TÜRKİYE’DE ENERJİ POLiTiKALARI
-BİR BAĞIMLILIK VE PLANSIZLIK TARİHİ-
SUNUŞ
Enerji sektörü ile, özellikle de elektrik enerjisi ile
ilgili sorunlar ve bu sorunlara çözüm yolu olarak sunulan özelleştirme, bugün,
ülke gündeminin başlıca konularından birini oluşturmaktadır.
Bu çalışmada, enerji sektöründe yaşanan sorunların
gerçek kaynaklan teşhis edilmeye çalışılmakta ve çözüm yollarına ilişkin
öneriler ortaya konulmaktadır.
Bu çalışmada ayrıca, iddia edilenin aksine, enerji
sektöründeki sorunların sektörün kamu mülkiyetinde olmasıyla herhangi bir
ilgisi bulunmadığı savunulmakta; sektörün ana sorunlarının birbirini besleyen
üç temel nedenden kaynaklandığı, bu nedenlerin ise planlama-koordinasyon
eksikliği, sektörde kamusal katma değer yerine kârlılık güdüsünün belirleyici
olması ve dışa bağımlılık olduğu saptamasında bulunulmaktadır.
Ayrıca neo-liberal özelleştirmeci anlayışın
özelleştirmeyi haklı ve meşru göstermek için ileri sürdüğü gerekçeler
enerji-elektrik sektörü özelinde ele alınmakta, bu gerekçelerin gerçekdışı bir
mahiyet taşıdığı ortaya konulmaya çalışılmaktadır. Özelleştirmenin sektörün
sorunlarını çözmek bir yana, sektördeki plansızlığı daha da derinleştireceği,
kâr maksimizasyonu anlayışını sektöre tümüyle hakim kılarak sanayileşmenin ve
tüketicilerin aleyhine sonuçlar üreteceği ve dışa bağımlılığı daha da
artıracağı gösterilmeye çalışılmaktadır. Uluslararası ve yerli sermayeye ucuz
kaynak aktarmak ve sermayeye yeni değerlenme alanları yaratmak dışında hiç bir
iktisadi mantığı bulunmayan özelleştirmelerin aynı zamanda bir yağma ve talan
biçiminde yürütüldüğü ayrıntılı verilere dayanılarak gösterilmeye
çalışılmaktadır.
Bu çalışmada ayrıca kâr güdüsü yerine kamusal katma
değeri esas alan ve dışa bağımlılığı asgariye indirmeyi hedefleyen planlı bir
enerji politikasıyla, enerji sektörünün sorunlarını ülke ve emekçi çıkarları
ekseninde çözmenin mümkün ve gerekli olduğu ortaya konulmaya çalışılarak, bu
doğrultuda öneriler geliştirilmektedir.
A)
ENERJİ SEKTÖRÜNDEKİ SORUNLARIN GERÇEK KAYNAKLARI NELERDİR
a) Enerjide
Planlama Sorunu
Türkiye'de enerji alanında yaşanan sorunların en temel
kaynaklarından birisi, sektörde başlangıçtan bu yana ciddi bir planlama
(plansızlık) sorunu yaşanmasıdır. Planlama alanında yaşanan sorunlar, sektörde
süregelen kurumsal parçalanma nedeniyle kurumlar arasında etkili bir
koordinasyonun hiç bir zaman gerçekleştirilememiş olmasından kaynaklandığı
gibi; kâr güdüsünün basıncı ve dışa bağımlılık nedeniyle, ülkenin sanayileşme
ihtiyacı doğrultusunda doğru ve isabetli bir enerji planlaması da
yapılamamıştır.
Enerji sektöründe Cumhuriyetin başlangıcından itibaren
kurumsal koordinasyon bakımından ciddi sorunlar yaşanmış, bu sorunlar hiç bir
zaman etkin bir planlamayı olanaklı kılacak düzeyde çözüme kavuşturulamamıştır.
Cumhuriyetin ilk yıllarında enerji sektörü, o
tarihlerde bütün dünyada olduğu gibi, yabancı sermaye ortaklı ve devlet
teşvikli özel kuruluşların denetimi altındadır. Bu uygulamanın enerji
sektöründeki sorunları çözmemesi, tersine ciddi sorunlara yol açması nedeniyle,
1930'lu yıllarda, sektörde devletleştirme uygulamaları gündeme getirilmiştir.
Ne var ki bu tarihlerde gerçekleştirilen devletleştirme de, sektörde etkili bir
merkezi planlama uygulamasına yol açmamıştır. Devletleştirilen işletmeler
belediyelerin idaresine bırakılmış, bu uygulama sektörün bölgesel olarak
parçalanmasına yol açtığı gibi, belediyelerin sektörden elde edilen gelirleri
sektöre yeni yatırımlar yapılmasında değil de diğer belediye faaliyetlerinde
kullanması, sektör açısından başka yeni sorunlar oluşmasına kaynaklık etmiştir.
Buna karşın 1932'den itibaren başlayan devletçilik döneminde bazı önemli
kurumsal adımlar da atılmış, bu tarihlerden sonra Elektrik İşleri Etüt İdaresi,
Maden Tetkik ve Araştırma Enstitüsü ve Etibank gibi kamu kurumlan elektrik
enerjisi faaliyetlerinde önemli duruma gelmişlerdir. Ne var ki bu ilerlemeler
de 1937 yılından sonra kesintiye uğramış, 1939 yılından sonra ise, başlayan
savaşla birlikte tümüyle sona ermiştir.
1950 sonrasında ise DP ile birlikte, devletçilik
terkedilmiş ve özel sermaye elektrik sektörüne yeniden girmiştir. Konuya ülke
düzeyinde değil bölgesel olarak yaklaşılmış, Kuzey Batı Anadolu
Elektriklendirme T. A .O., Ege Elektrik T. A .O., Çukurova Elektrik A.Ş. ve
Kepez Elektrik T. A .Ş. kurularak, özel sermaye katılımlı bu şirketlere büyük
ayrıcalıklar verilmiştir. Ne var ki, büyük oranda teşvik edilmelerine rağmen
özel sermaye kuruluşları alana yeterince yatırım yapmamış, bu nedenle de bu
şirketlerin en büyük ortağı bir devlet kuruluşu olan Etibank olmuştur. Kuzey
Batı Anadolu ve Ege Elektrik Şirketleri başarısız olarak daha ilk yıllarda
tasfiye olmuş, Çukurova Elektrik A.Ş. ve Kepez Elektrik T.A .Ş. ise ancak
devletin aşın desteği ile ayakta kalmayı başarabilmişlerdir.
1950'li yılların sonuna gelindiğinde hâlâ sektörde
birbiriyle bağlantısız pek çok aktör bulunmaktadır. Bu tarihlerde elektrik
üretim, iletim ve dağıtım işleri belediyeler, ayrıcalıklı şirketler, sınai
kuruluşlar ve kamu iktisadi kuruluşları tarafından yürütülmektedir.
1960'lı yıllara doğru sektörün artık tek elden ve
planlı bir biçimde yürütülmesi fikri egemen olmaya başlamıştır. Bu fikrin
yaygınlaşmasında daha önceki sürecin sektörü iyiden iyiye bir çıkmaza
sürüklemesi etkili olmakla birlikte, Avrupa'da yaygınlaşmaya başlayan "tek
elden ve planlı" uygulamaların son derece önemli başarılar sağlamış olması
da, bu eğilimin oluşmasında önemli bir rol oynamıştır. TEK'in kurulması ve
Türkiye'nin tüm elektriklendirme sorunlarının tek bir çatı altında toplanması
için çalışmalar başlamış, ilk kez 1959 yılında bu doğrultuda bir kanun tasarısı
hazırlanmıştır. Bu tasarının gerekçesi o tarihlerde enerji sektöründeki
dağınıklığı ve plansızlığı çok iyi bir biçimde resmetmektedir. Gerekçede
söylenenler özetle şunlardır :
"Halihazırda elektrik enerjisi ile ilgili Etüd,
Plan, İnşaat, Tesis, İşletme, Bakım, Onarım ve Finansman gibi birbirine bağlı
bir sorumluluk altında yürütülmesi icap eden çeşitli işler Elektrik İşleri Etüd
İdaresi, Devlet Su İşleri, Etibank, İller Bankası, bütün belediye elektrik
işletmeleri, Mahalli Elektrik Birlikleri, Oto Prodüktörler, İmtiyazlı şirketler
ve Köy İşleri Bakanlığı'na idareten verilmiş Köy Elektriklenmesi Servisi gibi
teşekküllere dağıtılmış bulunmaktadır. Türkiye Elektrik Kurumu bu dağınıklığı
ortadan kaldıracak butün imkan ve gayretlerimizi lüzumsuz yere israf edilmeden
biraraya getirilmesi suretiyle memleket elektriklendirilmesinde diğer
memleketlerde olduğu gibi büyük gelişme ve faydalar sağlayacaktır.
"Nitekim 2. Dünya Savaşı'ndan sonra Türkiye'ye
nazaran her bakımdan çok daha fazla imkanlara sahip bulunan Batı Avrupa
memleketlerinden İngiltere, Fransa, İtalya gibi memleketler dağınık olan
elektrik işlerini en küçük köyden en büyük şehre kadar sanayi, ulaştırma ve
tarımda muhtaç olunan elektrik enerjisini tek bir teşekkül ile sağlamak üzere çeşitli
devlet teşekküllerini, belediyeler ve bütün elektrik şirketlerini ortadan
kaldıran kanunlar çıkararak tek bir devlet teşekkülü kurmuşlardır."
Ne var ki ilk kez 1959 yılında ve ardından da 1963 ve
1969 yıllarında gündeme gelen bu plan 1970 yılına kadar hayata geçirilmemiştir.
Buna karşın 1960 yılında gündeme gelen planlı ekonomi döneminde hayli eksikleri
de olsa, kurumsal alanda bazı adımlar atılmıştır. Bunların arasında en önemlisi
ise 1963 yılında Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı'nın kurulmasıdır.
TEK'in ancak 1970'li yıllarda kurulabilmiş olması bir
yana, 1963 yılında oluşturulan ETKB da, sektörün koordinasyonu ve planlanması
açısından gerekli etkinliğe hiç bir zaman sahip olamamıştır. Kuruluşundan
bugüne kadar, bakanlığa bağlı ve ilgili kuruluşlarda oldukça fazla değişiklik
meydana gelmiştir.
Enerji bilançosunun en büyük kalemi olan petrol ve
doğalgaz 10 yıl süreyle Enerji Bakanlığı'nın çalışma alanı dışında kalmıştır.
DSİ gibi elektrik enerjisinin üretiminde özel bir önem ve ağırlık oluşturan bir
kurum uzun yıllar boyu Bayındırlık Bakanlığı ile Enerji Bakanlığı arasında
gidip gelmiştir. Linyit üretimi ile ilgili TKİ Enerji Bakanlığı'na bağlı iken,
taşkömürü üreten TTK 10 yıl gibi uzunca bir süre ayrı bir devlet bakanlığının
sorumluluğu altında kalmıştır. Bu tablo enerji alanında niçin sık sık
darboğazlarla karşı karşıya kalındığının, niçin enerji alanına yönelik uzun
vadeli politikalar, planlamalar oluşturulamadığının önemli nedenlerinden birini
ortaya koymaktadır.
1970 yılında TEK'in oluşturulması da, enerjiyle ilgili
kurumların tek bir çatı altında toplanması amacına tümüyle ulaşılmasını
sağlamamıştır. TEK'in kuruluşundan sonra da şehir dağıtım şebekeleri
belediyelerde, hidroelektrik santrallerinin yapımı DSİ'de, şehir şebekelerinin
tesisi İller Bankası'nda, elektrik işlerinin etüdü ise Elektrik İşleri Etüt
İdaresi'nde kalmıştır. 1982'de çıkarılan 2705 sayılı yasa ile belediyelerin
elektrik işletmeciliğine son verilmesiyle ulusal enerji sisteminin kurulması
doğrultusunda önemli bir adım atılmış olmakla beraber, aynı tarihlerde gündeme
gelen özelleştirmeci politikalar, sürecin yeniden tersine dönmesine yol
açmıştır. 4 Aralık 1984 tarihinde çıkarılan 3096 sayılı yasa ile TEK dışındaki
kuruluşların elektrik iletim, dağıtım ve ticareti ile görevlendirilmesine
olanak sağlanmıştır. TEK'in parçalanarak TEAŞ ve TEDAŞ olarak ikiye
bölünmesiyle devam eden süreç, ulusal enerji sisteminin dokusunun adım adım
paramparça edilmesiyle sürdürülmüştür, sürdürülmektedir.
