yöneten-yönetilen ayrımı ve üç tarz-ı siyaset


yöneten-yönetilen ayrımı ve üç tarz-ı siyaset
Birgün’ün 29 Ağustos tarihli sayısında “Demokrasi ve üç tarz-ı siyaset” başlıklı yazımızda  Ömer Laçiner’in 3 Ağustos tarihli Radikal 2’de yayımlanan “Devrimci/sosyalist tartışması” başlıklı yazısında yer alan demokrasi ve sol ilişkisine ilişkin iddiaları ele almıştık. Bu yazıda da Laçiner’in aynı yazısındaki yöneten-yönetilen ayrımı ile ilgili savları ele alacağız. Laçiner sözkonusu yazısında  sol-sosyalist çevrelerin siyaset tarzının, diğer siyaset güç odaklarından hiçbir farkı olmadığını, her ikisinin de elitist ve sıradan insanı seyirci gören bir siyaset anlayışına sahip olduğunu iddia ediyor ve  asıl sosyalist siyaset seçeneğinin ise siyasetin  özel yetenek ve güç sahibi seçkinlerce yapılabilecek bir üst faaliyet olarak kodlanmaktan vazgeçilmesiyle ve sıradan insanın siyasetin gerçek öznesi olabilmesi için mücadele edilmesiyle olanaklı hale gelebileceğini söylüyordu.
Yöneten yönetilen ayrımı, örgütlenme ve siyaset
Bu yazımızda bu konuyu, yani politikanın elit işi olmaktan çıkarılıp, ‘sıradan insanın’ özne haline getirilmesi meselesini ele alalım. Gerçekten de bu sorun sosyalist siyasal mücadelenin esaslı meselelerinden birini oluşturmaktadır. Zira sosyalizm eğer doğası gereği eşitlikçi ve özgürlükçü bir dünya tasavvuru ise, ki tartışılmaz biçimde öyledir, nihayetinde kurumsallaşmış yöneten-yönetilen ilişkisini ve bu ilişkinin kültürel/ideolojik izdüşümü olan kulluk, biat, itaat gibi unsurları da sona erdirmeyi mutlak biçimde hedeflemelidir.
Biliniyor ki bütün bunlar yalnızca kapitalizmin değil, binlerce yıllık sınıflı toplum pratiğinin ürünüdürler. Bütün bir sınıflı toplum pratiğinde eğitimde, siyasette, aile de, iş süreçlerinde katı bir hiyerarşi oluşmuş; emredenler ve itaat edenler ayrımı bütün toplumsal alanları sıkıca kuşatarak varlığını sürdürmüştür. Kökleri bu kadar gerilerde ve derinlerde olan yöneten-yönetilen ilişkisinin yarattığı kültür ve davranışsal alışkanlıklar sömürülenler başta olmak üzere bütün toplumun neredeyse genlerine kadar işlemiştir. Sömürü temeli üzerine oturan kapitalizmde de, yöneten-yönetilen ilişkisi varlığını bütün ağırlığı ile sürdürmektedir Kapitalizmin eşitsiz gelişme dinamiği tüm alanlarda olduğu gibi, entelektüel olanaklara kavuşma alanında da işlemekte, toplumun emekçi ve ezilen kesimleri  genel olarak toplumun düşünsel üretim alanından uzak kalmakta ve siyasetin  öznesi olmaktan ziyade, bir seyircisine ve hatta nesnesine dönüşmektedir. Kapitalizm koşullarında  -klasik sömürü ilişkilerinin yanı sıra- yaşanan uzmanlaşma ve profesyonelleşme süreçleri de yöneten-yönetilen ayrımının kaynaklarına dönüşmüştür. Taylorizm, fordizm, post-fordizm gibi iş süreçleri  sömürü ile birlikte bu otorite ilişkilerinin yeniden üretimine de hizmet etmiştir. Eğitimde Ezilenlerin Pedegojisi’nin yazarı Paulo Friere ve Özgür eğitimin yazarı  Joel Spiring,  iş süreçlerinde Braverman, Carchedi, Wright gibi düşünürler işin bu yanına da dikkat çeken önemli çalışmalar yapmışlardır. Dahrendorf gibiler ise Weber ile Marks’ı birleştirmeye çalışarak sınıf ilişkilerinin temelinde sömürünün değil denetim ya da otorite ilişkilerinin bulunduğunu öne sürmüşlerdir. Birazdan ele alacağımız gibi Laçiner’in yaklaşımı bu alanda marksizmin yaklaşımından ziyade, Dahrendof gibilerin yaklaşımına yakın durmaktadır.  
