AYDIN OPORTÜNİZMİ VE PROLETARYA SOSYALİZMİ...
AYDIN
OPORTÜNİZMİ VE PROLETARYA SOSYALİZMİ...
( Bu yazı 1991 yılında Toplumsal Kurtuluş isimli dergide Y.Küçük'in kendi imzası ile ve T.F.Yorulmaz imzası ile yazdığı iki yazıya yönelik kaleme alınmış cevabi yazının belirli bir bölümünden oluşmaktadır...)
Sık sık
vurguladığımız ve anlaşılan daha uzun
sürede vurgulamak zorunda kalacağımız bir özelliğimiz var. Bu özellik, sol
hareketin yaşanmış tarihine ilişkin eleştirel ama sahip çıkıcı, onu aşan ama onu
kapsayan bir bakış açısına sahip olmakla ilgilidir. Bu perspektifin kendisi de
tarihsel birikimin bir sentezidir kuşkusuz. Sınıf hareketi ile sosyalist
hareketin birliğini sağlamak, sınıfın partisini yaratıp iktidar mücadelesini
güncelleştirmek isteyen siyasal bir hareket, proletarya sosyalizmi adına ne
varsa onunla örgütsel bir birliğe ulaşmak, devrimcilik adına ne varsa onu da
kendi çeperinde toplamak gibi bir görevle karşı karşıyadır. Ancak böyle bir
bakışa sahip olmakladır ki, dışındaki bütün devrimci birikime hasım rakipler
olarak değil, proletaryanın iktidar yürüyüşünde ifade edebilecekleri anlam ve
imkanlar açısından yaklaşmak mümkün olacaktır.
Proletaryanın
iktidar mücadelesinin, farklı cephelerde birden sürdürülen ama aynı hedefler
doğrultusunda koordine edilen bir mücadele olması gerektiği, Türkiye solunun en
az kavradığı ve önemsediği gerçeklerden biridir. Gerek proletaryanın iktidara
yürüyüşü ve gerekse sosyalizmin kuruluşu işine teçhizatlı başlanabilmesi açısından,
hareketin aydınlar içinde sağlayacağı destek de önem taşımaktadır. İktidara yürüyen
işçi sınıfının partisi mücadeleyi aydınlar içerisine de taşıyabilmeli, devrimci
aydın birikimini kendi mücadelesine tabi kılabilmelidir.
Kuşkusuz bu,
proletarya hareketinin hemen bugünden başarıyla sonuçlandırabileceği bir görev
değildir. Hareketin ideolojik-siyasal gücüyle ve otoritesiyle de çok yakından
bağlantılıdır. Bir aydın çevresinin,
proletarya hareketinin hegemonyası altında sosyalizm mücadelesine katacakları
önemli şeyler olacaktır. Fakat bunun gerçekleşmesi için aydın olma konumu ile
belirlenen ideolojik-politik zaaflarından arındırılması da gerekmektedir. Biz
kuşkusuz, aydın hareketinin önce pürü pak bir şekle getirilip, ancak ondan
sonra kazanılacağını hiç düşünmedik. Bunun canlı ve aktif bir sürecin işi
olduğunun bilincinde olduk.
Fakat bir kısım
aydın kadro, sosyalist hareketin anlamlı bir parçası olmayı kendi konumları
açısından “küçültücü” buldukları için, sürecin önünde ayak diremekte, dahası en
son olarak T. F. Yorulmaz’ın son iki yazısında görüldüğü gibi, en bayağı
şekillere bürünen bir karalama kampanyasıyla ilişkileri gerginleştirmeye
çalışmaktadırlar.
Şaşırdığımızı söyleyemeyiz. Lenin, aydınların belkemiklerinin esnek olduğunu söylerdi;
onların sağa sola eğilmeden ayakta durmaları ancak ideolojik omurgası sağlam
bir örgütlülük sayesinde mümkün olabilir. Bu yüzden onları kazanma çabamız,
içindeki ateşle zamanı yakamayan aydınları kendilerini yakmaktan
kurtarmak gibi
bir perspektifi de içeriyor.
T.F. Yorulmaz’ın
Toplumsal Kurtuluş\ın 40. ve 41. sayılarında yeralan yazılarını
okuyanlar, bu yazıların fikir platformundan yöneltilen eleştiriler olmayıp, bir karalama ve hezeyan karışımı olduğunu anlamakta
güçlük çekmeyeceklerdir.
Biz burada, bu
yazıları vesile sayarak, T. F. Yorulmaz’ın platformundan değil ama kendi
platformumuzdan bazı konulardaki görüşlerimizi belirtmeye çalışalım.
12
Eylül. sol ve aydınlar...
12 Eylül’ün
yarattığı sarsıntı ve kolay yenilginin nedenlerini sorgulama süreci pek çok
siyasal hareket tarafından henüz daha örgütsel çerçevede başlamamışken SSCB ve
diğer ülkelerdeki çöküş, sol hareketi bir bütün olarak
liberal-tasfiyeci
rüzgarların etkisine açık hale getirdi.
Bizim açımızdan bu durum, aradaki ayrım çizgilerini
silikleştirmeden, tüm sol harekete bütünsel bir bakışı zorunlu hale getirdi.
Genel olarak liberal-tasfiyeci rüzgarlara karşı savaşılırken, bu rüzgara karşı
durma yönündeki her çabaya değer verildi.
Bu sürecin genel
olarak sol hareketi yeniden devrimci ve liberal olmak üzere kendi içinden ikiye
ayırıyor olması, tek tek örgütler düzeyinde de aynı saflaşmanın yaşanmasıyla
birlikte yürüyordu.