Görüldüğü gibi sektörde başından beri bir koordinasyon
eksikliği vardır. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı; TEK, DSİ, TKİ, TTK, TPAO
vb. kurumlar arasında hiç bir zaman işlevsel bir koordinasyon olmamıştır. Bu
durum Türkiye'yi bütünlüklü ve planlı bir enerji politikası uygulamaktan yoksun
bırakmıştır. Nitekim planlama eksikliği ile doğrudan bağlantılı olarak ülke
kimi zaman hesaplanmayan enerji fazlalığıyla, kimi zaman da enerji darboğazı
ile yüzyüze kalabilmiştir.
b) Kamusal Katma Değer Yerine Kârlılık
Kriteri
Enerji politikalarının oluşumunda sektörün kârlılık
güdüsünün basıncından kurtulamaması ve dolayısıyla enerji üretiminde kamusal
katma değerin belirleyici kriter haline gelmemesi sektördeki planlama sürecini
bozmuş, sektörün sorunlarının daha da ağırlaşmasına yol açmıştır. Enerji üretim
ve dağıtımının planlanması, ancak sanayileşme ve tüketim planlamasıyla birlikte
etkin ve işlevsel olabilir. Sanayileşme ve tüketim planında kârlılık güdüsünün
temel motivasyonu oluşturması, enerji sektörünün doğru öncelikler temelinde
gelişimini sekteye uğratmıştır. Örneğin petrol kaynakları kıt olan ve bu enerji
kaynağında önemli olarak dışa bağımlı olan Türkiye, normal olarak ulaşım
alanında demiryoluna ve toplu taşımacılığa ağırlık vermeliyken, tersine
karayoluna ve özel taşımacılığa ağırlık verilmiş, bu ise ülkenin enerji
kaynakları bakımından dışa bağımlılığını arttırdığı gibi, gereksiz bir enerji
tüketimine yol açmıştır. Yine örneğin aynı saikler nedeniyle merkezi ısıtma
sistemleri yerine, her evde ayrı bir ısıtma cihazı kullanımı teşvik edilmiştir,
vb.
c) Enerjide Dışa Bağımlılık
Yanlış enerji politikaları sonucunda Türkiye enerjide
dışa bağımlı hale gelmiştir. Enerjide dışa bağımlılığın ülkenin iktisadi ve
siyasi geleceği üzerinde olumsuz sonuçlar yaratacağı ise son derece açıktır.
• Enerji kaynaklarını denetim altında
tutma çabası, bugün uluslararası rekabetin ve çatışmanın en temel konularından
biridir. Kapitalizmin tarihinin aynı zamanda enerji kaynakları alanında bir
hegemonya mücadelesi olduğunu görmekteyiz. Daha henüz sanayi devriminin
başlangıcında, kömürden ve buhar makinesinden yeterli oranda yararlanan Fransa
ve İngiltere hızla yükselişe geçerken; bunlardan yeterli ölçüde yararlanmayan
eski tipte sömürgeci ülkelerden İspanya, Portekiz, Hollanda vb. ise aynı hızla
gerileme sürecine girmiştir. Kömürün yerini petrolün alması ve bu alandaki
gelişmenin başını ABD'nin tutması, ABD'yi uluslararası hiyerarşide en üst
noktaya taşıyan önemli faktörler arasındadır. 2. Paylaşım Savaşının çıkışı ve
gelişmesinde petrol en önemli etkenlerden biridir. Japonların Pearl Harbour'a
saldırması Hint Adasındaki petrol kaynaklarını koruma çabasından bağımsız
değildir.
Hitler'in Sovyetler Birliği'ni işgal etmesinin temel
nedenlerinden biri de, kuşkusuz ki Kafkasya'daki petrol yataklarım ele
geçirmektir. Soğuk Savaş yıllarının ardından yaşanan ilk "sıcak
bunalım" olan Körfez Krizinde de yine petrolün önemli bir rolü olmuştur.
ABD'li yetkililer Körez Savaşı'ndan sonra açıkça
"Bizim için bölgede tek önemli şey petrol rezervleri ve petrol taşıma
yollarının güvenliğidir" diyerek, Körfez Savaşı'nın gerçek kaynağını da
itiraf etmişlerdir.
Enerjinin taşıdığı stratejik önem, Afganistan'dan
Türkiye'ye kadarki geniş alanda yaşananları açıklamak açısından da belirleyici
bir kriterdir. İran, Suriye, Irak'a uygulanan ABD merkezli ambargolar; Orta
Asya ve Kafkasya'daki karışıklıklar; Azerbaycan-Ermenistan Savaşı; Çeçen-Rus
çatışması vb. doğrudan ya da dolaylı olarak bölgedeki petrol ve doğalgaz
rezervleri ile boru hatlarının geçiş yollarının "güvenliği" ile
ilgilidir.
• Türkiye,
uluslararası hegemonya mücadelesinde son derece önemli bir yeri olan enerji
sektöründe, dışa bağımlılığı önleyecek ya da asgari sınırlarda tutacak bir
politika izleyememiştir. Uygulanan politikalar bağımlılığı azaltmak yerine
giderek daha da artırmıştır. Öyle ki yerli üretimin toplam tüketimi karşılama
oranı 1950 yılında %93 seviyesinde iken, bu oran 1960 yılında %84'e, 1970
yılında %77'ye, 1980 yılında %54'e, 1990 yılında %48'e düşmüştür. 1995 yılında
ise 64 milyon TEP civarındaki toplam enerji tüketimiiçinde yerli kaynaklardan
sağlanan enerji oram %42'ler seviyesine gerilemiştir.
İthalatın
toplam tüketime oranının %7'den %58'e yükselmesinin en önemli nedeni, petrol
tüketimindeki artıştır. Petrolün 1950 yılında toplam tüketim içinde %8'i
bulmayan payı, 1995 yılına gelindiğinde %46'yı aşmış bulunuyordu. 1995'te yerli
petrol üretimi tüketiminin yalnızca %13'ünü karşılıyordu.
Bir ülkenin sanayileşme geleceği, (üstelik bu doğal
enerji kaynakları sınırlı olan bir ülke ise) elbetteki yalnızca kendi yerli
enerji kaynaklarına ipotek edilemez. Böyle bir ülkenin sanayileşme amacı
doğrultusunda nerede ucuz enerji kaynağı varsa, bu enerji kaynaklarını
kullanmaya çalışması son derece normaldir. Ne var ki bir ülke, kendi doğal
enerji kaynakları atıl dururken, bunları kullanmaya çalışmıyor da, enerji
tüketiminde ithal enerji kaynaklarına ağırlık veriyorsa, bu son derece çarpık
bir durumdur ve ne yazık ki Türkiye'nin enerji alanındaki tablosu da budur.
Türkiye'nin belli başlı enerji kaynaklarına bakılacak olduğunda:
/ Hidroelektrik enerji 1995 yılında toplam enerji
üretiminin %12'sini, elektrik enerjisi üretiminin ise %45'ini karşılamıştır.
1995'te hidrolik santrallerde 35 milyar kwh elektrik enerjisi üretilmiştir. DSİ
verilerine göre brüt hidrolik potansiyeli 433 milyar kwh, teknik olarak kullanılabilir
potansiyel ise 212 milyar kwh, ekonomik potansiyeli ise 125 kwh düzeyindedir.
Dolayısıyla bugün ekonomik potansiyelin yalnızca %30'u kullanılmaktadır. Burada
ayrıca belirtilmelidir ki, 125 milyar kwh ön etüd veya proje çalışmaları
yapılarak ekonomik olduğu tespit edilmiş 510 HES'in üretim miktarıdır. Toplam
702 HES'ten 192'sinde ise bu çalışmalar henüz yapılmamıştır ve henüz ekonomik
olup olmadıkları belli değildir. Bu nedenle ekonomik potansiyelin 125 kvvh'ten
çok daha fazla ve büyük olasılıkla 212 kwh düzeyinde olduğunu söylemek
mümkündür. Bu koşullarda Türkiye ekonomik hidrolik enerji kaynaklarının ancak %
15-20'sini kullanmaktadır.
/ 1995 yılında yerli enerji üretiminin %40'ını (10,7
milyon TEP) sağlayan linyit, Türkiye'nin en önemli birincil enerji kaynağı
durumundadır. Bugün bilinen linyit rezervleri 8,3 milyar tondur ve bu miktar l
,7 milyar TEP'e karşılık gelmektedir. Yalnızca bilinen rezervlerle bile yıllık
üretimi 40-50 milyon TEP düzeyine yükseltmek mümkündür. Bilinen rezervlerin, iyi
bir aramayla iki-üç katına çıkabileceği oldukça yaygın bir iddiadır. Oysa
Türkiye'yi idare edenler, enerji ithalatına her geçen gün daha fazla kaynak
harcarlarken, linyit arama ve üretimine yönelik girişimler hep sınırlı olmuş,
1989'dan bu yana devletin işlettiği termik santrallere gerekli yatırımlar
yapılmadığı gibi, maden arama faaliyetlerine ayrılan kaynaklar da sürekli
olarak azaltılmıştır.
/ Yine Türkiye'de 835 milyon TEP düzeyinde bir
taşkömürü rezervi bulunmasına karşın, Türkiye'de taşkömürü üretimi artmak bir
yana, sürekli olarak gerilemektedir. 1950'de 1,7 milyon TEP düzeyinde olan
taşkömürü üretimi, 1975'te 3 milyon TEP'e çıkmış, ancak 1995'te, 1950'deki
seviyesinin de gerisine, 13 milyon TEP düzeyine gerilemiştir. Taşkömürü
üretimini artırmak yerine düşüren siyasi iktidarlar, 1995'te 4,6 milyon TEP'e
karşılık gelen miktarda taşkömürü ithal etmek zorunda kalarak, ithalat için 230
milyon dolar harcamışlardır. Dolayısıyla siyasi iktidarlar Türkiye'yi bu enerji
kaynağı alanında da giderek dışa bağımlı hale getirmektedirler. Oysa iyi bir
araştırmayla ve gerekli teknolojik yatırımların yapılması suretiyle yıllık
taşkömürü üretimini kısa süre içinde 10-20 milyon TEP düzeyine çıkarmak son
derece gerçekçi bir hedeftir.
/ Aynı tablo petrol kaynaklan açısından da geçerlidir.
Yılda ortalama ABD'de 80 bin, Romanya'da 6 bin, İtalya ve Fransa'da ise 150
kuyu açılırken, Türkiye'de bu rakam 20'li 30'lu rakamları aşmamaktadır.
Türkiye'de petrol varlığının ispatlandığı Güneydoğu Anadolu'da bile yaklaşık
üçte ikilik alan henüz aranmamıştır. Denizsel alanlar içinse tablo çok daha
olumsuzdur. Her şeyden önce, eksik olan Türkiye'nin petrol potansiyelinin
ortaya konulması ve gelişen teknoloji paralelinde bu potansiyelin sürekli
güncelleştirilme-sidir.
İşin çok daha ilginç ve vahim yanı Türkiye'de bugün
25'i yabancı, 4'ü yerli olmak üzere 29 petrol arama şirketi faaliyet
göstermekte olmasına karşın, TPAO dışındaki şirketler arama yapmamakta,
dolayısıyla da fiili olarak ellerindeki ruhsat alanlarını aramaya
kapatmaktadırlar. Bu duruma karşın arama ruhsatlarının %41'i bu şirketlerin
ellerindedir ve bunu değiştirmeye yönelik herhangi bir girişim de söz konusu
değildir.
d) Plansızlığın Kısa Panoraması ve Sonuçları
** 1923-30 döneminde, Osmanlı'dan kalan yabancı
ortaklı özel sermayenin enerji sektöründe faaliyet göstermesi uygulaması
sürdürülmüş, bu tür yabancı ortaklı özel sermayeye yeni ayrıcalıklar
tanınmıştır. Bu dönemde sektörde Alman, Belçika, İtalyan ve Macar sermayesinin
bir etkinliği vardır. Bu politika dışa bağımlılığı getirdiği gibi, ülkenin
enerji ihtiyacına dayalı planlı bir gelişimi de engellemiştir. Dönemin en büyük
zaaflarından birisi enerjinin sanayileşme ile ilişkili olarak ele alınmaması ve
bu alanda bir ulusal politika belirlenmemiş olmasıdır. Sonuç olarak ulusal kaynaklar
pek akıllıca kullanılmamış; zengin hidrolik kaynaklara rağmen dönem içinde inşa
edilen 15 santralden sadece 4'ü hidrolik, diğerleri ise genelde dizelle çalışan
termik santral-lar olmuştur.
•^1930-50 dönemi, devletçilik politikasının
uygulandığı bir dönemdir ve bu süreçte devletçilik politikası elektrik alanında
da etkisini göstermiştir. Ne var ki bu dönemde yapılan devletleştirmeler planlı
bir enerji politikasının uygulanmaya başlanması anlamına gelmemektedir. Bu
dönemde sektörün planlı çalışmasını sağlayacak hiçbir mekanizma
bulunmamaktadır. EİEİ etüd çalışmaları yapmakta fakat bu çalışmalar uygulamaya
sokulmamaktadır. Elektrik, belediyeler, sınai kuruluşlar, Etibank, İller
Bankası tarafından üretilmekte ve belediyeler tarafından dağıtılmaktadır. Tüketiciden
toplanan bedeller enerji alanındaki yeni yatırımlara değil, başka belediye
hizmetlerine kullanılmaktadır, vb.
