Küreselleşme, İşçi Sınıfı ve Sendikalar


Küreselleşme, İşçi Sınıfı ve Sendikalar 



 I- GİRİŞ
Küreselleşme, bugün üzerinde en çok tartışılan konulardan biridir. Ateşli taraftarları olduğu gibi, katı muhalifleri de mevcuttur. Bunun böyle olması bir yerde normal görülebilir. Zira, toplumların köklü dönüşümler geçirdiği her süreçte bu türden bir saflaşma yaşanmaktadır. Küreselleşmenin siyasal, sosyal ve iktisadi tüm alanlarda çok önemli sonuçları bulunmaktadır. Bu derece geniş bir alanı etkileyen ve tüm bu alanlarda önemli değişimler yaratan bir sürecin sendikal alan üzerinde de önemli etkiler yaratması kaçınılmazdır.
Sendikalar önce tam olarak kavrayamadıkları bu sürece karşı tepkisel bir tutum eçirisinde olmuşlar, fakat, giderek bir yandan süreci anlamaya çaba gösterirlerken, diğer yandan da kendilerini bu yeni gelişen sürece uygun yeni stratejiler geliştirme arayışına girişmişlerdir. Bu çalışmada en genel çizgileriyle de olsa küreselleşmenin sendikal hayat üzerindeki etkileri ve sendikaların yeni strateji arayışları üzerine belirli değerlendirmeler yapılmaya çalışılmıştır.
II- KÜRESELLEŞME KAVRAMI NE İFADE EDİYOR?
Küreselleşme kavramı genel olarak iletişim ve ulaşım teknolojisindeki gelişmelerle paralel olarak dünya yüzeyindeki iktisadi,siyasi,ticari ve kültürel ilişki trafiğindeki yoğunlaşmayı ifade etmek amacıyla kullanılmaktadır.Tüm bu gelişmeler bilginin,siyasal mesajların, finansın ve genel olarak sermayenin enformasyon ağı içerisinde dünyanın bir ucundan diğer ucuna en hızlı şekilde ulaştırılmasını olanaklı hale getirmiştir.
Küreselleşme olarak nitelendirilen olgunun oluşumundaki birinci faktör, iletişim ve ulaşım teknolojisindeki bu gelişmelerdir.Ama yalnızca bu değil. Küreselleşme aynı zamanda milli ve uluslararası ekonomi üzerinde Çok Uluslu Şirketlerin ( ÇUŞ) özel bir ağırlığa sahip hale gelmesiyle de yakından ilgili bir gelişmedir. Dünyanın en büyük 100 ekonomisinden yalnızca 50'sini ulusal, diğerleri ise ÇUŞ'lerdir. Küresel değer üretiminin 3.4 trilyon dolarlık bölümünü, en büyük 100 ÇUŞ denetlemektedir. (George, 1997; 21) Bir anlamda bu gelişme ile bağlantılı olarak Birleşmiş Milletler son yıllarda çok uluslu şirket yerine, uluslararası şirket sözcüğünü kullanmaya başlamıştır. (Selamoğlu, 1998;12) Birleşmiş Milletler'in Centre on Transnational Corporation'ın araştırmaları 1970'li yılların başında 30.000 şubeli 10.000 ÇUŞ olduğunu gösteriyor.Yine Birleşmiş Milletler'in daha yeni tarihli bir araştırmasına göre (World İnvestment Report,1994) 1993'de ÇUŞ'lerin şube sayısı 206.000 yükselmiştir. 1986-90 arasında yılda 37 milyar dolar olan ÇUŞ'lerin sermaye ihracı 1993'de 160 milyar dolara ulaşmıştır. ÇUŞ'lar tüm dünyada 75 milyon gelişmekte olan ülkelerde ise 12 milyon kişiyi istihdam ediyorlar ve bu istihdamın yüzde 75'i de 1985 yılını izleyen dönemde yaratılmıştır.(Yıldızoğlu,1997:15) Demek oluyor ki küreselleşme aynı zamanda ÇUŞ'ların dünya ekonomisinde 1970'li yıllardan itibaren yaşanmaya başlanan krizi aşmak için geliştirdikleri ve tüm milli ekonomilere kabul ettirmeye çalıştıkları bir stratejinin de adıdır.
Aslında belli bir noktadan bakıldığında küreselleşme çok yeni bir olgu da değildir. Zira dünya, ulusal ekonomiler arasındaki ekonomik ve ticari ilişkilerin bu denli yoğun olduğu bir dönemi 1800'lü yılların sonu ve 1900'lü yılların başında da yaşamıştı. İlk bakışta belki bir ölçüde şaşırtıcı gelebilecek olan bir bilgi olarak not etmek gerekiyor ki, küreselleşme kavramının yoğun olarak kullanılmaya başlandığı 1970'li yılların sonunda dünya ticaret hacmi daha yeni 1900'lü yılların başındaki seviyeyi yakalamıştı.Fakat bugünkü küreselleşmeyi, o dönemlerde yaşanan küreselleşmeden ayıran ve bu süreci daha önemli kılan olgu ise, bu yeni süreçteki küreselleşmenin ardında ÇUŞ' olgusunun varlığıdır.
1900'lü yılların başındaki küreselleşmenin önü 1. Dünya Savaşı, 1929 Krizi ve 2. Dünya Savaşı ile kesilmiş oldu. Dünya ekonomisinde bu süreçten sonra, milli ekonomiler içpazara dayalı bir ekonomik gelişme izlemeye başladılar. Dolayısıyla bu tarihten sonra milli ekonomiler arasındaki iktisadi ve ticari ilişkilerde de nispeten bir daralma yaşanmaya başlandı. İç talebin geliştirilmesine dayalı bu büyüme süreci "refah devleti", "sosyal devlet" vb. kavramlarında ortaya çıkmasının temel belirleyicisi oldu. Büyümenin iç talebe bağlı olması, genel olarak alım gücünde bir yükselmenin yaşanmasına yolaçtığı gibi, aynı zamanda başta sendikalar olmak üzere bu amaç doğrultusunda faaliyet yürüten sivil toplum kuruluşlarının gelişip güçlenmesi, etkinliklerini artırması açısından da elverişli bir ortam yarattı.
Ne var ki bu büyüme stratejisi, gelişmiş batı toplumlarında pazarın doyması ile birlikte bir tıkanmayla, giderek de bir krizle karşı karşıya kaldı.Şirketler ürettiklerini satamaz hale geldiler ve kar oranlarında büyük ölçekli düşüşlerle karşı karşıya kaldılar.Bu koşullar altında krizden kurtulmanın, kar oranlarındaki düşüşü engelllemenin yeni yolları aranmaya başlandı.Bu amaç doğrultusunda birbiriyle bağlantılı ve birbirini besleyen kısa vadeli, orta vadeli ve uzun vadeli değişik stratejiler geliştirilmeye başlandı ve bu stratejilerin tümü de "küreselleşme" genel başlığı altında özetlendi
A-BİR KÜRESELLEŞME ALAMETİ: "DEVLETİN KÜÇÜLTÜLMESİ"
Bu stratejilerden ilki "devletin küçültülmesi"ydi. Küreselleşme özel mülkiyetin ve serbest rekabetin her alanda hakim kılınması prensibine dayanıyordu. Bunun anlamı ise devlet mülkiyeti altında işletilen iktisadi kurumların özel mülkiyete devri, yani özelleştirilmesi ve piyasa kurallarına tabi olmayan sosyal amaçlı eğitim, sağlık, sosyal güvenlik vb. hizmet alanlarının da piyasa ilişkileri içerisine sokularak ticarileştirilmesiydi. Devlet bu alanlardan el çekerek harcamalarını kısacağına göre, gelirlerinde de bir azalma olmalı ve özellikle sermaye kesimlerinin vergi yükü azaltmalıydı. Küreselleşmeci stratejiye göre,  devlet elinde topladığı kaynakları yapısı gereği rasyonel kullamadığı için bu kaynakların özel kesim elinde kalması daha akılcıydı. Özel sektör kamu elinde israf edilen bu kaynakları yatırıma yönelterek  ekonomide yeniden bir canlanma yaratabilirdi.
B-GELİŞMEKTE OLAN ÜLKELERE DOĞRU SERMAYE AKIŞI
Küreselleşme stratejisinin ikinci önemli ayağını ise, batı ekonomilerinin yaşadığı durgunluk nedeniyle bu ülkelerde birikmiş ve atıl duran sermayenin gelişmekte olan ülkelere/pazarlara doğru yönlendirilmesi oluşturuyordu. Böylece talep yetersizliğine bağlı olarak yaşanan durgunluktan çıkmak da olanaklı olabilirdi. Zaten gelişmekte olan ülkelerde de sermaye darlığı ve dolayısıyla sermaye talebi mevcut olduğu  için, bu şekilde gelişmekte olan ülkelerle "karşılıklı yarara" dayanan bir  ilişki de kurulmuş olacaktı. Gerçekten de bu süreçten sonra, daha önce ağırlıkla gelişmiş ülkelerin kendi içinde gerçekleşmekte olan sermaye hareketliliği gelişmiş ülkelerden gelişmekte olan ülkelere doğru yön değiştirdi. Gelişmekte olan ülkelere gerek finansal anlamda (sıcak para) gerekse doğrudan yatırım anlamında önemli bir sermaye akışı gerçekleşmeye başladı.