Bu çatlamanın
Türkiye toprağında sermaye düzeninin artan siyasal ve iktisadi bunalımına
yükselen bir işçi hareketinin eşlik ettiği bir süreçle de besleniyor olması,
geriye doğru olduğu kadar, ileriye, devrimci proleter sosyalizme doğru
yönelişlerin de yaşanmasını olanaklı kılıyordu.
Toplumsal
Kurtuluş, ilk başlarda ve üstelik oldukça kuvvetli bir biçimde
Gorbaçovcu rüzgara kapılmakla birlikte, revizyonizmin bu yeni temsilcisinin
Sovyetler Birliği’ndeki süreci tüm mantıksal sonuçlarına, normal biçimiyle kapitalizme
doğru götürdüğünün tümüyle netleştiği bir anda, Gorbaçovculuğa karşı tavır
aldı.
Esen
liberal-tasfiyeci rüzgara karşı durma çabasında olan her hareketi desteklemek
ve ileriye çekmek, içinde bulunulan siyasal koşullar içerisinde zorunlu bir
görev olarak önümüzde duruyordu.
Bu bilinçli bir
tercihti.Eğer farklılıkları vurgulamayı birliğin önünde bir engel olarak dikseydik
ve birliği somut bir olay haline dönüştürme çabasına girmeseydik, bu hareketle birleşme
şansını yitireceğimiz gibi, bu hareketin temel zaaflarını pratik olarak
sergileme görevini de reddetmiş olacaktık. Böyle yapmadık, tersine üzerine
gittik.
Bu politikanın
kısa vadede iki muhtemel sonucu olacaktı.
İlki; bu hareket
içerisindeki örgütsel-politik deneyime sahip kadrolar girdikleri etkileşim sürecinde kendilerini
aşabilirler ve bunu gerçekleştirirken de aydın kadroyu ileriye doğru sürükleyebilirlerdi.
Bu sağlıklı bir zeminde birliğin gerçekleşmesi anlamına gelirdi.
İkincisi; birleşme
süreci ve bunun zorunlu kıldığı görevler, örgüt fikrine yatkın kadrolarla örgüt
fikrinden uzak aydın oportünizmi arasındaki gerginliği artırabilir, bu ise
hareketin kendi iç zayıflığının net bir biçimde ortaya çıkmasını sağlayabilirdi.
Bu da kendi başına, proletaryanın
iktidar mücadelesinde herkesin kendi alanına dönmesini sağladığı ölçüde, hem
bir netleşme hem de bir ilerleme sayılabilirdi.
Tercih birinci
seçeneğin gerçekleşmesi yönündeyken ortaya çıkan durum ikinci seçeneğin gerçekleştiğini
gösteriyor.
“Kurtuluş
Hareketi”, T. F. Yorulmaz’ın son yazısında artık bir “aydın hareketi” olarak
değerlendirilmeye,
misyon
tartışması da bu çerçevede sürdürülmeye başlanmıştır.
Kendi başına alındığında,
bunun “Kurtuluş Hareketi” ile daha sağlıklı bir düzlemde birleşmek için
olanakları artırdığını söyleyelim. Ne var ki hala temel olarak aydın
oportünizminin karakteristik hastalıklarından kurtulunmuş değil, tersine, daha
da derinleştirilmeye çalışılmaktadır.
T. F.
Yorulmaz’ın bizleri “aydın düşmanlığı” ile suçlaması bir garip aydın kompleksi
ile ilgilidir. “Kurtuluş Hareketi” çevresinin aydın olarak değerlendirmesi,
tamamıyla bu arkadaşlarda çarpık olan misyon duygusunu düzeltmeye yöneliktir ve
buna rağmen “Kurtuluş Hareketi” ile birliğin zorlanması, tam da bu çevreye bir
aydın potansiyel anlamında önem verilmesinden kaynaklanıyordu. Söylenmek
istenen şuydu: “Kurtuluş Hareketi” ise
sınıfla birleşme, sınıfın ideolojisini politika ve örgüt alanına uzatma konusunda
yeteneksizdir. Bu yeteneksizlik aydın konumu ile ve reformist geleneğin ideolojik
deformasyonu ile doğrudan ilgilidir. Bu zaaf aşılamadığı sürece, birliğin işin
doğası gereği politik gücün yönlendirmesi ve hegemonyası altında gerçekleşmesi kaçınılmazdı.
Dolayısıyla biz,
“Kurtuluş Hareketi”nin temsil ettiği aydın potansiyelle birleşmekte ne kadar ısrarlı
davrandıysak, onların bir aydın çevresi olarak kendilerine biçtikleri
politikanın belirleyici öznesi olma yönündeki misyonlarının, aydın oportünizminden
başka bir şey olmadığını sergilemek konusunda da o ölçüde ısrarlı davrandık.
T. F. Yorulmaz’m
son yazıları, bu çevreye “aydın hareketi” olduklarını kabullendirmekte bir
başarı kazandığımızı göstermekle beraber, bir aydın hareketi olarak kendilerini
tarihin temel değiştirici öznesi olarak kavrama hastalığından kurtarmada henüz
bir başarı kazanamadığımızı da göstermektedir.
Öyleyse, devam edeceğiz. Bu hastalığın belirtilerinin neler olduğunu ve yol açtığı
ideolojik deformasyonu, muhatap yazının izin verdiği olanaklar çerçevesinde ele
almaya çalışırken, aydın hareketine ve aydın oportünizmine ilişkin görüşlerimize
de kısaca değinmeye çalışacağız.
