TÜRKİYE’DE ENERJİ POLiTiKALARI -BİR BAĞIMLILIK VE PLANSIZLIK TARİHİ-



TÜRKİYE’DE ENERJİ POLiTiKALARI
-BİR BAĞIMLILIK VE PLANSIZLIK TARİHİ-
SUNUŞ

En
erji sektörü ile, özellikle de elektrik enerjisi ile ilgili sorunlar ve bu sorunlara çözüm yolu olarak sunulan özelleştirme, bugün, ülke gündeminin başlıca konularından birini oluşturmaktadır.

Bu çalışmada, enerji sektöründe yaşanan sorunların gerçek kaynaklan teşhis edilmeye çalışılmakta ve çözüm yollarına ilişkin öneriler ortaya konulmaktadır.

Bu çalışmada ayrıca, iddia edilenin aksine, enerji sektöründeki sorunların sektörün kamu mülkiyetinde olmasıyla herhangi bir ilgisi bulunmadığı savunulmakta; sektörün ana sorunlarının birbirini besleyen üç temel nedenden kaynaklandığı, bu nedenlerin ise planlama-koordinasyon eksikliği, sektörde kamusal katma değer yerine kârlılık güdüsünün belirleyici olması ve dışa bağımlılık olduğu saptamasında bulunulmaktadır.

Ayrıca neo-liberal özelleştirmeci anlayışın özelleştirmeyi haklı ve meşru göstermek için ileri sürdüğü gerekçeler enerji-elektrik sektörü özelinde ele alınmakta, bu gerekçelerin gerçekdışı bir mahiyet taşıdığı ortaya konulmaya çalışılmaktadır. Özelleştirmenin sektörün sorunlarını çözmek bir yana, sektördeki plansızlığı daha da derinleştireceği, kâr maksimizasyonu anlayışını sektöre tümüyle hakim kılarak sanayileşmenin ve tüketicilerin aleyhine sonuçlar üreteceği ve dışa bağımlılığı daha da artıracağı gösterilmeye çalışılmaktadır. Uluslararası ve yerli sermayeye ucuz kaynak aktarmak ve sermayeye yeni değerlenme alanları yaratmak dışında hiç bir iktisadi mantığı bulunmayan özelleştirmelerin aynı zamanda bir yağma ve talan biçiminde yürütüldüğü ayrıntılı verilere dayanılarak gösterilmeye çalışılmaktadır.

Bu çalışmada ayrıca kâr güdüsü yerine kamusal katma değeri esas alan ve dışa bağımlılığı asgariye indirmeyi hedefleyen planlı bir enerji politikasıyla, enerji sektörünün sorunlarını ülke ve emekçi çıkarları ekseninde çözmenin mümkün ve gerekli olduğu ortaya konulmaya çalışılarak, bu doğrultuda öneriler geliştirilmektedir.

A) ENERJİ SEKTÖRÜNDEKİ SORUNLARIN GERÇEK KAYNAKLARI NELERDİR

a) Enerjide Planlama Sorunu

T
ürkiye'de enerji alanında yaşanan sorunların en temel kaynaklarından birisi, sektörde başlangıçtan bu yana ciddi bir planlama (plansızlık) sorunu yaşanmasıdır. Planlama alanında yaşanan sorunlar, sektörde süregelen kurumsal parçalanma nedeniyle kurumlar arasında etkili bir koordinasyonun hiç bir zaman gerçekleştirilememiş olmasından kaynaklandığı gibi; kâr güdüsünün basıncı ve dışa bağımlılık nedeniyle, ülkenin sanayileşme ihtiyacı doğrultusunda doğru ve isabetli bir enerji planlaması da yapılamamıştır.

Enerji sektöründe Cumhuriyetin başlangıcından itibaren kurumsal koordinasyon bakımından ciddi sorunlar yaşanmış, bu sorunlar hiç bir zaman etkin bir planlamayı olanaklı kılacak düzeyde çözüme kavuşturulamamıştır.

Cumhuriyetin ilk yıllarında enerji sektörü, o tarihlerde bütün dünyada olduğu gibi, yabancı sermaye ortaklı ve devlet teşvikli özel kuruluşların denetimi altındadır. Bu uygulamanın enerji sektöründeki sorunları çözmemesi, tersine ciddi sorunlara yol açması nedeniyle, 1930'lu yıllarda, sektörde devletleştirme uygulamaları gündeme getirilmiştir. Ne var ki bu tarihlerde gerçekleştirilen devletleştirme de, sektörde etkili bir merkezi planlama uygulamasına yol açmamıştır. Devletleştirilen işletmeler belediyelerin idaresine bırakılmış, bu uygulama sektörün bölgesel olarak parçalanmasına yol açtığı gibi, belediyelerin sektörden elde edilen gelirleri sektöre yeni yatırımlar yapılmasında değil de diğer belediye faaliyetlerinde kullanması, sektör açısından başka yeni sorunlar oluşmasına kaynaklık etmiştir. Buna karşın 1932'den itibaren başlayan devletçilik döneminde bazı önemli kurumsal adımlar da atılmış, bu tarihlerden sonra Elektrik İşleri Etüt İdaresi, Maden Tetkik ve Araştırma Enstitüsü ve Etibank gibi kamu kurumlan elektrik enerjisi faaliyetlerinde önemli duruma gelmişlerdir. Ne var ki bu ilerlemeler de 1937 yılından sonra kesintiye uğramış, 1939 yılından sonra ise, başlayan savaşla birlikte tümüyle sona ermiştir.

1950 sonrasında ise DP ile birlikte, devletçilik terkedilmiş ve özel sermaye elektrik sektörüne yeniden girmiştir. Konuya ülke düzeyinde değil bölgesel olarak yaklaşılmış, Kuzey Batı Anadolu Elektriklendirme T. A .O., Ege Elektrik T. A .O., Çukurova Elektrik A.Ş. ve Kepez Elektrik T. A .Ş. kurularak, özel sermaye katılımlı bu şirketlere büyük ayrıcalıklar verilmiştir. Ne var ki, büyük oranda teşvik edilmelerine rağmen özel sermaye kuruluşları alana yeterince yatırım yapmamış, bu nedenle de bu şirketlerin en büyük ortağı bir devlet kuruluşu olan Etibank olmuştur. Kuzey Batı Anadolu ve Ege Elektrik Şirketleri başarısız olarak daha ilk yıllarda tasfiye olmuş, Çukurova Elektrik A.Ş. ve Kepez Elektrik T.A .Ş. ise ancak devletin aşın desteği ile ayakta kalmayı başarabilmişlerdir.

1950'li yılların sonuna gelindiğinde hâlâ sektörde birbiriyle bağlantısız pek çok aktör bulunmaktadır. Bu tarihlerde elektrik üretim, iletim ve dağıtım işleri belediyeler, ayrıcalıklı şirketler, sınai kuruluşlar ve kamu iktisadi kuruluşları tarafından yürütülmektedir.

1960'lı yıllara doğru sektörün artık tek elden ve planlı bir biçimde yürütülmesi fikri egemen olmaya başlamıştır. Bu fikrin yaygınlaşmasında daha önceki sürecin sektörü iyiden iyiye bir çıkmaza sürüklemesi etkili olmakla birlikte, Avrupa'da yaygınlaşmaya başlayan "tek elden ve planlı" uygulamaların son derece önemli başarılar sağlamış olması da, bu eğilimin oluşmasında önemli bir rol oynamıştır. TEK'in kurulması ve Türkiye'nin tüm elektriklendirme sorunlarının tek bir çatı altında toplanması için çalışmalar başlamış, ilk kez 1959 yılında bu doğrultuda bir kanun tasarısı hazırlanmıştır. Bu tasarının gerekçesi o tarihlerde enerji sektöründeki dağınıklığı ve plansızlığı çok iyi bir biçimde resmetmektedir. Gerekçede söylenenler özetle şunlardır :

"Halihazırda elektrik enerjisi ile ilgili Etüd, Plan, İnşaat, Tesis, İşletme, Bakım, Onarım ve Finansman gibi birbirine bağlı bir sorumluluk altında yürütülmesi icap eden çeşitli işler Elektrik İşleri Etüd İdaresi, Devlet Su İşleri, Etibank, İller Bankası, bütün belediye elektrik işletmeleri, Mahalli Elektrik Birlikleri, Oto Prodüktörler, İmtiyazlı şirketler ve Köy İşleri Bakanlığı'na idareten verilmiş Köy Elektriklenmesi Servisi gibi teşekküllere dağıtılmış bulunmaktadır. Türkiye Elektrik Kurumu bu dağınıklığı ortadan kaldıracak butün imkan ve gayretlerimizi lüzumsuz yere israf edilmeden biraraya getirilmesi suretiyle memleket elektriklendirilmesinde diğer memleketlerde olduğu gibi büyük gelişme ve faydalar sağlayacaktır.

"Nitekim 2. Dünya Savaşı'ndan sonra Türkiye'ye nazaran her bakımdan çok daha fazla imkanlara sahip bulunan Batı Avrupa memleketlerinden İngiltere, Fransa, İtalya gibi memleketler dağınık olan elektrik işlerini en küçük köyden en büyük şehre kadar sanayi, ulaştırma ve tarımda muhtaç olunan elektrik enerjisini tek bir teşekkül ile sağlamak üzere çeşitli devlet teşekküllerini, belediyeler ve bütün elektrik şirketlerini ortadan kaldıran kanunlar çıkararak tek bir devlet teşekkülü kurmuşlardır."

Ne var ki ilk kez 1959 yılında ve ardından da 1963 ve 1969 yıllarında gündeme gelen bu plan 1970 yılına kadar hayata geçirilmemiştir. Buna karşın 1960 yılında gündeme gelen planlı ekonomi döneminde hayli eksikleri de olsa, kurumsal alanda bazı adımlar atılmıştır. Bunların arasında en önemlisi ise 1963 yılında Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı'nın kurulmasıdır.

TEK'in ancak 1970'li yıllarda kurulabilmiş olması bir yana, 1963 yılında oluşturulan ETKB da, sektörün koordinasyonu ve planlanması açısından gerekli etkinliğe hiç bir zaman sahip olamamıştır. Kuruluşundan bugüne kadar, bakanlığa bağlı ve ilgili kuruluşlarda oldukça fazla değişiklik meydana gelmiştir.

Enerji bilançosunun en büyük kalemi olan petrol ve doğalgaz 10 yıl süreyle Enerji Bakanlığı'nın çalışma alanı dışında kalmıştır. DSİ gibi elektrik enerjisinin üretiminde özel bir önem ve ağırlık oluşturan bir kurum uzun yıllar boyu Bayındırlık Bakanlığı ile Enerji Bakanlığı arasında gidip gelmiştir. Linyit üretimi ile ilgili TKİ Enerji Bakanlığı'na bağlı iken, taşkömürü üreten TTK 10 yıl gibi uzunca bir süre ayrı bir devlet bakanlığının sorumluluğu altında kalmıştır. Bu tablo enerji alanında niçin sık sık darboğazlarla karşı karşıya kalındığının, niçin enerji alanına yönelik uzun vadeli politikalar, planlamalar oluşturulamadığının önemli nedenlerinden birini ortaya koymaktadır.

1970 yılında TEK'in oluşturulması da, enerjiyle ilgili kurumların tek bir çatı altında toplanması amacına tümüyle ulaşılmasını sağlamamıştır. TEK'in kuruluşundan sonra da şehir dağıtım şebekeleri belediyelerde, hidroelektrik santrallerinin yapımı DSİ'de, şehir şebekelerinin tesisi İller Bankası'nda, elektrik işlerinin etüdü ise Elektrik İşleri Etüt İdaresi'nde kalmıştır. 1982'de çıkarılan 2705 sayılı yasa ile belediyelerin elektrik işletmeciliğine son verilmesiyle ulusal enerji sisteminin kurulması doğrultusunda önemli bir adım atılmış olmakla beraber, aynı tarihlerde gündeme gelen özelleştirmeci politikalar, sürecin yeniden tersine dönmesine yol açmıştır. 4 Aralık 1984 tarihinde çıkarılan 3096 sayılı yasa ile TEK dışındaki kuruluşların elektrik iletim, dağıtım ve ticareti ile görevlendirilmesine olanak sağlanmıştır. TEK'in parçalanarak TEAŞ ve TEDAŞ olarak ikiye bölünmesiyle devam eden süreç, ulusal enerji sisteminin dokusunun adım adım paramparça edilmesiyle sürdürülmüştür, sürdürülmektedir.

