TÜRKİYE İLE SURİYE İLİŞKİLERİ TARİHSEL BOYUTU

Türkiye Suriye ilişkileri kısa bir makalenin içerisinde tüm boyutlarıyla analiz edilemeyecek siyasal ve tarihsel önemde bir konudur. Zira bu konu, yalnızca dış politika alanında değil, doğrudanTürkiye’nin iç politikasının bugününü ve yakın geleceğini şekillendirecek bir öneme haizdir. Ayrıca Türkiye- Suriye ilişkileri, AKP hükümetiyle birlikte Türk dış politikasında yaşanan ‘’eksen değişikliği’nin’ başarı ve başarısızlıklarının test edildiği en önemli turnusol kağıdı niteliğindedir. Bu kısa makalede Suriye dış politikasının 2000’li yıllara kadar olan seyri hakkında kısa bir arka plan sunmakla birlikte, asıl olarak AKP döneminin Suriye politikasının kuramsal ve pratik sonuçları üzerinde duracağım. Ayrıca Suriye politikasının Türk iç politikasına olan son derecede dolaysız ve kritik etkilerini okurla paylaşmaya çalışacağım. Fakat bütün bunlara geçmeden önce Suriye ile ilgili kısa bir bilgilendirme yapmakta yarar var. SURİYE TARİHSEL ARKA PLANI Türkiye ve Suriye aşağı yukarı aynı dönemlerde topraklarındaki işgallere karşı mücadele yürüten ülkelerdir .Türkiye’de bu mücadele 1923 yılında bir ulusal devletin kurulmasıyla son buldu. Suriye ise ancak 1946 yılında nispi olarak bağımsızlığını elde edebildi 1.Dünya Savaşı sırasında imzalanan Sykes Picot antlaşmasıyla Suriye İngiliz egemenliğe bırakılmıştı. Fakat savaş sonrasında İngiltere ve Fransa arasında yapılan bir antlaşmayla Suriye Fransa’nın hakimiyet alanında kaldı. Fransa, etnik ve mezhepsel ayrımlar temelinde Suriye’yi adeta küçük devletçiklere ayırdı. Bu parçalı yapı üzerinde bir manda rejimi oluşturdu. Lübnan devleti, Hatay devleti, Halep devleti, Şam devleti ve Nusayri devleti olmak üzere parçalara bölünen Suriye, kısa bir süre sonra Hatay’ın Türkiye’ye katılmasıyla bir parçasını yitirerek, 1946 yılına kadar çok parçalı bir Fransız mandası olarak yaşamını sürdürdü .1946 yılından sonra bu yapıyı sürdüremeyeceğini anlayan Fransa’nın da rızasıyla, Suriye’de tek ve bağımsız ulusal devlet alt yapısının oluşturulmaya başlandığını görüyoruz. Bu tarihten günümüze kadar Suriye iç politikasını belirleyen en önemli faktörünün "Baas milliyetçiliği" olduğunu söyleyebiliriz. Bir tür otoriter Arap milliyetçiliğine dayanan Baas rejimi istikrarlı bir idare olmadı Suriye’de 1970 yıllarına kadar bir dizi iç çatışma ve darbe yaşandı 1970’de bugünkü devlet başkanı Beşer Esat’ın babası olan Hafız Esat, iktidarı bir darbeyle ele geçirdi ve ölümüne kadarda iktidarda kaldı. Hafız Esat’ın otoriter bir Arap milliyetçiliğinin temsilci olduğunu söyleyebiliriz. Oğul Beşer Esat da temel olarak babasının yolunda gitmekle beraber, değişen dünya koşullarının da etkisiyle daha çağdaş ve reformcu bir görüntü vermeye çalışmıştır. TÜRKİYE SURİYE İLİŞKİLERİNİN GEÇMİŞİ Aynı tarihlerde ülkelerindeki işgale karşı mücadele veren her iki ülke, ilk başlarda birbirleriyle yakın ve sıcak ilişkiler kurmaya özen göstermişlerdir. Fakat ilk ciddi sorun, çok geçmeden Hatay’ın Türkiye ye iltihak etmesiyle başlamıştır. Suriye, Hatay’ı her zaman kendisinden zorla koparılmış doğal bir parçası gibi görmüş ve Hatay konusu Suriye'nin Türkiye’ye olan yaklaşımını tarih boyunca olumsuz bir şekilde etkilemiştir. 