Aydın
kimdir? Aydın Hareketi Nedir?
Yazısına aydın
sözcüğünün etimolojik kökenlerini açıklama çabasıyla başlayan T. F. Yorulmaz, aynı
zamanda bu çabayı bir aydın methiyesine çeviriyor. Belirli ve özel bir sosyal
statü ile ve bu özel sosyal statünün kendi içinde taşıdığı olumlu ve olumsuz
siyasal özellikleri saptama çabası ile belirlenen bir aydın tanımlaması yerine
okuyucular daha değişik bir yöntemle karşılaşıyorlar.
Burada, aydının
“aydınlanmış insan” anlamına geldiğini, Osmanlıcada karşılığının “münevver” olduğunu
öğrenen okuyucu, aslında bu “münevver”lerin aynı zamanda Aydınlanma Çağının yaratıcıları
olduğu, Rusya’da Narodnik akımın genç aydınların kararlı, özverili, kahramanca
bir mücadelesini simgelediği, “intellijantsiya” sözcüğünün bir “aydın
hareketliliği” anlamında bütün dillere buradan yerleştiği, vb. gibi gerçeklerle
(ama yalnızca gerçekliğin bir boyutuyla) karşılaşıyor.
Marksist
terminolojide, aydın değerlendirmelerinin bir sosyal konumla beraber
yapıldığını, aydının yaşayış tarzıyla proletarya arasında bir “uzlaşmaz
çelişki”den bahsedildiğini ortalama bir devrimci bilir. Gerek Marks’ta, gerekse
Lenin’de aydınların bu karakterinin bir bireyciliği-benmerkezciliği doğurduğuna
yönelik pasajlar oldukça sıktır. Lenin bütün baskı dönemlerinde, bu özellikleri
nedeniyle partiyi önce aydınların terk ettiğinden
söz eder.
Yazarın aydın
tanımlamasını, bu sosyal konumla ilişkilendirmemesinin ve aydınların
“münevverliğini” öne çıkarmasının “aydın düşmanlığı” ile “hesaplaşmaya”
girişmesi nedeniyle doğal karşılanabileceği, bizim buradan kalkarak, yazarın
kendi “aydın” konumunu yüceltmeye çalıştığını iddia etmemizin biraz zorlama
olduğu söylenebilir. Fakat aşağıda yazardan aktaracağımız düşünceler, bu tip
bir itirazı geçersiz kılacaktır.
Toplumsal
Kurtuluş’ un şöyle bir “tez”i var:
“Sosyalist olmak
için aydın olmak mutlaka zorunludur; aydın olmadan sosyalist olmak mümkün
görünmüyor.
"Mümkün
olabilir mi? Hem sosyalizmin biliminden sözetmek, hem sosyalizmin kendisinin
bilim olduğunu kabul etmek, hem toplum yaşamındaki bütün çelişkileri görüp
formüle edebilme iddiasını taşımak, hem estetikten felsefeye kadar bir mücadele
alanına yayılma planı içinde olmak, hem yeni insana ve yeni bir dünyaya
yönelmek, hem de aklı geliştirip kullanmamak, aklı her türlü mücadelenin içine
katmamak mümkün olabilir mi; olabileceğini sanmıyorum."
Yazar, işçi
sınıfı ile sosyalistlik arasındaki ilişkiyi de şöyle formüle ediyor;
"... İşçi
sınıfının ya da emekçilerin hareketi her zaman görülüyor; ancak her işçi sınıfı
hareketi sosyalist nitelik taşımıyor. Her işçi hareketi, sosyalist olma
imkanını taşıyor.”
Önce şunu belirtmekte
yarar var: Her işçi hareketinin sosyalist olmadığı ama her işçi hareketinin sosyalist
olma imkanı taşıdığı görüşü, Marksizm-Leninizm'in temel bir önermesi olarak
kabul edilir. İşçi hareketinin sosyalistleşmesi için bir “aydınlanmaya” ihtiyaç
duyduğu da doğrudur.
Fakat yazarın
veri kabul edilen doğruları sıralarken, temel çarpıtmalar yaptığı, bir
mistifikasyon yaratmaya çalıştığı, böylece de fiilen sosyalistliği aydına özgü
bir tavra indirgemeye çalıştığı görülüyor.
Birincisi; aydın
oportünizmi, aydın olma ile sosyalist olmak arasında birebir bir ilişki
kurarken de, yukarıda sözettiğimiz aydın tanımlamasının çarpıtılmasından güç
alıyor.
Aydını salt
aydınlanmış insan olarak kavramak, sosyalizmle aydın arasında bu tip bir
eşitlemenin en azından makul gözükmesini sağlıyor. Fakat, mantık kendi içinde
zorlandığında sosyalistlik salt bir bilince indirgeniyor, tanımı gereği onun
sınıfa yönelik ve sınıfla birlikte bir aksiyon olduğu unutuluyor, dahası sosyal
konumla bilinç arasındaki zorunlu bağlantı karartılıyor.
Aydın oportünistinin
vermek istediği mesaj şudur: İşçi sınıfı sosyalist olma imkanı olan bir
sınıftır, aydın ve sosyalizm ise işin doğası gereği birbirinin olmazsa olmazı.