Görüldüğü gibi sektörde başından beri bir koordinasyon eksikliği vardır. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı; TEK, DSİ, TKİ, TTK, TPAO vb. kurumlar arasında hiç bir zaman işlevsel bir koordinasyon olmamıştır. Bu durum Türkiye'yi bütünlüklü ve planlı bir enerji politikası uygulamaktan yoksun bırakmıştır. Nitekim planlama eksikliği ile doğrudan bağlantılı olarak ülke kimi zaman hesaplanmayan enerji fazlalığıyla, kimi zaman da enerji darboğazı ile yüzyüze kalabilmiştir.

b)           Kamusal Katma Değer Yerine Kârlılık Kriteri

Enerji politikalarının oluşumunda sektörün kârlılık güdüsünün basıncından kurtulamaması ve dolayısıyla enerji üretiminde kamusal katma değerin belirleyici kriter haline gelmemesi sektördeki planlama sürecini bozmuş, sektörün sorunlarının daha da ağırlaşmasına yol açmıştır. Enerji üretim ve dağıtımının planlanması, ancak sanayileşme ve tüketim planlamasıyla birlikte etkin ve işlevsel olabilir. Sanayileşme ve tüketim planında kârlılık güdüsünün temel motivasyonu oluşturması, enerji sektörünün doğru öncelikler temelinde gelişimini sekteye uğratmıştır. Örneğin petrol kaynakları kıt olan ve bu enerji kaynağında önemli olarak dışa bağımlı olan Türkiye, normal olarak ulaşım alanında demiryoluna ve toplu taşımacılığa ağırlık vermeliyken, tersine karayoluna ve özel taşımacılığa ağırlık verilmiş, bu ise ülkenin enerji kaynakları bakımından dışa bağımlılığını arttırdığı gibi, gereksiz bir enerji tüketimine yol açmıştır. Yine örneğin aynı saikler nedeniyle merkezi ısıtma sistemleri yerine, her evde ayrı bir ısıtma cihazı kullanımı teşvik edilmiştir, vb.

c)            Enerjide Dışa Bağımlılık

Yanlış enerji politikaları sonucunda Türkiye enerjide dışa bağımlı hale gelmiştir. Enerjide dışa bağımlılığın ülkenin iktisadi ve siyasi geleceği üzerinde olumsuz sonuçlar yaratacağı ise son derece açıktır.

             Enerji kaynaklarını denetim altında tutma çabası, bugün uluslararası rekabetin ve çatışmanın en temel konularından biridir. Kapitalizmin tarihinin aynı zamanda enerji kaynakları alanında bir hegemonya mücadelesi olduğunu görmekteyiz. Daha henüz sanayi devriminin başlangıcında, kömürden ve buhar makinesinden yeterli oranda yararlanan Fransa ve İngiltere hızla yükselişe geçerken; bunlardan yeterli ölçüde yararlanmayan eski tipte sömürgeci ülkelerden İspanya, Portekiz, Hollanda vb. ise aynı hızla gerileme sürecine girmiştir. Kömürün yerini petrolün alması ve bu alandaki gelişmenin başını ABD'nin tutması, ABD'yi uluslararası hiyerarşide en üst noktaya taşıyan önemli faktörler arasındadır. 2. Paylaşım Savaşının çıkışı ve gelişmesinde petrol en önemli etkenlerden biridir. Japonların Pearl Harbour'a saldırması Hint Adasındaki petrol kaynaklarını koruma çabasından bağımsız değildir.

Hitler'in Sovyetler Birliği'ni işgal etmesinin temel nedenlerinden biri de, kuşkusuz ki Kafkasya'daki petrol yataklarım ele geçirmektir. Soğuk Savaş yıllarının ardından yaşanan ilk "sıcak bunalım" olan Körfez Krizinde de yine petrolün önemli bir rolü olmuştur.

ABD'li yetkililer Körez Savaşı'ndan sonra açıkça "Bizim için bölgede tek önemli şey petrol rezervleri ve petrol taşıma yollarının güvenliğidir" diyerek, Körfez Savaşı'nın gerçek kaynağını da itiraf etmişlerdir.

Enerjinin taşıdığı stratejik önem, Afganistan'dan Türkiye'ye kadarki geniş alanda yaşananları açıklamak açısından da belirleyici bir kriterdir. İran, Suriye, Irak'a uygulanan ABD merkezli ambargolar; Orta Asya ve Kafkasya'daki karışıklıklar; Azerbaycan-Ermenistan Savaşı; Çeçen-Rus çatışması vb. doğrudan ya da dolaylı olarak bölgedeki petrol ve doğalgaz rezervleri ile boru hatlarının geçiş yollarının "güvenliği" ile ilgilidir.

             Türkiye, uluslararası hegemonya mücadelesinde son derece önemli bir yeri olan enerji sektöründe, dışa bağımlılığı önleyecek ya da asgari sınırlarda tutacak bir politika izleyememiştir. Uygulanan politikalar bağımlılığı azaltmak yerine giderek daha da artırmıştır. Öyle ki yerli üretimin toplam tüketimi karşılama oranı 1950 yılında %93 seviyesinde iken, bu oran 1960 yılında %84'e, 1970 yılında %77'ye, 1980 yılında %54'e, 1990 yılında %48'e düşmüştür. 1995 yılında ise 64 milyon TEP civarındaki toplam enerji tüketimiiçinde yerli kaynaklardan sağlanan enerji oram %42'ler seviyesine gerilemiştir.

 İthalatın toplam tüketime oranının %7'den %58'e yükselmesinin en önemli nedeni, petrol tüketimindeki artıştır. Petrolün 1950 yılında toplam tüketim içinde %8'i bulmayan payı, 1995 yılına gelindiğinde %46'yı aşmış bulunuyordu. 1995'te yerli petrol üretimi tüketiminin yalnızca %13'ünü karşılıyordu.

Bir ülkenin sanayileşme geleceği, (üstelik bu doğal enerji kaynakları sınırlı olan bir ülke ise) elbetteki yalnızca kendi yerli enerji kaynaklarına ipotek edilemez. Böyle bir ülkenin sanayileşme amacı doğrultusunda nerede ucuz enerji kaynağı varsa, bu enerji kaynaklarını kullanmaya çalışması son derece normaldir. Ne var ki bir ülke, kendi doğal enerji kaynakları atıl dururken, bunları kullanmaya çalışmıyor da, enerji tüketiminde ithal enerji kaynaklarına ağırlık veriyorsa, bu son derece çarpık bir durumdur ve ne yazık ki Türkiye'nin enerji alanındaki tablosu da budur. Türkiye'nin belli başlı enerji kaynaklarına bakılacak olduğunda:

/ Hidroelektrik enerji 1995 yılında toplam enerji üretiminin %12'sini, elektrik enerjisi üretiminin ise %45'ini karşılamıştır. 1995'te hidrolik santrallerde 35 milyar kwh elektrik enerjisi üretilmiştir. DSİ verilerine göre brüt hidrolik potansiyeli 433 milyar kwh, teknik olarak kullanılabilir potansiyel ise 212 milyar kwh, ekonomik potansiyeli ise 125 kwh düzeyindedir. Dolayısıyla bugün ekonomik potansiyelin yalnızca %30'u kullanılmaktadır. Burada ayrıca belirtilmelidir ki, 125 milyar kwh ön etüd veya proje çalışmaları yapılarak ekonomik olduğu tespit edilmiş 510 HES'in üretim miktarıdır. Toplam 702 HES'ten 192'sinde ise bu çalışmalar henüz yapılmamıştır ve henüz ekonomik olup olmadıkları belli değildir. Bu nedenle ekonomik potansiyelin 125 kvvh'ten çok daha fazla ve büyük olasılıkla 212 kwh düzeyinde olduğunu söylemek mümkündür. Bu koşullarda Türkiye ekonomik hidrolik enerji kaynaklarının ancak % 15-20'sini kullanmaktadır.

/ 1995 yılında yerli enerji üretiminin %40'ını (10,7 milyon TEP) sağlayan linyit, Türkiye'nin en önemli birincil enerji kaynağı durumundadır. Bugün bilinen linyit rezervleri 8,3 milyar tondur ve bu miktar l ,7 milyar TEP'e karşılık gelmektedir. Yalnızca bilinen rezervlerle bile yıllık üretimi 40-50 milyon TEP düzeyine yükseltmek mümkündür. Bilinen rezervlerin, iyi bir aramayla iki-üç katına çıkabileceği oldukça yaygın bir iddiadır. Oysa Türkiye'yi idare edenler, enerji ithalatına her geçen gün daha fazla kaynak harcarlarken, linyit arama ve üretimine yönelik girişimler hep sınırlı olmuş, 1989'dan bu yana devletin işlettiği termik santrallere gerekli yatırımlar yapılmadığı gibi, maden arama faaliyetlerine ayrılan kaynaklar da sürekli olarak azaltılmıştır.

/ Yine Türkiye'de 835 milyon TEP düzeyinde bir taşkömürü rezervi bulunmasına karşın, Türkiye'de taşkömürü üretimi artmak bir yana, sürekli olarak gerilemektedir. 1950'de 1,7 milyon TEP düzeyinde olan taşkömürü üretimi, 1975'te 3 milyon TEP'e çıkmış, ancak 1995'te, 1950'deki seviyesinin de gerisine, 13 milyon TEP düzeyine gerilemiştir. Taşkömürü üretimini artırmak yerine düşüren siyasi iktidarlar, 1995'te 4,6 milyon TEP'e karşılık gelen miktarda taşkömürü ithal etmek zorunda kalarak, ithalat için 230 milyon dolar harcamışlardır. Dolayısıyla siyasi iktidarlar Türkiye'yi bu enerji kaynağı alanında da giderek dışa bağımlı hale getirmektedirler. Oysa iyi bir araştırmayla ve gerekli teknolojik yatırımların yapılması suretiyle yıllık taşkömürü üretimini kısa süre içinde 10-20 milyon TEP düzeyine çıkarmak son derece gerçekçi bir hedeftir.

/ Aynı tablo petrol kaynaklan açısından da geçerlidir. Yılda ortalama ABD'de 80 bin, Romanya'da 6 bin, İtalya ve Fransa'da ise 150 kuyu açılırken, Türkiye'de bu rakam 20'li 30'lu rakamları aşmamaktadır. Türkiye'de petrol varlığının ispatlandığı Güneydoğu Anadolu'da bile yaklaşık üçte ikilik alan henüz aranmamıştır. Denizsel alanlar içinse tablo çok daha olumsuzdur. Her şeyden önce, eksik olan Türkiye'nin petrol potansiyelinin ortaya konulması ve gelişen teknoloji paralelinde bu potansiyelin sürekli güncelleştirilme-sidir.

İşin çok daha ilginç ve vahim yanı Türkiye'de bugün 25'i yabancı, 4'ü yerli olmak üzere 29 petrol arama şirketi faaliyet göstermekte olmasına karşın, TPAO dışındaki şirketler arama yapmamakta, dolayısıyla da fiili olarak ellerindeki ruhsat alanlarını aramaya kapatmaktadırlar. Bu duruma karşın arama ruhsatlarının %41'i bu şirketlerin ellerindedir ve bunu değiştirmeye yönelik herhangi bir girişim de söz konusu değildir.

d) Plansızlığın Kısa Panoraması ve Sonuçları

** 1923-30 döneminde, Osmanlı'dan kalan yabancı ortaklı özel sermayenin enerji sektöründe faaliyet göstermesi uygulaması sürdürülmüş, bu tür yabancı ortaklı özel sermayeye yeni ayrıcalıklar tanınmıştır. Bu dönemde sektörde Alman, Belçika, İtalyan ve Macar sermayesinin bir etkinliği vardır. Bu politika dışa bağımlılığı getirdiği gibi, ülkenin enerji ihtiyacına dayalı planlı bir gelişimi de engellemiştir. Dönemin en büyük zaaflarından birisi enerjinin sanayileşme ile ilişkili olarak ele alınmaması ve bu alanda bir ulusal politika belirlenmemiş olmasıdır. Sonuç olarak ulusal kaynaklar pek akıllıca kullanılmamış; zengin hidrolik kaynaklara rağmen dönem içinde inşa edilen 15 santralden sadece 4'ü hidrolik, diğerleri ise genelde dizelle çalışan termik santral-lar olmuştur.

•^1930-50 dönemi, devletçilik politikasının uygulandığı bir dönemdir ve bu süreçte devletçilik politikası elektrik alanında da etkisini göstermiştir. Ne var ki bu dönemde yapılan devletleştirmeler planlı bir enerji politikasının uygulanmaya başlanması anlamına gelmemektedir. Bu dönemde sektörün planlı çalışmasını sağlayacak hiçbir mekanizma bulunmamaktadır. EİEİ etüd çalışmaları yapmakta fakat bu çalışmalar uygulamaya sokulmamaktadır. Elektrik, belediyeler, sınai kuruluşlar, Etibank, İller Bankası tarafından üretilmekte ve belediyeler tarafından dağıtılmaktadır. Tüketiciden toplanan bedeller enerji alanındaki yeni yatırımlara değil, başka belediye hizmetlerine kullanılmaktadır, vb.