Finansal anlamda bu ülkelere çok büyük oranda krediler açılmaya başlandı.Bu büyüyen "borç ekonomisi" 1980'li yılların başında Meksika'da yaşanan borç krizi ile belli bir dönem duraklama içerisine girse de, bugünlerde hala çok önemli miktarda para sermayesi özellikle de borsalar üzerinden bu ülkelere akmaya devam etmektedir. "Sıcak para" adı da verilen bu finans sermayesi kar oranlarındaki değişime, artan risklere vb. paralel olarak bir gecede bir ülkeden diğerine hareket edebilmekte ve belli ekonomik yararlara yolaçtığı gibi ciddi ekonomik krizlere de sebebiyet verebilmektedir. Nitekim ülkemizde 1994 yılında Meksika'da ve Türkiye'de yaşanan krizin arkasındaki en önemli faktörlerden biri de hızlı bir "sıcak para" kaçışının yaşanmış olmasıydı.
Finansal sermayenin yanısıra gelişmiş ülkelerden azgelişmiş ülkelere doğru bir yatırımcı sermaye akışı da gerçekleşmektedir. Bugün Fransız elektronik şirketi Thomson, Asya ülkelerindeki yatırımlarında Fransa'dakinden üç misli fazla işçi çalıştırmaktadır. İtalyan spor giysisi ve aletleri üreticisi Fila şirketi hemen hemen tüm üretimini Güney Asya'ya kaydırmıştır. Robert Lawrance isimli bir araştırmacıya göre, dış yatırıma yönelen Amerikan şirketleri 1977 ile 1989 tarihleri arasında ABD'de çalıştırdıkları işçi sayısını yüzde 14 azaltmışlardır.( Yıldızoğlu,1977:21)
Honda'nın 1994 cirosunun yüzde 11'i Avrupa'da, yüzde 43'ü Kuzey Amerika'da, yüzde 46'sı dünyanın diğer alanlarında. Sonny'nin 1994 yılı cirosunun yüzde 22'si Avrupa'da, yüzde 3'ü Kuzey Amerika'da, yüzde 47'si dünyanın diğer alanlarında. Alman büyük firmaları Hoechst ve Bayer'in cirosunun yüzde 60'a yakın kısmı Avrupa'da, yüzde 30 kadarı Kuzey Amerika'da, sırasıyla yüzde 12 ve 16'sı dünyanın diğer alanlarında. Coco Cola'nın ve IBM'nin ise Avrupa ciroları yüzde 30 oranında iken, Kuzey Amerika ciroları yüzde 50, geri kalan miktar ise dünyanın diğer alanlarında. (Şenatalar, 1997: 62) Bu rakamlar ÇUŞ'in gelişmekte olan ülkelere doğru sermaye akışını net bir tablosunu sunmaktadır. Fakat yine de bugünkü tablo açısından bakıldığında, ÇUŞ'lerin gelişmekte olan ülkelere yatırımlarının toplam yatırımlarının ancak beşte biri oranında olduğu görülmektedir. (George, 1997: 22)
C-KÜRESELLEŞME, İŞGÜCÜ PİYASALARI VE YENİ ÜRETİM ORGANİZASYONLARI
Küreselleşme stratejisinin üçünçü ayağını da değişen ve istikrarsızlaşan pazar koşullarına uyum sağlamaya yönelik yeni üretim organizasyonlarının yapılandırılması oluşturmaktadır. Kitle üretimine dayalı, standart mal üretme esası üzerinde yükselen Fordist üretim organizasyonları terkedilmeye başlanarak, bunun yerini teknoloji yoğunluğu yüksek esnek üretim organizasyonları almaya başlanmıştır. Uluslararası ekonomide yaşanan krizden Japonya'nın fazlasıyla etkilenmemesi ve diğer gelişmiş  ülkelerde ekonomi durgunluğa sürüklenirken bu ülkedeki iktisadi gelişme sürecinin kesintiye uğramaması,  dikkatlerin bu ülkeye çevrilmesine neden olmuştur. Sonuçta bu ülkenin krize karşı dayanıklılığı bu ülkede ayrı ve esnek bir üretim organizasyonun uygulanıyor olması açıklanmaya çalışılmıştır. Teknolojik alandaki gelişmelerin bu tür bir esnek modeli çok daha kolay uygulanır hale getirmesiyle, bu model diğer ülkelerde de yaygınlaştırılmaya çalışılmış ve bu anlamda dünya da bir tür "Japonizasyon" süreci başlamıştır.(Selamoğlu,1998:68)1960'lardan sonra yaşanan ekonomik sıkıntılar, işletmeleri ani talep değişikliğine uyum sağlama ve rekabet gücünü koruma arayışlarına itmiştir. Yeni üretim organizasyonunun temel özelliği konjonktürel dalgalanmalara karşı koyabilme ve arz-talep dengesindeki dalgalanmalara uyum sağlayabilme yeteneğine sahip olabilmeleridir. Artık ekonomiler kitle üretiminden esnek olarak uzmanlaşmış imalat teknolojisine doğru bir dönüşüm geçirmektedirler. Hem birbirleriyle rekabet eden hem de uzmanlık ve üretim bilgisi alışverişinde işbirliğine giden küçük ve orta boy işletmelerin çoğaldığı görülmektedir.(Başbuğ,1995:107 ve 112) Bu gelişimler piyasanın kendi içindeki özelliklerine göre daha küçük bölümlere ayrılmasına ve her bir piyasa dilimine hitap eden çeşitlilikte ürünler üretilmesine olanak sağlamaktadır.(Yıldızoğlu,1997:24)
D-YENİ BİR ULUSLARARASI İŞBÖLÜMÜ
Küreselleşme sürecinin bir başka ayağını da, bu gelişmeler ekseninde yeni bir uluslararası işbölümünün şekillendirmesi oluşturmaktadır.Yeni teknolojiler üretimin emek yoğun bölümlerinin ayrılmasını kolaylaştırmaktadır. Gelişmiş ülkelerde hizmet üretimi ile teknoloji ve nitelik yoğun bilgi üreten, bilgi teknikleri kullanan esnek üretim türleri ağırlık kazanmaya başlarken, buna karşılık üretimin emek yoğun ya da ileri teknoloji kullansa da teknoloji üretimine dayanmayan bölümleri gelişmekte olan ülkelere kaydırılmaktadır.(Yıldızoğlu,1997:26 ve Birleşik Metal-İş,1997:22) Ya da bir başka ifade ile karlılık oranı yüksek, sosyal ve ekolojik maliyeti düşük ürünler gelişmiş ülkelerde, çevre kirlenmesine yol açan, bu nedenle sosyal ve ekolojik maliyeti yüksek, nispeten düşük karlılığı olan ürünler gelişmekte olan ülkelerde üretilmeye çalışılmaktadır.(Birleşik Metal-İş,1997:22) Bir araştırmaya göre önümüzdeki 5-10 yıl içerisinde  eloktronik haberleşme ağlarına yalnızca ABD'de 100-300 milyar dolar civarında bir yatırım yapılması bekleniyor. Böyle bir harcamayı gelişmiş ülkeler içinde bile ancak birkaç ülke gerçekleştirebilir. Mali olanakları sınırlı hemen tüm gelişmekte olan ülkelerin bu ağın dışında kalması çok büyük bir olasılıktır ve bu takdirde gelişmiş ülkelerle gelişmekte olan ülkeler arasındaki mesafe iyice artacak ve küreselleşme sürecinde de oldukça hiyerarşik ve eşitsiz bir uluslararası ilişkiler sistemi yeralmış olacaktır. (Yıldızoğlu,1997:28)
Bir başka yaklaşıma göre ise küreselleşme sürecinde gelişmekte olan ülkeler ucuz işgücüne sahip olmaları nedeniyle ÇUŞ'leri kendi ülkelerine çekemeyeceklerdir. Zira artık rekabette hammadde ve ucuz emek önemini giderek yitirmektedir. Rekabet tümüyle bilgiye ve teknolojiye bağlı hale gelmektedir. Yalnızca buna ayak uydurabilenler küreselleşme sürecinden de yararlanabileceklerdir. Örneğin son yıllarda Ford'un Brezilya'daki fabrikasını yeniden ABD'ye taşıması ya da geçmişte emeğin ucuz olduğu gerekçesiyle Çin'de dikim işi yapan ve ünlü firmalarla çalışan çizimcilerin bugün yeniden ABD'de üretime yönelmeleri ucuz işgücünün bir değerinin kalmadığının bir göstergesidir. (Yazıcı, 1999: 96) Bu takdirde bilgi ve teknolojiye dayalı rekabete ayak uyduramayacağı kesin olan pek çok gelişmekte olan ülke için küreselleşme karanlık bir gelecek anlamını taşıyacaktır ve bu ülkeler küresel sistemden tümüyle dışlanacaklardır.