2000’li yıllara kadar Türkiye Suriye ilişkilerini gerginleştiren iki önemli olaydan daha söz edilebilir. Birincisi Güney Doğu Anadolu Projesi'dir. GAP'ın hayata geçirilmesiyle Suriye dâhil Ortadoğu'yu besleyen önemli su kaynakları olan Dicle ve Fırat nehirlerinin Ortadoğu’ya ulaşması konusunda ciddi kaygılar gelişti. Malum olduğu üzere su sorunu Ortadoğu'nun en yaşamsal sorunlarındandı. GAP, zaten su kaynakları açısından sıkıntılı olan Suriye'yi ve bir dizi Arap ülkesini daha ciddi bir açmazla karşı karşıya bırakabilirdi. Suriye bu konuya ciddi tepki gösterdi. Hatta konuyu uluslararası platformlara taşıdı. Bütün Arap ülkelerini bu konuda Türkiye karşı ortak tavır almaya çağırdı. İkinci ciddi sorun da,Suriye’nin Türkiye Kürtleri içerisinde örgütlenen ve silahlı eylemleriyle öne çıkan PKK’ya kendi sınırları içerisinde lojistik ve askeri destek sunmasıydı. PKK lideri Abdullah Öcalan’ın Şam’da ikamet ettiği biliniyordu. Türk istihbarat örgütünün topladığı bilgilerden oluşan dosyalarla Türk devleti değişik zamanlarda Suriye’nin kapısını çaldı. PKK’ya olan desteğini kesmesini ve Abdullah Öcalan’ı sınır dışı etmesini istedi. Suriye’nin cevabı ise her defasında PKK'ye destek verilmedikleri ve Abdullah Öcalan’ın Suriye’de yaşamadığı yönünde oldu. 1998 yılına gelindiğinde tam da bu aynı konu nedeniyle Türkiye ve Suriye arasında savaş rüzgarları esmeye başladı. Türkiye ABD'den aldığı destek ile Suriye üzerinde ağır bir baskı oluşturdu. Sonunda Suriye PKK lideri Abdullah Öcalan’ı, Yunanistan gizli servisi desteğiyle, Suriye’den çıkardı. Kısa bir süre sonrada, ABD istihbarat örgütünün de desteğiyle, Öcalan bir Afrika ülkesi olan Kenya’da yakalandı ve Türkiye’ye teslim edildi.Bu olayın ardından Suriye Türkiye ilişkilerinde belirli bir iyileşme yaşanmaya başlandı.Taraflar arasında Adana’da Suriye'nin PKK ye destek vermeyeceğini taahhüde bağlayan bir protokol imzalandı. Ardından zamanın cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Baba Esat’ın cenazesine katılmak için Suriye’ye ziyarette bulundu. Böylece uzun yıllar sonra iki ülke arasında ilk defa üst düzeyde bir ziyaret gerçekleşmiş oldu. Türkiye Suriye ilişkilerini yerli yerine oturtabilmek açısından iki kutuplu dünya gerçeği koşullarına atıfta bulunmak da zorunludur.1990 yıllarına kadar SSCB'nin başını çektiği Doğu Bloğu ile ABD’nin başını çektiği Batı Bloğunun arasındaki çatışmalı rekabet ilişkisi bir çok ülkenin uluslar arası politikasını da şekillendirilen çok önemli bir etkendi. Türkiye ABD’nin başını çektiği Batı Bloğu içinde yer alırken, Suriye ABD ve batı ile pek mesafeliydi ve Doğu Bloğu'na daha yakın durmaktaydı..Suriye’nin gözünde Türkiye , "ABD’nin ileri karakolu ve baş düşman İsrail’in yakın bir müttefiki" idi. Dolayısıyla potansiyel bir düşmandı. Tüm bu negatif faktörlere rağmen, Türkiye Suriye ilişkileri, dostça bir ilişki sayılamasa da, açık bir düşmanlık ilişkisi de değildi. Cumhuriyetin başlarından 2000'li yıllara kadar, Türkiye ile Suriye ilişkilerini," mesafeli bir barış ilişkisi" olarak tanımlayabiliriz. AKP DÖNEMİNDEN SONRA TÜRKİYE SURİYE İLİŞKİLERİ Türk dış politikasında ilk büyük değişikliklerin ve kırılmaların Turgut Özal liderliğindeki ANAP hükümetleri döneminde başladığını söylemek yanlış olmaz. Bilindiği gibi 1980'li yıllar da Türkiye’de korumacı ekonomi politikalarından ihracata dayalı neo-liberal ekonomi politikalarına geçilmişti. İhracata dayalı ekonomik politikalar Türkiye’de üretilen ürünlerin satılabileceği yeni dış pazarları zorunlu kılıyordu. Ortadoğu pazarları ise bu açıdan özel bir önem