*-1950-60 dönemi, liberalleşmenin yeniden gündeme geldiği ve özel sermayenin enerji alanına yeniden yönlendirilmeye başlandığı bir dönemdir. Bu dönemdeki uygulamalar plansızlığın daha da derinleşmesine yol açtığı gibi, kaynakların özel sermayeye aktarılarak israf edilmesi sonucunu da getirmiştir. 1950'li yıllara gelindiğinde hâlâ sektörde pek çok aktör bulunmaktadır. Elektriklendirme işleri birbiriyle bağlantısız belediyeler, ayrıcalıklı şirketler, sınai kuruluşlar ve kamu iktisadi kuruluşları eliyle yürütülmeye çalışılmıştır. Özel sermaye bir kez daha bu alana adeta zorla ve çok büyük taahhütlerle sokulmak istenmiş, pek çok girişim içerisinde ancak ikisi, Kepez Elektrik A.Ş. ve Çukurova Elektrik T.A.Ş, çok büyük bir devlet desteği ile yaşayabilmiştir. Kamunun kendi eliyle yatırım yapması yerine, özel sermayeyi teşvik eden bir uygulamaya yönelmesi çok büyük bir kaynak israfına yol açmıştır.

*• 1960-80 dönemi, ekonomik planlama yöntemine başvurulmaya başlandığı, 5 yıllık planların uygulamaya sokulduğu bir dönemdir. Bu dönemde enerji ile sanayileşme arasındaki bağın daha kuvvetli olarak vurgulanmaya başlandığını görüyoruz. 1963 yılında ETKB'nin kurulması, bu dönemde atılan bir başka olumlu adımdır. Ne var ki bu adımlar da daha önceki sayfalarda ayrıntılı biçimde anlatıldığı gibi kurumsal parçalanmayı ortadan kaldırıp, enerji sektörünün tek elden ve merkezi olarak idare edilmesini sağlayamamıştır.

1960-80 döneminde bir başka olgu da, dışa bağımlılığın sektörde yol açtığı olumsuz sonuçların daha net bir biçimde görülmeye başlanmasıdır. Sektörün süreç içerisinde giderek daha fazla dışa bağımlı hale getirilmesi, bu yıllarda sektörde yeni bir kriz yaşanmasının da temel kaynağı olmuştur. İkinci plan dönemi sonunda, ülke enerji tüketiminde genel olarak petrol kaynaklarına bağımlılık arttığı gibi, elektrik enerjisi üretiminde kullanılan birincil enerji oranları da önemli ölçüde değişmiştir. Taşkömürü kullanımı dönem başındayken %42,7 iken, dönem sonunda % 13,6'ya düşmüştür. Buna karşılık akaryakıt kullanımı %7,6'dan %39,8'e yükselmiştir. Üçüncü plan dönemi dünya akaryakıt fiyatlarının hızla yükseldiği bir dönem olup, dönem içinde, akaryakıtın elektrik üretiminde %47'lik bir paya yükselmiş olması, enerji-elektrik sektöründe ciddi bir krizin oluşumuna neden olmuştur. Bütün bu gelişmelerin sonucunda Türkiye, Bulgaristan'dan elektrik ithal etmek zorunda kalmıştır.

*-1980-97 dönemi, enerji sektöründe toplam olarak yeni bir liberalizas-yonun gündeme getirildiği, özelleştirmenin, sektöre yönelik temel politika haline geldiği bir dönemdir. Buna karşın özellikle 1985-89 yılları arasında sektöre yönelik kamu yatırımlarında bir artış olduğu gözlenmektedir. Yatırımlardaki bu artışa paralel olarak sektörde bir enerji üretim fazlalığı oluşmuştur. Bu süreçten sonra ise sektöre yönelik yatırımlarda ciddi bir düşüş gözlenmektedir. Bu düşüşün temel nedenleri ise hem YİD modeliyle özel sermayenin sektöre yönlendirilmek istenmesi ve buna güvenilmesi; hem de devletin finansman alanında yaşadığı sıkıntılar nedeniyle sektöre yatırım yapamaz duruma gelmesidir.

•^1997 ve sonrasında, sektörün geleceğinin tümüyle yerli ve yabancı özel sermayeye devredilmek istendiği görülmektedir. Bu dışa bağımlılığı artıracak, planlamayı imkansızlaştıracak, sektörün ülkenin sanayileşme ihtiyacına göre değil, kâr maksimizasyonu anlayışına göre yönlendirilmesine neden olacak bir yönelimdir.

 Bugünkü dünya enerji kullanımı fosil yakıtlarla, nükleer enerjiye dayalıdır. Kullanım oranları bugünkü şekliyle devam ederse kömürün 200, petrolün 42, uranyum kaynaklarının yaklaşık 20 yıl sonra tükeneceği varsayılmaktadır. Bu gerçek, enerjide hidrolik kaynaklara, linyite ve çok daha önemlisi yenilenebilir enerji kaynaklarına dayalı uzun erimli bir planlamayı zorunlu kılarken, Türkiye'deki enerji politikalarını belirleyenler bu gelişmeleri umursamaz bir hava içerisinde gözükmektedirler.

Türkiye'nin enerji politikasını belirleyenlerin sözde gerekçelendirmelerine göre, yenilenebilir enerji kaynakları pahalıdır; linyit pahalı ve kirlidir; ekonomik hidrolik kaynakların ise sınırına gelinmiştir. Bu koşullarda nükleer enerjiye ve doğalgaza yönelmekten başka çare bulunmamaktadır! Bu gerekçelerin gerçekle bir ilgisi yoktur. Klasik kaynakların tükenmeye yüz tutması ve maliyetlerindeki artışlar, tüm dünyada yeni ve yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelim doğrultusunda bir eğilim yaratmaktadır ve bu yönelim de yenilenebilir kaynakların üretim maliyetlerini hızla düşürmektedir. Linyit ve hidrolik kaynakların ne kadarının ekonomik potansiyeli oluşturduğu konusunda ciddi bir çalışması olmayan Türkiye'nin, bu gerekçelerle, nükleer enerji ve doğalgaza yönelmesinin hiçbir inandırıcılığı yoktur. Türkiye, mevcut araştırmalara göre bugün ekonomik hidrolik potansiyelinin ancak % 15-20'sini kullanmaktadır. Ekonomik üretim yapabilecek linyit potansiyeli ise resmi açıklamalara göre 105 milyar kwh'tir. Ancak arama çalışmaları artırıldığında bu potansiyelin daha da yukarılara çıkacağı kesindir. Ayrıca linyit kaynaklarını ekonomiklik açısından değerlendirirken, tükenmekte olan diğer enerji kaynaklarında 10-15 yıl sonra ciddi fiyat artışları yaşanacağı da gözönünde bulundurulmak zorundadır.

Ne var ki, uluslararası sermayenin dayatmalarına boyun eğmiş olanların, ülkenin öz kaynaklarına ve sanayileşme ihtiyaçlarına dayalı bir enerji politikası oluşturabilmeleri olanaklı değildir. Sorunun asıl kaynağı da burasıdır.

•^İstatistikler enerjinin Türkiye'de OECD ortalamasından üç kez daha az verimli kullanıldığını göstermektedir. Bu durumun en temel nedeni ise enerji planlaması ile sanayi planlaması arasında varolması gereken kuvvetli bağın Türkiye'de mevcut olmamasıdır. Sanayide geri ve enerji yoğun teknolojinin kullanılması, enerji kaynaklarını son derece verimli kullanması gereken Tür-kiye'yi, tersine büyük bir enerji israfıyla yüzyüze bırakmaktadır. Uluslararası sermaye bu tür teknolojilerini Türkiye'ye taşımaktadır. Fransa çimento sektörünü, ABD miadını doldurmuş demir çelik fabrika teknolojisini Türkiye'ye taşımıştır. Öte yandan Türkiye'de enerji planlaması ile tüketim arasında da birbirini bütünleyen ve besleyen bir ilişki mevcut değildir. Ülkenin sanayileşme öncelikleriyle ilgisiz hovardaca tüketim, gereksiz çevre tahribine neden olduğu gibi, enerjinin rasyonel kullanımı önünde de ciddi bir engel oluşturmaktadır.

^-Enerjide plansızlığı ve hesapsızlığı gösteren bir başka güncel çarpıcı örnek de, 1996 yılında yap-işlet yöntemleriyle ihalesi açılan 13 termik santral projesi örneğinde yaşanmıştır. İhalesi açılan 13 termik santralden 10'u doğal-gaz ile çalışacaktır. Pahalı bir yöntem olması nedeniyle, doğalgaz devi Rusya'da bile, doğalgaz elektrik üretiminde kullanılmamaktadır. Bu bir yana, 1995 rakamlarıyla toplam 5 milyar 600 milyon ton doğalgaz tüketen Türkiye'nin, sadece bu santraller için 23 milyar 123 milyon ton doğalgaz bulması ve kullanması gerekecektir. Dışa bağımlılığı artıran ve kaynak bulma riski oldukça yüksek olan böyle bir girişimin, hangi akılla gündeme getirildiğini anlayabilmek doğrusu çok güçtür.

Ortaya konulan bu tablo, enerji alanındaki temel sorunların birbiriyle çok bağlantılı ve birbirini besleyen üç temel nedenden kaynaklandığını ortaya koymaktadır. Planlama eksikliği, sektörün kâr güdüsünün basıncına açık olması ve dışa bağımlılık enerji sektörünün en temel sorunlarıdır. Bu koşullarda izlenmesi gereken politika, bu sorunların azaltması yönünde olmalıyken, ne yazık ki, özelleştirme uygulamaları gündeme getirilerek, sektördeki bu sorunları iyiden iyiye ağırlaştıracak bir yola girilmiştir.

 B) ÖZELLEŞTİRME GEREKÇELERİ

ENERJİDE ÇOK DAHA AZ İNANDIRICI!

Özelleştirme için öne sürülen gerekçeler tüm sektörler açısından gerçekdışı bir mahiyet taşımakla beraber, bu gerekçelerin gerçekdışılığı enerji sektörü için çok daha geçerli ve belirgindir. Bu sektörün özelleştirilmesinin doğuracağı sonuçlar ise, taşıdığı stratejik önemden dolayı çok daha yıkıcı olacaktır.
 Enerjide özelleştirme, İşletme Hakkı Devri; YİD ve Yİ (Yap-İşlet-Dev-ret), (Yap-İşlet) ve otoprodüktör uygulaması aracılığıyla gerçekleştiriliyor. Şu ana kadar geçen süreç, bu modellerin hiç birinin enerji sorununun çözümüne katkı getirmediğini, bu modellerin tek işlevinin kamudan özel sektöre kaynak aktarmak olduğunu, bu yöntemlerle yapılan özelleştirmelerin çok büyük soygun ve talanlara kaynaklık ettiğini göstermektedir.
Elektrik enerjisi temel bir maldır. Üretildiği anda tüketilmek durumundadır. Bu nedenden dolayı üretim, iletim ve dağıtım süreçlerinin sağlıklı işleyebilmesi iyi bir koordinasyonu ve etkin bir planlamayı gerektirmektedir. Elektrik enerjisi büyük ölçüde alternatifsiz bir mal olduğu için, tüm ülkeler bu kaynağın denetimini ilk elden yapmak ve son derece verimli kullanmak eğilimindedirler. Elektrik enerjisinin bir başka özelliği de sanayinin temel girdisi, sanayileşme politikalarının temel bir aracı olmasıdır. Demek oluyor ki, elektrik enerjisi ülkenin sanayileşme politikaları ve bağımsızlığı açısından stratejik özelliği son derece büyük bir metadır. Bu kaynağın kullanımında düşülecek her yanlışlık, ülkenin sanayileşme geleceğini ve bağımsızlığını yakından etkileyecektir.

Tüm bu sayılan faktörlere enerji sektörünün doğal bir tekel özelliği göstermesi ve yüksek bir kamu yaran niteliği taşıması da eklenecek olursa, bu sektörün özelleştirilmesinin ülke ekonomisi üzerinde ne kadar ağır sonuçlar yaratabileceği de ortaya çıkmış olur. Enerji sektörü yapısı gereği yüksek bir kamusal denetim ve sorumluluk gerektirmektedir. Bu denli stratejik bir sektörle ilgili politikalar oluşturulurken, burada birincil ve belirleyici kriterin kâr güdüsü olmaması lazımdır. Bu alana dönük yatırımların ve üretimin geleceği özel sektöre ve dolayısıyla "kârlılık güdüsü"ne terkedilemez. Tüm bu özellikler, kâr kriterini temel almadan ve gerektiğinde bu sektörü subvanse etmek yoluyla sektördeki üretimin artırılmasını, bugünün kânna bakmadan büyük ölçekli yatırımlar yapılmasını zorunlu kılmaktadır.

Burada bir gerçekliğin daha altını çizmek gerekiyor. Türkiye, enerji sektörünün özel sektör eliyle yürütüldüğü bir süreçle yeni tanışıyor da değildir. Ülkede uzun yıllar enerji-elektrik sektörü özel sektör eliyle yürütülmüştür. Osmanlı döneminde başlayan, yabancı sermayeli özel kuruluşlara devlet tarafından ayrıcalıklar tanınması yoluyla elektriklendirme faaliyetlerini yürütme uygulaması, Kurtuluş Savaşı'ndan sonra da uzun süre devam etmiştir. Bu uygulamaların sonucu tam bir başarısızlık olmuştur. Bu şirketler, kendilerine önemli ayrıcalıklar tanınmış olmasına karşın ancak son derece sınırlı düzeyde yeni yatırımlar yapmışlardır ve bunlar da hemen tümüyle küçük ölçekli yatırımlar olmuştur. Ayrıca özel sermaye kuruluşları elektriği yüksek fiyatlarla satmışlar, verdikleri taahhütleri ise yerine getirmemişlerdir. 1950'den sonra da özel sermayenin elektrik sektörüne sokulması yönünde çabalar olmuş, ancak özel sermayenin bu alana girmesi sorunları çözmediği gibi daha da ağırlaştırmıştır. Kârın belirleyici kriter olarak alınmasının, sektörde sorunları çözmek bir yana, daha da arttırdığı, bu süreçte somut olarak görülmüştür.