III-KÜRESELLEŞMENİN İŞGÜCÜ VE SENDİKALAR ÜZERİNE ETKİLERİ
Küreselleşmenin gerek işgücü gerekse sendikalar üzerinde son derece önemli  etkileri olmaktadır. Küreselleşme süreci ile birlikte "sosyal devlet"e ait pek çok uygulama ve kurumun ortadan kaldırılmakta olduğunu görmekteyiz. İşsizlik Sigortası, Sosyal Güvenlik Kurumları, sağlık ve eğitim kurumlarından ücretsiz yararlanma hakkı, işçiyi koruyucu mevzuatlar vb. bu süreç içerisinde giderek "maziye ait" birer olgu haline dönüştürülmektedir. Hemen tüm ülkelerde gündemde olan özelleştirmelerin temel sonuçlarından biri de işsizliğin ve sendikasızlığın artışı olmaktadır.
ÇUŞ'lerin finansal anlamda ya da yatırımcı olarak gelişmiş ülkelerden gelişmekte olan ülkelere doğru kayması ise gelişmiş ülkelerde işsizliğin artmasına yolaçarken, gelişmekte olan ülkelerde yeni istihdam alanları yaratılmasına kaynaklık edebilmektedir. Fakat ÇUŞ'ler gelişmekte olan ülkelere kendi koşullarını dayatarak gelmektedirler. Bu dayatılan koşullar içerisinde ise "katı çalışma mevzuatlarının esnekleştirilmesi" ve sendikasız çalışma ortamı başta gelmektedir. ÇUŞ'lar üzerine yapılan araştırmalar bu kuruluşların olanaklıysa sendikasız bir üretim ortamını, eğer bu olanaklı değilse, yalnızca işyeri düzeyinde etkinlik gösterecek türden zayıf bir sendikal yapıyı tercih ettiklerini ortaya koymaktadır.(Selamoğlu,1998:228vd.) Nitekim ÇUŞ'lerin yatırımları ile yaratılan 12 milyon kişilik istihdamın büyük bölümü Çin'de, 4 milyonu da çalışma koşulları çok kötü, sendikalarında yasaklı olduğu serbest bölgelerdedir. Fransa kökenli Thomson ÇUŞ'i, yakınlarda kendi taleplerine uygun koşullar olmadığı için 2600 işçinin işine son vererek Malezya'yı terketmiş ve Vietnam'a yerleşmiştir. (George, 1997: 22) Ayrıca ÇUŞ'ler gelişmekte olan ülkelerde yeni istihdam yaratırlarken aynı zamanda bazı işlerin yokolmasına, yani istihdam daralmasına da neden olmaktadırlar.
Küreselleşmenin işgücü ve sendikal hareket üzerinde yarattığı en önemli etkilerden biri de, atipik istihdam biçiminin yaygınlaşmasıdır. Gerek işgücü maliyetini düşürmek, arz-talep dengesindeki dalgalanmalara uyum göstermek ve gerekse de yeni teknolojik gelişmelerin bir gereği olarak standart istihdam biçimleri giderek önemini yitirmekte, istihdam zamansal ve mekansal olarak çok parçalı hale gelmektedir. Part time çalışma, eve iş verme, vardiyalı çalışma, çağrı üzerine çalışma, değişen mesai sistemlerine göre çalışma vb. yöntemlerin yaygınlık kazanması işgücünü kendi içinde çok daha parçalı hale getirmekte ve bu koşullarda sendikal örgütlenmeyi gerçekleştirmek de, korumakta oldukça güçleşmektedir. Aynı zamanda işgücü, kendi içinde nispeten istihdam garantisine, daha iyi bir ücrete ve daha kaliteli bir çalışma ortamına sahip ana firmada istihdam edilen "çekirdek işgücü" ile üretimin tamamlayıcı unsuru olan taşeron firmalarda istihdam garantisi olmadan, düşük ücretle ve kötü koşullarda çalışan "çevre işgücü" olarak bölünmekte ve bu halkanın dışında da geniş işsizler kitlesi yeralmaktadır. Tüm bunlar sendikal örgütlenme alanında oldukça ciddi sorunlara yolaçan gelişmelerdir.
Yeni üretim organizasyonlarında yer alan "takım çalışması" vb. sistemlerde sendikal örgütlenme alanında bazı önemli zorlukları doğurabilmektedir. Zira bu sistemde farklı "takım"larda yer alan işçiler birbirleriyle rekabet etmekte, bu durum ise işçiler arasındaki dayanışma duygusunu, dolayısıyla da birlikte örgütlenme eğilimini zayıflatmaktadır.Dahası bu sistemde takım içinde yer alan bir işçinin yaptığı hatadan tüm takım sorumlu tutulduğu için, aynı takım içindeki işçilerde bile dayanışmayı zedeleyen bir ilişki biçimi gelişebilmektedir.
Yeni üretim organizasyonlarının işgücünü üretim sürecindeki kararlara ortak etme, sorumluluk verme vb. gibi yabancılaşmayı önleyici; kol ve kafa emeğini birleştirici bazı önemli olumlulukları da vardır. Fakat bu karar oluşturma sürecine katılım (kendi içindeki sınırlılıkları bir yana), işgücünün genellikle çok dar bir kesimini oluşturan "çekirdek işgücü" için geçerli bir durumdur. İşgücünün bu kesimi de işverenler tarafından kendilerine tanınan ayrıcalıklar nedeniyle, sorunlarının çözümü için sendikal örgütlenmeye yönelmekten çok işverenle birebir diyalogu geliştirmeye eğilimlidirler. Kısacası bu kesimlerin örgütlenebilmesi ve aktif üye haline getirilebilmesi açısından da sendikalar önemli güçlüklerle yüzyüze kalmaktadırlar.
IV-TÜRKİYE KÜRESELLEŞMENİN NERESİNDE?
Türkiye'de küreselleşme süreci devletin küçültülmesi ve dış pazarlarla bütünleşme anlamında 1980'li yılların başlarından itibaren işlemeye başlamış bir süreçtir. 24 Ocak Kararları ise, bir anlamda bu sürecin başlangıç manifestosu niteliğindedir.Fakat soruna küreselleşme sürecinin diğer boyutu, yani üretim yönetimi ve organizasyonunda değişikliklere yönelinmesi açısından bakıldığında, Türkiye'nin bu sürece ancak 1990'lı yılların başından itibaren iştirak etmeye başladığı görülecektir.
A-24 OCAK, DIŞA AÇILMA VE DEVLETİN KÜÇÜLTÜLMESİ
Türkiye'de 1960'lı yılların başından 1980'li yılların başına kadar uzanan 20 yıllık süreçte "ithal ikameci kalkınma modeli" adı verilen birikim rejimi uygulandı.İthal ikameci adı verilen modelin mantığı özetle şuydu: Dışardan ithal edilen üretim girdileri, içeride mamül ürüne dönüştürülüyor ve temel olarak da iç pazarda tüketime sunuluyordu.Bu model ekonomiyi dış girdiler, yani ara malı, hammadde,makine ve teçhizat alanında dışa bağımlı kılıyordu.Bunların ithali içinse Türkiye'nin elinde önemli bir döviz rezervi bulunması gerekiyordu.Eğer yeterli döviz yoksa,bu girdilerde ithal edilemiyor ve ekonomi durma noktasına geliyor, sarsıcı bir kriz yaşanıyordu.Yeterli bir ihracatta sözkonusu olmadığı için döviz ihtiyacı dış borçlanmayla ve belli ölçülerde de yurdışındaki işçilerin tasarrufuyla sağlanıyordu. 1970'li yıllarda dünya üzerinde yaşanan kriz -ki bir boyutu da uluslararası borç kriziydi- Türkiye'nin döviz kaynaklarının kurumasına, bu da ekonominin derin bir kriz yaşamasına neden oldu. Uluslararası krizin dıştan etkisi ve milli ekonominin içten krizi Türkiye ekonomisinin dışa açılmasını, bir başka ifadeyle küresel sürece dahil olmasını gündeme getirdi.
