Yeni dünya düzeni”nden görüntüler...
Bir ucunda ABD liderliğindeki NATO, diğer
ucunda da Varşova Paktı’nın bulunduğu iki kutuplu
dünya düzeni, devrevi krizler, bölgesel
çatışmalar ve sistem dışına çıkmayı başaran tekil
örnekler bir yana, kapitalist dünya acısından hayli
istikrarlı bir donem olarak yaşandı. NATO ve
Varşova Paktları arasındaki rekabet, emperyalistler
arasındaki rekabeti frenliyor, ABD’nin askeri
üstünlüğü diğer kapitalist ülkeleri NATO şemsiyesi
içinde" ABD egemenliğine boyun eğmeye
zorunlu kılıyordu. Kuşkusuz kapitalist dunyanın
yaşadığı istikrarın bir diğer temel nedeni de,
kapitalist metropollerin İkinci Dünya Savaşının
izleyen donemde gösterdikleri beklenmedik büyüme
performanslarıyla kendi iç istikrarlarını da
sağlamış olmalarıydı.
Ne var ki, yalnızca Sovyetler Birliği ve Doğu.
Avrupa ülkeleri değil, aynı zamanda büyüme hızı
yavaşlayan, enflasyon ve işsizlikle bünyesi her
gecen gün daha kuvvetle sarsılan kapitalist
emperyalist
ülkeler de, 1970’li yıllara bunalım içinde
giriyorlardı. Özellikle, ekonomisini aşırı militarize
etmek suretiyle hem kapitalist dünyanın
tartışılmaz hegemonyal gücü olmayı başaran, hem
de kaynakların üretici alanlara değil de askeri
alana kaydırılmış olması nedeniyle aşırı üretim
bunalımını da sınırlayan ABD, bu politikanın orta
vadedeki kaçınılmaz sonucuyla karşı karşıya
kalmıştı. Ekonominin üretici kapasitesinde hızlı
bir düşüş ve bununla beslenen yapısal bir durgunluk.
Bir zamanların en büyük borç dağıtıcı ülkesi
ABD, bu süreçte dünyanın en büyük borçlu ülkesine
donuştu.
İşte bu donemde, hiç beklenmedik bir gelişme
yaşandı. Doğu Bloku’ndaki sarsıntı ve çöküş
sureci başladı. SSCB’de Gorbacov reformlarıyla
başlayan, Doğu Avrupa’daki sarsıntı ve çöküşle
suren ve nihayet SSCB’deki dağılmayla noktalanan
bu süreç, emperyalist kapitalist ülkeleri aynı
zamanda şaşkınlık ve endişeye de sürüklese, neticede
bu kapitalist dünya acısından hem büyük bir
“zafer” ve hem de dünya halklarının uluslararası
kapitalist dünyaya tepkilerini notralize etmek için
büyük bir ideolojik-politik saldın fırsatıydı.
“Evrensel banşa”, “kalıcı istikrara”, “demokrasi
ve serbest piyasa”nın nihai zaferine giden yol
acılmıştı. Sorun yalnızca geriye kalan bir kac
“teror” odağını devre dışı bırakabilmekti!
İşte “yeni dunya duzeni” bayrağı altında, işci
sınıfı ve emekci halklara yonelik yoğun ideolojik
sis perdesinin orulmeye calışıldığı; sosyalizme
inancsızlık yaygınlaşırken kapitalizmin ebediliği
inanclarının artmaya başladığı; kapitalist
dunyanın kendi ic sorun ve celişkilerini aşma
yeteneğini sınırsızlığına guven duygusunun
pekiştiği;
ultra-emperyalizm teorilerinin
yaygınlaştığı boylesi bir donemde, tam da bu
gelişmelerin kendisinin, kalıcı istikrar
demagojisi bir yana, kapitalist emperyalist
duzeninin
dunku nispi istikrarlı goruntusunu dahi ortadan
kaldıracağını, dun saklı kalan ic celişkileri
iyiden iyiye acığa cıkaracağını belirtenlerde oldu.