Demek ki sosyalizm ancak aydının malı olabiliyor. Okur hala aydını “aydınlanmış
insan” olarak algılıyorsa, bu mistifikasyona kurban gidecektir. Ama aydının,
“aydınlanmış insan” dan öte bir konumu ifade ettiğini kavradığında, nasıl olup
da yaşayış tarzı ve sosyal statüsü açısından genellikle burjuva ya da
küçük-burjuva olan bir kesimle sosyalizm arasında bir özdeşlik kurulduğunu
soracaktır. Sosyal konum ile bilinç arasındaki determinist ilişkinin
karartılmasının, olgunun tali yanının asli yanının karartılması pahasına öne
çıkarılmasının nedenini soracaktır. Bizim cevabımız ise; kendi rolünü işçi
sınıfının tarihsel rolünü karartma pahasına merkeze koyan bir aydın eğiliminin
ve bunu kabul ettirme çabasının, her aşamada en temel doğruları bile tahrif etmeye
zorunlu olduğunu bir kez daha yinelemek olacaktır.
İkincisi; bir
bilim olarak sosyalizm ile bir “siyasal bilinç” olarak sosyalistlik birbirine
eşitleniyor. Bir “siyasal bilinç” olarak sosyalistlik kuşkusuz bir bilim olarak
sosyalizmin ürünüdür ama kendisi değildir.
Okur, yazarın
söylediklerini bir kez daha okuduğunda, işçilerin öncü kesimlerinin dahi
estetikten felsefeye dek uzanan bir alanı kapsayan sürecin dışında kalacağı
için, sosyalist olma şansını yitireceğini görecektir. İşçiler ancak kendilerini
ortadan kaldırdıklarında, sosyalist olma şansını yakalayacaklardır, ama
maalesef o zaman da, sosyalizm “işçi sınıfının bilimi” olduğu için yine sosyalist
olma şansı bulamayacaklardır.
Dolayısıyla
yazarın söz ettiği “işçi hareketinin sosyalist olma imkanı” sınıfın öncü kuşağı
da dahil, sınıf üyelerinin sosyalist olma imkanı değildir aslında. Burada
sosyalist olma imkanının sınıfın öncü kuşağına değil de, sınıfın “hareketine” yönelik
olarak tanımlanması da bir rastlantı değildir. Bu imkanın gerçekliğe dönüşmesi
ise ancak sınıf dışı aydının yapacağı bilimsel trafik memurluğuna işçi
sınıfının uymasıyla mümkün olacaktır.
Buradaki
etkileşim tek taraflıdır, aydından sınıfa doğrudur. Oysa marksist-leninistler
etkileşimin çift taraflı olduğunu savunurlar. Sınıfın "aydını"
yönlendirmesi salt basit taktik önderlikle de ilgili değildir. Teorik çabada da
hareket noktası ve pratik amaç olarak yönlendirici olan yine sınıf hareketidir.
Yazarın aydın
topluluğun misyonunu tanımlarken, mevcut düzeni “sarsmak”tan ve “yenisini kurmak”tan
sözetmesi,* aydına biçtiği tarihsel rolün anlamına ilişkin bir başka
göstergedir. Bu mantığa göre aydın topluluğunun mevcut düzeni yıkmak için
dışsal güçlere ihtiyacı vardır. Bu “dışsal güç” ancak “yıkabilir” ve bu bir
“bilinç”e dayalı olmadığı için, aydınlar bu bilinçsiz yıkıcılığı kullanırlar ve
iktidara otururlar. Bundan sonra mevcut düzeni ancak “sarsabilen” aydın topluluğu,
yeni düzeni kurma işini (bu işin doğası gereği bir siyasal iktidarı tanımlıyor)
tek başına üstlenebilecektir.
Tekrarlamanın
riskini göze alarak, bir kez daha söyleyelim; biz, iktidarı düşünen proletarya örgütünün
aydın potansiyelini kazanması gerektiğini, bir aydın hareketinin ise ancak,
proletarya hareketinin hegemonyası dahilinde kendi değiştirme iktidarsızlığını
aşabileceğini hep belirttik.
Fakat aydın
topluluğuna, proletarya hareketinin yörüngesinde iken bile “mevcut düzeni
sarsacak ve yeni düzeni kuracak” bir misyon tanımadık, tam da bunun böyle
tanımlanmasını “aydın oportünizmi” olarak nitelendirdik.
Aydın, sosyalizm
fikrine belli bir entelektüel süreç sonucunda ulaşabilir. Fakat sosyalizm
fikrine ulaşmak, tarihsel değişimi hızlandırıcı bir iradi müdahalenin
zorunluluğu bilincine sahip olmayı da gerekli kılar. Aydın bu müdahaleyi reddettiği
oranda bir marksist değil, ancak marksolog olur. Bu müdahaleyi kabul ettiği anda
da kendi “özel konumu ”nu proletaryanın genel sınıf savaşımına tabi kılması
gerekir. Bir aydın açısından bu, sosyal statü ve ayrıcalıklar anlamında özel
konumunun “kaybedilmesi”, “aydınlanmış insan” olma anlamındaki özel konumunun
ise işçi sınıfı hareketi ile birleşerek, harekete emdirilmesi ve eritilmesidir.
Bu erimeye ve “sıradanlaşmaya” karşı koyduğu ve değiştirme misyonunu kendi özel
konumuyla doğrudan bağlantılı hale getirdiği oranda, ortaya çıkan bir
proletarya partisinin çeperindeki aydın hareketi yerine, aydın oportünizmi
olacaktır.
