Yeni ama hangi cumhuriyete doğru?

Yeni ama hangi cumhuriyete doğru? -Mahmut Üstün

Son on yıldır yaşananlar askerin gücünün abartıldığını ortaya koyar niteliktedir. Bu nedenden dolayıdır ki, askerin bu kolay dize gelişi, orduyu siyasal süreçler üzerinde belirleyici güç kabul eden ulusalcıları ve liberalleri farklı doğrultuda ama aynı şiddette sarsmış ve şaşırtmıştır
Son “YAŞ Krizi”nin ardından Genelkurmay Başkanının ve Jandarma Genel Komutanı dışındaki diğer kuvvet komutanlarının emekliliklerini istemeleriyle; öyle gözüküyor ki, çok önemli bir sürecin son halkası da tamamlanmış oldu.
Sistemin transformasyonu ve askerin gücü
Türkiye’nin tarihsel gelişimi içinde bürokrasinin ve özellikle de askeri bürokrasinin özel bir rolü olduğunu biliyoruz. Ordunun Türkiye’deki -1940′lı yılların ortalarına kadar belirleyici, daha sonraki yıllarda da görece özerk konumuyla- devlet aygıtının etkin unsurlarından biri olduğunu söylemek yanlış olmaz. Ne var ki, ordunun bu konumu önce burjuvazinin güçlenmesiyle ardından da, küreselleşme sürecine paralel olarak kapitalist sistemin klasik ulus devlet formunu kendine engel olarak görmeye başlamasıyla, sarsılmaya başladı.
Türk siyasal yaşamındaki önemli rolüne karşın, özellikle de 1950′li yıllardan sonra, orduyu kafasına estiğinde yönetime doğrudan el koyabilen dizginsiz bir güç olarak değerlendirmek -pek yaygın ama- nesnel temelleri pek sağlam olmayan bir yaklaşımdır. Ordunun siyasal etkisini, kapitalist sistemin tercih ve yönelimlerinden bağımsız düşünmek; hatta ordu ile bu kesimler arasında çatışma eksenli bir ilişkisellik kurarak orduya otoriterlik diğer kesimlere de demokratlık atfetmek, tarihsel gerçeklerle uyumluluk göstermemektedir.
Askerin AKP hükümeti karşısında sistemli ve neredeyse sorunsuz biçimde mevzi kaybedişinin -eğer Tayyip Erdoğan’ın insanüstü dirayeti ile açıklama naifliğine düşmeyeceksek- tek bir açıklaması vardır. Yaygın biçimde iddia edilenin aksine, askerin siyasi süreç üzerinde bağımsız bir belirleyiciliği olmaması… Son on yıldır yaşananlar askerin gücünün abartıldığını ortaya koyar niteliktedir. Bu nedenden dolayıdır ki, askerin bu kolay dize gelişi, orduyu siyasal süreçler üzerinde belirleyici güç kabul eden ulusalcıları ve liberalleri farklı doğrultuda ama aynı şiddette sarsmış ve şaşırtmıştır.
Süreci doğru anlayabilmek için, geçmişteki askeri vesayetin de, bugünkü askerin geriletilmesi çabasının da temelde aynı etmen tarafından yönlendirildiğini unutmamamız gerekiyor… Kapitalist sistemin evrensel ve yerel çıkarları…
Ergenekon ve ordu
Nasıl ki askeri darbeler, sistemin en etkin “sivil unsurlarının”, yani güçlü sermaye çevrelerinin ve devletin sivil bürokrasinin bilgisi ve -gönüllü ya da yarı gönüllü- desteği olmadan gerçekleşmemişse; Ergenekon operasyonu ile simgelenen sürecin de ordu içinden -gönüllü ya da yarı gönüllü- destekler olmaksızın sürdürüldüğünü düşünmek gerçekçi olmaz.
Ordunun üst düzey yönetimi bu operasyonun -yarı gönüllü ya da gönülsüz- bir aktörü olmuştur. İdeolojik şartlanmışlıkları ve kurumsal alışkanlıklarıyla yaşanan süreci hazmetmesi çok zor olan ordu içindeki unsurlar, yalnızca Ergenekon operasyonu sopasıyla değil; aynı zamanda ordu komuta kademesinin hava boşaltan ve oyalayan tutumları sayesinde de kontrol altında tutulabilmişlerdir. Jandarma Genel Komutanı’nın dışında kaldığı son emeklilik hamlesi de, AKP hükümetini zora sokmak bir yana, rahatlatmış ve hareket alanını genişletmiştir.
“Güle güle asker! Hoş geldin demokrasi”mi?