Tüm bunlar bir yana TEAŞ ve TEDAŞ, bugünkü halleriyle bile son derece kârlı kuruluşlardır. Bu kuramların "kamuya bir yük olduğu, zarar ettikleri için kamu açıklarının oluşmasına kaynaklık ettikleri, vb." gerekçeler her açıdan gerçek dışı bir niteliğe sahiptir. TEAŞ 1996 raporları incelendiğinde hidroelektrik santrallerindeki elektrik maliyetlerinin 164 TL, termik santraller-deki maliyetin ise 5.500 TL olduğu görülmektedir. Demek oluyor ki, elektrik maliyetleri ortalama 3.000 TL civarındadır. Ortalama 3.000 TL/KW maliyeti olan elektriğin satış fiyatı ise 12.800 TL/KW'dir. Bu veriler üzerinde bir hesaplama yapıldığında ise özelleştirilmesi düşünülen 10 termik santralin yıllık net kâr toplamlarının 507 milyar dolar civarında olduğu görülmektedir. Nitekim 1996 Bütçe Taslağı'nın 95. sayfasına baktığımızda da TEAŞ ve TEDAŞ'in kâr eden kuruluşlar olduğunun bizzat devlet tarafından da açıklanmakta olduğunu görürüz.

Hesaplar apaçık ortadayken ve bizzat devletin ilgili kurumlan tarafından her yıl TEAŞ ve TEDAŞ "en kârlı KİT'ler" ilan edilirken; özelleştirmeyi meşrulaştırmak için bizzat ilgili bakanlıkça kamuoyuna yanlış bilgiler aktarılmakta, bu kuruluşların her yıl 100 milyon dolar civarında zarar ettiği ilan edilmektedir!

Sorana dağıtım şirketleri açısından bakıldığında da benzer bir tabloyla karşılaşmaktayız. Özelleştirilmesi gündemde olan 25 dağıtım şirketinin 1996 yılı kân 75 trilyon 799 milyar 652 milyon 322 bin lira olmuştur. Dağıtım şebekelerinin 1998 yılı kâr hedefi ise 14 milyar 700 milyon dolar olarak öngörülmektedir.

Dağıtım şirketlerinin özelleştirilmesi için öne sürülen gerçek dışı gerekçelerden bir başkası ise, sektörü rekabete açmaktır. Oysa elektrik dağıtımında birden fazla şebeke kurmanın hiçbir mantığı olmadığı için, dağıtımın özelleştirilmesi rekabete değil, tam tersine özel tekellerin oluşturulmasına yol açar ve açmaktadır. Çukurova Holding'te yaşananlar sektörde nasıl bir özel tekel hakimiyeti kurulduğunu açık biçimde gözler önüne serecek niteliktedir. Rumeli Holding ilk olarak Çukurova Elektrik'in yüzde 11,25'lik kamu payını satın aldı. Ardından borsada hisse senetlerini toplayarak payını %30'a çıkardı. Son olarak Sabancı ve İş Bankası'nın elindeki hisseleri satın alarak ÇEAŞ'ı tümüyle kendi denetimi altına aldı. Böylece Dünya Bankası'nın Sır Barajı ve Berke Hidroelektrik santrali için ÇEAŞ'a açtığı 401 milyon dolarlık kredi de Uzanlar'ın kontrolüne geçti.

Özelleştirme rekabeti değil tekelleşmeyi getirdiği için, özelleştirmenin verimliliği artırması da olanaklı değildir. Zira özel sermaye, tekel kurduğu alanlarda verimlilik kaygısıyla hareket etmez. İstanbul'un Anadolu yakasının elektrik dağıtımını üstlenen AKTAŞ, bugüne kadarki pratiğiyle bu durumun en somut örneği olmuştur. AKTAŞ;

-              Standart dışı malzeme kullanmıştır;

-              Faturaları kullanım tarihine göre değil, fatura tarihine göre düzenlemiştir;

-              Yapılan tesis ve onarım bedellerinin maliyeti dolaysız olarak abonelere fatura edilmiştir;

-              TEK'e olan borçlarını zamanında ödemeyerek kendi adına işletmiştir;

-              TEK'ten aldığı elektriği yüzde yüz kârla abonelere satmıştır.

Dağıtım işletmelerinin özelleştirilmesinde kullanılan bir başka gerekçe de, yatırımları artırmak ve iletim hatlarındaki kayıpları önlemektir. AKTAŞ örneği bu açıdan da gerçeğin iddia edilenin tam tersi yönde olduğunu ortaya koymaktadır. Dağıtım hattını %16 kayıptan %12'ye indirmek üzere alan AKTAŞ, geçen süre içinde dağıtım hatlarındaki kaybı indirmek bir yana, %18'ler düzeyine çıkarmıştır.

Türkiye'de elektrik dağıtım şebekesinin fazlasıyla sorunlu olduğu, voltaj değişmelerinin, iletim hattındaki kayıpların ülke ekonomisine ciddi zararlar verdiği açıktır. Ama bu sorunların çözümü özelleştirmeden geçmediği gibi, kamu mülkiyetinin bu sorunların çözümüne engel oluşturduğu iddiasının da hiçbir bilimsel geçerliliği yoktur. Nitekim Avrupa'da uzun yıllar bu sektör kamunun elinde olmuştur ve bu ülkelerde voltaj değişmelerinden kaynaklanan sorunlar çözüldüğü gibi, kayıp oranlan %6'lar seviyesine çekilmiştir.

Özelleştirme açısından ileri sürülen bir başka iddia da kamu mülkiyeti nedeniyle ülkenin bir enerji darboğazı ile karşı karşıya olmasıdır. Öncelikle bugünlerde bu konuda çeşitli çarpıtmalar yapıldığı için, ülkenin yakın bir gelecekte herhangi bir enerji darboğazı ile karşı karşıya olmadığını belirtmek bir zorunluluktur. Enerji iletim hatlarında kayıpların giderilmesi, bu kayıpların %6-7 ile Avrupa ülkeleri ortalamasına çekilmesi koşullarında bile, Türkiye'nin yakın gelecekte "karanlıkta kalmaması" sağlanmış olacaktır. Bunu Türkiye'nin kendi öz kaynaklarıyla ve kısa bir sürede gerçekleştirmesi önündeki tek engel özelleştirmeci zihniyettir.

Fakat bu bir yana, ülkenin bir sanayileşme hamlesi yapabilme ihtiyacı üzerinden bakıldığında bir enerji problemi ile karşı karşıya olduğumuz aşikardır. Ne var ki, bir kez daha belirtecek olursak bu problemin enerji sektörünün kamusal mülkiyette olmasıyla herhangi bir nedensellik ilişkisi yoktur. Bu durumun birbiriyle bağlantılı bir kaç önemli nedeni olduğunu vurgulamıştık. Özelleştirmeci mantıkla atılan adımlar ise enerji sektöründeki bu temel sorunları çözmek bir yana, daha da ağırlaştırmıştır, ağırlaştıracaktır.

Türkiye'de son on-onbeş yıldır tam da bu aynı özelleştirmeci mantık nedeniyle enerji alanına yönelik kamu yatırımları durmuş durumdadır. Yeni yatırımlar yapılmadığı gibi, kapasite kullanımını artıracak, kayıp ve kaçakları önleyecek tedbirler de alınmamıştır. Bunun arkasındaki temel neden de, özelleştirmecilerin "özel sektör yapsın" mantığıdır. Enerji sektöründeki yatırım politikası YİD ve Yİ modelleriyle özel sektöre havale edilmiştir. Ama bu mantıkla gelinen nokta tam bir felaket tablosudur. Özel sektör, yüksek maliyet gerektiren enerji yatırımı alanına ilgi göstermemiştir. Ancak yabancı sermaye ortaklığıyla ve çok büyük imtiyazlarla özel sermaye bu sektöre talip olmaktadır. Bu doğrultudaki özelleştirme girişimleri ise yargıdan dönmektedir. YİD ile 1984'te çıkarılan kanunla ilgili 10.000 megavvatlık bir başvuru yapılmış fakat 1995'e kadar ancak 35 MW'lık bir uygulama hayata geçirilmiştir. Kamu kesimi de bu alandan el çekince enerji sektöründe yeni yatırımlar gerçekleştirilememiştir. Bu nedenle 1990 öncesinde oluşmuş bulunan fazlalık giderek daralmaya, azalmaya başlamıştır.

Ayrıca  neo-liberal saplantıların bir ürünü olarak özel sektörden vergi alınmamaya başlandığı için de kamu kesimi ciddi bir finansman sorunuyla yüz-yüze kalmış, enerji alanında bu nedenle de yeni yatırımlara yönelinememiş-tir. Türkiye 1980'li yıllarda çok tehlikeli bir kamu finansmanı anlayışına yönelmiştir. Bu tarihten sonra Türkiye'de, sermayeden vergi alınmasından vazgeçilmiştir. Bu nedenle kamu harcamalarında oluşan açık ise, borçlanmayla finanse edilmek istenmiştir. Sıfır faizle vergi olarak alınmayan kaynaklar, yüzde 180-200 faizle borç olarak alınmıştır. Türk ekonomisi böylece borç ve faiz bataklığına çakılmış, sonuç olarak da devlet altyapı, enerji, eğitim, sosyal güvenlik yatınmları yapamaz konuma sürüklenmiştir. En kolay vazgeçilen kamu yatırımlarının başında ise enerji yatırımları gelmiştir. Bu politikaların sonucu olarak 1989 ile 1995 yıllan arasında birincil enerji tüketiminin %27,2 oranında artmasına karşın, üretim yalnızca %7,4 oranında artmıştır. Enerjiye yönelik istatistikler ve araştırmalar gösteriyor ki, sektöre her yıl 3-5 milyar dolar yatırım yapması gereken Türkiye, son sekiz yılda yalnızca l milyar dolarla yetinmiştir.

Bu anlatılanlar aynı zamanda kaynak olmadığı için kamunun bu alanlara yatırım yapmadığı iddiasının nasıl büyük bir aldatmaca olduğunu ortaya koymaktadır. Özelleştirmeci mantıkla sermayeden vergi alınmasından vazgeçiliyor; kamu bu nedenle kaynak sorunuyla yüzyüze bırakılıyor ve bu kez de kaynak yokluğu özelleştirmenin gerekçesi olarak kullanılıyor. Hem suçlu hem güçlü tabirine son derece uyan bir durumdur bu. Fakat kaynaksızlık gerekçesinin ucubeliği bununla da sınırlı değildir. Zira sektörün tümünün özelleştirilmesiyle kamunun vazgeçtiği bir yıllık gelir bile, Türkiye'nin sektöre yapması gereken yatırımın iki katına yakındır. Devlet bu denli büyük kaynaklardan bir çırpıda vazgeçer ve bu kaynaklan yerli ve yabancı sermayeye aktarırken, kamunun kaynaksızlık nedeniyle alana yatınm yapamadığından söz etmek, özelleştirmenin tam da bu nedenle zorunlu olduğunu iddia etmek çok daha az inandıncı olmaktadır.

İşin çok daha ilginci "kaynak yok", "kamu beceriksiz" gerekçelerini inandırıcı kılmak için, yıllardır sektöre yatınm yapılmaz, kayıplan önleyecek tedbirler alınamazken; tam da özelleştirme öncesi, TED AŞ 29 dağıtım şebekesinin bakım ve onarım işlemlerini tamamlamak için sektöre 96 trilyon liralık yatırım gerçekleştirileceği açıklanmıştır. Böylece özelleştirmeye gerekçe olarak sunulan "yeni yatırımlar yaparak enerji kaybının önlenmesi" işini, özelleştirme öncesi bizzat TEDAŞ, bir başka deyişle kamu sektörü gerçekleştirmiş olacaktır.