Aydın
oportünizmi, sınıf mücadelesini ve mücadelenin aktörlerini kendi temel
değiştirici faaliyetinin bir nesnesi olarak algılar. Bunlar çözümlenecek ve
biçimlendirilecek, belirli bir senteze ulaşılacak nesneler olarak gözükmeye
başlar. Bu ölçüde de işçi sınıfıyla araya bir mesafe koymak zorunluluk halini
alır.
Aydın
ve "bilinç taşıma sorunu"...
Aydın
oportünizmi tarafından, Lenin’in “sınıfa bilincin dışarıdan götürüleceği”
saptaması ve bu noktada aydının tarihsel bilincin taşıyıcısı olarak özel
öneminin ortaya çıkması, başka hiç bir şeye gerek kalmaksızın, Lenin’in
Marks’ta gerçekleştirmiş olduğu en büyük “revizyon”, en büyük katkı olarak
sunulur.
Kuşkusuz,
Lenin’in bu saptaması, Marksizm'in ekonomizmle ayrışması açısından çok önemli
bir noktayı temsil etmektedir. Fakat tüm bu saptamalar temel bir görevi tespit
etmek için yapılmıştır. Sosyalist bilinç (ve dolayısıyla hareketi) işçi sınıfı
kendiliğinden yaratamaz, bu bilincin ona dışarıdan taşınması gerekmektedir,
sosyalist hareket ise bilinç ile sınıfın birleşmesi temelinde oluşabilir. Bu
basit, mekanik bir birleşme değildir.
Bu birleşme
aracılığıyla kendisi için hareket etme yeteneğine ulaşan yalnızca sınıf
değildir, bu birleşme ile“bilinç”de tarihsel-sınıfsal anlamda “kendisi için”
olma şansına sahip olur. İşçi sınıfı ile birleşemeyen bir sosyalist bilinç
kaçınılmaz olarak yozlaşır, giderek tersine dönüşür. Proletaryanın entelektüel
silahını felsefede bulması ile felsefenin maddi silaha proletarya aracılığıyla
kavuşması Marks’ın önemli bir vurgusudur ve bu anlamda Marks ile Lenin arasında
bir süreklilik vardır.
Nesne ile özne
arasındaki ilişki karşılıklı diyalektik bir ilişkidir ve materyalist anlayış pozitivizmden
farklı olarak bu ikisinin birbirinden yalıtık halde olmadıklarını, öznelin
belli bir nesnellikle tanımlanan “değiştirme gücü” olduğunu savunur. Aydın
olmanın özel konumunda ısrar edenler, kendilerine “politik” bir misyon atfettikleri
oranda, “bilimsel çalışmada” ne kadar yasallıkları saptama uğraşında olursa
olsunlar, politikada kendilerini bütün nesnel alandan yalıtılmış yegane özne,
sosyalizm bir bilim olduğuna göre, onu, “beyniyle” temsil edecek yegane öznel
faktör olarak görme hastalığından kurtulamazlar.
Bütün bunların
bize anlattığı şudur, sosyalizm fikrine düşünsel sürecin belli bir evresinde varmak,
bunun zorunlu gereği olarak, proletarya hareketiyle birleşme misyonuyla
tanımlanmazsa, bu bilincin sosyalist aksiyoner olma anlamında yeniden
üretilmesi mümkün olamaz. İşçi sınıfı hareketinin dışında yeniden üretilmeye
çalışılan bilinç de, materyalizmin ve sosyalizmin bozulmuş bir şekli olabilir
ancak. Bu karşılıklı ilişki aynı zamanda tarihseldir de. Lenin’in Rusya’da Marksizmin
doğuşuna ilişkin aşağıdaki değerlendirmesi bu söylenenlerin yetkin bir
ifadesidir.
"Altmışlı
ve yetmişli yıllar, 'kitlelerin' arasında dolaşmaya başlayan, militan-demokrat ve
ütopik sosyalist içerikli, çok sayıda yasadışı yayına tanık oldu. O çağın
önemli kişileri arasında ön sıralarda yeralanlar, işçi Pyotr Alekseyev, Stepan
Kalturin ve diğerleriydi. Bununla birlikte, proleter demokrat akım kendisini,
Narodizmin ana akıntısından kurtarabilecek durumda değildir; bu ancak, Rus
Marksizmin ideolojik olarak
biçimlenmesinden
(Emeğin Kurtuluşu grubu, 1883) ve sosyal-demokrasi ile bağı bulunan düzenli bir
işçi hareketinin başlamasından (189596 St. Petersburg grevleri) sonra mümkün
oldu." (Lenin, Rusya’da İşçi Basınının
Tarihi)
Lenin, bu kısa
alıntıda Rus sosyal-demokrasisinin doğuşunu tanımlayan birbirine bağlı iki süreçten
sözetmektedir. Rusya’da Marksizm'in ideolojik olarak biçimlenmesi ve bu
“bilincin” işçi hareketi ile birleşmesi.
Türkiye
Aydını ve "misyon duygusu"
Şimdi bu
noktada, Türkiye’de yaşanan özgün gelişmeden bahsetmek gerekiyor. Türkiye’de aydınlar
Marksizm'in ideolojik olarak biçimlenmesinde Rusya’daki gibi etkin bir rol
oynamadıkları gibi, genel olarak bir teorik birikimin taşıyıcısı da
olamamışlardır. Türkiye aydını hep politikaya teoriden daha meraklı olmuştur.