Bütün bu çok yönlü operasyonların ardından “seçilmişler” asker üzerinde ilk kez otoritesini net biçimde tesis etmiş oldu. Bu yeni durumun, Türk siyasal hayatının önemli dönüm noktalarından birine işaret ettiği kuşku götürmez… Fakat buradan otomatik biçimde demokrasinin daha da genişleyeceği sonucunu çıkarmak, çok güçlü temellere sahip bir nedensellik değil…
Bir siyasal rejim üzerindeki ordu etkisinin yüksekliği o rejimin militarist karakterinin güçlülüğünü, bu da ciddi bir demokratik zafiyeti gösterir. Demokrasinin güçlendirilmesi için ordu etkisinin zayıflatılması gerekli ve önemli bir unsurdur. Fakat bu tek başına demokrasi açısından belirleyici nitelik taşıyan bir konu değildir.
Demokrasi devlet sınıflarının kendi içinde -ve giderek devlet ile yönetilen toplumsal sınıf ve tabakalar arasında- siyasete katılım olanaklarını genişleten bir denge durumunun ve örgütlenme güvencesinin varlığı demektir. Demek oluyor ki, bu denge durumu ve örgütlenme güvenceleri yoksa, tek başına sivil yönetimin ordu üzerinde egemen konumda olması, demokrasinin varlığı anlamına gelmez. Tersi de iddia edilebilir… Askerin sistem üzerindeki militarist gölgesi, belirli tarihi-siyasal konjonktürlerde, demokratik katılım ve örgütlenme olanaklarının varlığı ve hatta genişletilmesi ile kesişebilir. 27 Mayıs ve arkasından gelen süreç bu durumun çok somut bir örneğidir.
Kısacası sivil-asker ilişkilerinde sivil kesimin başat olduğu her durum bize demokrasinin varlığını göstermez ama askerin sivil siyaset üzerindeki her güçlü etkisi bize o ülkede demokrasi ve özgürlükler açısından ciddi bir sorun, düzeltilmesi gereken bir anormallik olduğunu gösterir.
Demokrasi, “evrensel iyinin temsilcisi bir sivil kurtarıcının” egemen hale gelmesiyle oluşan bir süreç değildir. Kendi çıkarları için mücadele eden değişik sınıf içi ve/ya farklı sınıftan tabakaların hiçbirinin tek başına hakim olamadığı ve bu nedenle de birbirlerine yaşam, söz ve örgütlenme hakkı tanımak zorunda kaldıkları bir denge durumunun ürünü olan “bütünlük”tür. Dolayısıyla demokrasi ve özgürlükler adına sevinmeden önce, devlet sınıfları arasında ve çok daha önemlisi devlet ile toplumun yönetilen sınıf ve tabakaları arasında bugün nasıl bir ilişkinin kurulmakta olduğuna ilişkin bir tahlile sahip olmalıyız.
Küresel kapitalist reorganizasyon…
Derin devlet ilişkileriyle ve bazı darbe hazırlıklarıyla bağlantısı da olabilir, ama, Ergenekon sürecinin asıl belirleyici yanı sistemin geniş çaplı reorganizasyonun gerçekleştirilmesidir. Bu reorganizasyonun iki önemli boyutu bulunmaktadır. Birincisi artık kapitalist sistem açısından işlevselliğini yitiren ve hatta engele dönüşen klasik ulus devlet örgütlenmesinin direnç noktalarını kırmak ve ikincisi de emeğin sermaye karşısındaki direnç noktalarını kırmak ve emeğe ilişkin konu ve sorunları siyasal alanın dışına itmek… Bunun yolu ise, merkezi siyaset alanında güçlü bir yürütme yaratmaktan; toplumsal talepler alanında ise, parçacı ve lokalleşmeyi arttırıcı olanı öne çıkarmaktan -ve siyaseti bu eksen üzerinde şekillendirmekten- geçmektedir. Bu gelişmeler, ortaçağ siyasal ve toplumsal yapısını anımsatması nedeniyle, çok sayıda siyaset bilimci tarafından “yeni ortaçağ” olarak nitelenmektedir.
Tarih bize -hiç olmazsa bugüne kadar- böyle bir toplumsal-siyasal manzaranın demokrasiyle ters orantılı bir ilişki taşıdığını göstermektedir.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

PAPAZIN BAĞI: BİR CENNET PARÇASININ HİKAYESİ...

ANKARA’NIN İKİ YÜZYILANA DAMGA VURMUŞ BİR TARİHİ YAPIT: ABİDİNPAŞA KÖŞKÜ

şarap,kadın,şiir...-şiir-