AYDIN OPORTÜNİZMİ VE PROLETARYA SOSYALİZMİ...


AYDIN OPORTÜNİZMİ VE PROLETARYA SOSYALİZMİ...
( Bu yazı 1991 yılında Toplumsal Kurtuluş isimli dergide Y.Küçük'in kendi imzası ile ve T.F.Yorulmaz imzası ile yazdığı iki yazıya yönelik kaleme alınmış cevabi yazının belirli bir bölümünden oluşmaktadır...)

Sık sık vurguladığımız  ve anlaşılan daha uzun sürede vurgulamak zorunda kalacağımız bir özelliğimiz var. Bu özellik, sol hareketin yaşanmış tarihine ilişkin eleştirel ama sahip çıkıcı, onu aşan ama onu kapsayan bir bakış açısına sahip olmakla ilgilidir. Bu perspektifin kendisi de tarihsel birikimin bir sentezidir kuşkusuz. Sınıf hareketi ile sosyalist hareketin birliğini sağlamak, sınıfın partisini yaratıp iktidar mücadelesini güncelleştirmek isteyen siyasal bir hareket, proletarya sosyalizmi adına ne varsa onunla örgütsel bir birliğe ulaşmak, devrimcilik adına ne varsa onu da kendi çeperinde toplamak gibi bir görevle karşı karşıyadır. Ancak böyle bir bakışa sahip olmakladır ki, dışındaki bütün devrimci birikime hasım rakipler olarak değil, proletaryanın iktidar yürüyüşünde ifade edebilecekleri anlam ve imkanlar açısından yaklaşmak mümkün olacaktır.

Proletaryanın iktidar mücadelesinin, farklı cephelerde birden sürdürülen ama aynı hedefler doğrultusunda koordine edilen bir mücadele olması gerektiği, Türkiye solunun en az kavradığı ve önemsediği gerçeklerden biridir. Gerek proletaryanın iktidara yürüyüşü ve gerekse sosyalizmin kuruluşu işine teçhizatlı başlanabilmesi açısından, hareketin aydınlar içinde sağlayacağı destek de önem taşımaktadır. İktidara yürüyen işçi sınıfının partisi mücadeleyi aydınlar içerisine de taşıyabilmeli, devrimci aydın birikimini kendi mücadelesine tabi kılabilmelidir.

Kuşkusuz bu, proletarya hareketinin hemen bugünden başarıyla sonuçlandırabileceği bir görev değildir. Hareketin ideolojik-siyasal gücüyle ve otoritesiyle de çok yakından bağlantılıdır.  Bir aydın çevresinin, proletarya hareketinin hegemonyası altında sosyalizm mücadelesine katacakları önemli şeyler olacaktır. Fakat bunun gerçekleşmesi için aydın olma konumu ile belirlenen ideolojik-politik zaaflarından arındırılması da gerekmektedir. Biz kuşkusuz, aydın hareketinin önce pürü pak bir şekle getirilip, ancak ondan sonra kazanılacağını hiç düşünmedik. Bunun canlı ve aktif bir sürecin işi olduğunun bilincinde olduk.

Fakat bir kısım aydın kadro, sosyalist hareketin anlamlı bir parçası olmayı kendi konumları açısından “küçültücü” buldukları için, sürecin önünde ayak diremekte, dahası en son olarak T. F. Yorulmaz’ın son iki yazısında görüldüğü gibi, en bayağı şekillere bürünen bir karalama kampanyasıyla ilişkileri gerginleştirmeye

çalışmaktadırlar. Şaşırdığımızı söyleyemeyiz. Lenin, aydınların belkemiklerinin esnek olduğunu söylerdi; onların sağa sola eğilmeden ayakta durmaları ancak ideolojik omurgası sağlam bir örgütlülük sayesinde mümkün olabilir. Bu yüzden onları kazanma çabamız, içindeki ateşle zamanı yakamayan aydınları kendilerini yakmaktan

kurtarmak gibi bir perspektifi de içeriyor.

T.F. Yorulmaz’ın Toplumsal Kurtuluş\ın 40. ve 41. sayılarında yeralan yazılarını okuyanlar, bu yazıların fikir platformundan yöneltilen eleştiriler olmayıp,  bir karalama ve hezeyan karışımı olduğunu anlamakta güçlük çekmeyeceklerdir.