Kapitalizm  “politika”” “bilim” ve “ maddi üretim”  alanlarını birbirinden kopuk ayrı ayrı uzmanlaşmış-profesyonel alanlar haline getirdi… Bütün bu alanlar  birbirinden yalıtıldığı gibi her alanda kendi içine doğru bir uzmanlaşma-profesyonelleşme de -bizzat kapitalizm tarafından ve bizzat liberal burjuvazi marifetiyle- dayatıldı. Bu durum yöneten-yönetilen ayrımının yeni ve modern biçimler altında daha da derinleşmesini sağladı.  Öte yandan da eşitsiz de olsa eni sonu önemli  gelişme dinamikleri üzerinde yükselen bir sistem olması nedeniyle kapitalizm, alttan alta yöneten-yönetilen ilişkisinin ortadan kaldırılmasının sosyal, ekonomik ve siyasi altyapısını da hazırlamaktadır.
Ve fakat, at ve araba ilişkisi ters kurulursa, yani sömürü ve kapitalist uzmanlaşma anlayışını ortadan kaldırmadan yöneten-yönetilen ilişkisinin ortadan kalkacağı savlanırsa ve bin yılların sömürü ilişkilerinin yarattığı yönetsel kültür ve alışkanlıkların -değil sömürü kaldırılmadan önce- sömürü ilişkilerine son verilir verilmez hemen ortadan kalkacağı düşünülürse bu büyük bir teorik, siyasal ve tarihsel yanılgı olur. O vakit yöneten yönetilen ayrımını kaldırmayı çok önemli ve belirleyici görerek çıktığımız bu yolda, elimizde geriye yalnızca bir hayal kırıklığı, bir atalet ve -ironik biçimde- yöneten-yönetilen ayrımının temel kaynağı olan sistemin, yani kapitalizmin savunusu kalır.
Biz bu yazıda yöneten-yönetilen ayrımına ilişkin yaklaşım farklarını bu anlayış temelinde özetlemeye çalışacağız.
Elitist anlayış ve ‘yöneten-yönetilen’ ayrımı
Birinci eğilim, entelektüel alana ve siyaset alanına ulaşabilen sosyalist elitlerin siyasal ve örgütsel marifeti ile iktidarın alınacağını ve böylece işçi ve ezilenlerin kurtarılabileceğini düşünmektedir. Bu yaklaşımda sınıf hareketinin kendisi, örgütün sınıfsal kimliği vb. gibi unsurlar ikincil önemde görülerek, iyi örgütlenmiş bir profesyonel devrimci çekirdek, devrimci sürecin ve sosyalizmin kuruluşunun  adım adım örülmesinde en belirleyici faktör olarak görülmektedir. Dolayısıyla bu yaklaşım, işçi sınıfının çeşitli alt sınıf ittifakları ile bütün bir devrim-değişim sürecinde belirleyici özne olması gerektiği yönündeki sosyalist siyaset ve örgütsel önermesini ilkesel bir önerme olmaktan çıkararak, pragmatist bir saptamaya indirger. Sınıfın öncü olması, bu koşullarda teorik bir kurgu olmaktan öteye gitmeyecek ve pratikte de bu öncülük, ‘entelektüel birikim ve yetenekleri vesilesiyle sınıfın bilincini ve misyonunu en billur haliyle kendi varlıklarında temsil eden’ devrimci elitlerin öncülüğü anlamını taşıyacaktır.
Sosyalist dünya görüşünün alt sınıfların kendilerinin ve bütün toplumun kurtuluşu için aktif mücadeleye geçtiklerinde kendisi için siyasetin merkezine yerleşecekleri, ‘özneleşecekleri’ ve ancak bu temel koşulla sosyalizm mücadelesinin ilkesel ve stratejik, siyasal ve toplumsal anlamda başarılı olabileceği tezi, bu çevrelere göre ‘teorik olarak doğru ama pratik olarak imkansız’ bir tezdir. Bir zamanların çok bilinen sosyalizm muhaliflerinden Milovan Djilas’ın, yine bir zamanlar çok bilinen ve okunan Yeni Sınıf  isimli kitabındaki “işçi sınıfı öncülüğü edebiyatının sosyalist aydınların iktidarı almasını ve kullanmasını sağlayan bir argüman olmaktan öte reel bir değeri olmadığı” şeklinde özetlenebilecek tezi, bu kesimler düşünüldüğünde çok büyük isabet taşımaktadır.