Türkiye 24 Ocak Kararları ve ardından gelen 12 Eylül rejimi ile yeni bir iktisadi ve siyasi sürecin içerisine girdi. Türkiye artık iç pazara yönelik üretim yapmaktan ziyade ihracata yönelecekler,ihracatlarını artırdıkları ölçüde döviz kaynaklarını da çoğaltarak birikmiş dış borçlarını ödeyecekler, bunu başarabilenler aynı zamanda girdi ithalatı alanında yaşadıkları tıkanıklıkları da aşabileceklerdi. Türkiye artık dış pazarda "kıran kırana" bir rekabet ortamında ayakta kalabilmeyi başarmak, dahası bir takım iktisadi kazançlar elde etmek zorundaydı. Bu ise ancak Türkiye'nin dış pazara ucuz mal sunabilmesiyle olanaklı olacaktı. Diğer maliyet kalemleri üzerinde fazla bir tasaruf imkanı bulunmayan Türkiye açısından bu koşullarda ücret maliyetini asgari sınırlara kadar çekebilmek bir zorunluluk oluyordu. Böylece Türkiye'nin küresel ekonomiye entegre olma çabaları daha başından itibaren  sendikal yaşam üzerinde sarsıcı etkiler yaratmaya başlamıştı.
Türkiye'nin küresel ekonomiye entegre olmaya başlamasının bir diğer önemli göstergesi, bu aynı dönemde, "devleti küçültme" politikalarının da  yürürlüğe girmiş olmasıydı. İç pazara yönelik stratejiden ve dolayısıyla iç talebin geliştirilmesi yaklaşımından vazgeçen Türkiye'de, devletin rolü de zorunlu olarak bir değişime uğramak durumundaydı. Eğer Türkiye uluslararası pazarlarda  rekabet edebilecekse, bu takdirde, devletin o güne kadar hem düzenleyici hem de işveren olarak gelirin yeniden dağılımında ücretliler lehine oynadığı rolü oynaması artık olanaklı olamayacaktı. Dolayısıyla bu işlevi gören kurumlar ve uygulamalar yavaş yavaş etkisizleştirilmeye ve giderek de ortadan kaldırılmaya başlandılar. KİT'lerin özelleştirilmesi gündeme geldi. Kamu kesimindeki istihdam ve ücret politikaları değişmeye başladı. Devletin ücretsiz yürüttüğü kamusal hizmetler önce ücret karşılığı gerçekleştirilmeye başlandı ve ardından da bu hizmet alanların özelleştirilmesi için çalışmalar başlatıldı.
Bu gelişmelerin ilk önemli sonucu sendika-devlet ilişkisin köklü bir değişikliğe uğraması oldu. Kamu kesiminde örgütlü olan ve yıllar boyu rahat bir sendikacılık yapmaya alışmış bulunan Türk-İş, bu tarihten sonra giderek "çatışmacı bir ilişki" içerisine girmeye başladı. 1987 ile 1991 tarihleri arasında kamu kesiminde sendikal tarihin en kapsamlı, yaygın ve uzun süreli eylemleri gerçekleştirildi. Mevcut yasalara göre suç olmasına karşın Türk-İş'e bağlı işçiler kısa aralıklarla iki kez genel grev gerçekleştirdiler. Bu eylemler sonucunda işçiler reel ücret kayıplarını telafi ettikleri gibi  reel ücretlerinde küçük oranlı bir artış da sağladılar. Fakat bu durum uzun sürmedi ve çok geçmeden işverenler geniş ölçüde işten çıkarmalara başvurdular. Ayrıca bu tarihten sonra giderek daha yaygın biçimde  esnek istihdam biçimlerine ve yeni üretim organizasyonlarına  başvurmaya başladılar.
Gelişmiş ülkelerde küreselleşme sürecinin bir ürünü olarak gündeme gelmeye başlayan esnek istihdam biçimlerinin ve yeni üretim organizasyonlarının Türkiye'de ki uygulamalarına gelmeden önce, devletin küçültülmesi politikalarının sendikal alanla ilgili ne tür sonuçlar yarattığına biraz daha yakından bakmak istiyoruz.
1-Özelleştirmenin Sendikal Örgütlenmeye Etkileri
İlk olarak özelleştirme sürecinin sendikal örgütlenme alanında yarattığı sonuçlarla ilgili daha somut bazı veriler aktaralım: Özelleştirme sonucunda işten çıkarmalar ve azalan sendika üyelerine ilişkin Petrol-İş Sendikası tarafından derlenebilen verilere göre, özelleştirme sonucu işten atılma oranı yüzde 68.2, sendikasızlaştırma oranı da yüzde 72'dir. 1997,1998 ve 1999 yıllarında ise özelleştirme nedeniyle  7 bin 935 işçi işten çıkarılmıştır. Çimento fabrikalarında özelleştirme öncesi istihdam 7.102 iken özelleştirmenin ardından bu işçilerin 5.625'i  yani yaklaşık yüzde 74'ü işten çıkarılmıştır. Özelleştirilen 7 ayrı limanda özelleştirme öncesi 345 sendikalı işçi varken, özelleştirme sonrası sendikalı işçi kalmamıştır. Havaş ve Usaş'ta özelleştirme öncesi 3.782 sendikalı işçi varken özelleştirme sonrası bu sayı 857'ye düşmüştür. Sümerbank mağazalarında özelleştirme öncesi 1200 sendikalı işçi varken özelleştirme sonrası bu sayı 20'ye düşmüştür. Bu rakamlar Petlas'da sırasıyla 1140 ve 500 ve İpragaz'da da 269 ve 50'dir.
2-Taşeronlaştırma da Sendikasızlaştırıyor
Artan taşeronlaştırmanın da sendikal örgütlenmeler üzerindeki etkisi benzer nitelikler taşımaktadır. İnşaat kesiminde kamu kesimine iş yapan müteahhitlerin yüzde 85'i, özel kesimde iş yapan müteahhitlerin ise yüzde 94'ü  taşeron çalıştırmaktadır. (Şen,1996:125) Petrol işkolunda yapılan ve 1992 ile 1993'ün ilk altı ayını kapsayan araştırmaya göre, araştırma kapsamına giren işyerlerinde çalışanların yüzde 13.4'ü müteahhit işçisidir. Bu oran petrol alt endüstrisinde yüzde 21'e ulaşmaktadır. Petrol-İş tarafından  yapılan bir araştırmaya göre, 1992 yılında kamu kesimindeki taşeron işçilerin yüzde 3'ü sigortasız ve yalnızca yüzde 9.4'ü sendikalıdır. Özel kesimdeki taşeron işçilerin yaklaşık yüzde 12'si sigortasızken ancak yüzde 5.7'si sendikalıdır. Bu aynı dönem içerisinde kamu kesiminin bir diğer alanı olan belediyelerde de yaygın bir taşeronlaştırma uygulamasına başlandığı bilinmektedir.(Koray,1994:212) Türk-İş Dergisi'nde "Taşeron İşçiliği" başlıklı bir yazıda taşeron işçilerin  kamuda çalışan işçilerin yüzde 18'i civarında olduğu belirtilmektedir. (Türk-İş,1993:48) T.Haber-İş Sendikası'nın bir çalışmasında da toplam çalışanların yüzde 13'ünün taşeron işçisi olduğu ve bunların yüzde 34'ünün sigortasız ve yüzde 98'inin de sendikasız olduğu iddia edilmektedir. (T.Haber-İş,1994:82) Milliyet Gazetesi'nde 03.06.1993 tarihinde yer alan bir haberde ise taşeron işçilerin profili şöyle verilmiştir:
Çalışanlar içindeki payı   %15

Kamu Sektöründe          %17.1
Sigortasız olanlar            %30
Sendikasız olanlar           %98

Özel Sektörde                %7.9
Sigortasız olanlar            %46
Sendikasız olanlar           %98

3-Maksimum Küreselleşme  Minumum Sosyal Güvenlik
Küreselleşme sürecinin bir unsuru olarak gündeme gelen devleti küçültme politikaları etkisini sosyal güvenlik alanında da göstermiştir. Küreselleşme süreci ile beraber sosyal güvenlik minimum düzeyde koruma sağlayan bir sosyal politika aracı haline dönüşmektedir. Bu standartların üzerinde bir korunma sağlanması özel sigorta programları ile bireyin kendi çabasına bırakılmıştır. Bunun yanında sosyal güvenliğin Şili örneğinde olduğu gibi, ülkemizde de özelleştirilmesi gündemde tutulmaktadır. Sosyal güvenlik yardımlarından yararlanma süresinin sınırlandırılması ya da hak kazanma koşullarının zorlaştırılması yoluyla devlet üzerindeki yükün azaltılması, küreselleşme süreciyle beraber hakim olan bakış açısı haline gelmiştir. Sosyal Sigortalar Kurumu'da bu yeni yaklaşımdan kendi payına düşeni almaktadır.(Başbuğ,1995:101)
Nitekim kısa süre önce Sosyal Güvenlik Yasası'nda değişiklik yapan 4447 sayılı yasa ile emeklilik yaşı yükseltilmiş, sosyal güvenlik hakkından yararlanma konusunda yeni sınırlamalar getirilmiş, çalışanların ödemekle yükümlü olduğu prim oranı artırılmış, hizmetlerden yararlanmada yeni ödemeler ya da ödemelerin artırılması gibi yeni yükler getirilmiştir.( Petrol-İş,2000:)
Sendikalar bu uygulamaları engelleyemedikleri ölçüde genel olarak kamuoyunda ve özel olarakda kendi üye tabanlarında güven kaybetmekte ve sendikalarda örgütlü olmak giderek eski anlamını ve değerini yitirmektedir.Ayrıca bu tür kurumların işlevsizleşmesi veya ortadan kalkması sendikaların makro düzeydeki etkinlik alanlarını daraltmakta ve sendikal hareketi sosyal ve siyasal bakımdan da güçsüzleştirmektedir.