C) ENERJİDE ÖZELLEŞTİRME, SEKTÖRDEKİ SORUNLARI DAHA DA AĞIRLAŞTIRACAKTIR

Enerjide özelleştirme, sorunları çözmek bir yana, daha da ağırlaştıracaktır. Enerji sektörünün temel sorunları olarak vurguladığımız bütün alanlarda özelleştirmenin yaratacağı etki, düzeltici değil, tam tersine bozucu bir nitelik taşıyacaktır.

a) Özelleştirme Plansızlığı Derinleştiriyor

Enerji alanında yaşanan sorunları aşmak için TEK, DSİ, TKİ vb. kuruluşlar arasında çok verimli bir işbirliği zorunlu iken, bu alandaki dağınıklığın hızla aşılması gerekirken, tam da aynı özelleştirmeci mantık nedeniyle, tersine çok tehlikeli bir dağılmanın önü açılmış, enerji sektörü paramparça olmuştur. TEDAŞ, TEAŞ bölünmesi TEK'i dağıtmıştır. TEDAŞ içindeki şirketleşme olayı, ayrı ayrı genel müdürlüklerin oluşması eşgüdümü giderek daha da olanaksız hale getirmiştir. Bu aynı desorganizasyon süreci petrol işkolu için de geçerlidir. Petrol sektöründe her kuruluş birbirinden kopuk ve ayrı ayrı iş yapar, birbirinden farklı hedefler gözetir hale getirilmiştir. TP AO'nün ana sözleşmesinde yapılan değişiklikle rafinaj, pazarlama ve boru hatları ile petrol taşımacılığı TPAO'nun faaliyet alanları arasından çıkarılmış; BOTAŞ, DİTAŞ, TÜPRAŞ ve Petrol Ofisi, TPAO'dan ve birbirlerinden bağımsız kuruluşlar olarak faaliyet yürütür hale gelmişlerdir. TPAO'nun yatırım bütçesi 170 milyon dolardan peyderpey yapılan kesintilerle 70 milyon dolar sınırına kadar gerilemiştir. Özelleştirmeci mantığının bir ürünü olan bu desorganizasyon, enerji sektörünün planlanmasını olanaksızlaştırdığı gibi; yarattığı fınan-sal parçalanma nedeniyle kurumlan ekonomik bakımdan da güçsüzleştirmiş; yatırım olanaklarını daraltmıştır.

Özelleştirmeci mantık enerji kurumlarım parçalayarak, bu kurumlar arasındaki koordinasyon eksikliğini daha da derinleştirerek planlı bir enerji politikası yürütümü olanaklarını ortadan kaldırdığı gibi, özelleştirme aracılığıyla, şu anda Türkiye'de "entekonnekte sistem"e bağlı olarak tek merkezden idare edilen sistem de bozulacaktır. Bu durumda barajlardaki su düzeyine göre termik ya da hidroelektrik santrallerinin devreye sokulduğu bugünkü sistem yerine, tüketim bölgeleri termik santraller temelinde oluşacaktır. Termik santrallerin özelleştirilmesi, "mevsimlik kaynaklar" olan hidroelektrik santrallerinin fiili olarak devre dışı kalması sonucunu yaratacaktır. Termik santraller, yeni sahiplerince azami kâr hevesiyle barajlardaki su düzeyine bakılmaksızın, yüzde yüz çalıştırılacak, bu arada hidroelektrik santrallerindeki milyonlarca metreküp su boşa akacaktır.

 Tüm bu anlatılanlar özelleştirmenin enerji sektöründe tam bir plansızlığın hakim olmasına yol açacağını, dolayısıyla da özelleştirme aracılığıyla koor-dineli bir enerji politikası imkanının tümüyle yok edileceğini ortaya koymaktadır.

b) Özelleştirme, Sektörü Tümüyle Ticarileştiriyor

Özelleştirme öncesi süreçte de, sektör özel sektörün kâr güdüsünün basıncına tabiydi. Enerji politikası, ülkenin kaynaklan ve sanayileşme öncelikleri temelinde saptanan bir plan ekseninde yürütülmeliyken, kâr güdüsüyle hareket eden yerli ve yabancı sermayenin tercihleri enerji politikasının tespitinde belirleyici olabiliyordu. Özelleştirme, bu sorun alanında da düzeltici değil, tam tersine bozucu sonuçlar yaratacaktır. Yerli ve yabancı özel sermayenin enerji alanına doğrudan girmesiyle, enerji sektörü artık doğrudan doğruya kâr güdüsünün basıncına göre şekillenecek, yalnızca yatırımların önceliği değil, artık bizzat yatırım yapılıp yapılmaması, enerji fiyat politikası vb. kâr güdüsü üzerinden belirlenecektir. Bu durum enerji sektörünün bir yıkımla karşı karşıya kalmasına yol açacak kadar önemlidir. Zira enerji sektörüne yönelik politikalar, ancak ve ancak orta vadeli projeksiyonlar ışığında kamu ve ülke yararına olacak şekilde kararlaştırılabilir. Oysa özel sermaye bugünün maliyetine ve bugünün kârına bakarak hareket eder, soruna uzun vadeli planlama ve ülkenin bütünsel enerji ihtiyaçları gibi makro kriterler üzerinden yaklaşmaz. Böyle yaklaşılmadığı koşullarda da, enerji sektörü bir çöküşle karşı karşıya kalır. Enerji projeleri büyük yatırım tutan ve uzun yatınm süreleri gerektiriyor. Doğalgaz santralleri ortalama 2-3 yıl, kömür santralleri 5-6 yıl, hidrolik santraller 7-8 yılda tamamlanabiliyor. Nükleer santrallerde ise bu süre 8-10 yıla kadar çıkabiliyor. İlk yatınm tutarlan Doğalgaz'da 680 dolar/KW, Hidrolik 1200 Dolar/KW, İthal Kömür 1450 Dolar/KW, Linyit 1600 Do-lar/KW, Nükleer 2700 Dolar/KW'dir (İ. Hakkı ALTUN, TMMOB Türkiye Elektrik Enerjisi Sempozyumu, 1996) Kâr güdüsüyle hareket eden özel sermayenin, ilk yatınm maliyeti yüksek olan, yatırım süresi de son derece uzun olan enerji sektörüne (hele büyük ölçekli yatırımlar söz konusuysa) yatınm yapmak konusunda isteksiz davranması son derece büyük olasılıktır. Bu koşullarda da yerli sermaye sektöre yatırım yapmaktan kaçınacak ya da ancak uluslararası tekellerin ortaklığı ve finansörlüğüyle bu yatırımlar yapılabilecektir. Bunun anlamı ise ya yatınmsızlık nedeniyle enerji açığıyla karşı karşıya kalmak, ya da enerji sektöründe iyiden iyiye uluslararası sermayenin denetimine girmektir. Öte yandan özelleştirme ile birlikte, enerji tüketen bütün kesimler, yüksek kâr amacı peşine koşan özel tekellerin fiyat politikasına mahkum edileceklerdir. Enerji sektöründe özelleştirme, fiyatlandırmada bir kaç kademenin oluşmasına neden olacak, bu da, elektrik enerjisinin tüketiciye çok daha yüksek bir fiyata satılması sonucunu doğuracaktır. Kâr güdüsüyle hareket eden özel sermaye yeterli kâr oranlan olmadığı her durumda ya üretimi durduracak, ya da elektriği fahiş fiyatlarla satmaya çalışacaktır. Tüketiciler ve ülke sanayisi açısından özelleştirmenin doğuracağı olumsuz sonuçlardan biri de budur. Sanayinin bir bölümü ise bu koşullarda yüksek maliyetli elektriği kullanmak yerine, giderek daha fazla otoprodüktör yöntemine yönelecek; bu ise enerji kaynaklarının daha fazla israfına yol açacaktır.

c) Özelleştirme Dışa Bağımlılığı Artırıyor

Özelleştirme süreci, aynı zamanda Türkiye'nin enerji alanındaki dışa bağımlılığını derinleştiren sonuçlar yaratıyor. Bilindiği gibi, dışa bağımlılık açısından bugünkü tablo son derece olumsuzdur. Halihazırda Türkiye toplam enerji tüketiminin ancak %41.6'sını yerli kaynaklarla, geri kalanını ise ithalat yoluyla karşılamaktadır. Bu tablo Türkiye'nin kaçınılmaz "mukadderatı" değildir, tam tersine izlenen yanlış politikaların bir ürünüdür. Dolayısıyla bu olumsuz tablonun değiştirilmesi hem mümkün hem de zorunludur. Ne var ki Türkiye, enerji alanında dışa bağımlılığı azaltıcı adımlar atmak zorundayken, özelleştirmeci siyasi iktidarlar tarafından tam tersi bir istikamete sürüklenmektedir.

Uluslararası sermayenin bizim gibi ülkeleri, özelleştirme doğrultusunda özel olarak teşvik ettiği düşünülecek olursa, aslında bunun böyle olmasında çok şaşırtıcı bir yön de yoktur. Uluslararası sermayenin yapısal uyum politikalarının yürütücülüğünü üstlenen Dünya Bankası, özellikle altyapı alanında (iletişim, ulaşım, enerji vb.) özelleştirmenin hızlandırılması ve enerji idaresinin desorganizasyonu amacıyla krediler açmaktadır. Türkiye de enerji sektöründe Dünya Bankası'nın bu kredilendirmelerinden nasibini almış, bu krediler sayesinde, önce sektör ticarileştirilmiş ve ardından da buna uygun kurumsal adımlar atılarak, TEK giderek Dünya Bankası'nın doğrudan denetiminde bir kuruluş haline getirilmiştir.

Türkiye enerji politikaları alanında kaderini gittikçe uluslararası sermayenin ellerine terketmektedir. Bu süreç ise adım adım örülmüştür. 1980'li yıllann sonunda Özal tarafından imzalanan "Avrupa Enerji Şartı" anlaşması ve ABD ile yapılan anlaşmalar bu sürecin kilometre taşlarından biridir. Bu anlaşmanın Türkiye'yi enerji alanında ne tür olumsuz yükümlülüklerle karşı karşıya bıraktığı ise, anlaşmanın o tarihlerde meclisten bile kaçırılmış olmasından bellidir. Daha sonra Dünya Bankası'nın, ABD'nin Türkiye'ye enerji alanıyla ilgili krediler açtığı döneme gelindi; bu krediler o günkü siyasi iktidarlar tarafından kamuoyuna büyük bir "gurur"la açıklanırken; aynı günlerde basında, ABD'nin ve Dünya Bankası'nın Türkiye'den enerji alanına yönelik bir dizi "taahhüt" aldığına ilişkin haberler bolca yer almıştı.

Nitekim enerji sektöründe talan sofrasının kurulduğu günlerde, Türkiye'yi bir dizi ABD heyeti ziyaret etmektedir. ABD Enerji Bakanı Frederico Pena, ABD Enerji Bakan Yardımcısı Robert W. Gee ve ardından da ABD Ticaret Bakanı William M. Daley başkanlığında bir heyet yakın zaman önce Türkiye'yi ziyaret etmiş; enerji sorunu, bu ziyaretlerin temel konulan arasında yer almıştır. Bu girişimlerde "Hazar petrolleri ve doğalgazın Türkiye üzerinden taşınması" konusunun yanısıra, enerji santralleri ihalelerinde ABD'li firmalara öncelik tanınması sorununun da gündeme geldiği basına yansıyan haberler arasında ayrıntılı biçimde yer almıştır. ABD Ticaret Bakanı William Daley, ABD'nin santral ihalelerine duyduğu ilgiyi Türkiye'ye gelirken yanında ABD'li enerji tekellerinin temsilcilerini de getirerek göstermiştir. Ve bu ziyaret sırasında ABD tekelleri ile, çeşitli santral ihalelerine İlişkin sözleşmeler imzalanmıştır. ABD'li Ticaret Bakanı bununla yetinmeyerek, imtiyaz sözleşmelerinde Danıştay denetimini şart koşan Anayasa'nın 155. Maddesinin kaldırılmasını istemiş, "uluslararası hakemlik" kurulunun uygulamaya sokulmasını önermiştir. Bu yapıldığı takdirde, enerji sektörünün uluslararası sermayenin denetimine girmesi önündeki bir engel daha kaldırılmış olacaktır.

Türkiye'nin yakın tarihe kadar enerji alanındaki dışa bağımlılığı büyük ölçüde petrol kaynaklarındaki dışa bağımlılıktan kaynaklanmaktaydı. Petrolün ithal edilen kaynaklar içindeki payı %70'ler oranındadır. Yapılması gereken ise doğal olarak ithal petrol kullanımını azaltıcı önlemler alarak, dış bağımlılığı kaldırmak ya da hiç olmazsa asgariye indirmektir.

Dışa bağımlılık açısından mevcut olan bu olumsuz tabloya karşın, Türkiye hiç olmazsa elektrik enerjisi üretimi alanında çok büyük ölçüde kendi kaynaklarma, hidroelektrik santrallere ve yerli linyitlere dayanmaktadır. Ama son on-onbeş yıldır uygulanan neo-liberal özelleştirmeci politikalar bu alanda da dışa bağımlılığı artıran sonuçlar üretmiştir. Özellikle son on yılda, elektrik üretiminde ithal kömürü ve doğalgaz kullanma eğiliminin ağır basması sonucu, ithal kaynaklara dayalı elektrik enerjisi üretiminin payı, %20'ler seviyesine çıkarılmıştır. İşin daha da ilginç ve önemli yanı ise, Türkiye'nin enerji politikasını saptayanlar 2020 yılına kadar elektrik üretiminde dış kaynak kullanımını %56 seviyesine çıkarmaya "kararlı" gözükmektedirler. (ETKB, TEAŞ, DEKTMK, Şubat 1997)

Elektrik üretimi alanına da sirayet eden ve giderek de artacağı görülen dışa bağımlılığın en önemli nedenleri; 1) Elektrik üretiminde giderek daha fazla doğalgaza ve ithal kömüre ağırlık verilmesi, 2) Nükleer enerji santrallerinin inşa edilmek istenmesi ve 3) YİD, Yİ ve İşletme Hakkı Devri modelleriyle bizzat santral yapımı ve işletimi işinin uluslararası tekellere havale edilmesidir.