Liberal anlayış ve ‘ o güzel güne kadar burjuvaziyi destekleyelim” !
Ömer Laçiner’in de yeraldığı ikinci eğilim ise  işçilerin ve tüm ezilenlerin bilinçlenerek  ve yatay biçimde - hiyerarşik olmayan tarzda- örgütlenerek harekete geçene kadar sosyalist siyasetin ancak örgüt ve iktidar alanının dışında varlık alanı bulabileceğini düşünmektedir. Peki ya işçilerle-aydınlar arasındaki eşitsiz gelişim, peki ya siyasetin iyi örgütlenmiş uzmanlık alanı haline dönüştüğü kapitalizm koşulları, peki ya siyasal ve ekonomik iktidar gibi, entelektüel iktidarı da elinde tutan egemen sınıfların etkisiyle ve işçi sınıfının kendi içindeki konum farklılıklarından kaynaklanan farklı bilinçlenme düzeyleri vb. vb.  Bunlar nereden kaynaklanıyor ve bunların varlığı koşullarında pürü pak bir sosyalist örgütlenme modeli aramak ve önermek, hem bataklıktan söz edip hem de bataklıktaki gülü tertemiz değil diye beğenmemeye, reddetmemeye benzer. Bu iddialarının pratik politikaya tercüme edilme değeri açısından Laçiner’in bize şu soruları da yanıtlayabilmesi gereklidir: Kapitalizm koşullarında böyle bir örgütlenme anlayışı doğrultusunda  gerçek başarılı modeller üretilmiş midir ve buna karşın birileri de ısrarla kusurlu örgütlenme modelleri ile mi yola devam etmişlerdir?
Laçiner’de bu soruların yanıtı bulunmamaktadır. Laçiner’in bizi bu ideal modellere çağırmasının kaçınılmaz siyasi sonucu, en olumlu anlamda bireysel ahlaki muhalefet düzeyinde bir siyaset, en olumsuz ve en yaygın anlamda ise ne zaman ve nasıl geleceği belli olmayan bir kendiliğindenci sürecin ürünü olarak hiyerarşik ve dikey biçimde örgütlenmeyen yatay bir kitlesel ezilen muhalefeti gelişene kadar burjuva demokrasini geliştireceğine inandığımız hamleleri desteklemekle sınırlı bir siyasal mesaidir. Böyle olduğu içindir ki  Laçiner siyaseti çok önemseyen ama iktidarı odağına almayan –bunu pekala devrim diye de okuyabiliriz- bir siyaset tarzının savunuculuğunu yapmakta ve bu nedenle de kendi devrim anlayışını, mevcut (burjuva) demokrasinin ilerletilmesi doğrultusunda ‘yapılan işlerin çapı, yarattığı etki alanı ,biriktirdiği enerji’ olarak tanımlamaktadır.
Daha öncede vurguladığımız gibi bu eğilim için başat olan sömüren-sömürülen, ezen-ezilen, emek-sermaye gibi ayrımlar değil, otoriterlik ve demokrasi ikilemidir. Bunun örgütsel siyaset bazındaki versiyonu da yöneten-yöneten ikilemidir. Bu ikilemin varlığını sürdürdüğü her akım siyaset anlayışı olarak aynıdır.Yani alt sınıfların haklarını eylemli ve örgütlü biçimde alma bilinci ile aktif siyasetin içine çekilmesini; enternasyonalist bir bakış ve örgütlenmenin yerleştirilmesini; etnik, dinsel, mezhepsel, cinsel vb. tüm ezme ve ezilme ilişkilerine karşı çıkılmasını savunan ve en geniş kitlelerin bu talepler doğrultusunda alanlara, sokaklara, ekonomik ve siyasi grevlere vb. seferberliğini -ve bu anlamda toplumun siyaset alanı dışında bırakılmış  en geniş kitlelerin siyasette özneleşmeleri doğrultusunda en etkili eğitimini- sağlayan sosyalist örgütlenmelerle; örneğin ırkçı, şeriatçı, burjuva örgütlenmeler arasında öze ilişkin hiçbir fark yoktur, bunlara göre. Zira hepsi de “dikey biçimde” örgütlenmektedir ve hepsinde “yöneten-yönetilen” ayrımı vardır. Bu yaklaşım da tıpkı elitist devrimci anlayış gibi, bir devrim sürecinde örgütlenme biçimini bütün bir sürecin en temel belirleyicisi olarak görür. Ama bu kez olumsuz anlamda. Türkiye’de en bilinen ifadesini M.Ali Aybar’ın Leninist parti modeli eleştirisinde bulduğu gibi, yöneten ve yönetilen ayrımına sahip örgütlenme, devrimin yozlaşmasının ve toplumun sosyalist amaçlara yürüyememesinin temel suçlusu ilan edilir.