taşıyordu. Bu durum Ortadoğu ülkeleriyle yeni ve daha ılımlı bir ilişki biçimini zorunlu kılıyordu. Ayrıca 1990'lı yılların başında SSCB başta Doğu Bloğu ülkelerinde yaşanan köklü siyasal rejim değişiklikleri de, geleneksel dış politika yaklaşımından farklı yeni bir dış politika konseptinin oluşturulmasına teşvik etmekteydi. İlk defa Atatürk'ün‘’yurtta sulh cihanda sulh’’ yaklaşımının yetersizliği bu dönemde dillendirildi. Artık daha "aktif ve oyun kurucu" bir dış politika izlenmesinin zorunlu olduğu söylemleri yaygınlaşmaya başladı. Türkiye'nin Balkanlar, Türki Cumhuriyetler ve Ortadoğu’daki gelişmelerde aktif taraf olması gerekliliği T.Özal ve arkadaşlarınca sıklıkla vurgulanan düşüncelerdi. Osmanlı imparatorluğu bakiyesi bu bölgelerin doğal olarak TC’nin tarihsel ve siyasal ilgi alanı içerisinde yer aldığı düşünülüyordu. "Türkçülük" ve "İslamcılık"ta Türk dış politikasının ana enstrümanları haline geliyordu. AKP hükümetini şimdiki başbakanı daha önceki Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu "Stratejik Derinlik: Türkiye'nin Uluslararası Konumu" adlı kitabında, bu yaklaşımı kapsam bakımından genişleten ve içerik bakımından detaylandıran yaklaşımlar geliştirmişti.Arada bir önemli fark vardı. Bu da "Türkçü" söylemin "İslami" söylemin gölgesine bırakılmış olmasıydı. Daha henüz Davutoğlu’nun danışmanlık döneminde bile bu kitaptaki görüşleri AKP dış politikası açısından yönlendirici bir rol oynamaya başlamıştı. Bu yönlendirici yön Davutoğlu'nun İçişleri Bakanı olmasıyla daha görünür bir hal aldı. Davutoğlu, özetle iki kutuplu dünyanın sona erdiğini, çok kutuplu bir dünyaya geçildiğini söylüyordu.Artık Türkiye’nin aktif bir rol üstlenerek bölgesel bir güç haline gelebilmesi olanağı artmıştı. Davutoğlu’na göre bir uluslar arası kampa bağlanmak ve bu kampın ihtiyaçları doğrultusunda stabil bir dış politika izlemek artık eskide kalmıştı. Güç kaymalarının kural haline geldiği bugünkü koşullarda "stabil denge yerine", "dinamik bir denge"yi esas alan proaktif bir dış politika izlenmeliydi. Bu görüşler doğrultusunda AKP öncelikle kendi bölgesinde lider olmasını sağlayacak, pek çok sorunun çözümünde arabulucu rolünü üstlenebilecek yeni bir dış politika hattı inşa etmeye çalıştı. Bu doğrultu da "geçmişin yükleri" Türkiye’nin sırtından atılmaya çalışıldı. Türkiye ile Suriye ilişkilerinde de "komşularla sıfır sorun" olarak tanımlanan yaklaşım çerçevesinde geçmişteki buzlar eritilmeye, yeni ve sıcak ilişkiler geliştirilmeye çalışıldı. Suriye’nin PKK'ye desteğini çekmesi, bu yumuşama sürecini daha da gerçekleşebilir kılıyordu. İsrail’e karşı bir müttefik arayışında olan Suriye, Türkiye’nin bu konudaki desteğini alabilmeyi önemsemekteydi. Ayrıca kendi üzerindeki ABD baskısının yumuşatılması konusunda da, Türkiye ile olumlu ilişkilerin yararlı olacağını düşünüyordu. Bu beklentilerle Türkiye'nin yakınlaşma isteğini karşılıksız bırakmadı.Bu tarihten sonra Türkiye ve Suriye arasında adeta bir "balayı ilişkisi" başladı. O dönemin Dışişleri Bakanı Davutoğlu, Başbakanı Erdoğan ve Cumhurbaşkanı Gül, Suriye’ye üst düzeyde ziyaretler gerçekleştirdiler. Karşılık olarak da Suriye Devlet Başkanı Beşer Esat, Türkiye’yi ziyaret etti. İki ülke arasında çok sayıda ve önemli ekonomik antlaşmalar imzalandı. Ayrıca vize uygulamaları karşılıklı yumuşatıldı. O güne değin birbirine "olağan şüpheli" gözüyle bakan iki ülke samimiyette daha da