Doğalgazm kullanılması, Türkiye açısından bir zorunluluk olmadığı gibi ekonomik de değildir. Bu, tümüyle uluslararası sermayenin tercih ve dayatmalarının bir ürünüdür ve özelleştirmeci neo-liberal mantığın enerji sektöründe dışa bağımlılığı nasıl daha da derinleştirdiğine ilişkin çarpıcı bir örnektir. Mobil LNG Yatırım ve Satış Geliştirme, Avrupa ve Afrika Başkan Yardımcısı Alexander Deads,Botaş Vakfı tarafından yayımlanan Petrogaz dergisine yaptığı bir açıklamada, Mobil'in Türkiye'yi gelişen bir doğalgaz pazarı olarak gördüğünü belirtiyor. Deads bu açıklamasında ayrıca "Türkiye'de doğalgazın altyapısının kurulması ve gerekli ekipmanın alınması için Türkiye'ye finansal destek bakımından da yardımcı olacaklarını" belirtiyordu.

Elektrik üretimi alanında dışa bağımlılığı artıracak uygulamalardan biri de elektrik üretim alanında nükleer santrallerin gündeme getirilmesidir. 2010 yılına kadar yapılması planlanan 1000 MW gücündeki 2 nükleer santralin ülkemiz toplam kurulu gücü içinde payı %2, 2020 yılına kadar devreye alınması düşünülen toplam 10 santralin o yılki kurulu güç içindeki payı ise %10 olacaktır. Dolayısıyla insan hayatı ve çevre üzerindeki yaratabileceği büyük tehlikeleri şimdilik bir yana bıraksak bile, nükleer santrallerin kurulmasının Türkiye'ye 2020 yılına kadar ciddi bir üretim katkısı olmayacaktır. Türkiye nükleer santrallerden elde etmeyi hedeflediği %10'luk bu enerjiyi, her halükarda kendi kaynakları ile sağlayabilir. Ne var ki ülkenin enerji politikasını uluslararası sermayeye ipotek etmeye kararlı gözüken neo-liberal politikacılar; ilk yatırım maliyeti ve elektrik enerjisini üretim maliyeti diğer santral tiplerine göre daha yüksek olan, teknoloji ve yakıt bakımından tümüyle dışa bağımlı olan nükleer santralleri ısrarla Türkiye'ye sokmaya çalışmaktadırlar.

Dışa bağımlılığı artıracak olan faktörlerden bir diğeri de, santral inşası işinin özel sermayeye devridir. YİD ve Yİ ve İşletme Hakkı Devri modelleri ise büyük ölçüde çok uluslu tekellerin sektöre girmesine ve sektörü denetler hale gelmesine yol açmaktadır. Özellikle Y.İ.D. ve Y.İ. modeli tam bir yabancılaştırma yöntemi durumundadır. Altyapı yatırımları büyük finansman gerektirmektedir ve dolayısıyla ancak uluslararası dev tekellerin altından kalkabileceği bir iştir. Bu nedenle Y.İ.D. modeli çok uluslu firmaların faaliyet alanı olarak belirmekte, bu model pratikte çok uluslu tekellerin yerli firmaları taşeron olarak kullandıkları projelere dönüşmekterir. Sonuçta altyapı hizmetlerinin yatırım, üretim ve satışının Y.İ.D. modeline terkedilmesi, satış ve fiyat garantileri ile donanmış çokuluslu şirketlerin tekelci pazar egemenliği kurarak, sektörü tam denetler hale gelmesine yol açmaktadır. Örneğin 29 Ağustos 1996 tarihli Resmi Gazete'de ilan edilen 13 adet termik santral ihalesinde oluşturulan 56 konsorsiyumun 14'ü ABD kökenli çokuluslu şirketlerin önderliğinde bulunmaktaydı.

d) Özelleştirme Çalışanlar Açısından da Yıkım Getirecektir!

Ö
zelleştirmenin işçi ve emekçiler açısından doğurduğu yıkıcı sonuçların en önemlileri arasında tenkisat ve sendikasızlaştırma bulunmaktadır. Özelleştirme sonrasında işçilerin %56.5'i, EBK'nda %79.7'si, ORÜS'te %78.4'ü, Sümerbank'ta da %39.5'i, STK'de %55.2'si, Turban'da %67.4'ü işten çıkarılmıştır. Özelleştirilen tüm işletmelerde her 100 işçiden 54'ü işini kaybederken, özelleştirilen işletmelerde eski işçiler toplu olarak işten çıkarılmış; yerlerine sendikasız, sigortasız ve düşük ücretli yeni işçiler alınmıştır. Özelleştirme aracılığıyla, taşeronlaştırma ve kısa süreli çalıştırma yaygınlaştırılmıştır.

Aynı soruna elektrik enerjisi alanında yapılan özelleştirmeler cephesinden bakılacak olduğunda ise; Çukurova Elektrik'te özelleştirme öncesi (1992)1460 personel çalışmakta iken, 1996'da bu sayı 937'ye düşmüştür. İşçiler 9'arlı gruplar halinde işten atılmıştır. Kayseri Elektrik'te 1992'de 650 işçi çalışmaktaydı ve bunların 600'ü sendikalıydı, 1996 tarihinde 850 işçi çalışmasına karşın bunların yalnızca 289'u sendikalı durumdadır. Özelleştirmeyle birlikte ya sendikalı işçiler re'sen emekli edilmişler, ya 13. maddeye göre işten atılmışlar, ya da zorla sendikadan istifa ettirilmişlerdir. AKTAŞ'da ise TEK'ten devralman elemanlardan 400 sözleşmeyi personel ve 840 işçinin işine son verilmiştir. Bunların yerine asgari ücretle, sosyal ve sendikal haklardan yoksun taşeron işçileri çalıştırılmaya başlanmıştır 

D) ENERJİDE ÖZELLEŞTİRME YÖNTEMLERİ VE TALAN POLİTİKASI
Enerjide özelleştirme, İşletme Hakkı Devri; YİD ve Yİ (Yap-İşlet-Dev-ret), (Yap-İşlet) ve otoprodüktör uygulaması aracılığıyla gerçekleştiriliyor. Şu ana kadar geçen süreç, bu modellerin hiç birinin enerji sorununun çözümüne katkı getirmediğini, bu modellerin tek işlevinin kamudan özel sektöre kaynak aktarmak olduğunu, bu yöntemlerle yapılan özelleştirmelerin çok büyük soygun ve talanlara kaynaklık ettiğini göstermektedir.