"... Daha ‘70’li yılların başında ABD’nin
mutlak görünen hegemonyası
çözülmeye
başlamış, sahneye AET ve Japonya
çıkmıştır. Varşova
Paktının varlığı karşısında yavaş
bir gelişme
gösteren emperyalist kampın iç
çelişmeleri, bugün
artık bu dizginleyici engelden de
kurtulmuş,
serbest kalmıştır. Doğu
Avrupa’daki yıkılış, aynı
zamanda, emperyalist sistemin
savaş sonrasında
yaşadığı iç birliğin bitiş çanı
olmuştur.
İktisadi bunalım ve başlıca
kapitalist güç
mihrakları arasında sertleşen
iktisadi rekabet,
gelişmiş kapitalist ülkelerin
işçi sınıfının yaşam
koşullarında sürekli bir
kötüleşmeye yolaçıyor.
Bu durum çelişki ve çatışmaları
beslediği ölçüde,
emperyalist burjuvazinin kendi
işçi sınıfı üzerinde
kurduğu kontrolün zayıflaması
demektir.”
* * *
* Bugun dunya, iki kutuplu duzenden, cok
kutuplu duzene gecişin ara aşamalarını yaşıyor.
İktisadi plandaki etkisi zayıflamakta olsa da,
askeri ve siyasal planda hala ABD dunyadaki en
buyuk emperyalist guctur. Bu nedenle, bu geciş
surecinin bugunku hakim tablosu ABD merkezli
bir tek kutuplu dunyadır.
İşte ABD’nin “yeni dunya duzeni” olarak
adlandırdığı da, bu tablonun kalıcılaştınlması,
yani yeni bir “Pax Americana”dır. Yeni dunya
duzeni, nispeten istikrarlı iki kutuplu dunya
duzeninin
cokmesiyle, aslında kendi hegemonyal
konumu da sarsılan ABD’nin, kendi egemen
konumunu muhafaza etme isteğini ve bu isteği
formule eden stratejik yonelimini tanımlamaktadır.
ABD iktisadi planda derin bir bunalım
yaşamasına karşın, en buyuk avantajı olan askeri
ustunluğunu kullanarak, bu gucu diğer emperyalist
kapitalist ulkelere dayatarak, kendi egemenliğini
korumaya calışmaktadır. Ne var ki cokmekte
olan iktisadi gucu, ABD’nin dunya hakimiyetini
de hergecen gun daha fazla tehdit etmekte, bu
ise onu daha saldırgan politikalara yoneltmektedir.
* ABD’nin ozellikle Ortadoğu’ya yonelik
saldırgan politikası, Pax Americana donemini
kalıcılaştırmak arzusuyla doğrudan bağlantılıdır.
ABD kendi otoritesini yitirmemek, yeni dunya
duzenini kalıcılaştırmak icin, bugun silahlarını
ateşlemeye her zamankinden daha fazla ihtiyac
duyuyor. Korfez savaşı, Libya’nın, Suriye’nin,
Irak’ın hedef haline getirilip gerginliği yeniden
savaş noktasına tırmandırma politikaları, ABD’nin
bugunku rekabet politikasının doğal
uzantılarıdır. Kuşkusuz amac, yalnızca buradaki
bolgesel merkezkac eğilimlerini ezmek değildir.
Daha da onemlisi, bu bolgenin petrol rezervleri
aracılığıyla Avrupa’yı da denetim altında tutmak
istiyor ABD.
* Ne var ki, eşitsiz gelişmenin
dinamikleri
işliyor ve ABD’nin tum cabalarına karşın “tek
kutuplu dunya” yerini her gecen gun daha belirgin
bicimde zorunlu olarak cok kutuplu dunyaya
bırakmaya başlıyor. Bunun ilk belirtilerini daha
Korfez savaşı sırasında gormek mumkundu. Korfez
savaşı, yalnızca ABD’nin hala kapitalist
emperyalist sistemin en guclu otoritesi olduğunu
gostermedi, aynı zamanda Almanya ve
Japonya’nın ABD vesayetinden kurtulmak
doğrultusundaki
guclu eğilimini de gunyuzune
cıkardı. Emperyalistler arası rekabetin daha da
kızıştığı bugun, Korfez savaşı sırasında yalnızca
ilk izleri gorulen cok kutuplu dunyaya yoneliş
eğilimini cok daha net olarak saptamak
olanaklıdır.