ileri giderek ortak askeri tatbikatlar gerçekleştirmeye başladı. İki ülke arasındaki ilişkileri koordine etmek amacıyla, özel bir "mini ortak bakanlar kurulu" dahi oluşturuldu. Bu balayında her şey harika gözüküyordu. Ta ki ‘’Arap Baharına’’ kadar... KANLI BİTEN BALAYI Arap ülkelerinde adeta domino etkisi yaratan ve Batı'da "Arap Baharı" olarak nitelenen halk ayaklanmaları, Türkiye ve Suriye ilişkilerindeki keskin dönüşümün de başlangıcını oluşturdu. Mısır, Tunus, Libya gibi ülkelerdeki eski rejimlerin çökmesi ve bu ülkeler de yeni iktidarların işbaşına gelmesi, AKP’nin bu gelişmeler ışığında Ortadoğu politikasını yeniden revize etmesine neden oldu. Özellikle Müslüman Kardeşler örgütünün bu ayaklanmalarda oynadığı etkin rol, bu örgütün Mısır'da iktidarı ele geçirmesi, Türkiye’nin bölge liderliği amacına ulaşması için, yeni ve önemli bir şans olarak değerlendirildi. Aynı dönemde Suriye’de de toplumsal muhalefetin başlaması; AKP’nin Suriye politikasında köklü bir değişikliğe gitmesini tetikledi. Başta Müslüman kardeşler örgütü olmak üzere bir dizi İslami örgütün özel bir rol oynadığı halk ayaklanmasını desteklemek, amaca ulaşmak açısından daha tercih edilir bulundu. Suriye’de ki rejiminde, tıpkı Mısır, Tunus ve Libya'dakiler gibi uzun ömürlü olmayacağı ve üç beş ayda yıkılacağı, AKP iktidarında egemen beklentiydi. AKP bu politika değişikliğini, Suriye rejiminin halk muhalefetini sert askeri yöntemlerle bastırması. vaat ettiği reformları askıya alması olarak gerekçelendiriyordu. Fakat AKP’nin uluslararası ve yerli muhaliflerinde, AKP’deki bu politika değişikliğinin nedeni olarak bambaşka bir düşünce hakimdi. Bu çevreler bu politika değişikliğini, ABD çıkarları doğrultusunda bölgenin yeniden dizayn edilmesi ve yanı sıra desteklenen İslami guruplar üzerinden AKP'nin bölgede neo- Osmanlıcı ve mezhep temelli bir hegemonya tesis etme çabası olarak değerlendirdi. AKP’nin bu hegemonya mücadelesinde Ortadoğu’daki mezhep çatışmalarını kışkırtan Sünni İslamcı politika izlediği eleştirisi aynı çevrelerce yoğun olarak dile getirildi. AKP tarafından umulan olmadı. Suriye'de Esed rejimi bir türlü devrilemediği gibi, Mısır'da AKP müttefiki Mursi bir darbeyle devrildi. Her şey adeta yıldırım hızıyla AKP'yi içte ve dışta yalnızlaştırmaya başladı. Bölgesel liderlik iddiasından ve uluslararası arenada sempati duyulan bir iktidar olmaktan "değerli" yalnızlığa, "komşularla sıfır sorundan" "sorunsuz komşunun sıfırlanması"na doğru trajik bir dönüşümdü bu. Nihayetinde Suriye ve Ortadoğu politikası AKP'ye, hem Türkiye’de, hem Ortadoğu’da, hem de batı dünyasında ciddi bir prestij kaybettirdi. OLUŞAN YENİ RİSK ALANLARI Esat iktidarını yıkma politikasının,hem dışarıda hem ülke içinde ciddi risk ortamları yarattığını söylemek mümkün. Ülke içinde oluşan risk alanlarını en genel anlamda şu şekilde sıralayabiliriz 1:Suriye ile iç savaş, Suriye ile yapılan dış ticaretin sona ermesinin yanı sıra Suriye üzerinden diğer körfez ülkelerine yapılan ticaretin de olumsuz etkilenmesine yol açarak ekonomik kayıplara neden olmuştur.. 2:Suriye politikasındaki bu yön değişikliği Suriye’nin PKK politikasını da etkilemiştir. Hem PKK ile ideolojik özdeşliği olan PYD'nin Türkiye- Suriye sınırında geniş bir alanı kontrol eder hale gelmesi hem de Suriye'nin PKK ile yeniden yakınlaşması,Türkiye'nin, Kürt sorununda elini zayıflatan gelişmeler olmuştur. Suriye savaş ve şiddet sarmalını Türkiye’nin içine taşımaya çalışmış ve bu amacında belli ölçüde başarılı da olmuştur. 