 a) İşletme Hakkı Devri
İşletme hakkı devri şu ana kadar ağırlıklı olarak gündemde olan yöntemdir. Özel sermaye (özellikle yerli özel sermaye) onca teşviğe rağmen yüksek maliyet gerektiren enerji sektörüne yatırım yapmakta pek istekli davranmamaktadır. Oysa işletme hakkı devri yöntemiyle zaten hazır kurulu olan ve yüksek kâr elde eden kuruluşlar, özel sermayeye devredilmektedir. Elektrik seçeneksiz bir mal olduğu için, ayrıca santraller bir kaç yıllık kârları karşılığında adeta kelepir fiyatına satışa çıkarıldıkları ve hatta hammadde kaynakları da bedava olarak bu şirketlere devredildiği için, işletme hakkı devri ile yapılan özelleştirme uluslararası ve yerli sermaye açısından çok cazip olmaktadır. Bu yüzden bu yöntemle açılan ihalelere ilgi fazla olmakta, bu kârlı ihaleler bir sürü karanlık sahaya sahne olmakta, bu alanda tam bir talan ve yağma sofrası kurulmaktadır.
•^Nitekim İşletme Hakkı Devri yöntemiyle yapılan santral ihalelerinde de, tam bir yağma ve talan sofrası kurulmuştur.
• 10 termik santralin 20 yıllığına devir bedeli, l ,2 milyar dolar olarak açıklanmıştır. Oysa bu santrallerin yıllık net kâr toplamları 507 milyon dolardır. Devlet l ,2 milyar dolan 2,5 yıl bile dolmadan kendisi kazanacakken, santralleri 20 yıllığına devretmeye kalkmaktadır.
•    12 santralin devir bedeli olarak l ,6 milyar dolar saptanmıştır. Buna karşılık devredilecek santrallerde TEAŞ'ın yapımını üstlendiği an tim tesisi vb. gibi yatırımların tutan 2 milyar dolardır. Ayrıca 2,2 milyar dolar dış borcu da devlet üstlenmektedir. Bu durumda santraller düşük bir fiyatla bile değil, zararına satılmış olmaktadır. Zira devlet bu durumda üstlendiği yatırımları tamamlayabilmek ve dış borçları ödeyebilmek için, alacağı paranın üç katını harcamak zorunda kalacaktır.
•    İşletme hakkı devredilen 10 santralin bugünkü fiyatlarla kuruluş maliyeti 6,3 milyar dolardır. 10 santralin devir bedeli ile bugün, bir tek büyük ölçekli santral kurmak bile mümkün değildir.
•    Bugünkü fiyatlarla kuruluş maliyeti 450 milyon dolar olan Çatalağzı ve Kangal santralleri 75 milyon dolara, Çayırhan 75 milyon dolara; yine bugünkü fiyatlarla maliyeti 66 milyon dolar olan Soma-A 15 milyon dolara; mali yeti l milyar 485 milyon dolar olan Soma-B 240 milyon dolara; maliyeti 643 milyon dolar olan Tunçbilek Santrali 100 milyon dolara; maliyeti 945 milyon dolar olan Yatağan Santrali 160 milyon dolara; ve maliyeti 630 milyon dolar olan Yeniköy Santrali de 100 milyon dolara 20 yıllığına devredilmektedir.
•    Santrallerin devir bedelinin, santrallerin 20 yıllık gelirine oranı hesaplanacak olursa; bu oranların Çatalağzı için yüzde 9, Çayırhan için yüzde 11, Soma-A için yüzde 11, Soma-B için yüzde 9, Tunçbilek için yüzde 12, Yatağan için yüzde 10 ve Yeniköy Santrali için yüzde 9 olduğu görülmektedir.
^İşletme Hakkı Devri yoluyla yapılan elektrik dağıtım şirketleri özelleştirmelerinde, yağma ve talan açısından santral ihalelerinden farklı bir görüntü sunulmamaktadır.
25 dağıtım şirketinin 1996 yılı kân 73 trilyon 799 milyar 652 milyon 322 bin liradır. Dağıtım şebekelerinin 1998 yılı kâr hedefi ise 14 milyar 700 milyon dolar olarak öngörülmektedir. Bu şirketlerin 30 yıllığına devir bedelleri ise 2 milyar 625 milyon dolar olarak saptanmıştır.
İhaleyi kazanan firmalann devlete devir parası olarak ödeyeceği l milyar 610 milyon doların, 950 milyon dolarının peşin, kalanının da ikişer yıllık taksitlerle ödeneceği gözönünde bulundurulacak olursa, dağıtım şirketleri ihalesinin sermaye grupları için nasıl bir "ballı börek" olduğu daha iyi anlaşılacaktır.
Şu ana kadar dağıtım şirketleri ihalelerinden A grubu ve B grubu ihaleleri sonuçlandırılmış bulunuyor. A grubu ihaleleriyle 30 yılda l .5 katrilyon lira kâr edecek olan 7 bölgenin dağıtım şebekeleri 30 yıllığına 310 trilyon liraya özel sektöre devredildi. B grubundaki ihalelerde de 13 ili kapsayan 5 bölgedeki dağıtım şeebekeleri 32 aylık kârları karşılığında 30 yıllığına özel sermayeye armağan edildi. Yalnızca 1996'daki kârları toplam 98.5 milyon dolar olan B grubundaki 5 dağıtım bölgesinin 30 yıllık devir bedeli ise yalnızca 275 milyon dolar. 1996 kârlan baz alındığında bu beş bölgedeki dağıtım şebekelerinin 30 yıllık kârları 2 milyar 955 milyon dolar olarak hesaplanabiliyor. Böylece bu özelleştirme aracılığıyla devlet, 30 yıllık bir sürede 2 milyar 680 milyon dolar zarara uğramış oluyor.
b) Yap-İşlet-Devret Yöntemi
YİD modeli kamunun altyapı yatırımları için uygulanan bir özelleştirme ve finans modeli olarak bilinmektedir. Resmi tanıma göre YİD "ileri teknoloji ve maddi kaynak ihtiyacı duyulan projelerin gerçekleştirilmesinde kullanılmak üzere geliştirilen bir özel finansman yöntemidir. Modelde elde edilecek kâr da içinde olmak üzere yatırım bedelinin sermaye şirketine, şirketin işletme süresi içerisinde ürettiği mal veya hizmetin idare veya hizmetten yarar-lananlarca satın alınması suretiyle ödenmesi" öngörülür.
YİD modeli 18. ve 19. yüzyıllarda kanallar, yollar ve demiryollarının özel şirketlere yaptırılması ve belli imtiyaz süresi boyunca işletilmesi ile ortaya çıkmış bir uygulamadır. Bu yıllarda İngiltere'de, Almanya'da ve Osmanlı İmparatorluğu'nda bu uygulamalara rastlamak olanaklıdır.
Daha sonra bu modelin yarattığı sorunlar ve artan altyapı yatırım ihtiyacı, sosyal devlet anlayışının egemen olması gibi nedenlerle, altyapı hizmetlerinin üretimi kamu kesimine kaymıştır.
Bir çok ülkede uygulanan neo-liberal politikalar sonucunda kamu kesiminin büyük miktarda ve yüksek faizle borçlanması sonucu kamu açıkları artmış, kamu kesimi giderek altyapı yatırımlarını finanse edecek kaynak ve kredi bulmakta zorlanmaya başlamıştır. Bu durum ise YİD'in yeniden gündeme gelmesinin en önemli nedenini oluşturmuştur.
Türkiye'de YİD modelinin uygulanması için seçilen ilk sektör ise enerjidir. Bu durum Dünya Bankası'mn tercih ve dayatmalarının dolaysız bir sonucudur. 1980-1984 yıllan arasında Dünya Bankası Türkiye'ye kamu iktisadi teşekküllerinin yeniden yapılandırılması için beş yapısal uyum kredisi vermiştir. 1987 yılında enerji sektörünün yeniden yapılanması, 1992 yılında da TEK'in yeniden yapılanması için sektörel uyum kredileri verilmiştir.
Yap-İşlet-Devret modelinde özel sermaye için oldukça cazip imkanlar sunulmaktadır. Her şeyden önce Türkiye'de elektrik fiyatlan üretim maliyetlerinin çok üzerinde ve dünya fiyatlarının iki katı düzeyindedir ve Yap-İşlet-Devret modelinde üretim maliyeti ile satış fiyatı arasındaki fark santrali kuran ve işleten şirkete bırakılmaktadır. Devletin bu şirketlere verdiği satın alma güvencesi, bu şirketlerin en küçük riske girmeden büyük kârlar sağlamalarını garanti etmektedir. Aynca devlet, bu projelerde yatırımcıların buldukların dış kredilere "Hazine garantisi", ayrıca üretim sırasında "hammadde garantisi" vermektedir. Böylece yatırım yapmak için gerekli kaynağa sahip olmadığı iddia edilen devlet, çok daha büyük bir kaynağı yerli ve yabancı sermaye sahiplerine aktarmaktadır.
Devletin enerji alanında, Y.İ.D. modeli aracılığıyla özel sektöre yaptığı kaynak aktanmlan bunlarla sınırlı kalmamaktadır. Bu açıdan bir başka ilginç örnek de, 1996 Kasım'mda "devletin mali sıkıntı nedeniyle tamamlayamadı-ğı 18 HES'in Yap-İşlet-Devret modeliyle yaptırılması için" ihale açılmasıdır. Oysa bu 18 santral %60-98 oranında, bunlardan 6 tanesi ise %96-98 oranında tamamlanmıştır. Nisan 1997'de üretime alındığı halde Ekim 1998'de açılışı yapılan Çatalan Barajı ve HES'i de bunlardan biridir ve bu projenin Y.İ .D.'e girebilmesi için baraj gövdesinin 15 m. yükseltilmesine karar verildiği ileri sürülmüştür.
Sektörde YİD modeli bu denli öne çıkartılmış, teşvik edilmiş olmasına karşın, özelleştirmeci siyasi iktidarlann YİD modelinden beklediklerini elde edebildiklerini söyleyebilmek mümkün değildir. 1984'te, "TEK dışındaki kuruluşların elektrik üretimi, iletimi, dağıtımı ve ticareti ile görevlendirilmesi hakkında kanun ve yönetmelikle" önü açılan bu model, 10 yıl sonra tam bir fiyaskoyla sonuçlanmıştır. 10 yıl sonra YİD modeliyle sadece 16 MW'lık Aksu, 5.6 MW'lık Kısık, 9.6 MW'lık Birecik hidroelektrik santralleri işletmeye alınmıştır. 672 MW'lık Birecik hidroelektrik santralinin inşasına da ancak başlanabilmiştir. Bunun temel nedeni ise, tüm teşviklere rağmen özel sektörün bu alana yönelmemesi, daha kolay kâr alanlarını tercih etmesidir. Bu durum aslında enerji sektörünün geleceğinin özel sektöre devretmenin ne denli riskli olduğunu da ortaya koymaktadır. YİD modeli beklenenleri vermediği için, 10 yıl sonra YİD modelinin devret kısmından vazgeçilerek Yap-İşlet yöntemi devreye sokulmuştur.
Tüm YİD modellerinde ortalama 30 yıl olan sözleşme süresinin uzatılması seçeneği vardır ve sözleşme süresi sonunda kamunun tesisi geri alıp işleteceğini kimse beklememektedir. Kaldı ki, eğer devredilecekse bile, devir zamanı yaklaştıkça santrallere gerekli bakım ve yenileme çalışmalarının yapılmaması ve hurdaya çıkarılmış olan santrallerin devlete teslim edilmesi olasılığı çok yüksektir.
c) Özelleştirmede Bir Başka Yöntem : Otoprodüktör Uygulaması
Otoprodüktör uygulaması da, özelleştirme türlerinden biri olarak son dönemde daha yoğun olarak uygulamaya sokulmuştur. Bu uygulama şirketlerin enerji ihtiyaçlarını kendi kurdukları santrallerle karşılamaları temel mantığına dayanmaktadır. 1995 itibariyle Otoprodüktör santral olarak kurulan 1344,6 MW gücündeki santraller işletmeye alınmıştır. Bu tarihte 861,1 MW gücündeki Otoprodüktör santral inşası ise sürmektedir. Devlet bu santrallerde üretilen elektrik enerjisi fazlasını satın alma garantisi vermektedir. Otoprodüktör uygulamasının temel amacı, sermaye sahiplerini yüksek fiyatlı elektriği satın almaktan kurtarmaktır. Ne var ki bu uygulama, enerji üretiminde bir verimsizlik ve israf kaynağı olan küçük ölçekli yatırımları yaygınlaştırmakta, maliyeti en yüksek elektriğin üretilmesine yolaçmakta, dolayısıyla toplumsal kaynakların heba olmasına neden olmaktadır.
SONUÇ YERİNE ÖNERİLER
Buraya kadar anlattıklarımızla, enerji sektöründe kamu mülkiyetinin ve planlamanın gerekli ve zorunlu olduğunu ortaya koymaya çalıştık. Bir kez daha ve kısaca yineleyecek olursak; enerji toplumsal yaşamın her alanı açısından stratejik önemi olan bir girdidir. Enerji yalnızca sanayileşme açısından değil, bilimsel, eğitimsel, kültürel faaliyet ve gündelik yaşam açısından da varlığı zorunlu bir metadır. Toplumsal yaşamla son derece ilgili olan bu metanın üretimini garantiye almak, belli bir kalitede, süreklilik içerisinde ve uygun bir fiyatlandırmayla tüketiciye ulaşmasını sağlamak zorunludur. Ne var ki bunu yapabilmek, bu alana yönelik çok büyük yatırımları gerektirmektedir. Özellikle azgelişmiş ülkeler açısından, enerji yatırımları ülke kaynaklarının çok önemli bir bölümünün bu alana akıtılmasını zorunlu kılmaktadır. Bu derece yaşamsal önemi olan ve bu derece büyük kaynakları emen bir sektörün geleceği tesadüflere bırakılamaz. Zira bu alanda yapılabilecek herhangi bir hata hem sanayileşmeyi hem de toplumsal yaşamı derinden etkileyebilecek; üstelik oldukça büyük kaynaklann heba olmasına yol açabilecektir. Burada önemli bir noktanın altını daha özenle çizmek gerekmektedir. Enerji üretimi her halükarda çevre üzerinde olumsuz etkiler yapmakta, doğal dengede değişiklikler yaratmaktadır. Bu olumsuzluğu tümüyle engellemek mümkün değilse bile, bu nedenle enerji üretiminden vazgeçmek düşünülemese bile; bu olumsuzluğu asgariye indirmeye çalışmak da yaşamsal önemde bir zorunluluktur. Tüm bu sayılan faktörler enerji üretiminin niçin yüksek bir kamusal sorumluluk gerektirdiğini ve bu alanın niçin bireysel tercihlere, bireysel sorumluluklara terk edilemeyeceğini ortaya koymaktadır. Enerji sektörünün, aslında tüm alt yapı sektörleri gibi, doğal bir tekel niteliği gösterdiği ve rekabete uygun bir özellik taşımadığı da gözönünde bulundurulacak olursa, bu sektörün kamu mülkiyeti altında ve planlı bir biçimde yürütülmesi zorunluluğu daha açık bir biçimde görülür. Bu sektöre yönelik politikalar, tüm bu sayılan nedenler yüzünden "yakın ve yeterli kâr" esasına göre değil, yukarıdaki unsurları gözeten orta ve uzun vadeli projeksiyonlara dayalı olarak oluşturulmak zorundadır. Enerji sektöründe kâr değil, sanayileşme hedefi, toplumsal ve kültürel yaşamın gereksinimleri esas alınmalıdır ve buna uygun bir fi-yatlandırma politikası izlenmelidir. Yukarıdaki amaçlara ulaşabilmek amacıyla, gerekiyorsa, sektör subvanse de edilebilmelidir.