AyrıcaTürk aydını, “harbiye” geleneğinin de etkisiyle “örgüt” fikrine de daha
yakın olmuştur. Türkiye’de önemli siyasal yönelişlerde, aydınların ciddi bir
kitle desteğine sahip olmayan aktiviteleri büyük bir rol oynadı. Bu Türkiye’nin
aydınının sahip olduğu “misyon” duygusunun özelliklerini ağırlıkla belirledi.
Türkiye
aydınının, kendini, bütün toplumun üzerinde, “siyaset katında” en değiştirici
özne olarak görmesi, modem sınıfların gelişimini önemli ölçüde tamamladığı bir
dönemde kendini TİP’te uvriyerist-sendikalist, MDD ve devamı hareketlerde
halkçı eğilimlere büründürdü -YÖN ve ANT dergileri çevresindeki aydınlarda ise
bu geleneksel eğilimler 1971 ’e kadar devam etti, ‘71 ’in ardından ise onlar
CHP’nin basit bir eklentisi haline geldiler.
Aydın oportünizmi, yalnızca misyon duygusu açısından, Türk aydının bu
karakteristiklerine benzer. Fakat onun “örgütçülüğü” aydın oportünizminde
yoktur ve zaten bu özellik aydın oportünizmini Jön Türkler’den YÖN’e kadar
uzanan aydın davranışından belirgin şekilde ayırır. Aydın
oportünizmi ise yukarıda anlatılan tarihsel mirastan güç almakla beraber,
esasen modern ilişkilerin ürünüdür. Aydın oportünizmi işçi sınıfının
burjuvaziyi devirmekte dayanılması gereken
tek sınıf olduğunu düşünür. Fakat işçi sınıfının
sosyalist siyasal bilinçle buluştuğunda
bu değişimin temel öznesi haline geleceğini ve sosyalistlerin temel görevinin de bunu sağlamak olduğunu her duyduğunda ise bunu
bayağı bir “uvriyerizm” olarak değerlendirir.
İşçi sınıfının tarihin
değiştirici öznesi olduğu fikrine karşı, aydın oportünizminin yüzünde müstehzi
gülümsemenin belirmesi, eşitsiz gelişim yasasının kendisine tanıdığı üstünlüğü,
bir “ayrıcalık” olarak saklama eğilimindendir. Uvriyerizm, misyon duygusunu yitirmiş bir “aydın”ın işçi sınıfına tapınması ise, aydın
oportünizmi, içindeki yangını bir türlü
zamanı yıkmak için harekete geçiremeyen aydının içindeki yangına
tapınmasıdır. Sınıfa, örgüte, politikaya dönemeyen bir bilinç dönüştürücü olamaz.
Aydın oportünizminin temel zaafı ise sınıfa, örgüte, politikaya dönemeyen bir
bilincin zamanı yıkamama kısırlığına dönüşmesidir.Bu durum tamamıyla onların
“sosyalist aydın” konumunu aşamamalarından kaynaklanmaktadır.
Aydın'ın
kendi konumuna tapması
Lenin’in
Kautsky’den aktardığı aşağıdaki ifadeler, aydın oportünizminin nesnel temelini açıklaması
bakımından da önemlidir. “(Aydın) herhangi bir konuma ancak kişisel nitelikleri
yoluyla ulaşabilir. Bu nedenle, bireyselliği
için en büyük
hareket özgürlüğü aydına başarılı etkinlik için birincil koşul gibi görünür...
Disiplin gereğini yalnızca kitleler için kabul eder, seçkin kafalar için değil.
Ve kuşkusuz kendisini de bu sonuncular arasında sayar."
"... aydınlar,
proletarya ile herhangi bir ekonomik çelişki içinde değildir. Fakat yaşam
statüleri ve çalışma koşulları proleter değildir ve bu da duygu ve fikirlerinde
belli bir uzlaşmaz çelişkiyi doğurmaktadır."
"Aydın,
birey olarak, kapitalist bireyler gibi, proletaryanın sınıf savaşımında
kendisini proletarya ile özdeşleştirebilir. Bunu yaptığında niteliğini de değiştirmiş
olur.” (Kautsky, “FranzMehring”)
Aydın kavramı
bir yönüyle kuşkusuz, “aydınlanmış”, “münevver olmuş” insanları anlatıyor. Fakat
sosyalist terminolojide aydın kavramının tanımlanmasının kritik belirleyeni,
onun sosyal konumudur. Aydın, bir özel sosyal statünün ifadesidir. Ve
genellikle bu özel statülerine pek de tutkundurlar. Bütün aydın eleştirilerinin
odağı, aydınların bu statüleriyle doğrudan bağlantılı olarak gösterdikleri
davranışlar dizisidir. Yoksa onların “münevver” olmalarına duyulan bir “kıskançlık”
değil.
Bir aydın özel
konumunun getirdiği yaşayış tarzından vazgeçtiği, proletarya ile örgütsel
ifadesini de bulan bir birleşmeye yöneldiği ölçüde ve bu anlamda niteliğini de
değiştirir. Artık salt bir “münevver” olmaktan çıkar ve proletarya aydını olur.
Aydın, sosyalizmi benimsediği ölçüde ileri bir adım atmış olur, ama bu hala
eşitsiz gelişmenin yaratmış olduğu özel statü içerisinden tam anlamıyla çıkılmış
olduğunu göstermez. Bu çeperi parçalayamayan aydının şu sözleri sarfetmesi hiç
şaşırtıcı değildir, zira kendi gerçekliğidir:
"Bilim
adamları, tarihin büyük bir yükselişiyle, devrimler yükseliştir, politikayla
ilgili olmaya başladıkları halde, bunda kalıcı olamıyorlar; bu da, anlamanın
eylemliliği zayıflatan etkisiyle açıklanabilir. En azından böyle düşünüyorum.