*-1950-60 dönemi, liberalleşmenin yeniden gündeme
geldiği ve özel sermayenin enerji alanına yeniden yönlendirilmeye başlandığı
bir dönemdir. Bu dönemdeki uygulamalar plansızlığın daha da derinleşmesine yol
açtığı gibi, kaynakların özel sermayeye aktarılarak israf edilmesi sonucunu da
getirmiştir. 1950'li yıllara gelindiğinde hâlâ sektörde pek çok aktör
bulunmaktadır. Elektriklendirme işleri birbiriyle bağlantısız belediyeler,
ayrıcalıklı şirketler, sınai kuruluşlar ve kamu iktisadi kuruluşları eliyle
yürütülmeye çalışılmıştır. Özel sermaye bir kez daha bu alana adeta zorla ve
çok büyük taahhütlerle sokulmak istenmiş, pek çok girişim içerisinde ancak
ikisi, Kepez Elektrik A.Ş. ve Çukurova Elektrik T.A.Ş, çok büyük bir devlet
desteği ile yaşayabilmiştir. Kamunun kendi eliyle yatırım yapması yerine, özel
sermayeyi teşvik eden bir uygulamaya yönelmesi çok büyük bir kaynak israfına
yol açmıştır.
*• 1960-80 dönemi, ekonomik planlama yöntemine
başvurulmaya başlandığı, 5 yıllık planların uygulamaya sokulduğu bir dönemdir.
Bu dönemde enerji ile sanayileşme arasındaki bağın daha kuvvetli olarak
vurgulanmaya başlandığını görüyoruz. 1963 yılında ETKB'nin kurulması, bu
dönemde atılan bir başka olumlu adımdır. Ne var ki bu adımlar da daha önceki
sayfalarda ayrıntılı biçimde anlatıldığı gibi kurumsal parçalanmayı ortadan
kaldırıp, enerji sektörünün tek elden ve merkezi olarak idare edilmesini
sağlayamamıştır.
1960-80 döneminde bir başka olgu da, dışa bağımlılığın
sektörde yol açtığı olumsuz sonuçların daha net bir biçimde görülmeye
başlanmasıdır. Sektörün süreç içerisinde giderek daha fazla dışa bağımlı hale
getirilmesi, bu yıllarda sektörde yeni bir kriz yaşanmasının da temel kaynağı
olmuştur. İkinci plan dönemi sonunda, ülke enerji tüketiminde genel olarak
petrol kaynaklarına bağımlılık arttığı gibi, elektrik enerjisi üretiminde
kullanılan birincil enerji oranları da önemli ölçüde değişmiştir. Taşkömürü kullanımı
dönem başındayken %42,7 iken, dönem sonunda % 13,6'ya düşmüştür. Buna karşılık
akaryakıt kullanımı %7,6'dan %39,8'e yükselmiştir. Üçüncü plan dönemi dünya
akaryakıt fiyatlarının hızla yükseldiği bir dönem olup, dönem içinde,
akaryakıtın elektrik üretiminde %47'lik bir paya yükselmiş olması,
enerji-elektrik sektöründe ciddi bir krizin oluşumuna neden olmuştur. Bütün bu
gelişmelerin sonucunda Türkiye, Bulgaristan'dan elektrik ithal etmek zorunda
kalmıştır.
*-1980-97 dönemi, enerji sektöründe toplam olarak yeni
bir liberalizas-yonun gündeme getirildiği, özelleştirmenin, sektöre yönelik
temel politika haline geldiği bir dönemdir. Buna karşın özellikle 1985-89
yılları arasında sektöre yönelik kamu yatırımlarında bir artış olduğu
gözlenmektedir. Yatırımlardaki bu artışa paralel olarak sektörde bir enerji
üretim fazlalığı oluşmuştur. Bu süreçten sonra ise sektöre yönelik yatırımlarda
ciddi bir düşüş gözlenmektedir. Bu düşüşün temel nedenleri ise hem YİD
modeliyle özel sermayenin sektöre yönlendirilmek istenmesi ve buna güvenilmesi;
hem de devletin finansman alanında yaşadığı sıkıntılar nedeniyle sektöre
yatırım yapamaz duruma gelmesidir.
•^1997 ve sonrasında, sektörün geleceğinin tümüyle
yerli ve yabancı özel sermayeye devredilmek istendiği görülmektedir. Bu dışa
bağımlılığı artıracak, planlamayı imkansızlaştıracak, sektörün ülkenin
sanayileşme ihtiyacına göre değil, kâr maksimizasyonu anlayışına göre
yönlendirilmesine neden olacak bir yönelimdir.
Bugünkü dünya
enerji kullanımı fosil yakıtlarla, nükleer enerjiye dayalıdır. Kullanım
oranları bugünkü şekliyle devam ederse kömürün 200, petrolün 42, uranyum
kaynaklarının yaklaşık 20 yıl sonra tükeneceği varsayılmaktadır. Bu gerçek,
enerjide hidrolik kaynaklara, linyite ve çok daha önemlisi yenilenebilir enerji
kaynaklarına dayalı uzun erimli bir planlamayı zorunlu kılarken, Türkiye'deki
enerji politikalarını belirleyenler bu gelişmeleri umursamaz bir hava
içerisinde gözükmektedirler.
Türkiye'nin enerji politikasını belirleyenlerin sözde
gerekçelendirmelerine göre, yenilenebilir enerji kaynakları pahalıdır; linyit
pahalı ve kirlidir; ekonomik hidrolik kaynakların ise sınırına gelinmiştir. Bu
koşullarda nükleer enerjiye ve doğalgaza yönelmekten başka çare
bulunmamaktadır! Bu gerekçelerin gerçekle bir ilgisi yoktur. Klasik kaynakların
tükenmeye yüz tutması ve maliyetlerindeki artışlar, tüm dünyada yeni ve
yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelim doğrultusunda bir eğilim
yaratmaktadır ve bu yönelim de yenilenebilir kaynakların üretim maliyetlerini
hızla düşürmektedir. Linyit ve hidrolik kaynakların ne kadarının ekonomik
potansiyeli oluşturduğu konusunda ciddi bir çalışması olmayan Türkiye'nin, bu
gerekçelerle, nükleer enerji ve doğalgaza yönelmesinin hiçbir inandırıcılığı
yoktur. Türkiye, mevcut araştırmalara göre bugün ekonomik hidrolik
potansiyelinin ancak % 15-20'sini kullanmaktadır. Ekonomik üretim yapabilecek
linyit potansiyeli ise resmi açıklamalara göre 105 milyar kwh'tir. Ancak arama
çalışmaları artırıldığında bu potansiyelin daha da yukarılara çıkacağı kesindir.
Ayrıca linyit kaynaklarını ekonomiklik açısından değerlendirirken, tükenmekte
olan diğer enerji kaynaklarında 10-15 yıl sonra ciddi fiyat artışları
yaşanacağı da gözönünde bulundurulmak zorundadır.
Ne var ki, uluslararası sermayenin dayatmalarına boyun
eğmiş olanların, ülkenin öz kaynaklarına ve sanayileşme ihtiyaçlarına dayalı
bir enerji politikası oluşturabilmeleri olanaklı değildir. Sorunun asıl kaynağı
da burasıdır.
•^İstatistikler enerjinin Türkiye'de OECD
ortalamasından üç kez daha az verimli kullanıldığını göstermektedir. Bu durumun
en temel nedeni ise enerji planlaması ile sanayi planlaması arasında varolması
gereken kuvvetli bağın Türkiye'de mevcut olmamasıdır. Sanayide geri ve enerji
yoğun teknolojinin kullanılması, enerji kaynaklarını son derece verimli
kullanması gereken Tür-kiye'yi, tersine büyük bir enerji israfıyla yüzyüze
bırakmaktadır. Uluslararası sermaye bu tür teknolojilerini Türkiye'ye
taşımaktadır. Fransa çimento sektörünü, ABD miadını doldurmuş demir çelik
fabrika teknolojisini Türkiye'ye taşımıştır. Öte yandan Türkiye'de enerji
planlaması ile tüketim arasında da birbirini bütünleyen ve besleyen bir ilişki
mevcut değildir. Ülkenin sanayileşme öncelikleriyle ilgisiz hovardaca tüketim,
gereksiz çevre tahribine neden olduğu gibi, enerjinin rasyonel kullanımı önünde
de ciddi bir engel oluşturmaktadır.
^-Enerjide plansızlığı ve hesapsızlığı gösteren bir başka
güncel çarpıcı örnek de, 1996 yılında yap-işlet yöntemleriyle ihalesi açılan 13
termik santral projesi örneğinde yaşanmıştır. İhalesi açılan 13 termik
santralden 10'u doğal-gaz ile çalışacaktır. Pahalı bir yöntem olması nedeniyle,
doğalgaz devi Rusya'da bile, doğalgaz elektrik üretiminde kullanılmamaktadır.
Bu bir yana, 1995 rakamlarıyla toplam 5 milyar 600 milyon ton doğalgaz tüketen
Türkiye'nin, sadece bu santraller için 23 milyar 123 milyon ton doğalgaz
bulması ve kullanması gerekecektir. Dışa bağımlılığı artıran ve kaynak bulma
riski oldukça yüksek olan böyle bir girişimin, hangi akılla gündeme
getirildiğini anlayabilmek doğrusu çok güçtür.
Ortaya konulan bu tablo, enerji alanındaki temel
sorunların birbiriyle çok bağlantılı ve birbirini besleyen üç temel nedenden
kaynaklandığını ortaya koymaktadır. Planlama eksikliği, sektörün kâr güdüsünün
basıncına açık olması ve dışa bağımlılık enerji sektörünün en temel
sorunlarıdır. Bu koşullarda izlenmesi gereken politika, bu sorunların azaltması
yönünde olmalıyken, ne yazık ki, özelleştirme uygulamaları gündeme getirilerek,
sektördeki bu sorunları iyiden iyiye ağırlaştıracak bir yola girilmiştir.
B) ÖZELLEŞTİRME GEREKÇELERİ
ENERJİDE
ÇOK DAHA AZ İNANDIRICI!
Özelleştirme için öne sürülen gerekçeler tüm sektörler
açısından gerçekdışı bir mahiyet taşımakla beraber, bu gerekçelerin
gerçekdışılığı enerji sektörü için çok daha geçerli ve belirgindir. Bu sektörün
özelleştirilmesinin doğuracağı sonuçlar ise, taşıdığı stratejik önemden dolayı
çok daha yıkıcı olacaktır.
Enerjide özelleştirme, İşletme Hakkı Devri; YİD ve Yİ (Yap-İşlet-Dev-ret), (Yap-İşlet) ve otoprodüktör uygulaması aracılığıyla gerçekleştiriliyor. Şu ana kadar geçen süreç, bu modellerin hiç birinin enerji sorununun çözümüne katkı getirmediğini, bu modellerin tek işlevinin kamudan özel sektöre kaynak aktarmak olduğunu, bu yöntemlerle yapılan özelleştirmelerin çok büyük soygun ve talanlara kaynaklık ettiğini göstermektedir.
Elektrik enerjisi temel bir maldır. Üretildiği anda
tüketilmek durumundadır. Bu nedenden dolayı üretim, iletim ve dağıtım
süreçlerinin sağlıklı işleyebilmesi iyi bir koordinasyonu ve etkin bir
planlamayı gerektirmektedir. Elektrik enerjisi büyük ölçüde alternatifsiz bir
mal olduğu için, tüm ülkeler bu kaynağın denetimini ilk elden yapmak ve son
derece verimli kullanmak eğilimindedirler. Elektrik enerjisinin bir başka
özelliği de sanayinin temel girdisi, sanayileşme politikalarının temel bir
aracı olmasıdır. Demek oluyor ki, elektrik enerjisi ülkenin sanayileşme
politikaları ve bağımsızlığı açısından stratejik özelliği son derece büyük bir
metadır. Bu kaynağın kullanımında düşülecek her yanlışlık, ülkenin sanayileşme
geleceğini ve bağımsızlığını yakından etkileyecektir.
Tüm bu sayılan faktörlere enerji sektörünün doğal bir
tekel özelliği göstermesi ve yüksek bir kamu yaran niteliği taşıması da eklenecek
olursa, bu sektörün özelleştirilmesinin ülke ekonomisi üzerinde ne kadar ağır
sonuçlar yaratabileceği de ortaya çıkmış olur. Enerji sektörü yapısı gereği
yüksek bir kamusal denetim ve sorumluluk gerektirmektedir. Bu denli stratejik
bir sektörle ilgili politikalar oluşturulurken, burada birincil ve belirleyici
kriterin kâr güdüsü olmaması lazımdır. Bu alana dönük yatırımların ve üretimin
geleceği özel sektöre ve dolayısıyla "kârlılık güdüsü"ne
terkedilemez. Tüm bu özellikler, kâr kriterini temel almadan ve gerektiğinde bu
sektörü subvanse etmek yoluyla sektördeki üretimin artırılmasını, bugünün kânna
bakmadan büyük ölçekli yatırımlar yapılmasını zorunlu kılmaktadır.
Burada bir gerçekliğin daha altını çizmek gerekiyor.