B-KÜRESELLEŞME SÜRECİNDE YENİ İŞ ORGANİZASYONLARI VE ESNEK İSTİHDAM SORUNU
Türkiye'de yeni üretim organizasyonlarının ilk uygulanışı 1980'li yılların ikinci yarısına rastlar. Japon modelinin başarısından esinlenerek bu uygulamaları ilk başlatanlar KoçHolding, Sabancı Holding, Şişe Cam A.Ş. gibi büyük özel holdingler ve yanısıra Petkim ve Sümerbank gibi kamu kuruluşları olmuştur. Pınar Süt A.Ş.'de  1986'dan itibaren kendi işletmesinde yeni iş organizasyonlarını yürürlüğe koymuştur.
Fakat bu uygulamaların ve özellikle de esnek istihdam biçimlerinin büyük özel işletmelerde ancak 1990'lı yılların ortalarına doğru yaygınlaşmaya başladığı görülüyor. 1994 ve 1998 krizlerinin ardından ise bu uygulamalarda çok özel bir artış olduğu dikkat çekiyor. Bu durum da gösteriyor ki büyük özel işletmeler artan iş çatışmasını önlemek, krizden daha az etkinlenmek ve özellikle de ücret maliyetyelerindeki yükselişi engellemek gibi kaygılarla bu uygulamalara yönelmektedirler.(Köstekli,2000:845)
İSO 9000 belgesi alınmış olması "yeni üretim organizasyonlarına geçiş" hakkında da önemli bir veri oluşturmaktadır. İlk kez kısa adı ISO (İnternational Organisation for Standardization) olan Uluslararası Standartlar Organizasyonu tarafından, daha sonra da Türkiye'de Türk Standartları Enstitüsü tarafından verilmeye başlanan bu belgeye sahip 2000'in üzerinde işletme ve kurum olduğu tahmin edilmektedir. İşletmeleri ISO 9000 belgesi almaya iten faktörler arasında yüzde 75'lik bir oranla bütünsel kalite yönetimine başlangıç yapmış olmak vardır. Zaten ISO  belgesi alan firmalardan bütünsel kalite yönetimi uygulamayanların oranı yüzde 19'dur. Kalan yüzde 50'lik oran da uygulanma başlatılmış durumda, yüzde 11'lik oran da geçiş aşaması sürmekte ve yüzde 20'lik oranda da uygulama planlama aşamasında bulunmaktadır.(A.g.m.:847) Bu belgenin alınışını  yeni çalışma organizasyonlarına geçiş açısından bir parametre olarak kabul ettiğimizde, bu belgeleri alan işletmeler daha çok otomotiv, metal eşya, kimya, petrol-lastik-plastik gibi emek yoğun alanların yanısıra, bilgisayar, finans ve taşimacılık gibi hizmet sektörlerinde yoğunlaşmaktadır.(MESS,1998:7)
Bu ana sektörlerin yanısıra, ana firmanın getirdiği bir koşul olarak yan sanayilerde de bu üretim organizasyonları yaygınlaşmaktadır. Örneğin beyaz eşya yan sanayinde de "iş mükemmelliği" gibi adlar altında yeni üretim organizasyonları uygulanmaya başlanmaktadır. TÜSİAD'ın yaptığı bir araştırmaya göre araştırma kapsamındaki yan sanayi kuruluşlarının bir kısmında bütünsel kalite yönetimi, kalite çemberleri ve istatiksel süreç kontrolü gibi programlar henüz uygulanırken, firmaların yüzde 80'i istatiksel süreç kontrolü ve yüzde 75'ide kalite çemberleri uyguladıklarını açıklamışlardır. (TÜSİAD,1999:189 ve 191) KOBİ'lere yeni organizasyonların girişi ise biraz daha gecikmeli olmaktadır. (Sadioğlu,1998:213)
Türkiye'de Japon sermayesi ortaklı bir lastik fabrikasında (Brissa) Hacer Ansal ve Şule Necef tarafından yapılan bir araştırmanın sonuçları ise daha farklı bir tablo ortaya koymaktadır.Araştırma sonuçlarına göre yeni üretim organizasyonlarıyla beraber, işçilerin yüzde 90'ı işten atılmayacaklarına inanmaktadırlar.Yüzde 82'si yaptıkları işin sayı ve çeşitlilik olarak arttığını belirtmektedirler. Yüzde 79.3'ü yeni organizasyonla beraber kendilerini sorumluluk sahibi hissetmektedirler. Yüzde 94.3'ü üretim sürecini geliştirmeye yönelik işletmeye öneri götürdüklerini ifade ediyor ve yüzde 79'u işyerine sahip çıkıyor ve işyeri için her türlü fedekarlığı yapmaya hazır olduklarını belirtiyorlar. (Ansal ve Necef,1995:..)
Esnek işgücü kullanımının Türkiye'de 1990'lı yıllardan itibaren çok daha yoğunlaştığını görmekteyiz. Bu tarihlerden sonra esnek istihdam konusu işveren kesimleri tarafından artan bir biçimde TİS görüşmelerinde gündeme getirilmeye başlanmıştır. TİS görüşmelerinde, iş değerlendirilmesi sistemleri, performansa dayalı ücret sistemleri vb. uygulamalar özel sektör işverenleri tarafından sendikalara kabul ettirilmeye çalışılmaktadır. Günümüz özel sektör TİS'leri incelendiğinde, bu metinlerde, bir işçinin birden fazla iş yapabileceği ve işçinin iş yaptığı işyerinin değiştirilebileceği yönünde açık hükümlere yer verilmeye başlandığı görülücektir. Metal, Tekstil ve lastik işkollarında başlayan TİS metinlerine esneklikle ilgili hükümler konulması teklifleri giderek diğer sektörleri de kapsar hale gelmiştir. Esneklik uygulamalarının TİS metinlerinde yer verilmesi talepleri MESS ve Testil İşverenleri Sendikaları tarafından 1996 yılında gündeme getirilmişti. 1999 yılında da ilk kez esneklik uygulamalarına ilişkin talepler kamu kesimi tarafından da TİS masasına getirilmiştir.(Petrol-İş,2000:853ve854)
Türkiye'deki esneklik talep ve uygulamalarını incelediğimizde bunların daha çok ücret ve istihdam alanlarıyla ilgili olduğu görülmektedir. İşveren kesimleri bu tür esneklik uygulamalarıyla ücret maliyetini belli bir düzeyde tutmayı hedeflerlerken, aynı zamanda işçi alımı, çalıştırılması ve çıkarılması alanlarında çok daha serbest hareket etmeyi istemektedirler. Piyasa koşullarındaki değişimlere ayak uydurabilmeleri ve dış pazarlarda rekabet edebilmeleri için bu tür uygulamaların zorunlu olduğunu iddia etmektedirler. Bu talepler gelişmiş ülkelerde gündeme getirilen esneklik taleplerinden çok farklı gözükmemektedir. Fakat Türkiye'deki işgücü piyasasının yapısı incelendiğinde Türkiye'de bu tür esnekliğin sınırına gelindiği ve dolayısıyla ekonomisinin rekabet gücü açısından bu tür esnekliğin çok fazla kalıcı etkisi olmayacağı da daha açık bir biçimde anlaşılacaktır.
Türkiye'deki işgücü yapısı incelendiğinde işgücünün yüzde 45'inin tarımda, yüzde 3'ünün formel sektörde ve yüzde 21'inin de enformel sektörde istihdam edildiği görülecektir. (Şenses,1997:695) Bu şekliyle işgücü piyasası zaten oldukça esnek bir görünüm arzetmektedir. Türkiye'de geniş bir kayıtdışı sektörün varlığı bilinmektedir. Geniş kayıtdışı sektör ve "KOBİ" adı verilen orta ve küçük ölçekli sanayi birimleri, Türkiye işgücü piyasasında önemli ölçüde esneklik sağlayıcı oluşumlar durumundadır.
