Ulusal devlet, küreselleşme ve sol

26 Mayıs 2016 Perşembe Bütün milliyetçi akımlar ulusu ve ulusçuluğu tarih dışı ezeli ve ebedi bir olgu gibi sunmaya çalışırlar. Ortalama Türk milliyetçisine göre "Türk milleti" ve "Türk milliyetçiliği" tarih öncesinden beri vardır. O'nun tarihi Orta Asya'dan bu güne aşağı yukarı değişmeyen bir öz halinde kendini yenileyerek devam edegelmiştir. Ulus Devlet Nedir? Ne İfade Eder? Fakat bu konudaki akademik/bilimsel çalışmalar bize, "ulus", "ulusçuluk ve "ulus devlet" kavramlarının tarihsel kavramlar olduğunu göstermektedir. Soy, boy, kabile, kavim gibi önceki tarihsel döneme ait topluluk örgütlenmelerinden farklı olarak ulus, burjuva devrimle birlikte ortaya çıkmıştır. Bu yeni egemenlik biçimini ekonomik bakımdan olanaklı kılan ise birbiriyle ilişkisiz kapalı yerelliklerin artan ticaret ilişkileriyle bir pazar olarak birleşmeye başlamalarıdır. Kısacası ulus tarihsel, sınıfsal ve siyasal gelişmeler tarafından üretilmiş/yaratılmış bir ideolojik kavramdır. "Ulusal Devlet" ise, kişisel bağlılık ve dinsel meşruiyet üzerinde şekillenen feodal krallık ve aristokratik düzene karşı, halk/ulus egemenliği gibi yeni bir meşruiyet zemini üzerinde yükselen burjuva egemenlik biçimidir. Devrimci hamle... Çeşitli kimlikler etrafındaki yalıtık ve parçalı bir ekonomik toplumsal yaşamdan, aynı "ortak pazar" üzerinde birleşik bir yaşama geçişin sağlanabilmesi için -etnik ve/ya dinsel referans yerine- herkesi kesen ortak bir referansa gereksinim vardı. Zira ulusal pazarın şekillendiği coğrafyalar kural olarak etnik/dinsel manada heterojen bir yapıya sahiptiler. Bu koşullar altında ortak referansta aynı vatan üzerinde yaşayan herkesin etnik/dinsel kimliğine bakılmaksızın eşit haklara sahip eşit yurttaşlar olduğu kabulüne dayalı ortak bir kimlik (ulus) ve egemenlik hakkını bu eşit yurttaşların (halkın/ulusun) onayından alan bir devlet anlayışı (ulus devlet) olabilirdi. Ulus kavramı başlangıçta neredeyse "halk" kavramı ile özdeşti. Çünkü egemenlere karşı -içinde burjuvazi de olan- tüm ezilenleri birlikte tanımlıyordu. Aynı zamanda cumhuriyet,laiklik, yurttaşlık, demokrasi ve özgürlük kavramlarıyla da yakın ilişkisellik içinde kullanılıyordu. Sıradan insanı yüceltiyor ve bu yüceltişi etnik/dini olmayan bir şekilde, evrensel ve seküler bir içerikle yapıyordu. Dün temel görevi çalışmak ve "Tanrı'nın temsilcisi olan Krala" itaat etmek olan sıradan insanlar topluluğu, artık egemenliğin/meşruiyetin temel kaynağı addediliyordu.Tüm bu nedenlerle uluslaşma ilerici/devrimci bir sıçrama sayılabilirdi. Fakat... Tüm bu eşitlikçi ve özgürlükçü şiarların ete kemiğe bürünmesi; lafızdan çıkıp somut, canlı, yaşanan bir içeriğe kavuşması, ancak ekonomik, sosyal, siyasal vb. tüm veçhelerde bu söylemlerin tatmin edici karşılıklarının olmasıyla mümkündü. Çok temel önemdeki ekonomik eşitsizlikler bir yana, "eşit yurttaşların" ezici çoğunluğu oy hakkı başta olmak üzere, bugün artık kazanılmış bulunan bir dizi hukuksal ve siyasal haktan da yoksundular.Gerçekleşenler kendilerine verilen "eşit yurttaşlık" ve "özgürlük" vaatleriyle uyuşmuyordu. Ortada adeta "burjuva ulusu" ve "halk ulusu" gibi iki ayrı "ulus", ve buna denk düşen iki ayrı "ulus anlayışı" vardı. Burjuva devrimden "eşitsizliğin Tanrısal bir kader değil dünyasal bir sorun "olduğunu ve bu eşitliği sağlamanın da mücadeleden geçtiğini öğrenen alt sınıflar, gerçek bir eşitlik talebiyle ayaklanmaya başladılar. Seküler,eşitlikçi, özgürlükçü ve evrenselci ulus anlayışı, kısa sürede onu inşa edenlerin başına bela olmuştu. Restorasyon ve "Egemen ulus devleti"... Bu gelişmeler karşısında burjuvazi, bu "baldırı çıplak/çapulcu ulusa" bazı haklar tanımak durumunda kaldı. Ama asıl yaptığı ise ulus kavramında revizyona gitmek oldu. Yoksulluğu/ekonomik