"...filozofların
hep tarihi yorumladıklarını ve değiştirmeye çalışmaları gerektiği önermelerini,
felsefi planda, tutarlı bulmuyorum. Anlamak, değiştirmek iradesini
zayıflatıyor.” (Toplumsal Kurtuluş, sayı: 37-38, s.23)
Doğal ki, kimse
felsefecilere tarihi değiştirme misyonu vermiş değildir. “Felsefeciler” tarihi değiştirme
misyonunu kendi “felsefeci” konumlarına ilişkin olarak algıladıkları müddetçe, anlamanın
değiştirmeye yetmemesi de normaldir.
Tarihi anlamda
özne olmak, “anlamak”la sınırlı değildir. Marks’ın politikanın rolünü ve
“felsefecilerin” kendilerini bağlı kılması gereken sınıfsal- örgütsel düzeyi
vurguladığı bu sözlerini, kendine ilişkin olarak değerlendirmek ancak
çarpıtılmış bir misyon duygusunun ürünü olabilir.
"Aydın'ın
sınıflaşması ve sınıfın aydınlaşması..."
Aydın, eşitsiz
gelişmenin bir sonucudur. Bu durum tarihsel-toplumsal bilincin, toplumun bu kesiminin
elinde birikmesini zorunlu kılar. Bu “zorunlu kötülük” işçi sınıfına bilincin
dışarıdan taşınmasının da nedenidir. Ancak işçi sınıfı ile birleşen bilinç,
tarihi değiştirme gücünü kazanabilir.
Bu eşitsiz
gelişmenin yarattığı çift taraflı “kötülüğün” o toplumsal şartlarda mümkün tek
telafisi de, ifadesini proletarya partisinde bulur. Bir yandan işçi sınıfı,
toplumun kültürel birikiminin dışında olmasının getirdiği, kendisi için sınıf
olma şansını kendi öz dinamiği ile yaratmaktaki güçlükten kurtulur ve kendisi
için bir sınıf olma şansını elde eder; diğer yandan da, bir aydın malı olarak
kaldığı müddetçe yalnızca anlamayı ifade eden ama hiç bir zaman değiştirme
gücünü ifade edemeyen “bilinç”, bir değiştirme iradesine dönüşür; aydın
proletarya ile birleşir, proletarya ihtilalcısı olur.
Lenin bu durumu
genel hatlarıyla şöyle formüle etmektedir; "... sosyal-demokrat işçi
sınıfı hareketinde aydınların ve proletaryanın (işçilerin) işlevleri
arasındaki ilişki belki de, oldukça iyi bir isabetlilik derecesiyle, şu
genel formülle dile getirilebilir: Aydın kesimi sorunların 'ilkesel olarak
çözümünde, planlar yapmakta, eylem gereği konusunda akıl yürütmekte
ustayken, işçiler davranır ve renksiz kuramı, yaşayan gerçekliğe
dönüştürürler.” (Partinin Yeniden örgütlenmesi, Lenin)
Bu ilişki basit
bir işbölümünden öte karşılıklı bir etkileşimi de anlatmaktadır. Bu durumda
“felsefeci”, durarak ve sırtını geleceğe, yüzünü geçmişe dönerek tarihin
akışını yorumlamaya çalışmak yerine, sınıflar mücadelesinde yürüyerek, anlamayı
değiştirme faaliyetinin eksenine bağlar.
Aydın
oportünizmi, aydının bir “aracı” olduğu görüşüne hiddetle karşı çıkar. Kendi
misyonunu böyle tanımlayan bir aydını da, aydın kişiliksizleşmesinin bir örneği
kabul eder. O’nun için aydının sınıf içinde “erimesi” fikri tüyler
ürperticidir. Olsa olsa halkın, işçi sınıfının seçkinleşmesinden söz edebilir.
Halkın, kütlelerin, işçi sınıfının seçkinleşmesi ise pek mümkün değildir. Bu
bakışın uzantıları var; halkın içinde “erimek” isteyen aydın "popülist"tir,
işçi sınıfının içinde“erimek” isteyen aydın" uvriyerist"tir. Ve bütün
bunlar aydın oportünizmine göre aydının misyon duygusunu yitirmesidir. Aydının
aydın olmaktan doğan misyonunu temsil etmek şerefi ise haliyle bu baylara ait
olmaktadır.
Oysa, aydının
sınıfın içinde “erimesi” ile işçi sınıfının “seçkinleşmesi” birbirleriyle doğru
orantılıdır. Bu gerçekleştiği zaman aydın sosyal konum olarak kendini inkar
eder, işçi sınıfı ise sosyal konumunun tarihsel bilincine ulaşır. Sınıfın
öncüsünün kendi tarihsel rolünü kavraması ve aydının sınıfla birleşerek
“erimesi” ile bu düzeyde artık sözkonusu olan “proletarya ihtilalciliği”dir.
Bir “aydın
hareketi” olmayı, proletarya hareketinin ideolojik-organik bir bütünlüğünün bir
eklentisi olarak değil de, iktidar mücadelesinin merkezi saydığımızda,
“ideolojik şiddeti” işçi sınıfının örgütsel-politik mücadelesinin bir düzeyi olarak
değil de, bir “aydın hareketi”nin asli faaliyeti saydığımızda ortaya çıkan bir
politik atalet olacaktır.
İşin
özü:Açık Parti...