Dolayısıyla ücret ve istihdama ilişkin esneklik uygulamalarının ana konusu yalnızca toplam işgücü içerisinde küçük bir adacık teşkil eden büyük kamu ve özel sektörde çalışan ve sayıları 500 ila 600 bin civarında olan işgücüdür. Bu sektörler de aslında esneklik uygulamalarından muaf değillerdir. İşlerinin giderek artan bölümünü taşeron ya da fason yöntemleriyle gerçekleştirerek esneklik uygulamalarından yararlanmakta ve işgücü maliyetlerini düşürmektedirler.
Ayrıca Türkiye'de bu sektörler açısından da işgücü esnekliğini sağlayıcı bir dizi  uygulama bulunmaktadır.Taşeronluk, kaçak çalıştırma, geçici işçi, istisna akdi, kapsamdışı personel, özel güvenlik görevlisi, belirli süreli hizmet akdi, kısmi süreli hizmet akdi, part-time çalışma, toplu izin, ücretsiz izin, vardiya sayısının azaltılması ya da çeşitlendirilmesi, performansa dayalı ücret sistemleri, toplam kalite uygulamaları ve kalite çemberleri ya da iş mükemmelliyeti, evde çalışma vb. (Köstekli, 1999:45 ve 46 bu kesimlerin hali hazırda da yararlanabildiği esneklik sağlayıcı uygulamalardır. Nitekim 1989 ile 1996 arasında "yevmiyeli, arizi ve geçici işçiler"de ki artış 1989 100 kabul edilirse1996'da 163 olmuştur. 1989 ve 1995 yıllarında part time çalışanların sayısı 2.566.143'den 5.694.000'e yükselmiştir. (Petrol-İş,1997:310)
Türkiye'de yeni dönemde "esneklik" sağlayıcı bir başka uygulama daha gündeme gelmiştir. Henüz yasal bir dayanağı bulunmamakla beraber, yakın zaman önce ilk kez "özel ücretli işçi büroları" kurulmuştur. SNSM Uluslararası Organizasyonda Danışmanlık Ltd. Ş., Çözüm Yönetim Ekonomi ve Danışma Merkezi, Exspres Personel Servis ve Danışmanlık Ltd. Ş. gibi kuruluşlar "özel istihdam büroları" oluşturmuşlardır. Bu şirketler talepte bulunan şirketlere talep edilen nitelikte ve talep edilen süreyle sınırlı olarak ücretli işçi kiralayacaklardır. Kiralık işçi uygulamasının hem büyük bir esneklik sağlayacağı hem de sendikalaşmayı olumsuz yönde etkileyeceği açıktır. (Koç, 1997: 162)
İşten çıkarmalarla ilgili veriler son derece yetersiz olmasına karşın, yine de Çalışma Bakanlığı'nın verileri üzerinden hareket edildiğinde bile, işe alma ve çıkarma konusunda işverenlerin çok özel bir zorluk çektiklerini söylemek olanaklı gözükmemektedir. İşten atılan ve ayrılan sayıları 1989 ile 1999 yılları arasında her yıl düzenli olarak asgari 800 bin ile azami 1.5 milyon arasında değişmektedir. 500 büyük sanayi kuruluşunda 1990'da 700 bin civrında işçi istihdam edilirken bu sayı 1998'de 585 bin'e gerilemiştir.1994 ve 1998 sonunda başlayan kriz dönemlerinde yoğun işten çıkarılmalar yaşanmıştır. 1994'de işten atılan sendikalı sayısı 114.346 ve 1998'de ise 123.136'dır. Her yıl toplam SSK'lı sayısının neredeyse dörtte biri oranında işten ayrılma ve çıkarılmaların yaşandığı Türkiye'de, istihdam alanında çok katı bir yapının varolduğunu söylemek pek olanaklı görülmemektedir.
Tüm bu veriler Türkiye'de küreselleşme süreciyle beraber gerek iş organizasyonlarında gerekse de esnek istihdam biçimlerinin uygulanmasında bazı önemli değişiklikler yaşanmakta olduğunu, fakat bu değişimlerin henüz sağlıklı bir rotaya oturmuş bulunmaktan uzak olduğunu ortaya koymaktadır. İşçi sendikaları bu değişime hazırlıksız yakalandıkları için politika oluşturmakta gecikmişler, işveren kesimleri ise gerek iş organizasyonlarında gerekse esneklik alanında işin kolayına başvurarak, iş ilişkilerinde daha çatışmacı bir ortamın doğmasına zemin hazırlamışlardır.
Esneklik alanında işveren kesimlerinin uygulamaları ücret ve sayısal esneklik üzerinde daha çok yoğunlaşırken, iş organizasyonunda katılımcı sistemlerin uygulanması ve fonksiyonel esneklik uygulamalarının yaygınlaştırılması noktasında atılan adımlar son derece sınırlı kalmıştır. İşverenler henüz ne işçileri ne de sendikaları işyerinde ve üretim sürecinde bir taraf olarak tanıma ve işyerlerinin sorunlarına ve karar süreçlerine ortak etme düşüncesini içlerine tam olarak sindirememişlerdir. Japon işletme yöntemlerini çağrıştıran uygulamaları yürürlüğe koyan sınırlı sayıda özel kesim işyerinde bile, vasıflı işçiye güven duyulmadığı, bu işçilere yetki ve sorumluluk vermekten çekinildiği görülmektedir. Ayrıca bu yeni üretim organizasyonun bir gereği olan eğitim programlarınında bu işletmelerde oldukça yetersiz bir düzeyde olduğu görülmektedir. (Arslan, 2000: 207) Yakın dönemde yapılan bir başka araştırmada ise, Türkiye'de çok sayıda firmanın yeni üretim organizasyonlarını uygulama yönünde girişimleri olmasına karşın, bu girişimlerin yüzde 80'ninin başarısızlıkla  sonuçlandığı ileri sürülmektedir. (Nişli,1998:263) Bu başarısızlıkta özel kesim işverenleriyle sendikalar arasında geçmişe dayanan köklü olumsuz düşünce ve yargılar muhtemelen çok büyük bir rol oynamaktadır. İşveren kesimleri esneklik uygulamalarını temel olarak ücret maliyetini düşürücü bir araç olarak kabul etmiş ve o çerçevede bir hareket tarzı içerisinde olmuşlardır. Esnek üretimi ve esnek istihdamı bu uygulamaları kolaylaştırıp besleyecek bir teknolojik yenilenme çabasıyla birleştirememişlerdir. Bu durum ise Türkiye sanayinin uluslarararası piyasalarda rekabetini orta vadede riske ettiği gibi, endüstriyel ilişkilerde de çatışmacı bir ortamın güçlenmesine zemin hazırlamaktadır. Türkiye'nin uluslararası rekabette avantajlı hale gelmesi zaten önemli ölçüde esnek sayılabilecek ücret ve istihdam koşullarını daha da esnekleştirmekle değil, "dinamik rekabet" ortamına ayak uyduracak bir teknolojik yenilenmeyi gerçekleştirmekle olanaklı olabilecektir.
Türkiye"de uygulanan ve giderek de yaygınlaşan taşeronluk ve fason üretim olguları da yukarıdaki saptamaları teyid eder bir mahiyet taşımaktadır. Türkiye'deki bu uygulamalar "aktif strateji" ile bağlantılı olmayıp "pasif strateji" özelliklerine sahiptir. "Aktif strateji"de işletmeler arası uzmanlaşma ve işbölümü yoluyla ürün maliyetleri düşürülmeye ve ürün kalitesi yükseltilmeye çalışılırken, "pasif strateji"de aynı iş, iş örgütlenmesi daha zayıf, teknoloji kullanmayan, beceri düzeyi düşük, düşük ücretli, sendikasız ve sosyal güvenlikten yoksun işçilerin çalıştırıldığı küçük ölçekli işletmelere yaptırılarak ücret maliyetleri düşürülmeye çalışılır.(Taymaz,1997:707)
Bu nedenlerle Türkiye'de henüz teknolojik yenilenme ve iş organizasyonları alanında küreselleşme gerçeğinin gerektirdiği bir endüstriyel yeniden yapılanmanın gerçekleştirildiğini söylemek olanaklı gözükmemektedir. Hatta yapım endüstrisinde azalan sabit sermaye yatırımları nedeniyle, yer yer "Acaba Türkiye endüstrileşmekten vaz mı geçti?" sorusu sorulabilmektedir. 1979-1989 döneminde katma değer yüzde 73 oranında artarken brüt yatırımlar endeksi yüzde 67, net yatırımlar endeksi de yüzde 41 oranında düşüş göstermiştir. Genel olarak yatırımlarda görülen düşüşün yanısıra, teknolojiye yönelik yatırımlarda sınırlı kalmaktadır. AR-GE faaliyetleri bakımından da tablo hiç içaçıcı gözükmemektedir. TÜSİAD'ın yaptığı bir araştırmaya göre, Türkiye'de dış rekabet gücü yaratan beş faktör arasında işgücü maliyeti birinci sırayı alırken teknoloji beşinci, yani en son sırada yeralmaktadır. (Koray,1994:227ve228)
V-KÜRESELLEŞME KARŞISINDA SENDİKALAR
Küreselleşmenin sendikal örgütlenme alanında son derece önemli etkiler yaratmakta olduğu geçen süreç içerisinde açık bir biçimde görülmeye başlanmıştır. Ne var ki sendikalar bu yeni sürecin doğurduğu gelişmeleri kavramakta ve ona uygun politikalar geliştirmekte hayli geç kalmış gözüküyorlar.Halihazırda da Türkiye'deki sendikal yapıların küreselleşme alanında net bir görüş ve politikaya sahip olduğunu söylemek olanaklı gözükmüyor. Türk-İş ve Hak-İş bu alandaki belirsizliklerini daha net bir biçimde yansıtırlarken; DİSK, ideolojik yaklaşımla küreselleşme sürecine karşı olduğunu açıklamaktadır. Fakat görünürdeki bu net tutumun arkasına bakıldığında DİSK cephesinde de ciddi bir kafa karışıklığının sürmekte olduğunu saptamak zor olmamaktadır. (Petrol-İş Yıllığı 97-99, 2000: 889 vd.)