Türkiye, enerji sektörünün özel sektör eliyle yürütüldüğü bir süreçle yeni
tanışıyor da değildir. Ülkede uzun yıllar enerji-elektrik sektörü özel sektör
eliyle yürütülmüştür. Osmanlı döneminde başlayan, yabancı sermayeli özel
kuruluşlara devlet tarafından ayrıcalıklar tanınması yoluyla elektriklendirme
faaliyetlerini yürütme uygulaması, Kurtuluş Savaşı'ndan sonra da uzun süre
devam etmiştir. Bu uygulamaların sonucu tam bir başarısızlık olmuştur. Bu
şirketler, kendilerine önemli ayrıcalıklar tanınmış olmasına karşın ancak son
derece sınırlı düzeyde yeni yatırımlar yapmışlardır ve bunlar da hemen tümüyle
küçük ölçekli yatırımlar olmuştur. Ayrıca özel sermaye kuruluşları elektriği
yüksek fiyatlarla satmışlar, verdikleri taahhütleri ise yerine
getirmemişlerdir. 1950'den sonra da özel sermayenin elektrik sektörüne
sokulması yönünde çabalar olmuş, ancak özel sermayenin bu alana girmesi
sorunları çözmediği gibi daha da ağırlaştırmıştır. Kârın belirleyici kriter
olarak alınmasının, sektörde sorunları çözmek bir yana, daha da arttırdığı, bu
süreçte somut olarak görülmüştür.
Tüm bunlar bir yana TEAŞ ve TEDAŞ, bugünkü halleriyle
bile son derece kârlı kuruluşlardır. Bu kuramların "kamuya bir yük olduğu,
zarar ettikleri için kamu açıklarının oluşmasına kaynaklık ettikleri, vb."
gerekçeler her açıdan gerçek dışı bir niteliğe sahiptir. TEAŞ 1996 raporları
incelendiğinde hidroelektrik santrallerindeki elektrik maliyetlerinin 164 TL,
termik santraller-deki maliyetin ise 5.500 TL olduğu görülmektedir. Demek
oluyor ki, elektrik maliyetleri ortalama 3.000 TL civarındadır. Ortalama 3.000
TL/KW maliyeti olan elektriğin satış fiyatı ise 12.800 TL/KW'dir. Bu veriler
üzerinde bir hesaplama yapıldığında ise özelleştirilmesi düşünülen 10 termik
santralin yıllık net kâr toplamlarının 507 milyar dolar civarında olduğu görülmektedir.
Nitekim 1996 Bütçe Taslağı'nın 95. sayfasına baktığımızda da TEAŞ ve TEDAŞ'in
kâr eden kuruluşlar olduğunun bizzat devlet tarafından da açıklanmakta olduğunu
görürüz.
Hesaplar apaçık ortadayken ve bizzat devletin ilgili
kurumlan tarafından her yıl TEAŞ ve TEDAŞ "en kârlı KİT'ler" ilan
edilirken; özelleştirmeyi meşrulaştırmak için bizzat ilgili bakanlıkça
kamuoyuna yanlış bilgiler aktarılmakta, bu kuruluşların her yıl 100 milyon
dolar civarında zarar ettiği ilan edilmektedir!
Sorana dağıtım şirketleri açısından bakıldığında da
benzer bir tabloyla karşılaşmaktayız. Özelleştirilmesi gündemde olan 25 dağıtım
şirketinin 1996 yılı kân 75 trilyon 799 milyar 652 milyon 322 bin lira
olmuştur. Dağıtım şebekelerinin 1998 yılı kâr hedefi ise 14 milyar 700 milyon
dolar olarak öngörülmektedir.
Dağıtım şirketlerinin özelleştirilmesi için öne
sürülen gerçek dışı gerekçelerden bir başkası ise, sektörü rekabete açmaktır.
Oysa elektrik dağıtımında birden fazla şebeke kurmanın hiçbir mantığı olmadığı
için, dağıtımın özelleştirilmesi rekabete değil, tam tersine özel tekellerin
oluşturulmasına yol açar ve açmaktadır. Çukurova Holding'te yaşananlar sektörde
nasıl bir özel tekel hakimiyeti kurulduğunu açık biçimde gözler önüne serecek
niteliktedir. Rumeli Holding ilk olarak Çukurova Elektrik'in yüzde 11,25'lik
kamu payını satın aldı. Ardından borsada hisse senetlerini toplayarak payını
%30'a çıkardı. Son olarak Sabancı ve İş Bankası'nın elindeki hisseleri satın
alarak ÇEAŞ'ı tümüyle kendi denetimi altına aldı. Böylece Dünya Bankası'nın Sır
Barajı ve Berke Hidroelektrik santrali için ÇEAŞ'a açtığı 401 milyon dolarlık
kredi de Uzanlar'ın kontrolüne geçti.
Özelleştirme rekabeti değil tekelleşmeyi getirdiği
için, özelleştirmenin verimliliği artırması da olanaklı değildir. Zira özel
sermaye, tekel kurduğu alanlarda verimlilik kaygısıyla hareket etmez.
İstanbul'un Anadolu yakasının elektrik dağıtımını üstlenen AKTAŞ, bugüne
kadarki pratiğiyle bu durumun en somut örneği olmuştur. AKTAŞ;
- Standart
dışı malzeme kullanmıştır;
- Faturaları
kullanım tarihine göre değil, fatura tarihine göre düzenlemiştir;
- Yapılan
tesis ve onarım bedellerinin maliyeti dolaysız olarak abonelere fatura
edilmiştir;
- TEK'e
olan borçlarını zamanında ödemeyerek kendi adına işletmiştir;
- TEK'ten
aldığı elektriği yüzde yüz kârla abonelere satmıştır.
Dağıtım işletmelerinin özelleştirilmesinde kullanılan
bir başka gerekçe de, yatırımları artırmak ve iletim hatlarındaki kayıpları
önlemektir. AKTAŞ örneği bu açıdan da gerçeğin iddia edilenin tam tersi yönde
olduğunu ortaya koymaktadır. Dağıtım hattını %16 kayıptan %12'ye indirmek üzere
alan AKTAŞ, geçen süre içinde dağıtım hatlarındaki kaybı indirmek bir yana,
%18'ler düzeyine çıkarmıştır.
Türkiye'de elektrik dağıtım şebekesinin fazlasıyla
sorunlu olduğu, voltaj değişmelerinin, iletim hattındaki kayıpların ülke
ekonomisine ciddi zararlar verdiği açıktır. Ama bu sorunların çözümü
özelleştirmeden geçmediği gibi, kamu mülkiyetinin bu sorunların çözümüne engel
oluşturduğu iddiasının da hiçbir bilimsel geçerliliği yoktur. Nitekim Avrupa'da
uzun yıllar bu sektör kamunun elinde olmuştur ve bu ülkelerde voltaj
değişmelerinden kaynaklanan sorunlar çözüldüğü gibi, kayıp oranlan %6'lar
seviyesine çekilmiştir.
Özelleştirme açısından ileri sürülen bir başka iddia
da kamu mülkiyeti nedeniyle ülkenin bir enerji darboğazı ile karşı karşıya
olmasıdır. Öncelikle bugünlerde bu konuda çeşitli çarpıtmalar yapıldığı için,
ülkenin yakın bir gelecekte herhangi bir enerji darboğazı ile karşı karşıya
olmadığını belirtmek bir zorunluluktur. Enerji iletim hatlarında kayıpların
giderilmesi, bu kayıpların %6-7 ile Avrupa ülkeleri ortalamasına çekilmesi
koşullarında bile, Türkiye'nin yakın gelecekte "karanlıkta kalmaması"
sağlanmış olacaktır. Bunu Türkiye'nin kendi öz kaynaklarıyla ve kısa bir sürede
gerçekleştirmesi önündeki tek engel özelleştirmeci zihniyettir.
Fakat bu bir yana, ülkenin bir sanayileşme hamlesi
yapabilme ihtiyacı üzerinden bakıldığında bir enerji problemi ile karşı karşıya
olduğumuz aşikardır. Ne var ki, bir kez daha belirtecek olursak bu problemin
enerji sektörünün kamusal mülkiyette olmasıyla herhangi bir nedensellik
ilişkisi yoktur. Bu durumun birbiriyle bağlantılı bir kaç önemli nedeni
olduğunu vurgulamıştık. Özelleştirmeci mantıkla atılan adımlar ise enerji
sektöründeki bu temel sorunları çözmek bir yana, daha da ağırlaştırmıştır,
ağırlaştıracaktır.
Türkiye'de son on-onbeş yıldır tam da bu aynı
özelleştirmeci mantık nedeniyle enerji alanına yönelik kamu yatırımları durmuş
durumdadır. Yeni yatırımlar yapılmadığı gibi, kapasite kullanımını artıracak,
kayıp ve kaçakları önleyecek tedbirler de alınmamıştır. Bunun arkasındaki temel
neden de, özelleştirmecilerin "özel sektör yapsın" mantığıdır. Enerji
sektöründeki yatırım politikası YİD ve Yİ modelleriyle özel sektöre havale
edilmiştir. Ama bu mantıkla gelinen nokta tam bir felaket tablosudur. Özel
sektör, yüksek maliyet gerektiren enerji yatırımı alanına ilgi göstermemiştir.
Ancak yabancı sermaye ortaklığıyla ve çok büyük imtiyazlarla özel sermaye bu
sektöre talip olmaktadır. Bu doğrultudaki özelleştirme girişimleri ise yargıdan
dönmektedir. YİD ile 1984'te çıkarılan kanunla ilgili 10.000 megavvatlık bir
başvuru yapılmış fakat 1995'e kadar ancak 35 MW'lık bir uygulama hayata
geçirilmiştir. Kamu kesimi de bu alandan el çekince enerji sektöründe yeni
yatırımlar gerçekleştirilememiştir. Bu nedenle 1990 öncesinde oluşmuş bulunan
fazlalık giderek daralmaya, azalmaya başlamıştır.
Ayrıca
neo-liberal saplantıların bir ürünü olarak özel sektörden vergi
alınmamaya başlandığı için de kamu kesimi ciddi bir finansman sorunuyla
yüz-yüze kalmış, enerji alanında bu nedenle de yeni yatırımlara
yönelinememiş-tir. Türkiye 1980'li yıllarda çok tehlikeli bir kamu finansmanı
anlayışına yönelmiştir. Bu tarihten sonra Türkiye'de, sermayeden vergi
alınmasından vazgeçilmiştir. Bu nedenle kamu harcamalarında oluşan açık ise,
borçlanmayla finanse edilmek istenmiştir. Sıfır faizle vergi olarak alınmayan
kaynaklar, yüzde 180-200 faizle borç olarak alınmıştır. Türk ekonomisi böylece
borç ve faiz bataklığına çakılmış, sonuç olarak da devlet altyapı, enerji,
eğitim, sosyal güvenlik yatınmları yapamaz konuma sürüklenmiştir. En kolay
vazgeçilen kamu yatırımlarının başında ise enerji yatırımları gelmiştir. Bu
politikaların sonucu olarak 1989 ile 1995 yıllan arasında birincil enerji
tüketiminin %27,2 oranında artmasına karşın, üretim yalnızca %7,4 oranında
artmıştır. Enerjiye yönelik istatistikler ve araştırmalar gösteriyor ki,
sektöre her yıl 3-5 milyar dolar yatırım yapması gereken Türkiye, son sekiz
yılda yalnızca l milyar dolarla yetinmiştir.
Bu anlatılanlar aynı zamanda kaynak olmadığı için
kamunun bu alanlara yatırım yapmadığı iddiasının nasıl büyük bir aldatmaca
olduğunu ortaya koymaktadır. Özelleştirmeci mantıkla sermayeden vergi
alınmasından vazgeçiliyor; kamu bu nedenle kaynak sorunuyla yüzyüze bırakılıyor
ve bu kez de kaynak yokluğu özelleştirmenin gerekçesi olarak kullanılıyor. Hem
suçlu hem güçlü tabirine son derece uyan bir durumdur bu. Fakat kaynaksızlık
gerekçesinin ucubeliği bununla da sınırlı değildir. Zira sektörün tümünün
özelleştirilmesiyle kamunun vazgeçtiği bir yıllık gelir bile, Türkiye'nin
sektöre yapması gereken yatırımın iki katına yakındır. Devlet bu denli büyük
kaynaklardan bir çırpıda vazgeçer ve bu kaynaklan yerli ve yabancı sermayeye
aktarırken, kamunun kaynaksızlık nedeniyle alana yatınm yapamadığından söz
etmek, özelleştirmenin tam da bu nedenle zorunlu olduğunu iddia etmek çok daha
az inandıncı olmaktadır.
İşin çok daha ilginci "kaynak yok",
"kamu beceriksiz" gerekçelerini inandırıcı kılmak için, yıllardır
sektöre yatınm yapılmaz, kayıplan önleyecek tedbirler alınamazken; tam da
özelleştirme öncesi, TED AŞ 29 dağıtım şebekesinin bakım ve onarım işlemlerini
tamamlamak için sektöre 96 trilyon liralık yatırım gerçekleştirileceği
açıklanmıştır. Böylece özelleştirmeye gerekçe olarak sunulan "yeni
yatırımlar yaparak enerji kaybının önlenmesi" işini, özelleştirme öncesi
bizzat TEDAŞ, bir başka deyişle kamu sektörü gerçekleştirmiş olacaktır.