eşitsizliği ortadan kaldıramayacağına göre, onları hem bölmeli ve hem de "çoğunluğu" ile bir takım güçlü bağlar/ortaklıklar oluşturmalıydı. Bunun yolu ise "ulus"a nüfusun çoğunluğunca sahiplenilecek etnik bir gömlek giydirmek ve dini yeniden yardıma çağırmaktı. Ulus devlet bu süreçten sonra etnik,dinsel ve dilsel anlamda "çoğunlukçu" bir nitelik kazandı. Diğer etnik ve dinsel/mezhepsel kimlikleri entegrasyon ya da asimilasyon yoluyla çoğunluğa benzetmeye, yani toplumu homojenleştirmeye çalışsa da, kanaatimce ulus devleti "tek tipçi/homojenleştirici" olarak nitelendirmekten çok, "çoğunlukçu" olarak nitelendirmek daha doğrudur. Zira her ulus devletin, dışarıda "düşman"lara olduğu kadar içeride de aktif ve/ya potansiyel "hain"lere ihtiyacı vardır. Bu nedenle toplumun farklı kesimlerini birbirine tehdit olarak göstermek ve başta çoğunluğu oluşturanlar olmak üzere toplumun tüm kesimlerinin karşısına bu iç ve dış tehditlerden koruyan bir "hami" olarak çıkmak, tüm ulus devletlerin temel bir siyaset/yönetim tarzıdır. "Ulus devlet", "ulusal devlet", "sosyal ulus devlet"... "Egemen ulus devleti"nin iki büyük açmazı vardı: Hem sınıfsal eşitsizlikler hem de etnik/dinsel ayrımlar üzerine yükseliyordu. Tarihsel olarak alt sınıfların ve/ya alt kimliklerin öne çıkan talepleriyle bağlantılı olarak egemen ulus devleti "sosyal ulus devlet" veya "ulusal devlet" olarak isimlendirebileceğimiz biçimler kazandı. İlkinde sınıfsal talepler, ikincisinde kimliksel talepler bir ölçüde karşılandı... Zaman zaman bazı ülkelerde her ikisinin karışımı olarak "sosyal ulusal devlet"e yakınlaşılsa da, şu ana kadar bu sentezin sağlam ve kurumsallaşmış bir örneği yaratılamadı. Sınıfsal ayrımların yanı sıra, derece farklarıyla, etnik ve dinsel ayrımcılık da hem "ulus devlet"in hem de "ulusal devlet"in ayırıcı özellikleri olmayı sürdürdü. Küreselleşme ve ulus devlet... Küreselleşmenin ulus devletleri ortadan kaldıracağı ya da en iyi durumda önemini hayli azaltacağı söylemi son otuz yılın en moda ezberlerinden birisidir. Finansal sermayenin yoğunlaşması ve hareket serbestisinin artması anlamında küreselleşme, ulusal pazarları ortadan kaldırmamakta, yalnızca hiyerarşik dünya pazarındaki eklemlenmesini derinleştirmektedir. Bu koşullarda, ulusal devlet hala "mülkiyet haklarını garanti altına almak, para, ağırlık ve ölçü biriminin standardizasyonu, ekonominin koordinasyonu, girdilerin ekonomik sürece katılmalarını garanti altına almak (işgücü, teknolojik gelişme, altyapı), diğer devletlerle ilişkileri sürdürmek, en sonuncusu fakat en önemsizi olmamak üzere de sosyal uzlaşmayı (buna "disiplin" de diyebiliriz) sağlamak" gibi (Went, 2001:74) vazgeçilmez önemdeki görevleriyle varlığını korumaktadır. Küreselleşme ile birlikte çözülen "ulus devlet" değil "sosyal ulus devlet"tir. En azından ulus devlet emeğin küreselleşmesi karşısında gerekli bir engel olarak varlığını sürdürmektedir. Küreselleşme sürecinde ulus devletin rolü yeniden tanımlanmakta ve/fakat azalmamaktadır. Milliyetçi dalga ve sol... Küreselleşme ile milliyetçi/ulusalcı düşünce azalmamış, tam aksine yaygınlaşmıştır. Bu yaygınlaşmada solun "sosyal ulus devlet"e yönelik küresel saldırı karşısındaki hazırlıksızlığı ve direnç eksikliği de önemli bir rol oynamıştır. Gelecek haftaki yazımızda bu genel milliyetçi rüzgarı ve bunun sola sirayet eden biçimleri olarak "ulusalcılık", "demokratik ulus" vb. yaklaşımları irdeleyecek, bu gelişmeler karşısında "Sol'un politik pozisyonu ne olmalıdır?" sorusuna, "yurtseverlik" kavramı çerçevesinde yanıt aramaya çalışacağız.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

PAPAZIN BAĞI: BİR CENNET PARÇASININ HİKAYESİ...

ANKARA’NIN İKİ YÜZYILANA DAMGA VURMUŞ BİR TARİHİ YAPIT: ABİDİNPAŞA KÖŞKÜ

şarap,kadın,şiir...-şiir-