Almanya son derece atak ve istikrarlı bir
politikayla
“Doğuya yayılma” stratejisini hayata
geciriyor. Yugoslavya’yı dağılmaya goturen icsavaşı
korukluyor; Cekoslovakya, Macaristan, Polonya,
Ukrayna, Rusya vb. ulkelerde iktisadi ve
siyasi nufuz alanı sağlıyor; NATO’dan
ayrılmaktan, ayn bir Avrupa Guvenlik Sistemi
oluşturmaktan sozediyor; daha bugunden Ortadoğu’daki
sorunlarda aktif bir taraf olma politikası
izliyor vb. Japonya ise iktisadi gucune gore hayli
zayıf olan siyasi ve askeri gucunu artırma planlan
yapıyor, ABD’nin iktisadi rekabeti kendi lehine
duzenleme taleplerine eskisinden daha kararlı bir
tutumla karşı koyuyor, bu ulkede gittikce ABD’yi
her alanda karşılıksız olarak finanse etmeme tavn
hakim bir eğilime donuşuyor.
* Boylece ilk kez Gorbacov
tarafından, “sistemlerin
yakınlaşması”, “militarizmsiz ve somurgesiz
dunya”, “kalıcı barış” vb. argumanlan eşliğinde
kullanılan yeni dunya duzeni kavramı,
ABD’nin ve Avrupa emperyalizminin dilinde de
farklı anlamlara kavuşuyor. ABD, yeni dunya
duzeni kavramı ile mevcut statukonun, dolayısıyla
kendi egemenliğinin bozulmadığı bir duzeni anlatmaya
çalışırken, Avrupa aynı kavramla aksine
ABD egemenliğinin geriletildiği, çok kutuplu bir
dünya düzenini tanımlamaya çalışıyor.
Ne var ki, değişen dünya dengeleri yalnızca
ABD, Avrupa ve Japon emperyalizmi arasındaki
nispi uyumu bozmakla kalmıyor, aynı zamanda
Avrupa emperyalizminin kendi iç ilişkilerinde de
çıkar farklılaşmasını ve çatışmasını derinleştiriyor.
öteden beri ABD’nin Avrupa’daki askeri
varlığından rahatsızlık duyan ve Almanya ile
işbirliği
temelinde ABD’ye karşı bir karşı güç oluşturmaya
çalışan Fransa başta olmak üzere, İngiltere
ve Hollanda, Almanya’nın Avrupa’nın liderliğine
soyunmasından rahatsızlık duyuyorlar.
Avrupa’da bir Almanya- İtalya-Avusturya ortak
çizgisi ile birlikte bir Fransa- İngiltere-Hollanda
karşı çizgisi oluşmaya başlıyor. Rekabet ve
çatışma Avrupa'nın kendi içine de yansıyor.
* * *
Doğu Bloku’nun coşkusu, emperyalistler
arasındaki çelişkinin açığa çıkıp keskinleşmesinin
koşullarını yarattı. Kapitalist emperyalist
güçler içinde bulundukları durgunluktan
sıyrılabilmek, yeni pazarlar elde edebilmek için,
hem içerideki ücret ve sosyal haklan daha da
tırpanlayarak rekabet şansını arttırmak, hem de
hegemonya imkanları acısından bölgesel
çatışmaları teşvik etmek yoluna gittiler. Bu
politikalar
ise dünya üzerindeki istikrarsızlık
kuşaklarının genişlemesini doğurduğu gibi aynı
zamanda emperyalist kapitalist ülkelerin kendi iç
istikrarlarını tehdit etmeye başladı.
içinden geçtiğimiz günlerde, “refahın ve
istikramı” örneği sayılan gelişmiş kapitalist ülkelerde,
artan bunalım ve kızışan rekabetin ilk ürünleri
sayılması gereken bir dizi toplumsal muhalefet
hareketi yaşandı.