3:Her ne kadar Nusayri Aleviliği ile Anadolu Aleviliği arasında farklar olsa da, Türkiye Alevileri AKP’nin Suriye’ye yönelik politikasını Alevi karşıtı bir mezhepçilik olarak algılamışlardır. Dolayısıyla Türkiye’deki mezhepsel kutuplaşma daha da derinleşmiştir. 4:Bu politika milyonlarca Suriyelinin Türkiye sınırlarına akın etmesiyle büyük çapta bir mülteci sorununa neden oluşturmuştur Türkiye ile Suriye arasında yaşanılan bu gerilimli ilişkilerin arttırdığı dış politika risklerine gelince: 1:Bir süre önce Türkiye’nin Ortadoğu ülkelerine uyguladığı soft power politikalar dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ı bir kahraman ,Türkiye'yi de örnek alınması gereken model haline getirmişken, Ortadoğu ve Suriye politikasındaki değişiklik, Türkiye’nin bölgede iç karışıklıkları kışkırtan,kendi hegemonyasını tesis etmeye çalışan olumsuz bir güç olarak algılanmaya başlanmasına neden olmuştur. 2:Suriye politikası Türkiye’nin büyük iktisadi çıkarlara sahip olduğu Rusya, İran ve Irak merkezi yönetimiyle olan ilişkilerini riske atan sonuçları da beraberinde getirdi. Esat rejiminin varlığını kendi güvenlikleri açısından belirleyici önemde gören bu ülkeler, Türkiye’nin Suriye politikasını kendilerine de yönelik düşmanca bir saldırı kabul ettiler. Süreç boyunca Türkiye bu ülkelerle gerilimi kontrol altında tutmaya özen gösterdiyse de, Suriye politikasının bu ülkelerin Türkiye’ye olan güvenini azalttığı açıktır. 3:Türkiye bu süreçte temel de ABD ve Batı ile müttefiklik ilişkisi çerçevesinde hareket etti. Ne var ki, Türkiye'nin yeterince gücü olmayan Suriye muhalefetinden kaynaklanan yetersizlikleri, radikal İslamcı gruplarla telafi etmeye çalıştığına dair yaygın kanı ve kaygı, kendi müttefikleri tarafından da, yer yer acık ve sert eleştirilere muhatap kalmasına neden olmuştur. Türkiye'nin kendi müttefikleri nezdinde de, güvenilirliği azalmıştır. SONUÇ YERİNE BAZI SORULAR... Ortaya çıkan tablo Suriye politikasının kuramsal varsayımları ve uygulamaları bakımından sorgulanmaya muhtaç olduğunu ortaya koymaktadır. 1- Dünya gerçekten iki kutupluluktan çok kutupluluğa geçmiş midir? 2- Dış politika "değer" öncelikli olabilir mi? 3-Küresel ve/ya bölgesel ekonomik/askeri hinterlant yaratmadan, dış politikada küresel ve/ya bölgesel güç olmak; aktif oyun kurucu rolü üstlenebilmek olanaklı mıdır? 4- AKP hükümeti bu keskin dış politika değişikliğini istihbari güç ve stratejik-taktik plan açısından gerekli donanıma sahip olarak mı gerçekleştirmiştir? 5- Böylesi "iktidar devirme" eksenli politika da Suriye'deki iktidar ve muhalefetin niteliği ve gücü gerçekçi biçimde analiz edilmiş midir? 6- Radikal İslami çevrelerle işbirliği görüntüsünün müttefikler nezdinde yaratacağı çatlakları bertaraf ya da tolore etmeye yönelik bir hazırlık yapılmış mıdır? 7-Sürecin uzaması halinde bu politikanın Türkiye içindeki bazı fay hatlarını tetikleyebileceği öngörülmüş, gerekli önlemler alınmış mıdır? 8- Ve sıra bugün için en acil önemde soruya geldi: Dış politika "inat" kaldırır mı? Dış politika da "inat"ın sonu, ya duvar ya da uçurum değil midir?

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

PAPAZIN BAĞI: BİR CENNET PARÇASININ HİKAYESİ...

ANKARA’NIN İKİ YÜZYILANA DAMGA VURMUŞ BİR TARİHİ YAPIT: ABİDİNPAŞA KÖŞKÜ

şarap,kadın,şiir...-şiir-