C)
ENERJİDE ÖZELLEŞTİRME, SEKTÖRDEKİ SORUNLARI DAHA DA AĞIRLAŞTIRACAKTIR
Enerjide özelleştirme, sorunları çözmek bir yana, daha
da ağırlaştıracaktır. Enerji sektörünün temel sorunları olarak vurguladığımız
bütün alanlarda özelleştirmenin yaratacağı etki, düzeltici değil, tam tersine
bozucu bir nitelik taşıyacaktır.
a) Özelleştirme
Plansızlığı Derinleştiriyor
Enerji alanında yaşanan sorunları aşmak için TEK, DSİ,
TKİ vb. kuruluşlar arasında çok verimli bir işbirliği zorunlu iken, bu alandaki
dağınıklığın hızla aşılması gerekirken, tam da aynı özelleştirmeci mantık
nedeniyle, tersine çok tehlikeli bir dağılmanın önü açılmış, enerji sektörü
paramparça olmuştur. TEDAŞ, TEAŞ bölünmesi TEK'i dağıtmıştır. TEDAŞ içindeki
şirketleşme olayı, ayrı ayrı genel müdürlüklerin oluşması eşgüdümü giderek daha
da olanaksız hale getirmiştir. Bu aynı desorganizasyon süreci petrol işkolu
için de geçerlidir. Petrol sektöründe her kuruluş birbirinden kopuk ve ayrı
ayrı iş yapar, birbirinden farklı hedefler gözetir hale getirilmiştir. TP
AO'nün ana sözleşmesinde yapılan değişiklikle rafinaj, pazarlama ve boru
hatları ile petrol taşımacılığı TPAO'nun faaliyet alanları arasından
çıkarılmış; BOTAŞ, DİTAŞ, TÜPRAŞ ve Petrol Ofisi, TPAO'dan ve birbirlerinden
bağımsız kuruluşlar olarak faaliyet yürütür hale gelmişlerdir. TPAO'nun yatırım
bütçesi 170 milyon dolardan peyderpey yapılan kesintilerle 70 milyon dolar
sınırına kadar gerilemiştir. Özelleştirmeci mantığının bir ürünü olan bu
desorganizasyon, enerji sektörünün planlanmasını olanaksızlaştırdığı gibi;
yarattığı fınan-sal parçalanma nedeniyle kurumlan ekonomik bakımdan da
güçsüzleştirmiş; yatırım olanaklarını daraltmıştır.
Özelleştirmeci mantık enerji kurumlarım parçalayarak,
bu kurumlar arasındaki koordinasyon eksikliğini daha da derinleştirerek planlı
bir enerji politikası yürütümü olanaklarını ortadan kaldırdığı gibi,
özelleştirme aracılığıyla, şu anda Türkiye'de "entekonnekte sistem"e
bağlı olarak tek merkezden idare edilen sistem de bozulacaktır. Bu durumda
barajlardaki su düzeyine göre termik ya da hidroelektrik santrallerinin devreye
sokulduğu bugünkü sistem yerine, tüketim bölgeleri termik santraller temelinde
oluşacaktır. Termik santrallerin özelleştirilmesi, "mevsimlik
kaynaklar" olan hidroelektrik santrallerinin fiili olarak devre dışı
kalması sonucunu yaratacaktır. Termik santraller, yeni sahiplerince azami kâr
hevesiyle barajlardaki su düzeyine bakılmaksızın, yüzde yüz çalıştırılacak, bu
arada hidroelektrik santrallerindeki milyonlarca metreküp su boşa akacaktır.
Tüm bu
anlatılanlar özelleştirmenin enerji sektöründe tam bir plansızlığın hakim olmasına
yol açacağını, dolayısıyla da özelleştirme aracılığıyla koor-dineli bir enerji
politikası imkanının tümüyle yok edileceğini ortaya koymaktadır.
b)
Özelleştirme, Sektörü Tümüyle Ticarileştiriyor
Özelleştirme öncesi süreçte de, sektör özel sektörün kâr
güdüsünün basıncına tabiydi. Enerji politikası, ülkenin kaynaklan ve
sanayileşme öncelikleri temelinde saptanan bir plan ekseninde yürütülmeliyken,
kâr güdüsüyle hareket eden yerli ve yabancı sermayenin tercihleri enerji
politikasının tespitinde belirleyici olabiliyordu. Özelleştirme, bu sorun
alanında da düzeltici değil, tam tersine bozucu sonuçlar yaratacaktır. Yerli ve
yabancı özel sermayenin enerji alanına doğrudan girmesiyle, enerji sektörü
artık doğrudan doğruya kâr güdüsünün basıncına göre şekillenecek, yalnızca
yatırımların önceliği değil, artık bizzat yatırım yapılıp yapılmaması, enerji
fiyat politikası vb. kâr güdüsü üzerinden belirlenecektir. Bu durum enerji
sektörünün bir yıkımla karşı karşıya kalmasına yol açacak kadar önemlidir. Zira
enerji sektörüne yönelik politikalar, ancak ve ancak orta vadeli projeksiyonlar
ışığında kamu ve ülke yararına olacak şekilde kararlaştırılabilir. Oysa özel
sermaye bugünün maliyetine ve bugünün kârına bakarak hareket eder, soruna uzun
vadeli planlama ve ülkenin bütünsel enerji ihtiyaçları gibi makro kriterler
üzerinden yaklaşmaz. Böyle yaklaşılmadığı koşullarda da, enerji sektörü bir
çöküşle karşı karşıya kalır. Enerji projeleri büyük yatırım tutan ve uzun
yatınm süreleri gerektiriyor. Doğalgaz santralleri ortalama 2-3 yıl, kömür
santralleri 5-6 yıl, hidrolik santraller 7-8 yılda tamamlanabiliyor. Nükleer
santrallerde ise bu süre 8-10 yıla kadar çıkabiliyor. İlk yatınm tutarlan
Doğalgaz'da 680 dolar/KW, Hidrolik 1200 Dolar/KW, İthal Kömür 1450 Dolar/KW,
Linyit 1600 Do-lar/KW, Nükleer 2700 Dolar/KW'dir (İ. Hakkı ALTUN, TMMOB Türkiye
Elektrik Enerjisi Sempozyumu, 1996) Kâr güdüsüyle hareket eden özel sermayenin,
ilk yatınm maliyeti yüksek olan, yatırım süresi de son derece uzun olan enerji
sektörüne (hele büyük ölçekli yatırımlar söz konusuysa) yatınm yapmak konusunda
isteksiz davranması son derece büyük olasılıktır. Bu koşullarda da yerli
sermaye sektöre yatırım yapmaktan kaçınacak ya da ancak uluslararası tekellerin
ortaklığı ve finansörlüğüyle bu yatırımlar yapılabilecektir. Bunun anlamı ise
ya yatınmsızlık nedeniyle enerji açığıyla karşı karşıya kalmak, ya da enerji
sektöründe iyiden iyiye uluslararası sermayenin denetimine girmektir. Öte
yandan özelleştirme ile birlikte, enerji tüketen bütün kesimler, yüksek kâr amacı
peşine koşan özel tekellerin fiyat politikasına mahkum edileceklerdir. Enerji
sektöründe özelleştirme, fiyatlandırmada bir kaç kademenin oluşmasına neden
olacak, bu da, elektrik enerjisinin tüketiciye çok daha yüksek bir fiyata
satılması sonucunu doğuracaktır. Kâr güdüsüyle hareket eden özel sermaye
yeterli kâr oranlan olmadığı her durumda ya üretimi durduracak, ya da elektriği
fahiş fiyatlarla satmaya çalışacaktır. Tüketiciler ve ülke sanayisi açısından
özelleştirmenin doğuracağı olumsuz sonuçlardan biri de budur. Sanayinin bir
bölümü ise bu koşullarda yüksek maliyetli elektriği kullanmak yerine, giderek
daha fazla otoprodüktör yöntemine yönelecek; bu ise enerji kaynaklarının daha
fazla israfına yol açacaktır.
c)
Özelleştirme Dışa Bağımlılığı Artırıyor
Özelleştirme süreci, aynı zamanda Türkiye'nin enerji
alanındaki dışa bağımlılığını derinleştiren sonuçlar yaratıyor. Bilindiği gibi,
dışa bağımlılık açısından bugünkü tablo son derece olumsuzdur. Halihazırda
Türkiye toplam enerji tüketiminin ancak %41.6'sını yerli kaynaklarla, geri
kalanını ise ithalat yoluyla karşılamaktadır. Bu tablo Türkiye'nin kaçınılmaz
"mukadderatı" değildir, tam tersine izlenen yanlış politikaların bir
ürünüdür. Dolayısıyla bu olumsuz tablonun değiştirilmesi hem mümkün hem de
zorunludur. Ne var ki Türkiye, enerji alanında dışa bağımlılığı azaltıcı
adımlar atmak zorundayken, özelleştirmeci siyasi iktidarlar tarafından tam
tersi bir istikamete sürüklenmektedir.
Uluslararası sermayenin bizim gibi ülkeleri,
özelleştirme doğrultusunda özel olarak teşvik ettiği düşünülecek olursa,
aslında bunun böyle olmasında çok şaşırtıcı bir yön de yoktur. Uluslararası
sermayenin yapısal uyum politikalarının yürütücülüğünü üstlenen Dünya Bankası,
özellikle altyapı alanında (iletişim, ulaşım, enerji vb.) özelleştirmenin
hızlandırılması ve enerji idaresinin desorganizasyonu amacıyla krediler
açmaktadır. Türkiye de enerji sektöründe Dünya Bankası'nın bu
kredilendirmelerinden nasibini almış, bu krediler sayesinde, önce sektör
ticarileştirilmiş ve ardından da buna uygun kurumsal adımlar atılarak, TEK
giderek Dünya Bankası'nın doğrudan denetiminde bir kuruluş haline
getirilmiştir.
Türkiye enerji politikaları alanında kaderini gittikçe
uluslararası sermayenin ellerine terketmektedir. Bu süreç ise adım adım örülmüştür.
1980'li yıllann sonunda Özal tarafından imzalanan "Avrupa Enerji
Şartı" anlaşması ve ABD ile yapılan anlaşmalar bu sürecin kilometre
taşlarından biridir. Bu anlaşmanın Türkiye'yi enerji alanında ne tür olumsuz
yükümlülüklerle karşı karşıya bıraktığı ise, anlaşmanın o tarihlerde meclisten
bile kaçırılmış olmasından bellidir. Daha sonra Dünya Bankası'nın, ABD'nin
Türkiye'ye enerji alanıyla ilgili krediler açtığı döneme gelindi; bu krediler o
günkü siyasi iktidarlar tarafından kamuoyuna büyük bir "gurur"la
açıklanırken; aynı günlerde basında, ABD'nin ve Dünya Bankası'nın Türkiye'den
enerji alanına yönelik bir dizi "taahhüt" aldığına ilişkin haberler
bolca yer almıştı.
Nitekim enerji sektöründe talan sofrasının kurulduğu
günlerde, Türkiye'yi bir dizi ABD heyeti ziyaret etmektedir. ABD Enerji Bakanı
Frederico Pena, ABD Enerji Bakan Yardımcısı Robert W. Gee ve ardından da ABD
Ticaret Bakanı William M. Daley başkanlığında bir heyet yakın zaman önce
Türkiye'yi ziyaret etmiş; enerji sorunu, bu ziyaretlerin temel konulan arasında
yer almıştır. Bu girişimlerde "Hazar petrolleri ve doğalgazın Türkiye
üzerinden taşınması" konusunun yanısıra, enerji santralleri ihalelerinde
ABD'li firmalara öncelik tanınması sorununun da gündeme geldiği basına yansıyan
haberler arasında ayrıntılı biçimde yer almıştır. ABD Ticaret Bakanı William
Daley, ABD'nin santral ihalelerine duyduğu ilgiyi Türkiye'ye gelirken yanında
ABD'li enerji tekellerinin temsilcilerini de getirerek göstermiştir. Ve bu
ziyaret sırasında ABD tekelleri ile, çeşitli santral ihalelerine İlişkin
sözleşmeler imzalanmıştır. ABD'li Ticaret Bakanı bununla yetinmeyerek, imtiyaz
sözleşmelerinde Danıştay denetimini şart koşan Anayasa'nın 155. Maddesinin
kaldırılmasını istemiş, "uluslararası hakemlik" kurulunun uygulamaya sokulmasını
önermiştir. Bu yapıldığı takdirde, enerji sektörünün uluslararası sermayenin
denetimine girmesi önündeki bir engel daha kaldırılmış olacaktır.
Türkiye'nin yakın tarihe kadar enerji alanındaki dışa
bağımlılığı büyük ölçüde petrol kaynaklarındaki dışa bağımlılıktan
kaynaklanmaktaydı. Petrolün ithal edilen kaynaklar içindeki payı %70'ler
oranındadır. Yapılması gereken ise doğal olarak ithal petrol kullanımını
azaltıcı önlemler alarak, dış bağımlılığı kaldırmak ya da hiç olmazsa asgariye
indirmektir.
Dışa bağımlılık açısından mevcut olan bu olumsuz
tabloya karşın, Türkiye hiç olmazsa elektrik enerjisi üretimi alanında çok
büyük ölçüde kendi kaynaklarma, hidroelektrik santrallere ve yerli linyitlere
dayanmaktadır. Ama son on-onbeş yıldır uygulanan neo-liberal özelleştirmeci
politikalar bu alanda da dışa bağımlılığı artıran sonuçlar üretmiştir.