Biz burada, bu yazıları vesile sayarak, T. F. Yorulmaz’ın platformundan değil ama kendi platformumuzdan bazı konulardaki görüşlerimizi belirtmeye çalışalım.

 

12 Eylül. sol ve aydınlar...

12 Eylül’ün yarattığı sarsıntı ve kolay yenilginin nedenlerini sorgulama süreci pek çok siyasal hareket tarafından henüz daha örgütsel çerçevede başlamamışken SSCB ve diğer ülkelerdeki çöküş, sol hareketi bir bütün olarak

liberal-tasfiyeci rüzgarların etkisine açık hale getirdi.

Bizim açımızdan  bu durum, aradaki ayrım çizgilerini silikleştirmeden, tüm sol harekete bütünsel bir bakışı zorunlu hale getirdi. Genel olarak liberal-tasfiyeci rüzgarlara karşı savaşılırken, bu rüzgara karşı durma yönündeki her çabaya değer verildi.

Bu sürecin genel olarak sol hareketi yeniden devrimci ve liberal olmak üzere kendi içinden ikiye ayırıyor olması, tek tek örgütler düzeyinde de aynı saflaşmanın yaşanmasıyla birlikte yürüyordu.

Bu çatlamanın Türkiye toprağında sermaye düzeninin artan siyasal ve iktisadi bunalımına yükselen bir işçi hareketinin eşlik ettiği bir süreçle de besleniyor olması, geriye doğru olduğu kadar, ileriye, devrimci proleter sosyalizme doğru yönelişlerin de yaşanmasını olanaklı kılıyordu.

Toplumsal Kurtuluş, ilk başlarda ve üstelik oldukça kuvvetli bir biçimde Gorbaçovcu rüzgara kapılmakla birlikte, revizyonizmin bu yeni temsilcisinin Sovyetler Birliği’ndeki süreci tüm mantıksal sonuçlarına, normal biçimiyle kapitalizme doğru götürdüğünün tümüyle netleştiği bir anda, Gorbaçovculuğa karşı tavır aldı.

Esen liberal-tasfiyeci rüzgara karşı durma çabasında olan her hareketi desteklemek ve ileriye çekmek, içinde bulunulan siyasal koşullar içerisinde zorunlu bir görev olarak önümüzde duruyordu.

Bu bilinçli bir tercihti.Eğer farklılıkları vurgulamayı birliğin önünde bir engel olarak dikseydik ve birliği somut bir olay haline dönüştürme çabasına girmeseydik, bu hareketle birleşme şansını yitireceğimiz gibi, bu hareketin temel zaaflarını pratik olarak sergileme görevini de reddetmiş olacaktık. Böyle yapmadık, tersine üzerine gittik.

Bu politikanın kısa vadede iki muhtemel sonucu olacaktı.

İlki; bu hareket içerisindeki örgütsel-politik deneyime sahip kadrolar  girdikleri etkileşim sürecinde kendilerini aşabilirler ve bunu gerçekleştirirken de aydın kadroyu ileriye doğru sürükleyebilirlerdi. Bu sağlıklı bir zeminde birliğin gerçekleşmesi anlamına gelirdi.

İkincisi; birleşme süreci ve bunun zorunlu kıldığı görevler, örgüt fikrine yatkın kadrolarla örgüt fikrinden uzak aydın oportünizmi arasındaki gerginliği artırabilir, bu ise hareketin kendi iç zayıflığının net bir biçimde ortaya çıkmasını sağlayabilirdi.  Bu da kendi başına, proletaryanın iktidar mücadelesinde herkesin kendi alanına dönmesini sağladığı ölçüde, hem bir netleşme hem de bir ilerleme sayılabilirdi.

Tercih birinci seçeneğin gerçekleşmesi yönündeyken ortaya çıkan durum ikinci seçeneğin gerçekleştiğini gösteriyor.

“Kurtuluş Hareketi”, T. F. Yorulmaz’ın son yazısında artık bir “aydın hareketi” olarak değerlendirilmeye,

misyon tartışması da bu çerçevede sürdürülmeye başlanmıştır.