Enerji üretimi kendi içinde bir amaç değildir; sanayileşmeyi ve toplumsal-kültürel yaşamı geliştirmenin bir aracıdır. Öyleyse, bu amaca ulaşabilmek için yalnızca bu sektörün kendi içinde planlanmış olması yetmez, aynı zamanda sanayileşme ve tüketimle bağlantılı bir biçimde planlanmış olması gerekir. Öncelikleri olmayan, enerji yoğun özellikler taşıyan bir sanayileşme, ülkenin enerji kaynaklarının rasyonel kullanımını engelleyeceği gibi, aynı niteliği taşıyan bir tüketim tarzı da hem enerji israfına hem çevre tahribine neden olacaktır.
•-Enerji sektöründeki dışa bağımlılık ülkenin ekonomik/siyasi yaşamına ipotek konulmasını da beraberinde getirecektir. Dolayısıyla bir ülke enerji politikasını oluştururken, dışa bağımlılığı engellemeyi, hiç olmazsa asgariye indirmeyi hedeflemek durumundadır. Bunun en temel yolu ise enerji üretiminde mümkün olduğunca öz kaynaklara dayamlmasıdır. Eğer yine de enerji ithal etmek zorunda kalmıyorsa, bu takdirde, hem ithal edilen enerji kaynaklarını çeşitlendirmek, hem de ithal edilen ülke sayısını fazlalaştırmak, bağımlılığın olumsuz sonuçlarını asgariye indirmek açısından zorunludur.
Türkiye'de izlenen enerji politikaları, daha önceki sayfalarda vurgulandığı gibi, dışa bağımlılık alanında da son derece olumsuz sonuçlar üretmiştir. Türkiye kendi kaynaklarını yeterli biçimde kullanmaz, bu kaynaklan çoğaltacak ve ekonomikleştirecek arama ve ar-ge faaliyetlerine gereken önemi vermezken, enerji ihtiyacını ithalatla karşılama yoluna gitmiştir. Bugünlerde gündeme gelen özelleştirme politikaları, aynı zamanda bir yabancılaştırma politikaları niteliği taşıdığı için, Türkiye'nin enerji alanındaki dışa bağımlılığı giderek daha da artacaktır.
Türkiye dışa bağımlılığı azaltmak amacıyla kendi öz kaynaklarına daha çok dayanmalı, petrol ve doğalgaz kullanımını ise asgari seviyede tutmayı hedeflemelidir. Türkiye'de petrolün yüzde 45'i ulaştırmada, yüzde 25'i sanayide, yüzde 16'sı konutlarda, yüzde 10'u kimyasal üretimde ve yüzde 8'i de elektrik üretiminde kullanılmaktadır. Özellikle ulaştırmada ve konut alanı başta olmak üzere petrol kullanımında ciddi ölçüde tasarrufa gitmek olanaklıdır. Yerli üretimi son derece sınırlı olan ve yüzde 97'si ithal edilen doğalga-zın ise yüzde 57'si termik santrallerde, yüzde 17'si sanayide, yüzde 11 'i gübre sektöründe, yüzde 15'i ise konutlarda ve ticari sektörde kullanılmaktadır. Türkiye doğalgazı yalnızca büyük kentlerdeki konut ısıtmasında kullanmalı, diğer alanlardaki doğalgaz kullanımı sınırlandırmalıdır.
Oysa Türkiye'nin enerji politikasını saptayanlar bu kaynakların kullanımını sınırlandırmak bir yana, özellikle doğalgaz başta olmak üzere çok daha yukarılara çekmek niyeti ve gayreti içerisindedirler. ETKB 1996 yılında 8,5 milyon metreküp düzeyinde olan doğalgaz tüketiminin 2020 yılında 30 milyon metreküpe ulaşacağını öngörüyor. Öyle görülmektedir ki Türkiye petrolden sonra doğalgaz alanında da tümüyle dışa bağımlı bir ülke durumuna getirilecektir.
•»-Geleceğe yönelik bir enerji politikası oluşturulurken bir ülkenin, 1) kendi öz kaynaklarım azami ölçüde kullanmayı, 2) kendi mevcut kurulu gücünden azami ölçüde yararlanmayı, 3) enerji verimliliğini yükselterek ve enerji tasarrufu yöntemlerini geliştirerek aynı ihtiyacı daha az enerjiyle karşılamayı, 4) çevreyi en az tahrip edecek ve dışa bağımlılığı azaltacak yeni enerji kaynaklan üzerinde yoğunlaşmayı, 5) dünya pazarlannda enerji alanındaki muhtemel gelişmelere ilişkin sağlam ve bilimsel projeksiyonlara sahip olmayı hedeflemesi bir zorunluluktur.
Bugün dünyanın enerji tüketimi ağırlıkla fosil yakıtlara dayalıdır ve geleceğe yönelik yapılan bütün projeksiyonlar, petrol ve doğalgaz kaynaklarının 40 ile 60 yıl içinde tükeneceğini, ya da son derece azalacağını ortaya koymaktadır. Demek oluyor ki, 10-20 yıllık bir vadede hem bu kaynakların fiyatlarında büyük oranlı yükselişler yaşanacak hem de ithalatçı ülkeler bu kaynakları ithal etmek yerine, kendi ihtiyaçları doğrultusunda kullanmaya ve muhafaza etmye çalışacaklardır.
Bu tablo açık bir biçimde göstermektedir ki, geleceğe yönelik enerji politikaları oluşturulurken, olanaklı olabildiğince bu kaynaklara olan bağımlılığı asgariye indirmeyi hedeflemek zorunludur. Zira bu yapılmadığı takdirde ülkenin sanayileşme geleceği ve kültürel-toplumsal yaşamı büyük bir risk altına sokulmuş olacaktır.
Ne var ki ve ne yazık ki, Türkiye'nin enerji politikasını saptayanlar tam da bu konuda büyük bir aymazlık içerisinde gözükmektedirler. Türkiye'nin 2010 yılındaki enerji tüketimine resmi çevrelerce nasıl bir projeksiyon yapıldığına bakılacak olursa; resmi çevrelerin 2010 yılında Türkiye'nin enerji tüketiminin %85 oranında fosil yakıtlara dayalı olacağını ve bu kaynakların da %62'sinin dışardan ithal edileceğini öngördüklerini görmekteyiz. ETKB'nın yaptığı projeksiyona göre bu tarihte %27 oranında ithal petrol ve %18 oranında ithal doğalgaz ve %17 oranında ithal kömür kullanılacaktır. Enerji kaynakları içerisinde yerli kömür kaynakları 2010 yılında %23 oranında bir paya sahip olacakken, hidrolik santrallerin payı ise %4 olarak öngörülmektedir. Bu projeksiyonun (planlama değil!) olması gereken hedeflerle taban tabana zıtlık teşkil ettiğini vurgulamak gereklidir. Türkiye enerji alanında böylesi bir kadere kesinlikle mahkum değildir. Türkiye'nin önünde başka alternatifler de mevcuttur.
"^Ülkemizde enerji iletim ve dağıtımında %20'nin üzerinde olan kayıplar, Avrupa ortalaması olan %6'lar düzeyine çekilmelidir. Bu konuda yapılacak olan yatırımlara kayıp olarak bakılmamalıdır. Bu doğrultuda adımlar atıldığı takdirde, yapılması düşünülen 2 nükleer santral kadar enerji kazanmak mümkün olacaktır.
•^Ülkede kurulu elektrik enerjisi santrallerinin %30'u çalıştırılamamakta, çalıştırılanlarında kapasite kullanım oranları %62'ler düzeyinde kalmaktadır. 22.000 MW kurulu gücün ancak 15.000 MW kullanılabilir düzeydedir. Türkiye mevcut kurulu güçten azami ölçüde yararlanmaya yönelik tedbirleri en kısa sürede almak zorundadır.
•»-Bir birim üretim için tüketilen enerji miktarı (enerji yoğunluğu) Türkiye'de dünya ortalamasının %66, OECD ülkeler ortalamasının %100 üzerindedir. Bu durum Türkiye'de enerji yoğun bir teknoloji kullanılmasından kaynaklanmaktadır. Türkiye önümüzdeki süreçte enerji yoğunluğu az teknolojilere yönelerek, enerji kaynaklarındaki bu israfı önleyecek tedbirler almalıdır. Ne var ki, bu yönde atımlar atılması bir yana, Türkiye giderek miadı geçmiş enerji yoğun teknolojilerin kaydırıldığı bir "çöplük ülke" durumuna dönüştürülmektedir.
"^Enerji politikaları alanında üzerinde özel bir tarzda durulması gereken bir başka unsur ise, enerji tasarruf yöntemlerinin geliştirilmesidir. Enerji tasarrufu, sanayileşme ve yaşam koşullarından feragat etmek değildir; enerjiyi doğru öncelikler temelinde kullanmak ve çok daha önemlisi, aynı işi daha az enerjiyle yapabilmektir. Ayrıca enerji tasarrufu daha çabuk ve ucuza elde edilen bir enerji kaynağı yaratmaktadır. Bu yöntemle ucuza ek kaynaklar elde edildiği gibi, çevrenin çok daha az kirletilmesi sağlanacak ve dışa bağımlılık azaltılacaktır.
Enerji tasarrufu yöntemleri üç önemli tüketim alanı olan sanayi, ulaşım ve konut alanında da kullanılabilir ve önemli bir enerji kaynağının elde edilmesine hizmet edebilir.
 Bugünkü mevcut durumda bile sanayide enerji tasarruf potansiyelinin %20-30'lar civarında olduğu tahmin ediliyor. Eğer sanayide enerjiyi daha verimli kullanan teknolojilere yatırım yapılır ve enerji geri kazanım sistemleri kurulabilirse, bu oranın daha da yukarılara çekilebileceği açıktır.
Bugün toplam enerjinin yüzde %35'ten fazlası konutlarda tüketilmektedir. Merkezi ısıtma sistemlerinin kurulması, konut tasarım ve inşasında ısı yalıtımı sistemlerinin kullanılmasına ve güneş enerjisinden yararlanmaya dönük önlemlerin alınması, konutlarda kullanılan ısınmaya dönük tüketimin büyük oranda azaltılmasını sağlayacaktır. Ayrıca az enerji kullanan aydınlatma araçlarının kullanılması teşvik edilmelidir. Bugün bile aydınlatmada yüzde 80 oranında tasarruf potansiyeli bulunduğu tahmin edilmektedir. ODTÜ Kimya Bölümü öğretim üyelerinden Prof. Dr. İnci GÖKMEN'in hesaplamalarına göre "Bizde her konut en çok kullandığı ampulünü "kom-pact florasan" ampulle değiştirse bir nükleer santralin üreteceği enerjiye eşdeğer enerji kazanımı elde etmek olanaklıdır". Tüm bunlarla birlikte her tür elektrikli alet ve makinamn tasarımında, enerji tasarrufu gözetilmelidir. Örneğin Batı'da tüm beyaz eşyalar için bu yönde standartlar geliştirilmiştir. Öyle ki, ABD'de 1990'larda kullanılan buzdolapları 1970'lerdekilerin üçte biri oranında enerji tüketmektedir.
Bugün toplam enerjinin yüzde 20'den fazlasını tüketen ulaştırma sektöründe karayolu egemenliğine son verilerek demiryolu ulaşımına ve toplu taşımacılığa ağırlık verilmesi koşullarında ciddi bir ek enerji kaynağı elde etmek olanaklıdır. Bunun yanısıra bugün dünyada araçların yakıt tüketiminde verim artışı sağlayacak önlemler geliştirilmektedir. Örneğin otomobillerin yakıt tüketimindeki verim artışı sonucunda, 1973 ile 1988 arasında UEA ülkelerinde araç sayısı %57.9 artmasına karşın benzin tüketimi buna kıyasla %16.9 artmıştır.
Türkiye enerji politikasını oluştururken ucuz, hızlı, temiz ve dışa bağımlılığı azaltıcı bir kaynak olan enerji tasarrufuna öncelikli bir önem vermek zorundadır. Ciddi bir enerji tasarrufu politikasıyla Türkiye'nin bugünkü koşullarda dahi 13.2 milyon TEP yıllık enerji tasarrufu potansiyeli olduğu hesaplanmaktadır.
^-Enerji sektörünün geleceği geçmişin teknolojisi ile ve tükenmekte olan kaynaklara dayalı olarak planlanmamalıdır. Yeni ve yenilenebilir kaynaklar araştırılıp geliştirilmeli; planlamalar bu doğrultuda yapılmalıdır. Türkiye'de bugüne kadar yenilenebilir enerji kaynaklarına gereken önem atfedilmemiş ve bu alanda herhangi bir ar-ge faaliyeti yürütülmemiştir. Oysa fosil yakıtların tükenmekte oluşu, dünyada yenilenebilir enerji kaynaklarını geliştirmeye yönelik bir eğilim doğurmaktadır. Türkiye bugüne kadar bu kaynaklara gereken önemi atfetmediği gibi, geleceğe yönelik projeksiyonlarda da yenilenebilir enerji kaynaklarına kayda değer bir önem atfedilmemektedir.
Oysa güneş, rüzgar, biokütle ve hidrolik enerjinin ömrü yaşam boyudur, bu kaynakların çevreye yönelik zararı asgari düzeydedir ve bu kaynakların artan oranda kullanılması dışa bağımlılığın azaltılmasına da hizmet edecektir. Hedeflenen, eğer tüm bunlar ve bunlarla beraber, Türkiye'nin enerji yapısı içinde tükenebilir kaynakların ağırlığını giderek azaltmaksa, o takdirde, yenilenebilir kaynaklara öncelikli bir önem atfedilmek zorunludur. 2010 yılına bir projesiyon yapıldığında güneş enerjisinin payını %3'e, rüzgar enerjisinin payını %2'y e, biokütle payını %5'e, odun payını %4'e, jeotermal payını %3'e, toplam yenilenebilir enerji kaynakları payını ise %22 seviyesine yükseltmek son derece gerçekçi bir hedeftir. Bu hedef doğrultusunda enerji ormancılığı geliştirilmeli; hayvansal gübreden biogaz üretimi artırılmalı; çöpten enerji üretime tesisleri kurulmalı ve enerji bitkileri üretim teknolojisi geliştirilmelidir.
^Türkiye kendi öz kaynakları olan hidrolik, linyit ve taşkömürü potansiyelinden azami ölçüde yararlanmalı, arama ve üretim çalışmalarını artırmaya özel bir ağırlık vermelidir. Daha önce de vurguladığımız gibi, Türkiye bugün, ekonomik hidrolik kaynakların ancak % 15-20'sini kullanmaktadır. Yalnızca bugünkü bilinen rezervlerine dayanarak linyit kaynaklı yerli enerji üretimini 4-5 kat, taşkömürü kaynaklı yerli enerji üretimini 10-15 kat artırabilmek olanaklıdır. Öte yandan Türkiye petrol varlığı tespit edilmiş bölgelerden başlayarak, petrol arama çalışmalarına da hız vermek zorundadır.
^-Türkiye linyit kaynaklarını kullanmak durumundadır. Oysa düşük kalorili ve yüksek oranda kükürt, nem ve kül içeren linyit, gerekli önlemler alınmadan kullanıldığında, çevreyi aşırı derecede kirletmektedir. Dolayısıyla linyit üretiminde çevre kirliliğini asgariye indirici ve verim artırıcı tedbirler alınmak zorundadır.
• Yeni enerji üretim teknolojileri arasında yeralan akışkan yatakta yakma teknolojisi, yüksek bir yanma verimi ve temiz yanma sağlamaktadır.
 •    Baca gazı arıtma tesisleri kurulmalıdır. Baca gazlan içindeki uçucu küllerin çevreye yayılmasını önlemek için kül tutuculan değiştirilmeli ve elektro-filtre kullanılmalıdır.
•    Türkiye'deki linyit santrallerinin çalışma verimi düşüktür. Bunun en önemli nedenlerinden biri ise bu santrallerdeki kazan dizaynlarının yakılan linyitin özelliklerine uygun olmamasıdır. Bu alanda da gecikmeksizin gerekli önlemler alınmalıdır.
1998








Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

PAPAZIN BAĞI: BİR CENNET PARÇASININ HİKAYESİ...

ANKARA’NIN İKİ YÜZYILANA DAMGA VURMUŞ BİR TARİHİ YAPIT: ABİDİNPAŞA KÖŞKÜ

şarap,kadın,şiir...-şiir-