Özellikle son on yılda, elektrik üretiminde ithal kömürü ve doğalgaz kullanma
eğiliminin ağır basması sonucu, ithal kaynaklara dayalı elektrik enerjisi
üretiminin payı, %20'ler seviyesine çıkarılmıştır. İşin daha da ilginç ve
önemli yanı ise, Türkiye'nin enerji politikasını saptayanlar 2020 yılına kadar
elektrik üretiminde dış kaynak kullanımını %56 seviyesine çıkarmaya
"kararlı" gözükmektedirler. (ETKB, TEAŞ, DEKTMK, Şubat 1997)
Elektrik üretimi alanına da sirayet eden ve giderek de
artacağı görülen dışa bağımlılığın en önemli nedenleri; 1) Elektrik üretiminde
giderek daha fazla doğalgaza ve ithal kömüre ağırlık verilmesi, 2) Nükleer
enerji santrallerinin inşa edilmek istenmesi ve 3) YİD, Yİ ve İşletme Hakkı
Devri modelleriyle bizzat santral yapımı ve işletimi işinin uluslararası
tekellere havale edilmesidir.
Doğalgazm kullanılması, Türkiye açısından bir
zorunluluk olmadığı gibi ekonomik de değildir. Bu, tümüyle uluslararası
sermayenin tercih ve dayatmalarının bir ürünüdür ve özelleştirmeci neo-liberal
mantığın enerji sektöründe dışa bağımlılığı nasıl daha da derinleştirdiğine
ilişkin çarpıcı bir örnektir. Mobil LNG Yatırım ve Satış Geliştirme, Avrupa ve
Afrika Başkan Yardımcısı Alexander Deads,Botaş Vakfı tarafından yayımlanan
Petrogaz dergisine yaptığı bir açıklamada, Mobil'in Türkiye'yi gelişen bir
doğalgaz pazarı olarak gördüğünü belirtiyor. Deads bu açıklamasında ayrıca
"Türkiye'de doğalgazın altyapısının kurulması ve gerekli ekipmanın
alınması için Türkiye'ye finansal destek bakımından da yardımcı
olacaklarını" belirtiyordu.
Elektrik üretimi alanında dışa bağımlılığı artıracak
uygulamalardan biri de elektrik üretim alanında nükleer santrallerin gündeme
getirilmesidir. 2010 yılına kadar yapılması planlanan 1000 MW gücündeki 2
nükleer santralin ülkemiz toplam kurulu gücü içinde payı %2, 2020 yılına kadar
devreye alınması düşünülen toplam 10 santralin o yılki kurulu güç içindeki payı
ise %10 olacaktır. Dolayısıyla insan hayatı ve çevre üzerindeki yaratabileceği
büyük tehlikeleri şimdilik bir yana bıraksak bile, nükleer santrallerin
kurulmasının Türkiye'ye 2020 yılına kadar ciddi bir üretim katkısı
olmayacaktır. Türkiye nükleer santrallerden elde etmeyi hedeflediği %10'luk bu
enerjiyi, her halükarda kendi kaynakları ile sağlayabilir. Ne var ki ülkenin
enerji politikasını uluslararası sermayeye ipotek etmeye kararlı gözüken
neo-liberal politikacılar; ilk yatırım maliyeti ve elektrik enerjisini üretim
maliyeti diğer santral tiplerine göre daha yüksek olan, teknoloji ve yakıt
bakımından tümüyle dışa bağımlı olan nükleer santralleri ısrarla Türkiye'ye
sokmaya çalışmaktadırlar.
Dışa bağımlılığı artıracak olan faktörlerden bir
diğeri de, santral inşası işinin özel sermayeye devridir. YİD ve Yİ ve İşletme
Hakkı Devri modelleri ise büyük ölçüde çok uluslu tekellerin sektöre girmesine
ve sektörü denetler hale gelmesine yol açmaktadır. Özellikle Y.İ.D. ve Y.İ.
modeli tam bir yabancılaştırma yöntemi durumundadır. Altyapı yatırımları büyük
finansman gerektirmektedir ve dolayısıyla ancak uluslararası dev tekellerin
altından kalkabileceği bir iştir. Bu nedenle Y.İ.D. modeli çok uluslu
firmaların faaliyet alanı olarak belirmekte, bu model pratikte çok uluslu
tekellerin yerli firmaları taşeron olarak kullandıkları projelere
dönüşmekterir. Sonuçta altyapı hizmetlerinin yatırım, üretim ve satışının
Y.İ.D. modeline terkedilmesi, satış ve fiyat garantileri ile donanmış çokuluslu
şirketlerin tekelci pazar egemenliği kurarak, sektörü tam denetler hale
gelmesine yol açmaktadır. Örneğin 29 Ağustos 1996 tarihli Resmi Gazete'de ilan
edilen 13 adet termik santral ihalesinde oluşturulan 56 konsorsiyumun 14'ü ABD
kökenli çokuluslu şirketlerin önderliğinde bulunmaktaydı.
d) Özelleştirme Çalışanlar Açısından da Yıkım
Getirecektir!
Özelleştirmenin işçi ve emekçiler açısından doğurduğu
yıkıcı sonuçların en önemlileri arasında tenkisat ve sendikasızlaştırma
bulunmaktadır. Özelleştirme sonrasında işçilerin %56.5'i, EBK'nda %79.7'si,
ORÜS'te %78.4'ü, Sümerbank'ta da %39.5'i, STK'de %55.2'si, Turban'da %67.4'ü
işten çıkarılmıştır. Özelleştirilen tüm işletmelerde her 100 işçiden 54'ü işini
kaybederken, özelleştirilen işletmelerde eski işçiler toplu olarak işten
çıkarılmış; yerlerine sendikasız, sigortasız ve düşük ücretli yeni işçiler
alınmıştır. Özelleştirme aracılığıyla, taşeronlaştırma ve kısa süreli
çalıştırma yaygınlaştırılmıştır.
Aynı soruna elektrik enerjisi alanında yapılan
özelleştirmeler cephesinden bakılacak olduğunda ise; Çukurova Elektrik'te
özelleştirme öncesi (1992)1460 personel çalışmakta iken, 1996'da bu sayı 937'ye
düşmüştür. İşçiler 9'arlı gruplar halinde işten atılmıştır. Kayseri Elektrik'te
1992'de 650 işçi çalışmaktaydı ve bunların 600'ü sendikalıydı, 1996 tarihinde
850 işçi çalışmasına karşın bunların yalnızca 289'u sendikalı durumdadır.
Özelleştirmeyle birlikte ya sendikalı işçiler re'sen emekli edilmişler, ya 13.
maddeye göre işten atılmışlar, ya da zorla sendikadan istifa ettirilmişlerdir.
AKTAŞ'da ise TEK'ten devralman elemanlardan 400 sözleşmeyi personel ve 840
işçinin işine son verilmiştir. Bunların yerine asgari ücretle, sosyal ve
sendikal haklardan yoksun taşeron işçileri çalıştırılmaya başlanmıştır
D) ENERJİDE ÖZELLEŞTİRME YÖNTEMLERİ VE TALAN POLİTİKASI
Enerjide
özelleştirme, İşletme Hakkı Devri; YİD ve Yİ (Yap-İşlet-Dev-ret),
(Yap-İşlet) ve otoprodüktör uygulaması aracılığıyla gerçekleştiriliyor.
Şu ana kadar geçen süreç, bu modellerin hiç birinin enerji sorununun
çözümüne katkı getirmediğini, bu modellerin tek işlevinin kamudan özel
sektöre kaynak aktarmak olduğunu, bu yöntemlerle yapılan
özelleştirmelerin çok büyük soygun ve talanlara kaynaklık ettiğini
göstermektedir.
a) İşletme Hakkı Devri
İşletme hakkı devri şu ana kadar ağırlıklı olarak gündemde olan yöntemdir. Özel sermaye (özellikle yerli özel sermaye) onca teşviğe rağmen yüksek maliyet gerektiren enerji sektörüne yatırım yapmakta pek istekli davranmamaktadır. Oysa işletme hakkı devri yöntemiyle zaten hazır kurulu olan ve yüksek kâr elde eden kuruluşlar, özel sermayeye devredilmektedir. Elektrik seçeneksiz bir mal olduğu için, ayrıca santraller bir kaç yıllık kârları karşılığında adeta kelepir fiyatına satışa çıkarıldıkları ve hatta hammadde kaynakları da bedava olarak bu şirketlere devredildiği için, işletme hakkı devri ile yapılan özelleştirme uluslararası ve yerli sermaye açısından çok cazip olmaktadır. Bu yüzden bu yöntemle açılan ihalelere ilgi fazla olmakta, bu kârlı ihaleler bir sürü karanlık sahaya sahne olmakta, bu alanda tam bir talan ve yağma sofrası kurulmaktadır.
•^Nitekim İşletme Hakkı Devri yöntemiyle yapılan santral ihalelerinde de, tam bir yağma ve talan sofrası kurulmuştur.
• 10 termik santralin 20 yıllığına devir bedeli, l ,2 milyar dolar olarak açıklanmıştır. Oysa bu santrallerin yıllık net kâr toplamları 507 milyon dolardır. Devlet l ,2 milyar dolan 2,5 yıl bile dolmadan kendisi kazanacakken, santralleri 20 yıllığına devretmeye kalkmaktadır.
• 12 santralin devir bedeli olarak l ,6 milyar dolar saptanmıştır. Buna karşılık devredilecek santrallerde TEAŞ'ın yapımını üstlendiği an tim tesisi vb. gibi yatırımların tutan 2 milyar dolardır. Ayrıca 2,2 milyar dolar dış borcu da devlet üstlenmektedir. Bu durumda santraller düşük bir fiyatla bile değil, zararına satılmış olmaktadır. Zira devlet bu durumda üstlendiği yatırımları tamamlayabilmek ve dış borçları ödeyebilmek için, alacağı paranın üç katını harcamak zorunda kalacaktır.
• İşletme hakkı devredilen 10 santralin bugünkü fiyatlarla kuruluş maliyeti 6,3 milyar dolardır. 10 santralin devir bedeli ile bugün, bir tek büyük ölçekli santral kurmak bile mümkün değildir.
• Bugünkü fiyatlarla kuruluş maliyeti 450 milyon dolar olan Çatalağzı ve Kangal santralleri 75 milyon dolara, Çayırhan 75 milyon dolara; yine bugünkü fiyatlarla maliyeti 66 milyon dolar olan Soma-A 15 milyon dolara; mali yeti l milyar 485 milyon dolar olan Soma-B 240 milyon dolara; maliyeti 643 milyon dolar olan Tunçbilek Santrali 100 milyon dolara; maliyeti 945 milyon dolar olan Yatağan Santrali 160 milyon dolara; ve maliyeti 630 milyon dolar olan Yeniköy Santrali de 100 milyon dolara 20 yıllığına devredilmektedir.
• Santrallerin devir bedelinin, santrallerin 20 yıllık gelirine oranı hesaplanacak olursa; bu oranların Çatalağzı için yüzde 9, Çayırhan için yüzde 11, Soma-A için yüzde 11, Soma-B için yüzde 9, Tunçbilek için yüzde 12, Yatağan için yüzde 10 ve Yeniköy Santrali için yüzde 9 olduğu görülmektedir.
^İşletme Hakkı Devri yoluyla yapılan elektrik dağıtım şirketleri özelleştirmelerinde, yağma ve talan açısından santral ihalelerinden farklı bir görüntü sunulmamaktadır.
25 dağıtım şirketinin 1996 yılı kân 73 trilyon 799 milyar 652 milyon 322 bin liradır. Dağıtım şebekelerinin 1998 yılı kâr hedefi ise 14 milyar 700 milyon dolar olarak öngörülmektedir. Bu şirketlerin 30 yıllığına devir bedelleri ise 2 milyar 625 milyon dolar olarak saptanmıştır.
İhaleyi kazanan firmalann devlete devir parası olarak ödeyeceği l milyar 610 milyon doların, 950 milyon dolarının peşin, kalanının da ikişer yıllık taksitlerle ödeneceği gözönünde bulundurulacak olursa, dağıtım şirketleri ihalesinin sermaye grupları için nasıl bir "ballı börek" olduğu daha iyi anlaşılacaktır.
Şu ana kadar dağıtım şirketleri ihalelerinden A grubu ve B grubu ihaleleri sonuçlandırılmış bulunuyor. A grubu ihaleleriyle 30 yılda l .5 katrilyon lira kâr edecek olan 7 bölgenin dağıtım şebekeleri 30 yıllığına 310 trilyon liraya özel sektöre devredildi. B grubundaki ihalelerde de 13 ili kapsayan 5 bölgedeki dağıtım şeebekeleri 32 aylık kârları karşılığında 30 yıllığına özel sermayeye armağan edildi. Yalnızca 1996'daki kârları toplam 98.5 milyon dolar olan B grubundaki 5 dağıtım bölgesinin 30 yıllık devir bedeli ise yalnızca 275 milyon dolar. 1996 kârlan baz alındığında bu beş bölgedeki dağıtım şebekelerinin 30 yıllık kârları 2 milyar 955 milyon dolar olarak hesaplanabiliyor. Böylece bu özelleştirme aracılığıyla devlet, 30 yıllık bir sürede 2 milyar 680 milyon dolar zarara uğramış oluyor.
b) Yap-İşlet-Devret YöntemiYİD modeli kamunun altyapı yatırımları için uygulanan bir özelleştirme ve finans modeli olarak bilinmektedir. Resmi tanıma göre YİD "ileri teknoloji ve maddi kaynak ihtiyacı duyulan projelerin gerçekleştirilmesinde kullanılmak üzere geliştirilen bir özel finansman yöntemidir. Modelde elde edilecek kâr da içinde olmak üzere yatırım bedelinin sermaye şirketine, şirketin işletme süresi içerisinde ürettiği mal veya hizmetin idare veya hizmetten yarar-lananlarca satın alınması suretiyle ödenmesi" öngörülür.