Sosyalistlerin aydın
sorununa yaklaşımı net ve sağlıklıdır. Sağlıksız olan ise bir aydının kendi konumundan
kalkarak yaptığı aydın değerlendirmeleridir.
Burada iki türlü
sağlıksızlık mevcuttur. Aydın oportünizmi, kendi konumunu meşrulaştırma çabası
içerisinde aydınları göklere çıkarır, fakat bu asla aydın tabakasına genel
anlamda bir önem atfedilmesinden değildir. Onun aydına olan sevgisi kendine
olan sevgisinden öte bir şey değildir. Kendi dışındaki aydın potansiyeline karşı
sürekli bir savaş halindedir de. Mazide kalmış aydınlara duyduğu sevgisi,
çağdaş aydınlara karşı bir nefrete dönüşür.
Bu bir çelişki
değildir ve bir iç bütünlüğe sahiptir. Lenin, aydının aydın konumunu koruma
hırsına kapıldığı müddetçe, aydın egosunun onu bütün kolektif değerlerin
reddine götürdüğünü söylemektedir. Genel olarak aydınları savunduğu anda da o,
özel olarak kendi egosunu savunmaktadır aslında.
Bu söyleneler
ışığında, aydın oportünizminin, bir “aydının” diğer aydınları eleştirmesini anlayışla
karşılarken, neden proletarya ihtilalcıları tarafından yapılan eleştirileri
“aydın düşmanlığı”, “köylü kafalılık”, “uvriyerizmin batağına saplanmak” olarak
değerlendirdiği de daha iyi anlaşılır.
Aşağıdaki
sözler, bu ruh halinin herhalde en güzel ifade edilişidir;
"Aydınlar
arası mücadele başkadır, aydını ve aydın hareketini reddetmek bambaşkadır,
İkincisi daha çok yapılıyor ve çok büyük ölçüde kısırlığı sergiliyor.”
Bu sözler bizimleyapılan
bir “kötü polemikte” sarfediliyor. Yazar, biz de “aydını ve aydın
hareketini” reddetmeye yönelik bir tek satır bulup da, şu büyük iddialarını
kanıtlayamamıştır.
Kanıtlayamaması
önemli değil; ne var ki bilgi birikimi, II. Enternasyonal’den kalma devrimci
basını legal
basında çarpıtarak tartışma (ve onunla legal basında alay etme) yönteminden
haberdar olmaya elverişlidir. Bize “aydını ve aydın hareketini” reddetme
payesini yakıştırdıktan sonra derdini çözümlemeye çalışır. O’nun derdi aydın hareketinin
reddedilmesiyle ilgili değildir, O’nun derdi proletarya hareketine aydın
eleştirisini yasaklamak ve bu hakkı kendisine saklamaktır.
Bize yönelik “aydın
hareketini reddetme” iddiası kanıtlanamaz bir iddia olduğuna göre, yazar, özetlemeye
çalıştığımız görüşlerimizi aydına (=kendine) ve “meşruluk” hakkına yönelik bir
saldırı kabul edip, bu saldırıyı basit çarpıtmalarla bloke etmeye
çalışmaktadır.
Y. Küçük, Aydın
Üzerine Tezler’e yazdığı bir önsözde, insan hayatını aşamalandırıyor ve
yürüyüp, büyüdükten sonra insanın bir ileri aşama olarak aydın olduğunu, daha
sonra sosyalist aydın olduğunu, daha sonra ise reklamcılık yaptığını belirtiyordu.
T. F. Yorulmaz ise, son aşama olarak reklamcılığı kabul etmiyor, sosyalist
aydının insanın en son aşaması olduğunu söylüyor. Bu bilinçli unutkanlık
gerçeği değiştirmiyor. Sadece birilerinin sermayenin değil de kendisinin
reklamını yapmak için kendini bile tahrif edebildiğini anlatıyor.
Hayatını örgüt
pratiğiyle geçirmiş, bütün üretkenliğini örgütle beraber ortaya koyabilen bir
kısım eski “örgüt adamları”, 12 Eylül’ün yarattığı tasfiyeci rüzgarda örgütleri
dışında “aydın” olmaya çalıştılar. Ortaya çıkan durum bir zavallılaşma oldu.
Aynı sonuç ters bir süreçten de doğabilmekte; hayatını bir birey olarak “aydın
faaliyetleri” ile geçirenler, bu konumlarını radikal bir tarzda aşamadan
politikanın ayrıntılarına dalmaya çalıştıklarında, yine bir zavallılık durumu
ortaya çıkmaktadır. Bunlar yalnızca ortak kaderi değil gittikçe ortak mekanı da
paylaşmaktalar. Ve bunun adına da “Açık Parti” dir..
Toplumsal
Kurtuluş yazarının hedeflediği
bir tek amaç vardır. İntikam almak. Dört dergi sayfası tutan yazısında biz
kendi platformumuzdan tartışma sürdürmek için fikir aradık ve yalnızca
kırıntılara rastladık, onlarla tartışmaya çalıştık. Yazının geri kalanı ise
“bir avuç çamur”dur.
* "Kendi
aydın hareketini, mevcut düzeni sarsacak ve yenisini kuracak aydın topluluğunu
savunmayan, yaratmayan, yaşatmayan hiç bir harekete ciddi ve devrimci gözüyle
bakmamak gerektiğini düşünüyorum.“ (Toplumsal Kurtuluş, sayı:41, Aydınlar,
Kalıplar ve Korkular, siyahlar bizim)
Yorumlar
Yorum Gönder