Üçüncü anlayış: “Siyaset olması gerekenden hareket eden değildir:  olandan olması gerekene ulaşma sanatıdır”
Üçüncü eğilim ise, eşitsiz gelişme gerçekliğini gözeterek ama örgütlenme ve siyaset alanında bu eğilime teslim olmamayı temel bir sorun olarak görerek, örgütün ve siyasetin merkezinde --sınıf dışı elitlerin değil- sınıf üyelerin ağırlığının bulunmasını bir ilkesel sorun olarak görmektedir. Bu bakış açısından hareketle siyasal örgütlenmesinde tüm üyelerinin karar ve eylem süreçlerine katılımını esas alır., Laçiner istese de istemese de sosyalist siyaset  tüm temel eşitsizlikleri olduğu gibi bu eşitsizliği de ortadan kaldırabilmek için ne yazık ki bu koşullarda yapılmak  zorundadır. Bu durum gerçekten de sosyalist siyaset açısından politika ve örgütlenme alanında ciddi bir zorluğa, deformasyon riskine işaret etmektedir. Ama eşitsiz gelişme mutlak değil göreli bir ilişkiye işaret ettiği ve dolayısıyla  gelişme gerçeğini ortadan kaldıran bir olgu olmadığı için, giderek çoğalan sayıda alt sınıf üyesi düne göre entelektüel alana yaklaşmakta ve kendisi için politika yapma olanaklarına kavuşmaktadır. Ayrıca bu aynı süreçte pek çok eğitimli insan da maddi üretim sürecine doğrudan dahil olmak, yani işçileşmek zorunda kalmaktadır. Dolayısıyla bu risk düne göre azalmaktadır ama hala vardır. Ve kapitalizm varoldukça da varolmaya devam edecektir.
Buradaki tercih deformasyona uğramamanın sihirli formülünün bulunmuş olmasından değil, bu riskin varlığına rağmen mücadele edilmesi gerektiği düşüncesinden kaynaklanır. Fakat deformasyonun riskinin varlığı bir örgütün dikey örgütlenmiş olması nedeniyle değil, dikey ve hiyerarşik örgütlenmeyi de zorunlu kılan eksik nesnel koşullar nedeniyledir. Bilindiği gibi toplumsal devrimler, öncesinde ancak izleri olan ve devrim döneminde kendini iyice belli eden yeni topluma ait örgütsel- yönetsel formları da  (komün, konsey, sovyet gibi) ortaya çıkarırlar. Koşullar bu toplumsal devrimin başarısı için yeterli düzeyde ise, bu yeni formlar galebe çalar, değilse eski formlar yeniden egemenlik sağlar ve devrim deforme olur. Dolayısıyla Laçiner’in iddia ettiği gibi, sosyalist deneyimlerin başarısızlığının nedeni devrimci-sosyalist örgütlenmelerin daha devrim öncesinden başlayarak yöneten-yönetilen ayrımını sürdüren tarzda örgütlenmeleri değildir. Devrimin ortaya çıkardığı yeni örgütsel biçimlerin –bilinç faktörü de içinde olmak üzere- yerel ve evrensel koşulların yeterli hale gelememesi nedeniyle  galebe çalamaması ve bunun sonucunda da yöneten-yönetilen ayrımının devrimin ilk dönemlerine göre süreç içinde giderek daha da fazla derinleşmesidir. Unutmamak gerekiyor ki, tarihte hiç bir sosyal devrim yeni toplumun eski toplum içinde adım adım bilinçli inşasıyla oluşmamıştır ve oluşamaz. Biz devrime nasıl olması ve  nasıl örgütlenmesi gerektiğini öğretemeyiz; bilakis bize bunları devrim öğretir. Eğer kafanızdaki ideal demokrasi biçimlerine ve örgüt biçimlerine  göre hayatın akmasını isterseniz, bir süre sonra akmadığını görürsünüz ve/ o zaman geriye  yapılacak tek şey kalır… Mücadeleyi ve iktidarı ertelemek ya da  politikayı -bu ideal biçimlerin geleceği o mutlu güne kadar- liberal demokrasiyi ilerleteceğine inandığınız kesimleri desteklemeye indirgemek ve  giderek de emek/sermaye, sömüren-sömürülen ilişkisini talileştirerek liberal demokrasiyi kendi içinde amaçlaştırmak, politikanın en merkezi sorunu haline getirmek…