YİD modeli 18. ve 19. yüzyıllarda kanallar, yollar ve demiryollarının özel şirketlere yaptırılması ve belli imtiyaz süresi boyunca işletilmesi ile ortaya çıkmış bir uygulamadır. Bu yıllarda İngiltere'de, Almanya'da ve Osmanlı İmparatorluğu'nda bu uygulamalara rastlamak olanaklıdır.
Daha sonra bu modelin yarattığı sorunlar ve artan altyapı yatırım ihtiyacı, sosyal devlet anlayışının egemen olması gibi nedenlerle, altyapı hizmetlerinin üretimi kamu kesimine kaymıştır.
Bir çok ülkede uygulanan neo-liberal politikalar sonucunda kamu kesiminin büyük miktarda ve yüksek faizle borçlanması sonucu kamu açıkları artmış, kamu kesimi giderek altyapı yatırımlarını finanse edecek kaynak ve kredi bulmakta zorlanmaya başlamıştır. Bu durum ise YİD'in yeniden gündeme gelmesinin en önemli nedenini oluşturmuştur.
Türkiye'de YİD modelinin uygulanması için seçilen ilk sektör ise enerjidir. Bu durum Dünya Bankası'mn tercih ve dayatmalarının dolaysız bir sonucudur. 1980-1984 yıllan arasında Dünya Bankası Türkiye'ye kamu iktisadi teşekküllerinin yeniden yapılandırılması için beş yapısal uyum kredisi vermiştir. 1987 yılında enerji sektörünün yeniden yapılanması, 1992 yılında da TEK'in yeniden yapılanması için sektörel uyum kredileri verilmiştir.
Yap-İşlet-Devret modelinde özel sermaye için oldukça cazip imkanlar sunulmaktadır. Her şeyden önce Türkiye'de elektrik fiyatlan üretim maliyetlerinin çok üzerinde ve dünya fiyatlarının iki katı düzeyindedir ve Yap-İşlet-Devret modelinde üretim maliyeti ile satış fiyatı arasındaki fark santrali kuran ve işleten şirkete bırakılmaktadır. Devletin bu şirketlere verdiği satın alma güvencesi, bu şirketlerin en küçük riske girmeden büyük kârlar sağlamalarını garanti etmektedir. Aynca devlet, bu projelerde yatırımcıların buldukların dış kredilere "Hazine garantisi", ayrıca üretim sırasında "hammadde garantisi" vermektedir. Böylece yatırım yapmak için gerekli kaynağa sahip olmadığı iddia edilen devlet, çok daha büyük bir kaynağı yerli ve yabancı sermaye sahiplerine aktarmaktadır.
Devletin enerji alanında, Y.İ.D. modeli aracılığıyla özel sektöre yaptığı kaynak aktanmlan bunlarla sınırlı kalmamaktadır. Bu açıdan bir başka ilginç örnek de, 1996 Kasım'mda "devletin mali sıkıntı nedeniyle tamamlayamadı-ğı 18 HES'in Yap-İşlet-Devret modeliyle yaptırılması için" ihale açılmasıdır. Oysa bu 18 santral %60-98 oranında, bunlardan 6 tanesi ise %96-98 oranında tamamlanmıştır. Nisan 1997'de üretime alındığı halde Ekim 1998'de açılışı yapılan Çatalan Barajı ve HES'i de bunlardan biridir ve bu projenin Y.İ .D.'e girebilmesi için baraj gövdesinin 15 m. yükseltilmesine karar verildiği ileri sürülmüştür.
Sektörde YİD modeli bu denli öne çıkartılmış, teşvik edilmiş olmasına karşın, özelleştirmeci siyasi iktidarlann YİD modelinden beklediklerini elde edebildiklerini söyleyebilmek mümkün değildir. 1984'te, "TEK dışındaki kuruluşların elektrik üretimi, iletimi, dağıtımı ve ticareti ile görevlendirilmesi hakkında kanun ve yönetmelikle" önü açılan bu model, 10 yıl sonra tam bir fiyaskoyla sonuçlanmıştır. 10 yıl sonra YİD modeliyle sadece 16 MW'lık Aksu, 5.6 MW'lık Kısık, 9.6 MW'lık Birecik hidroelektrik santralleri işletmeye alınmıştır. 672 MW'lık Birecik hidroelektrik santralinin inşasına da ancak başlanabilmiştir. Bunun temel nedeni ise, tüm teşviklere rağmen özel sektörün bu alana yönelmemesi, daha kolay kâr alanlarını tercih etmesidir. Bu durum aslında enerji sektörünün geleceğinin özel sektöre devretmenin ne denli riskli olduğunu da ortaya koymaktadır. YİD modeli beklenenleri vermediği için, 10 yıl sonra YİD modelinin devret kısmından vazgeçilerek Yap-İşlet yöntemi devreye sokulmuştur.
Tüm YİD modellerinde ortalama 30 yıl olan sözleşme süresinin uzatılması seçeneği vardır ve sözleşme süresi sonunda kamunun tesisi geri alıp işleteceğini kimse beklememektedir. Kaldı ki, eğer devredilecekse bile, devir zamanı yaklaştıkça santrallere gerekli bakım ve yenileme çalışmalarının yapılmaması ve hurdaya çıkarılmış olan santrallerin devlete teslim edilmesi olasılığı çok yüksektir.
c) Özelleştirmede Bir Başka Yöntem : Otoprodüktör UygulamasıOtoprodüktör uygulaması da, özelleştirme türlerinden biri olarak son dönemde daha yoğun olarak uygulamaya sokulmuştur. Bu uygulama şirketlerin enerji ihtiyaçlarını kendi kurdukları santrallerle karşılamaları temel mantığına dayanmaktadır. 1995 itibariyle Otoprodüktör santral olarak kurulan 1344,6 MW gücündeki santraller işletmeye alınmıştır. Bu tarihte 861,1 MW gücündeki Otoprodüktör santral inşası ise sürmektedir. Devlet bu santrallerde üretilen elektrik enerjisi fazlasını satın alma garantisi vermektedir. Otoprodüktör uygulamasının temel amacı, sermaye sahiplerini yüksek fiyatlı elektriği satın almaktan kurtarmaktır. Ne var ki bu uygulama, enerji üretiminde bir verimsizlik ve israf kaynağı olan küçük ölçekli yatırımları yaygınlaştırmakta, maliyeti en yüksek elektriğin üretilmesine yolaçmakta, dolayısıyla toplumsal kaynakların heba olmasına neden olmaktadır.
SONUÇ YERİNE ÖNERİLERBuraya kadar anlattıklarımızla, enerji sektöründe kamu mülkiyetinin ve planlamanın gerekli ve zorunlu olduğunu ortaya koymaya çalıştık. Bir kez daha ve kısaca yineleyecek olursak; enerji toplumsal yaşamın her alanı açısından stratejik önemi olan bir girdidir. Enerji yalnızca sanayileşme açısından değil, bilimsel, eğitimsel, kültürel faaliyet ve gündelik yaşam açısından da varlığı zorunlu bir metadır. Toplumsal yaşamla son derece ilgili olan bu metanın üretimini garantiye almak, belli bir kalitede, süreklilik içerisinde ve uygun bir fiyatlandırmayla tüketiciye ulaşmasını sağlamak zorunludur. Ne var ki bunu yapabilmek, bu alana yönelik çok büyük yatırımları gerektirmektedir. Özellikle azgelişmiş ülkeler açısından, enerji yatırımları ülke kaynaklarının çok önemli bir bölümünün bu alana akıtılmasını zorunlu kılmaktadır. Bu derece yaşamsal önemi olan ve bu derece büyük kaynakları emen bir sektörün geleceği tesadüflere bırakılamaz. Zira bu alanda yapılabilecek herhangi bir hata hem sanayileşmeyi hem de toplumsal yaşamı derinden etkileyebilecek; üstelik oldukça büyük kaynaklann heba olmasına yol açabilecektir. Burada önemli bir noktanın altını daha özenle çizmek gerekmektedir. Enerji üretimi her halükarda çevre üzerinde olumsuz etkiler yapmakta, doğal dengede değişiklikler yaratmaktadır. Bu olumsuzluğu tümüyle engellemek mümkün değilse bile, bu nedenle enerji üretiminden vazgeçmek düşünülemese bile; bu olumsuzluğu asgariye indirmeye çalışmak da yaşamsal önemde bir zorunluluktur. Tüm bu sayılan faktörler enerji üretiminin niçin yüksek bir kamusal sorumluluk gerektirdiğini ve bu alanın niçin bireysel tercihlere, bireysel sorumluluklara terk edilemeyeceğini ortaya koymaktadır. Enerji sektörünün, aslında tüm alt yapı sektörleri gibi, doğal bir tekel niteliği gösterdiği ve rekabete uygun bir özellik taşımadığı da gözönünde bulundurulacak olursa, bu sektörün kamu mülkiyeti altında ve planlı bir biçimde yürütülmesi zorunluluğu daha açık bir biçimde görülür. Bu sektöre yönelik politikalar, tüm bu sayılan nedenler yüzünden "yakın ve yeterli kâr" esasına göre değil, yukarıdaki unsurları gözeten orta ve uzun vadeli projeksiyonlara dayalı olarak oluşturulmak zorundadır. Enerji sektöründe kâr değil, sanayileşme hedefi, toplumsal ve kültürel yaşamın gereksinimleri esas alınmalıdır ve buna uygun bir fi-yatlandırma politikası izlenmelidir. Yukarıdaki amaçlara ulaşabilmek amacıyla, gerekiyorsa, sektör subvanse de edilebilmelidir.
Enerji üretimi kendi içinde bir amaç değildir; sanayileşmeyi ve toplumsal-kültürel yaşamı geliştirmenin bir aracıdır. Öyleyse, bu amaca ulaşabilmek için yalnızca bu sektörün kendi içinde planlanmış olması yetmez, aynı zamanda sanayileşme ve tüketimle bağlantılı bir biçimde planlanmış olması gerekir. Öncelikleri olmayan, enerji yoğun özellikler taşıyan bir sanayileşme, ülkenin enerji kaynaklarının rasyonel kullanımını engelleyeceği gibi, aynı niteliği taşıyan bir tüketim tarzı da hem enerji israfına hem çevre tahribine neden olacaktır.
•-Enerji sektöründeki dışa bağımlılık ülkenin ekonomik/siyasi yaşamına ipotek konulmasını da beraberinde getirecektir. Dolayısıyla bir ülke enerji politikasını oluştururken, dışa bağımlılığı engellemeyi, hiç olmazsa asgariye indirmeyi hedeflemek durumundadır. Bunun en temel yolu ise enerji üretiminde mümkün olduğunca öz kaynaklara dayamlmasıdır. Eğer yine de enerji ithal etmek zorunda kalmıyorsa, bu takdirde, hem ithal edilen enerji kaynaklarını çeşitlendirmek, hem de ithal edilen ülke sayısını fazlalaştırmak, bağımlılığın olumsuz sonuçlarını asgariye indirmek açısından zorunludur.
Türkiye'de izlenen enerji politikaları, daha önceki sayfalarda vurgulandığı gibi, dışa bağımlılık alanında da son derece olumsuz sonuçlar üretmiştir. Türkiye kendi kaynaklarını yeterli biçimde kullanmaz, bu kaynaklan çoğaltacak ve ekonomikleştirecek arama ve ar-ge faaliyetlerine gereken önemi vermezken, enerji ihtiyacını ithalatla karşılama yoluna gitmiştir. Bugünlerde gündeme gelen özelleştirme politikaları, aynı zamanda bir yabancılaştırma politikaları niteliği taşıdığı için, Türkiye'nin enerji alanındaki dışa bağımlılığı giderek daha da artacaktır.
Türkiye dışa bağımlılığı azaltmak amacıyla kendi öz kaynaklarına daha çok dayanmalı, petrol ve doğalgaz kullanımını ise asgari seviyede tutmayı hedeflemelidir. Türkiye'de petrolün yüzde 45'i ulaştırmada, yüzde 25'i sanayide, yüzde 16'sı konutlarda, yüzde 10'u kimyasal üretimde ve yüzde 8'i de elektrik üretiminde kullanılmaktadır. Özellikle ulaştırmada ve konut alanı başta olmak üzere petrol kullanımında ciddi ölçüde tasarrufa gitmek olanaklıdır. Yerli üretimi son derece sınırlı olan ve yüzde 97'si ithal edilen doğalga-zın ise yüzde 57'si termik santrallerde, yüzde 17'si sanayide, yüzde 11 'i gübre sektöründe, yüzde 15'i ise konutlarda ve ticari sektörde kullanılmaktadır. Türkiye doğalgazı yalnızca büyük kentlerdeki konut ısıtmasında kullanmalı, diğer alanlardaki doğalgaz kullanımı sınırlandırmalıdır.
