REHİNE EYLEMLERİNE YÖNELİK BİR DEĞİNİ...

Bazı devlet adamlarını, ünlü kişileri ya da sıradan vatandaşları rehine olarak alıp bir talebi ya da sorunu bu yöntemle kamuoyuna iletmeyi amaçlayan eylemlerin kökü çok eskilere dayanır. Bu tür eylemlere en sık başvuranlarsa Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) ve Filistin Halk Cephesi (FHC) üyeleriydi. En sık başvurdukları yöntem ise uçakları yolcularıyla beraber kaçırmak ve istedikleri mesajların kamuoyuna duyurulmasını sağlamaktı. Cüneyt Özdemir'in o dönemin ünlü Filistinli kadın önderlerinden Leyla Halid ile 2004 yılında televizyon için yaptığı bir röportajda Halid, bu eylemlerdeki amaçlarını "Filistinlilere yalnızca mülteci gözüyle bakan dünyaya haklı bir nedenimiz olduğunu göstermek" ve "... İsrail hapishanelerinde yatan Arap ve Filistinli mahkumların rehineler karşılığında serbest bırakılmasını sağlamak" olarak sıralamıştı. Gerçekten de bu eylemler Filistinlilerin davalarını anlatabilmek açısından başarılı olduğu gibi, pek çok Filistinli mahkumun serbest bırakılması sonucunu da doğurmuştu. Dahası dünya kamuoyu nezdinde başta Leyla Halid olmak üzere pek çok eylemcinin bir kahraman haline dönüşmesine de yol açmıştı. Eylemlerin rehineleri öldürmeye yönelik olmadığı, aksine bir mesaj iletmenin yanı sıra eylemcilerin tutsak arkadaşlarını kurtarmak amacı taşıdığı bütün kamuoyu tarafından bilinirdi. Zaten eylemciler de bu amaçlarını açıkça deklare eder ve rehinelere karşı iyi davranmak açısından azami ölçüde özen gösterirlerdi. Eylemin kamuoyuna iletmek istediği mesajların yerine ulaştığı kanaati oluştuktan sonra da, eylemciler eylemi sona erdirir ve genel olarak da herhangi bir can kaybı olmazdı. Uçak kaçırma dışındaki rehine alma eylemleri de aşağı yukarı aynı biçimde seyrederdi. Tam da bu yaklaşım nedeniyle eylemcilere yönelik yalnızca kamuoyunda değil rehine alınanlarda da büyük bir sempati oluşurdu. Eylemcilere lanet okuması için uzatılan mikrofonlara rehineler, çoğunlukla ve tam aksine, eylemciler hakkında çok olumlu kanaatler dile getirirdi. Rehine eylemleri bu nitelikleriyle kısaca, eylemciler hakkında olumlu yargıların oluşmasına ve eylemin hedefindeki devletlerin sorgulanmasına neden oluyordu. Tüm bu gelişmeler üzerine, 1970'li yılların ortalarına doğru, rehine eylemlerine en fazla maruz kalan İsrail başta olmak üzere, devletler bu konuda farklı bir davranışa yönelme gereği duymaya başladılar. Moda deyimiyle konsept değiştirdiler. Bu konseptin üç önemli unsurdan oluştuğunu söylemek olanaklıdır. 1- Eylemcilerle asla pazarlık edilmeyecek... 2- Taviz vermek ve rehineleri gözden çıkarmak ikilemiyle karşılaşıldığında, rehineler gözden çıkarılacak... 3- Medya'nın eylemle ilgili haber yapması engellenecek... Konunun kamuoyuna duyurulması tümüyle devletin istek ve yönlendirmeleri doğrultusunda gerçekleşecek. Bu tarihten sonra rehinelerin eylemcilere duyduğu sempatinin gerçek olmadığı ve "Stockholm Sendromu" adı verilen travmatik bir duyguyu yansıttığı yaygın bir söyleme dönüşecekti. Böylece "devletlerin karizmasının zedelenmemesi" uğruna gerekirse çok sayıda rehinenin ölümünün bile göze alınabildiği yeni bir konsept oluşturuldu. Bu konsepte göre, "Devlet asla pazarlık yapmazdı." Bu tarihten sonra rehine eylemlerine kanlı baskınlara çok daha sık tanık olunmaya başlandı. Örneğin, 1976 yılında 248 yolcusuyla birlikte Filistinli gerillalar tarafından Uganda’nın Entebbe Havalimanı’na indirilen Air France uçağına, İsrail özel güvenlik güçleri bir operasyon düzenledi. Operasyon eylemcilerle birlikte 56 kişinin ölümüyle sonuçlandı. Yine 1985 yılında 3 Filistinlinin Mısır Havayolları'na ait uçağı Atina'dan Malta'ya kaçırması eylemi de, Mısırlı komandoların baskınıyla sonuçlandı. Bu olay sırasında da 59 kişi hayatını kaybetti. Bunlar tarihin en kanlı rehine eylemleri olarak kayda geçti. Bu konsept değişikliği uluslararası bir bağlama sahip olduğu için, bu tür eylemlere karşı uluslararası planda yoğun ve yeknesaklaşmış bir aleyhte propaganda yürütülmekteydi. Basın kuruluşlarının ise olayı "tüm cepheleriyle" yansıtma girişimleri yasal ve yasadışı yöntemlerle engellenmekteydi. Bu uluslararası tek boyutlu ve yoğun propaganda aracılığıyla, eylemciler, meydana gelen rehine ölümlerin sorumlusu olarak gösterilmekteydi. Bu yöntam o kadar etkili oldu ki; geçmiş dönemde eylemcilere yönelik var olan kamuoyu sempatisi, bu süreçten sonra tam tersine döndürülebildi. Kamuoyu algısının eylemcilerin aleyhine dönmüş olmasında yalnızca bu konsept değişikliğinin rolü yoktu. Bazı rehin olaylarında eylemcilerin sivillerin ölümüne yol açması gibi ciddi yanlış tavırları da önemli bir etkendi. Dahası bazen devletlerin bu eylemleri bizzat yönlendirdiğine de tanık olunmuştu . Ya da doğrudan yönlendirmese de, istihbarat sahibi olmasına karşın devletlerin eylemleri engellemediği, bu eylemleri kendisi açısından bir fırsata çevirdiği zamanlar da vaki olmuştu . Elbette tüm bunlarda devrimci siyasal etik açısından irdelenmeli, sorgulanmalı ve gerekiyorsa tereddütsüz mahkum edilmelidir. Ama sorgulanması gereken başka ve çok önemli bir şey daha var. "Devletin karizması çizileceğine, rehineler de dahil herkesin ölümü pahasına, bu eylemleri kanla bastırırız" mantığı çok daha tehlikeli değil mi? Devletin olayları yalnızca resmi ağız ve açıklamalarla aktarma direktifine boyun eğen medya anlayışını hep birlikte ve yüksek sesle mahkum etmek gerekli değil mi? Bu tür olayları tek bir ölüm bile olmadan sonlandırmak olanaklıyken, hiç bir kişinin kurtarılamadığı "kurtarma operasyonları" sizleri de rahatsız etmiyor mu? Evet öncelikle bunları sorgulamak zorundayız...

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

PAPAZIN BAĞI: BİR CENNET PARÇASININ HİKAYESİ...

ANKARA’NIN İKİ YÜZYILANA DAMGA VURMUŞ BİR TARİHİ YAPIT: ABİDİNPAŞA KÖŞKÜ

şarap,kadın,şiir...-şiir-