Sendikalar cephesindeki belirsizliğin nedenleri arasında, esnekleştirme ve yeni üretim organizasyonları gibi olguların endüstri ilişkileri alanına nispeten yeni ve hızlı bir biçimde girmiş olması önemli faktörlerden bir tanesidir. Bir başka önemli faktör olarak da sendikaların son derece sınırlı sayıda uzman çalıştırmaları ve bilim kuruluşlarıyla çok yakın bir ilişki geliştirmiş olmamaları da sayılabilir. Ayrıca sendikaların bu süreçte özelleştirme, işten çıkarmalar, düşük ücretler vb. gibi daha yakıcı gözüken sorunlar üzerinde yoğunlaşmış bulunmaları, bu alandaki gecikmenin bir diğer nedenidir. Türkiye'nin küreselleşmeyi, devlet-sendika ilişkilerinde gerilimlerin arttığı, özel kesim işverenlerin ise katılımcı ilişkilere adapte olmakta zorlandıkları, bunun yerine sendikaların gücünü kırmaya yönelik uygulamalara eğilim gösterdikleri bir süreç olarak yaşaması da, ayrıca sendikaları tepkici yaklaşımlara sürüklemiş ve yeni gelişmelere yönelik politika oluşturma eğilimlerinden uzaklaştırmıştır. Daha sonraki süreçte ise, henüz tam anlamıyla bir netleşme olmamakla birlikte sendikaların küreselleşme karşısındaki tavırlarının iki ana eğilime göre şekillenmeye başlandığı söylenebilir.
Birinci eğilim, küreselleşmeyi sermayenin bilginin, iletişimin yoğunlaşması olarak kabul etmek ve olumlu bulmakla beraber; bu sürecin nasıl gelişeceğini ÇUŞ'lerin belirlemesine karşı çıkmakta insani, adaletli bir küreselleşme yaşanmasını savunmaktadır. Bu eğilime göre küreselleşme sosyal devleti yok etmemeli, piyasanın kesin ve mutlak hakimiyeti anlamına gelmemeli, aksine "sosyal devletin küreselleşmesi" sonucunu doğurmalıdır. Bunun içinse, kuralsız uluslararası rekabet düzeni yerine, sosyal kaygılarla bir takım sınırlamalar getirilen bir uluslararası rekabet düzeni yerleştirilmelidir. Bunun sağlanması içinse sendikalar üç düzeyde çaba göstermişlerdir. Kendi ülkeler içinde sosyal devlete ait uygulamaların ortadan kaldırılmasından zarar görecek toplumsal kesimlerle işbirliği içerisinde sürecin olanaklı olduğunca sosyalleşmesini sağlamak sendikaların izleyeceği yöntemlerden birisidir. İkinci düzey ise ulusal devletin yerine ÇUŞ'lerin karar verici konuma geçmesini sağlayacak düzenlemelerin engellenmesi için ulusal devlet üzerinde uyarıcı baskı grubu rolü oynamaktır. Üçüncü ve belki de en önemli düzey ise, sendikaların uluslararası düzeyde güçlerini birleştirerek rekabete tüm ülkeleri bağlayacak şekilde uluslararası sosyal sınırlar getirmektir. Bu eğilime sahip sendikalar, ÇUŞ'lerin hegemonyasında ve onların istekleri doğrultusunda gerçekleşen küreselleşmeyi "sosyal bir küreselleşme" haline getirmenin ancak uluslararası düzeyde bir etkinlikle ve orta vadede gerçekleşebileceğini düşünmektedirler. Bunun için sabırlı, uzun soluklu bir strateji oluşturmayı ve öncelikle uluslararası sendikal dayanışmayı geliştirmeyi önlerine görev olarak koyuyorlar. Bu doğrultuda ise, AB bünyesinde oluşturulan Avrupa İşletme Komiteleri (European Works Council) gibi oluşumları bir platform olarak görmekteler ve bu tür platformların yaygınlaştırılmasını savunmaktadırlar.
İkinci eğilim ise, küreselleşmeyi bugün gerçekleştiği biçimiyle somut ve kaçınılmaz bir olgu olarak görüyor. Küreselleşme sürecine açık direnmeyi bir tür "gerçeklik" sayıyor. Ayrıca bu açık direnmenin "milli ekonominin" uluslararası rekabette zayıf duruma düşüreceği endişesini taşıyor. Bu koşullarda yapılması gereken bu sürece uyum sağlayacak yeni yönelimler içine girmektir. Bunu gerçekleştirebilmek içinse makro düzeyde (ulusal-işkolu) sendikacılıktan mikro düzeyde (işyeri-işletme) sendikacılığa geçilmeli; işletmeyi korumaya, işletmenin azgınlaşan rekabette ayakta kalmasının başarılı olmasına dayalı bir strateji benimsenmelidir. Kısaca çatışma anlayışından işyeri düzeyinde işveren-işçi dayanışmasına dayalı bir anlayış geçirilmelidir. Böylece artan rekabet koşullarında işletme ayakta kaldıkça işçiler de işlerini korumuş olacaklar, işyerinin rekabetteki başarısı oranında da kendi refahlarını da artıracaklardır. Mikro düzeydeki bu işbirliği makro düzeyde de sendikaların milli ekonominin uluslararası rekabette başarılı olabilmesi için görev almasına dayalı bir ulusal bir işbirliği anlayışı ile bütünleşmelidir. Bu çerçevede tepkici bir sendikacılıktan işletmenin ve ülkenin rekabetteki başarısı ve başarının meyvelerinin adil bölüşümü için teklif ve öneri geliştiren bir sendikacılık anlayışına geçilmesi gerekmektedir. Dolayısıyla sendikalar işyerini öne çıkaran ademi merkeziyetçi bir yapılanmaya başlamalı, çatışma yerine diyaloğu-uzlaşmayı öne çıkarmalı, ücret merkezli ve toplumsal talep eksenli bir anlayıştan işçilerin bireysel düzeydeki çok çeşitli taleplerini karşılamaya yönelik "popüler hizmet sendikacılığı"na doğru bir dönüşüm yaşamalıdırlar. (Yazıcı, 1999: 117 vd.)
Küreselleşmeye ilişkin daha farklı eğilimler de var ama sendikalarda ana eğilimlerin bu biçimde olduğu söylenebilir. Fakat bu eğilimler net olmadığı gibi sendikalar da bu eğilimlere uygun bir yeniden yapılanma çabasında ciddi boyutlara ulaştığını söylemek olanaklı değildir. Bugün sendikaların küreselleşmeye yönelik tepkileri daha çok kendi varlıklarını korumaya çalışmak, çeşitli yollarla üye kaybını azaltmak, esnekleştirme girişimlerine olanaklı olduğunca karşı koymak yönündedir. Fakat net bir projeye sahip olmayan sendikaların bu türden karşı koyuşlarında da yeterince aktif oldukları söylenemez. Küreselleşme karşısında hemen tüm sendikaların güncel planda uygulamaya çalıştığı taktikleri ise şu şekilde sıralamak olanaklı:
* Sendikalar gecikmiş bile olsalar son dönemlerde küreselleşme, yeni yönetim ve iş organizasyonları konularında uluslararası deneyimlere daha yakından izlemeye çaba göstermekte ve buralardan "dersler" çıkarmaya çalışmaktadırlar.
