiye işçi sınıfının kısa sayılabilecek bir
süreçte hiç de küçümsenemeyecek bir eylem ve örgütlenme birikimi elde ettiğini
de vurgulamaya özel bir özen gösterdik. Son dönemlerde Türkiye işçi sınıfı ile
ilgili kaleme alınan yazılarda adeta sınıf kapasitesinden tümüyle yoksun bir
amorf kitle tasvirini andıran değerlendirmelere sıklıkla rastlanır olması
nedeniyle, bizce konunun bu ikinci
boyutunun vurgulanması daha özel bir öneme sahiptir. Bu tür değerlendirmelerde
Türkiye işçi sınıfının haklan elde ediş biçiminin doğurduğu zaaflara ya da kamu
sektöründe çalışan işçilerin pek de mücadele etmeden işçi sınıfının diğer
bölümlerine göre daha ayrıcalıklı bir konum elde etmesinin doğurduğu olumsuz
sonuçlara ilişkin yaklaşımlara özel bir ağırlık tanındığı görülmektedir. Ne var
ki bu değerlendirmelerde Türkiye işçi sınıfının tarih sahnesine geç çıkmış bir
sınıf olması, gelişimini sol hareketlerle pek az temas olanağı bularak ve dünya
genelinde sosyalist hareketlerin ve işçi mücadelelerinin gerilediği bir dönemde
tamamlamış olması, ülkede periyodik olarak yaşanan krizler nedeniyle sınıfın en
ayrıcalıklı kesimlerinin bile sık sık gelir ve yaşam düzeyinde erozyon olması.,
gibi faktörlerin üzerinde yeterince durulmadığı ve bunların üzerinde derinleşme
gereksinimi hissedilmediği görülmektedir. Bu üç önemli etken üzerinde yeteri
derinlikte düşünüldüğünde, Türkiye işçi hareketinin 1960'lı yıllardan sonra,
kısa sayılabilecek bir süreç içinde sınıf bilinci, örgütlenme ve eylem alanında
oldukça önemli sıçramalar gerçekleştirdiğini saptamak daha kolay olacaktır.*
Kaynakça:
Abendroth.VV. (1992) Avrupa işçi Hareketleri Tarihi, İstanbul: Belge.
Akkaya, Y.(2002) "Türkiye'de işçi Sınıfı ve
Sendikacılık -l", Praksis, 5, 131-176.
Akkaya, Y.(2002) "Türkiye'de işçi Sınıfı ve
Sendikacılık- 2", Praksis, 6, 63-101.
Aydınoğlu, E. (1992) Türk Solu, Eleştirel Bir Tarih
Denemesi 1961-1970, istanbul: Belge.
Gülmez, M.(1986) "1936 Öncesinde işçi
Haklan", Ankara: Yol-lş.
Güzel, M.Ş. (1983) "Cumhuriyet Türkiye'sinde
işçi Hareketleri", Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, Cilt 7,
İstanbul: iletişim.
Güzel, M.Ş.
(1993) Türkiye'de işçi Hareketi, istanbul: Sosyalist.
Güzel, M.Ş. (1980) Grev, Grevin Yapısal ve işlevsel
Açıdan incelenmesi, Ankara: Bilimsel.
Işıklı, A. (1987) "Türkiye'de işçi Hareketinin
Batı işçi Hareketi Karşısında Özgünlüğü", ll.Tez, 5.
Kanar, H. (Tarihsiz) Türkiye'de Sınıfların Dünü,
Bugünü,Yarını, Ankara: Doruk.
Karakışla, Y.S. (1998) "Osmanlı Sanayi işçi
Sınıfının Doğuşu", Çuataeıt, D. ve Zürcher, EJ. (der.) Osmanlı'dan
Cumhuriyet Türkiye'sine işçiler, İstanbul: iletişim, 27-55.
Keyder, Ç. (1990a) "Türkiye Demokrasisi'nin
Ekonomi Politiği" Shick, I.C. ve To-nak, E. A. (der.) Geçiş Sürecinde Türkiye,
İstanbul: Belge, 38-76.
Keyder, Ç. (1990b) "iktisadi Gelişme ve
Bunalım", Shick, I.C. ve Tonak, E. A. (der.) Geçiş Sürecinde Türkiye,
istanbul: Belge, 310-326.
Koç, Y. (1986) Türk İş Neden Böyle Nasıl Değişecek?,
İstanbul: Alan.
Koç, Y.
(1987) "İşçi Hakları ve Sendikacılık", ll.Tez, 5: 32-76.
Koç.Y. (1991) İşçi Sınıfı ve Sendikacılık
Hareketinin Güncel Sorunları, istanbul: Ataol.
Koç, Y. (1992) Türkiye işçi Sınıfı Tarihinden
Yapraklar, istanbul: Ataol
Koç, Y. (1997) Sendikal Alanda Güncel Gelişmeler,
Yorumlar
Yorum Gönder