Oysa Türkiye'nin enerji politikasını saptayanlar bu kaynakların kullanımını sınırlandırmak bir yana, özellikle doğalgaz başta olmak üzere çok daha yukarılara çekmek niyeti ve gayreti içerisindedirler. ETKB 1996 yılında 8,5 milyon metreküp düzeyinde olan doğalgaz tüketiminin 2020 yılında 30 milyon metreküpe ulaşacağını öngörüyor. Öyle görülmektedir ki Türkiye petrolden sonra doğalgaz alanında da tümüyle dışa bağımlı bir ülke durumuna getirilecektir.
•»-Geleceğe yönelik bir enerji politikası oluşturulurken bir ülkenin, 1) kendi öz kaynaklarım azami ölçüde kullanmayı, 2) kendi mevcut kurulu gücünden azami ölçüde yararlanmayı, 3) enerji verimliliğini yükselterek ve enerji tasarrufu yöntemlerini geliştirerek aynı ihtiyacı daha az enerjiyle karşılamayı, 4) çevreyi en az tahrip edecek ve dışa bağımlılığı azaltacak yeni enerji kaynaklan üzerinde yoğunlaşmayı, 5) dünya pazarlannda enerji alanındaki muhtemel gelişmelere ilişkin sağlam ve bilimsel projeksiyonlara sahip olmayı hedeflemesi bir zorunluluktur.
Bugün dünyanın enerji tüketimi ağırlıkla fosil yakıtlara dayalıdır ve geleceğe yönelik yapılan bütün projeksiyonlar, petrol ve doğalgaz kaynaklarının 40 ile 60 yıl içinde tükeneceğini, ya da son derece azalacağını ortaya koymaktadır. Demek oluyor ki, 10-20 yıllık bir vadede hem bu kaynakların fiyatlarında büyük oranlı yükselişler yaşanacak hem de ithalatçı ülkeler bu kaynakları ithal etmek yerine, kendi ihtiyaçları doğrultusunda kullanmaya ve muhafaza etmye çalışacaklardır.
Bu tablo açık bir biçimde göstermektedir ki, geleceğe yönelik enerji politikaları oluşturulurken, olanaklı olabildiğince bu kaynaklara olan bağımlılığı asgariye indirmeyi hedeflemek zorunludur. Zira bu yapılmadığı takdirde ülkenin sanayileşme geleceği ve kültürel-toplumsal yaşamı büyük bir risk altına sokulmuş olacaktır.
Ne var ki ve ne yazık ki, Türkiye'nin enerji politikasını saptayanlar tam da bu konuda büyük bir aymazlık içerisinde gözükmektedirler. Türkiye'nin 2010 yılındaki enerji tüketimine resmi çevrelerce nasıl bir projeksiyon yapıldığına bakılacak olursa; resmi çevrelerin 2010 yılında Türkiye'nin enerji tüketiminin %85 oranında fosil yakıtlara dayalı olacağını ve bu kaynakların da %62'sinin dışardan ithal edileceğini öngördüklerini görmekteyiz. ETKB'nın yaptığı projeksiyona göre bu tarihte %27 oranında ithal petrol ve %18 oranında ithal doğalgaz ve %17 oranında ithal kömür kullanılacaktır. Enerji kaynakları içerisinde yerli kömür kaynakları 2010 yılında %23 oranında bir paya sahip olacakken, hidrolik santrallerin payı ise %4 olarak öngörülmektedir. Bu projeksiyonun (planlama değil!) olması gereken hedeflerle taban tabana zıtlık teşkil ettiğini vurgulamak gereklidir. Türkiye enerji alanında böylesi bir kadere kesinlikle mahkum değildir. Türkiye'nin önünde başka alternatifler de mevcuttur.
"^Ülkemizde enerji iletim ve dağıtımında %20'nin üzerinde olan kayıplar, Avrupa ortalaması olan %6'lar düzeyine çekilmelidir. Bu konuda yapılacak olan yatırımlara kayıp olarak bakılmamalıdır. Bu doğrultuda adımlar atıldığı takdirde, yapılması düşünülen 2 nükleer santral kadar enerji kazanmak mümkün olacaktır.
•^Ülkede kurulu elektrik enerjisi santrallerinin %30'u çalıştırılamamakta, çalıştırılanlarında kapasite kullanım oranları %62'ler düzeyinde kalmaktadır. 22.000 MW kurulu gücün ancak 15.000 MW kullanılabilir düzeydedir. Türkiye mevcut kurulu güçten azami ölçüde yararlanmaya yönelik tedbirleri en kısa sürede almak zorundadır.
•»-Bir birim üretim için tüketilen enerji miktarı (enerji yoğunluğu) Türkiye'de dünya ortalamasının %66, OECD ülkeler ortalamasının %100 üzerindedir. Bu durum Türkiye'de enerji yoğun bir teknoloji kullanılmasından kaynaklanmaktadır. Türkiye önümüzdeki süreçte enerji yoğunluğu az teknolojilere yönelerek, enerji kaynaklarındaki bu israfı önleyecek tedbirler almalıdır. Ne var ki, bu yönde atımlar atılması bir yana, Türkiye giderek miadı geçmiş enerji yoğun teknolojilerin kaydırıldığı bir "çöplük ülke" durumuna dönüştürülmektedir.
"^Enerji politikaları alanında üzerinde özel bir tarzda durulması gereken bir başka unsur ise, enerji tasarruf yöntemlerinin geliştirilmesidir. Enerji tasarrufu, sanayileşme ve yaşam koşullarından feragat etmek değildir; enerjiyi doğru öncelikler temelinde kullanmak ve çok daha önemlisi, aynı işi daha az enerjiyle yapabilmektir. Ayrıca enerji tasarrufu daha çabuk ve ucuza elde edilen bir enerji kaynağı yaratmaktadır. Bu yöntemle ucuza ek kaynaklar elde edildiği gibi, çevrenin çok daha az kirletilmesi sağlanacak ve dışa bağımlılık azaltılacaktır.
Enerji tasarrufu yöntemleri üç önemli tüketim alanı olan sanayi, ulaşım ve konut alanında da kullanılabilir ve önemli bir enerji kaynağının elde edilmesine hizmet edebilir.
Bugünkü mevcut durumda bile sanayide enerji tasarruf potansiyelinin %20-30'lar civarında olduğu tahmin ediliyor. Eğer sanayide enerjiyi daha verimli kullanan teknolojilere yatırım yapılır ve enerji geri kazanım sistemleri kurulabilirse, bu oranın daha da yukarılara çekilebileceği açıktır.
Bugün toplam enerjinin yüzde %35'ten fazlası konutlarda tüketilmektedir. Merkezi ısıtma sistemlerinin kurulması, konut tasarım ve inşasında ısı yalıtımı sistemlerinin kullanılmasına ve güneş enerjisinden yararlanmaya dönük önlemlerin alınması, konutlarda kullanılan ısınmaya dönük tüketimin büyük oranda azaltılmasını sağlayacaktır. Ayrıca az enerji kullanan aydınlatma araçlarının kullanılması teşvik edilmelidir. Bugün bile aydınlatmada yüzde 80 oranında tasarruf potansiyeli bulunduğu tahmin edilmektedir. ODTÜ Kimya Bölümü öğretim üyelerinden Prof. Dr. İnci GÖKMEN'in hesaplamalarına göre "Bizde her konut en çok kullandığı ampulünü "kom-pact florasan" ampulle değiştirse bir nükleer santralin üreteceği enerjiye eşdeğer enerji kazanımı elde etmek olanaklıdır". Tüm bunlarla birlikte her tür elektrikli alet ve makinamn tasarımında, enerji tasarrufu gözetilmelidir. Örneğin Batı'da tüm beyaz eşyalar için bu yönde standartlar geliştirilmiştir. Öyle ki, ABD'de 1990'larda kullanılan buzdolapları 1970'lerdekilerin üçte biri oranında enerji tüketmektedir.
Bugün toplam enerjinin yüzde 20'den fazlasını tüketen ulaştırma sektöründe karayolu egemenliğine son verilerek demiryolu ulaşımına ve toplu taşımacılığa ağırlık verilmesi koşullarında ciddi bir ek enerji kaynağı elde etmek olanaklıdır. Bunun yanısıra bugün dünyada araçların yakıt tüketiminde verim artışı sağlayacak önlemler geliştirilmektedir. Örneğin otomobillerin yakıt tüketimindeki verim artışı sonucunda, 1973 ile 1988 arasında UEA ülkelerinde araç sayısı %57.9 artmasına karşın benzin tüketimi buna kıyasla %16.9 artmıştır.
Türkiye enerji politikasını oluştururken ucuz, hızlı, temiz ve dışa bağımlılığı azaltıcı bir kaynak olan enerji tasarrufuna öncelikli bir önem vermek zorundadır. Ciddi bir enerji tasarrufu politikasıyla Türkiye'nin bugünkü koşullarda dahi 13.2 milyon TEP yıllık enerji tasarrufu potansiyeli olduğu hesaplanmaktadır.
^-Enerji sektörünün geleceği geçmişin teknolojisi ile ve tükenmekte olan kaynaklara dayalı olarak planlanmamalıdır. Yeni ve yenilenebilir kaynaklar araştırılıp geliştirilmeli; planlamalar bu doğrultuda yapılmalıdır. Türkiye'de bugüne kadar yenilenebilir enerji kaynaklarına gereken önem atfedilmemiş ve bu alanda herhangi bir ar-ge faaliyeti yürütülmemiştir. Oysa fosil yakıtların tükenmekte oluşu, dünyada yenilenebilir enerji kaynaklarını geliştirmeye yönelik bir eğilim doğurmaktadır. Türkiye bugüne kadar bu kaynaklara gereken önemi atfetmediği gibi, geleceğe yönelik projeksiyonlarda da yenilenebilir enerji kaynaklarına kayda değer bir önem atfedilmemektedir.
Oysa güneş, rüzgar, biokütle ve hidrolik enerjinin ömrü yaşam boyudur, bu kaynakların çevreye yönelik zararı asgari düzeydedir ve bu kaynakların artan oranda kullanılması dışa bağımlılığın azaltılmasına da hizmet edecektir. Hedeflenen, eğer tüm bunlar ve bunlarla beraber, Türkiye'nin enerji yapısı içinde tükenebilir kaynakların ağırlığını giderek azaltmaksa, o takdirde, yenilenebilir kaynaklara öncelikli bir önem atfedilmek zorunludur. 2010 yılına bir projesiyon yapıldığında güneş enerjisinin payını %3'e, rüzgar enerjisinin payını %2'y e, biokütle payını %5'e, odun payını %4'e, jeotermal payını %3'e, toplam yenilenebilir enerji kaynakları payını ise %22 seviyesine yükseltmek son derece gerçekçi bir hedeftir. Bu hedef doğrultusunda enerji ormancılığı geliştirilmeli; hayvansal gübreden biogaz üretimi artırılmalı; çöpten enerji üretime tesisleri kurulmalı ve enerji bitkileri üretim teknolojisi geliştirilmelidir.
^Türkiye kendi öz kaynakları olan hidrolik, linyit ve taşkömürü potansiyelinden azami ölçüde yararlanmalı, arama ve üretim çalışmalarını artırmaya özel bir ağırlık vermelidir. Daha önce de vurguladığımız gibi, Türkiye bugün, ekonomik hidrolik kaynakların ancak % 15-20'sini kullanmaktadır. Yalnızca bugünkü bilinen rezervlerine dayanarak linyit kaynaklı yerli enerji üretimini 4-5 kat, taşkömürü kaynaklı yerli enerji üretimini 10-15 kat artırabilmek olanaklıdır. Öte yandan Türkiye petrol varlığı tespit edilmiş bölgelerden başlayarak, petrol arama çalışmalarına da hız vermek zorundadır.
^-Türkiye linyit kaynaklarını kullanmak durumundadır. Oysa düşük kalorili ve yüksek oranda kükürt, nem ve kül içeren linyit, gerekli önlemler alınmadan kullanıldığında, çevreyi aşırı derecede kirletmektedir. Dolayısıyla linyit üretiminde çevre kirliliğini asgariye indirici ve verim artırıcı tedbirler alınmak zorundadır.
• Yeni enerji üretim teknolojileri arasında yeralan akışkan yatakta yakma teknolojisi, yüksek bir yanma verimi ve temiz yanma sağlamaktadır.
• Baca gazı arıtma tesisleri kurulmalıdır. Baca gazlan içindeki uçucu küllerin çevreye yayılmasını önlemek için kül tutuculan değiştirilmeli ve elektro-filtre kullanılmalıdır.
• Türkiye'deki linyit santrallerinin çalışma verimi düşüktür. Bunun en önemli nedenlerinden biri ise bu santrallerdeki kazan dizaynlarının yakılan linyitin özelliklerine uygun olmamasıdır. Bu alanda da gecikmeksizin gerekli önlemler alınmalıdır.
1998
Yorumlar
Yorum Gönder