Kendi başına alındığında, bunun “Kurtuluş Hareketi” ile daha sağlıklı bir düzlemde birleşmek için olanakları artırdığını söyleyelim. Ne var ki hala temel olarak aydın oportünizminin karakteristik hastalıklarından kurtulunmuş değil, tersine, daha da derinleştirilmeye çalışılmaktadır.

T. F. Yorulmaz’ın bizleri “aydın düşmanlığı” ile suçlaması bir garip aydın kompleksi ile ilgilidir. “Kurtuluş Hareketi” çevresinin aydın olarak değerlendirmesi, tamamıyla bu arkadaşlarda çarpık olan misyon duygusunu düzeltmeye yöneliktir ve buna rağmen “Kurtuluş Hareketi” ile birliğin zorlanması, tam da bu çevreye bir aydın potansiyel anlamında önem verilmesinden kaynaklanıyordu. Söylenmek istenen şuydu:  “Kurtuluş Hareketi” ise sınıfla birleşme, sınıfın ideolojisini politika ve örgüt alanına uzatma konusunda yeteneksizdir. Bu yeteneksizlik aydın konumu ile ve reformist geleneğin ideolojik deformasyonu ile doğrudan ilgilidir. Bu zaaf aşılamadığı sürece, birliğin işin doğası gereği politik gücün yönlendirmesi ve hegemonyası altında gerçekleşmesi kaçınılmazdı.

Dolayısıyla biz, “Kurtuluş Hareketi”nin temsil ettiği aydın potansiyelle birleşmekte ne kadar ısrarlı davrandıysak, onların bir aydın çevresi olarak kendilerine biçtikleri politikanın belirleyici öznesi olma yönündeki misyonlarının, aydın oportünizminden başka bir şey olmadığını sergilemek konusunda da o ölçüde ısrarlı davrandık.

T. F. Yorulmaz’m son yazıları, bu çevreye “aydın hareketi” olduklarını kabullendirmekte bir başarı kazandığımızı göstermekle beraber, bir aydın hareketi olarak kendilerini tarihin temel değiştirici öznesi olarak kavrama hastalığından kurtarmada henüz bir başarı kazanamadığımızı da  göstermektedir. Öyleyse, devam edeceğiz. Bu hastalığın belirtilerinin neler olduğunu ve yol açtığı ideolojik deformasyonu, muhatap yazının izin verdiği olanaklar çerçevesinde ele almaya çalışırken, aydın hareketine ve aydın oportünizmine ilişkin görüşlerimize de kısaca değinmeye çalışacağız.

 

Aydın kimdir? Aydın Hareketi Nedir?

 

Yazısına aydın sözcüğünün etimolojik kökenlerini açıklama çabasıyla başlayan T. F. Yorulmaz, aynı zamanda bu çabayı bir aydın methiyesine çeviriyor. Belirli ve özel bir sosyal statü ile ve bu özel sosyal statünün kendi içinde taşıdığı olumlu ve olumsuz siyasal özellikleri saptama çabası ile belirlenen bir aydın tanımlaması yerine okuyucular daha değişik bir yöntemle karşılaşıyorlar.

Burada, aydının “aydınlanmış insan” anlamına geldiğini, Osmanlıcada karşılığının “münevver” olduğunu öğrenen okuyucu, aslında bu “münevver”lerin aynı zamanda Aydınlanma Çağının yaratıcıları olduğu, Rusya’da Narodnik akımın genç aydınların kararlı, özverili, kahramanca bir mücadelesini simgelediği, “intellijantsiya” sözcüğünün bir “aydın hareketliliği” anlamında bütün dillere buradan yerleştiği, vb. gibi gerçeklerle (ama yalnızca gerçekliğin bir boyutuyla) karşılaşıyor.

Marksist terminolojide, aydın değerlendirmelerinin bir sosyal konumla beraber yapıldığını, aydının yaşayış tarzıyla proletarya arasında bir “uzlaşmaz çelişki”den bahsedildiğini ortalama bir devrimci bilir. Gerek Marks’ta, gerekse Lenin’de aydınların bu karakterinin bir bireyciliği-benmerkezciliği doğurduğuna yönelik pasajlar oldukça sıktır. Lenin bütün baskı dönemlerinde, bu özellikleri nedeniyle partiyi önce aydınların terk ettiğinden

söz eder.