Olayların gelişim bicimi ve hızla yaygınlık
kazanması, bunalımın ve rekabetin derinleşeceği
önümüzdeki donemde, bu ülkelerin yaşayabileceği
çalkantıların boyutu hakkında da fikir vericidir.
En başta da “elveda proletarya” ya da yalnızca
elveda Batı proletaryası diyenler için.
50 milyona yakın insanın yoksulluk sınırının
altında bir yaşam içinde bulunduğu, işsizliğin ve
enflasyonun oransal yükselişini sistematik olarak
sürdürdüğü ABD, geçtiğimiz günlerde geniş çaplı
“yoksul isyanları”na sahne oldu. Olaylar kısa
zamanda Los Angeles sınırlarını aştı ve ülkenin
belli başlı büyük merkezlerinin yoksul semtlerine
yayıldı.
Aslında ABD’de bu tip olaylar bekleniyordu,
sürpriz sayılmazdı. Buna karşın yine de emperyalist
kapitalist ülkelerde ve çıkarlarını ABD’ye
ipotek etmiş Türkiye gibi ülkelerde büyük bir
tedirginlik ve şaşkınlık yaratabildi. çünkü ABD
düzeyinde olmasa da diğer emperyalist kapitalist
ülkelerde de kızışan rekabetin ve entegrasyon
surecinin karşılıklı kuvvetlendirici etkisiyle, işçi
sınıfı başta olmak üzere tüm alt sınıfların yaşam
koşullan kötüleşmekte, alt sınıflar içindeki
huzursuzluk
büyümektedir. Hollanda’da yıllardan
beri görülen kitlesel grevler, Fransa’yı sarsan
Renualt işçilerinin ve sağlık çalışanlarının
grevleri
ve koylu protestoları, Almanya’nın arkası
kesilmeyen yığınsal grevlere tanık olması, İspanya’da
tüm ülkeyi kapsayan işçi eylemleri, bu
toplumların yıllardır atalet içindeki kesimlerinin
ilk kıpırdanışları, daha henüz şimdiden emperyalist
kapitalist ülkelerin iç istikrarını tehdit etmeye
başladı bile.
Burjuvazi, iç istikran tehdit eden bu gelişmeleri,
işçi sınıfı ve alt sınıfların yükselen eylemliliğine
karşı, klasik silahı olan faşizmi yeniden
devreye sokuyor. Artan istikrarsızlık, sosyalizmin
prestij kaybı, rekabetin yayılmacı-müdahaleci
ideolojik argümanlar eşliğinde yürütülmesi ve
burjuva ideolojik aygıtlarının yaşanan
yoksullaşmanın nedeni olarak yabancı işci ve
sığınmacıları hedef gösteren sistemli propagandası,
tüm bunlar Avrupa’da faşizmin yükseliş
zeminini oluşturuyor. Amerika’da Pax Americana,
Almanya’da IV.Reich düşleri yeniden
alevlendiriliyor.
Keynesyen politikaların sona erdiği ve onun
yerine neo-liberal yeni sağcı iktisadi birikim
modellerinin devreye sokulduğu donemden itibaren,
politik işlevi önemli ölçüde daralan sosyal demokrasi,
eski sosyalist ülkelerin çöküşe
uğradığı ve rekabetin hızlandığı bugün d e, gerek
sermayeye gerekse işçi sınıfına hiç bir farklı
alternatif
sunamıyor. İktidar olduğu ülkelerde sağ
hükümetlerden farklı bir iktisadi siyasi çizgi
uygulayamıyor ve hızla bir erozyon surecine
yuvarlanıyor. Bu ise, düzen içi kanalların
azalmasına neden olup gelişen muhalefetin hızla
radikal biçimlere bürünebilmesini kolaylaştıran,
dolayısıyla da iç istikrarı tehdit eden bir başka
önemli tehlike olarak tüm kapitalist ülkelerin
gündemine giriyor. (1992)
Yorumlar
Yorum Gönder