Oysa üçüncü seçenek siyasi mücadeleyi ve siyasi iktidara ulaşmayı, ezen-ezilen, yöneten-yönetilen ayrımının,  ekonomik, siyasal, sosyal  ve entellektüel eşitsizliklerin sona ermesinin bir ürünü olarak görmez. Bilakis tüm bunların sona ermesini sağlama hedefi doğrultusunda kullanılacak çok önemli bir araç olarak düşünür. Örneğin Zonguldak’da eyleme en önde katılan, o güne kadar evin ve gelenekselliğin dört duvarı içine sıkışmış bulunan erkek işçilerin eşleri, farkında olmasalar da bu eylem sürecindeki dönüşümlerle yalnızca ekmek mücadelesinin ilerlemesi açısından  değil, aile içinde ki tahakküm ilişkisinin parçalanması açısından da  çok önemli bir birikimin oluşmasına hizmet etmişlerdir. Ya da bir grev çadırında gözcülük yapan, erkek arkadaşları ile birlikte omuz omuza mücadele veren bir işçi kadının bu deneyimi, aile içinden başlayarak tüm toplumsal otorite ilişkilerinin sorgulanması ve aşılması açısından çok önemli bir birikim sağlayacaktır. Ayrıca mücadele eden toplumsal kesimler bu mücadeleleri sırasında kendine has mücadele örgütlenmeleri  ve deneyimleri yaratarak ve yaşayarak, seyreden ve nesneleşen olmaktan çıkıp, müdahil bir özne olmaya doğru da önemli mesafeler kat etmektedirler vb.  Ezilenlerin böylesi mücadele deneyimleri sendika vb. gibi hiyerarşik örgütlenmelerin sınırlarının aşılmasına, bütün iktidar biçimlerine ilişkin itaatkar bakış açısında ciddi çatlamalar oluşmasına, ‘sıradan insan’ olarak siyasete aktif katılımın gerekliliğini görmesine ve hatta gelecek özgür toplumun müjdecisi olabilecek  ilk örgütsel embriyonların oluşumuna katkı sunmasına ve bilinçsel ve deneyimsel bakımdan özne olmaya doğru sıçramalar yapabilmesine kaynaklık edebilmektedir. Yani başlangıçta ne tip bir örgütlenme ile yola çıkıldığı önemli olmakla birlikte belirleyici değildir. Belirleyici olan mücadelenin dinamikleridir ve bu dinamikler ne kadar olgun ve güçlü ise mevcut hiyerarşik örgütlenmelerin dışında, yeni topluma ait örgütlenme biçimleri kaçınılmazca ortaya çıkacak ve inisiyatifi ele geçirebilecektir.
Kısacası politika bizim idealize ettiğimiz ortamlarda değil, koşulların bize izin verdiği sınırlar içerisinde yapılan bir şeydir. Ama  eğer bu politika sosyalist politika ise ideal olanı yitirilmemesi gereken bir ilke, bir ufuk çizgisi olarak görür ve reel politika alanında attığı adımları, bu ufuk çizgisine, bu stratejiye uyumlu hale getirmeye çalışır. Bunu yaparken de bu ideal hedefi belirli örgütsel biçimlerle mutlak biçimde ilişkilendirmez. İktidar hedefinin başarıya ulaşmasının temel olarak nesnel-sınıfsal faktörlerle beslenen dinamiklere bağlı olduğunu ve en uygun örgütlenme-yönetme biçimlerinin de bu dinamiklere bağlı olarak sürecin kendisince ortaya çıkarılacağını bilir.Ve bu bakış yönlendiriciliğinde de iktidar mücadelesini önemser.









Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

PAPAZIN BAĞI: BİR CENNET PARÇASININ HİKAYESİ...

ANKARA’NIN İKİ YÜZYILANA DAMGA VURMUŞ BİR TARİHİ YAPIT: ABİDİNPAŞA KÖŞKÜ

şarap,kadın,şiir...-şiir-