* Gündeme getirilen esnekleştirme uygulamalarının işgücü içerisindeki bölünmeleri derinleştirmesini engellemeye yönelik öneriler ve politikalar geliştirme kaygısındadırlar.
* Değişik konfederasyonlar kendi aralarında daha çok diyalog geliştirmekte, ortak hareket etmeye daha fazla önem vermektedirler.
* Ayrıca toplumun değişik bölümlerini temsil eden farklı sivil toplum kuruluşları ile işbirliğini geliştirmeye çalışmaktadırlar.
* Enformel sektörde örgütlenmeye, taşeron işçilerin sendikalaşmasına yönelik yasal ve fiili girişimleri arttırmaya daha bir özen göstermektedirler. Sendikasızlaştırmaya yol açan istihdam biçimlerine karşı çıkmak, değişik istihdam biçimlerine ancak belirli oranda sendikalaşma koşuluyla onay vermek sendikalarda bugün hakim olan eğilimlerden biridir. Ayrıca sendikalarda işsizlerle daha yakın bir örgütsel temas kurma düşüncesi de giderek yaygınlaşmaktadır.
* Yaşanan süreçte işgüvencesi sendikalar için daha fazla önem kazanmakta, işgüvencesinin arttırılması ve ayrıca etkin bir işsizlik sigortası sendikaların başlıca talepleri haline gelmektedir.
* "Toplam Kalite Yönetimi" gibi üretim organizasyonlarının sendikalara rağmen ve sendikaları dıştalayacak bir biçimde uygulanmaması için gayret sarfetmektedirler. İşletmelerdeki katılıma yönelik bütün mekanizmalarda kurumsal olarak kendi etkinliklerini arttıracak öneriler geliştirmektedirler. Ayrıca yeni üretim organizasyonlarının önemli bir unsuru olan işletme içi eğitimlerde de sendikalar gerek denetleyici gerekse yönlendirici bir işlev üslenmeye çalışmaktadırlar.
VI-SONUÇ
Küreselleşmenin tüm hayat üzerinde olduğu gibi, sendikal hayat üzerinde de önemli etkiler yaratacağı ve önemli değişimleri gündeme getireceği kesindir. Fakat küreselleşme hali hazırda sonuçlanmış değil yeni başlayan bir süreçtir. Ne şekilde sonuçlanacağı, ne tür değişimlere yol açacağı üzerine bir takım projeksiyonlar yapmak olanaklı ise de, kesinlemelerde bulunmak için henüz vakit oldukça erkendir. Oysa bu konuda yapılan tartışmalar, büyük bir çoğunluğu ile sanki küreselleşme son şeklini almış ya da belli bir biçimi alması kesinmiş gibi yürütülmektedir. Bu durum küreselleşme tartışmalarının çok büyük ölçüde ideoloji ve siyaset yüklü tartışmalar olduğuna işaret etmektedir. Dolayısıyla bu tartışmalara çok büyük bir ihtiyatla da yaklaşılması gerekmektedir.
Bu anlamda küreselleşmenin sendikal hayat üzerine etkilerine yönelik tartışmalar bugünkü durumu saptadıkları ölçüde bilimsel, yarına yönelik projeksiyonlarda bulundukları ölçüde bilimsel bakımdan yararlı, fakat kesinlemelerde bulundukları ve çeşitli kurumlara, bu kesinlemeler doğrultusunda hareket etme çağrısında bulundukları ölçüde ideolojik ve taraflıdırlar. Hayat muhtemelen sendikaların küreselleşme sürecinin sonunda karşılaşacakları akibet konusunda bugünden söylenenleri büyük ölçüde yanlışlayacak ve ancak kısmen doğrulayacaktır. Bu yüzden küreselleşme ile birlikte sendikaların öleceğini söylemekte, ancak belli koşulları yerine getirdiği taktirde yaşayabileceğini söylemekte en azından "abartılı" iddialardır.
Küreselleşme süreci son şeklini bir dizi etki ve tepki sürecinden sonra alacaktır. Küreselleşmeye ulus devletler karşı çıkmasın ya da küreselleşmeye sendikalar uyum göstersin demek veya tersinden herkes tümüyle karşı çıksın demek, bir ideolojik-siyasi yaklaşımı gösterir. Fakat bize göre, küreselleşme kendi yarattığı ve yaratması da kaçınılmaz olan tepkilerle birlikte işleyecek bir süreçtir ve zaten en sağlıklı olanı da küreselleşme sürecinin böylesi bir etki tepki döneminin ardından kendi gerçek dengesini, "konsensüs"ünü bulmasıdır. Sendikaların bu sürecin sonundaki akibetleri hakkında bugünden kesin bir yargı belirtmek olanaklı değildir. Fakat bugünden kesin olarak şunu söyleyebiliriz ki, küreselleşmenin yönünü ve son şeklini tayin etmekte önümüzdeki süreç içerisinde sendikalar çok önemli bir rol oynayacaktır.
(Mart- 1998)


KAYNAKÇA:

ANSAL Hacer, NECEF Şule; "Japon Post-Fordizmi ve Türkiye'ye Uygulanması", Petrol-İş 93-94 Yıllığı, 1995.
ARSLAN Hakan; "Küreselleşmenin Emek Üzerindeki İdeolojik Etkileri" Küreselleşme (Der.), Alan Yayıncılık, 2000.
BAŞBUĞ Aydın; "Sosyal Politika ve Endüstriyel İlişkiler Sisteminde Yeni Arayışlar", İkibin'e Beş Kala Dünya ve Türkiye, Türk Metal-İş Yayınları, 1995.
BİRLEŞİK METAL-İŞ; 14. Merkez Genel Kurulu Çalışma Raporu Birleşik Metal-İş Yayınları, 1997.
GEORGE Susan; "Küreselleşme, Güç ve Sendikaların Rolü", Küreselleşmeye Karşı Sosyal Devletin Yeniden Yapılandırılmasında Sendikaların Toplumsal Görevi, Türk Harb-İş Yayınları, 1997.
KOÇ Yıldırım; Sendikal Alanda Güncel Gelişmeler, Demircioğlu Matbaası, 1997.
KORAY Meryem; Değişen Koşullarda Sendikacılık, TÜSES Yayınları, 1994.
KÖSTEKLİ İlyas; "Bütünsel Kalite Yönetiminin İşçi-İşveren Üzerine Etkileri", Petrol-İş 97-99 Yıllığı, 2000.
KÖSTEKLİ İlyas; "Esneklik ve Sendikal Politikalar 1", Türk-İş Dergisi, Ocak-Şubat 1999
MESS, 2000 Yılında ISO, MESS Yayınları, 1998.
NİŞLİ Sertaç; 7. Ulusal Kalite Kongresi-Tebliğler ve Özgeçmişler, TÜSİAD Yayınları, 1998.
SADİOĞLU, Sedat; 7. Ulusal Kalite Kongresi-Tebliğler ve Özgeçmişler, TÜSİAD Yayınları, 1998.
SELAMOĞLU Ahmet; Küreselleşme Sürecinde İnsan Kaynağı, TUHİS Yayınları, 1998.
ŞEN Sebahattin; Taşeronluk ve Endüstriyel İlişkilere Etkisi, Liman-İş Yayınları, 1996.
ŞENATALAR Burhan; "Sendikaların Görevi Küreselleşmeyi İnsanileştirmek" (Konuşmaya Başlık Tarafımızdan Konuldu), Küreselleşmeye Karşı Sosyal Devletin Yeniden Yapılandırılmasında Sendikaların Toplumsal Görevi, Türk Harb-İş Yayınları, 1997.
ŞENSES Fikret; "İşgücü Piyasasında Esneklik Türkiye İçin Geçerli Bir Kavram mı?", Petrol-İş Yıllığı 95-96, 1997
TAYMAZ Eroğlu; "Türkiye'de Fason Üretim", Petrol-İş Yıllığı 95-96, 1997.
T. HABER-İŞ SENDİKASI; Haberleşme Sektöründe Özelleştirme Sorunu, 1994.
TÜRK-İŞ DERGİSİ;  "Taşeron İşçiliği", sayı 281, 1993.
YAZICI Erdinç; Sendikal Hareket ve Yeni Misyon Arayışları, Şeker-İş Yayınları, 1999.
YILDIZOĞLU Ergin; Globalleşme ve Kriz, Alan Yayıncılık, 1996.



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

PAPAZIN BAĞI: BİR CENNET PARÇASININ HİKAYESİ...

ANKARA’NIN İKİ YÜZYILANA DAMGA VURMUŞ BİR TARİHİ YAPIT: ABİDİNPAŞA KÖŞKÜ

şarap,kadın,şiir...-şiir-