Yazarın aydın tanımlamasını, bu sosyal konumla ilişkilendirmemesinin ve aydınların “münevverliğini” öne çıkarmasının “aydın düşmanlığı” ile “hesaplaşmaya” girişmesi nedeniyle doğal karşılanabileceği, bizim buradan kalkarak, yazarın kendi “aydın” konumunu yüceltmeye çalıştığını iddia etmemizin biraz zorlama olduğu söylenebilir. Fakat aşağıda yazardan aktaracağımız düşünceler, bu tip bir itirazı geçersiz kılacaktır.

Toplumsal Kurtuluş’ un şöyle bir “tez”i var:

“Sosyalist olmak için aydın olmak mutlaka zorunludur; aydın olmadan sosyalist olmak mümkün görünmüyor.

"Mümkün olabilir mi? Hem sosyalizmin biliminden sözetmek, hem sosyalizmin kendisinin bilim olduğunu kabul etmek, hem toplum yaşamındaki bütün çelişkileri görüp formüle edebilme iddiasını taşımak, hem estetikten felsefeye kadar bir mücadele alanına yayılma planı içinde olmak, hem yeni insana ve yeni bir dünyaya yönelmek, hem de aklı geliştirip kullanmamak, aklı her türlü mücadelenin içine katmamak mümkün olabilir mi; olabileceğini sanmıyorum."

Yazar, işçi sınıfı ile sosyalistlik arasındaki ilişkiyi de şöyle formüle ediyor;

"... İşçi sınıfının ya da emekçilerin hareketi her zaman görülüyor; ancak her işçi sınıfı hareketi sosyalist nitelik taşımıyor. Her işçi hareketi, sosyalist olma imkanını taşıyor.”

Önce şunu belirtmekte yarar var: Her işçi hareketinin sosyalist olmadığı ama her işçi hareketinin sosyalist olma imkanı taşıdığı görüşü, Marksizm-Leninizm'in temel bir önermesi olarak kabul edilir. İşçi hareketinin sosyalistleşmesi için bir “aydınlanmaya” ihtiyaç duyduğu da doğrudur.

Fakat yazarın veri kabul edilen doğruları sıralarken, temel çarpıtmalar yaptığı, bir mistifikasyon yaratmaya çalıştığı, böylece de fiilen sosyalistliği aydına özgü bir tavra indirgemeye çalıştığı görülüyor.

Birincisi; aydın oportünizmi, aydın olma ile sosyalist olmak arasında birebir bir ilişki kurarken de, yukarıda sözettiğimiz aydın tanımlamasının çarpıtılmasından güç alıyor.

Aydını salt aydınlanmış insan olarak kavramak, sosyalizmle aydın arasında bu tip bir eşitlemenin en azından makul gözükmesini sağlıyor. Fakat, mantık kendi içinde zorlandığında sosyalistlik salt bir bilince indirgeniyor, tanımı gereği onun sınıfa yönelik ve sınıfla birlikte bir aksiyon olduğu unutuluyor, dahası sosyal konumla bilinç arasındaki zorunlu bağlantı karartılıyor.

Aydın oportünistinin vermek istediği mesaj şudur: İşçi sınıfı sosyalist olma imkanı olan bir sınıftır, aydın ve sosyalizm ise işin doğası gereği birbirinin olmazsa olmazı. Demek ki sosyalizm ancak aydının malı olabiliyor. Okur hala aydını “aydınlanmış insan” olarak algılıyorsa, bu mistifikasyona kurban gidecektir. Ama aydının, “aydınlanmış insan” dan öte bir konumu ifade ettiğini kavradığında, nasıl olup da yaşayış tarzı ve sosyal statüsü açısından genellikle burjuva ya da küçük-burjuva olan bir kesimle sosyalizm arasında bir özdeşlik kurulduğunu soracaktır. Sosyal konum ile bilinç arasındaki determinist ilişkinin karartılmasının, olgunun tali yanının asli yanının karartılması pahasına öne çıkarılmasının nedenini soracaktır. Bizim cevabımız ise; kendi rolünü işçi sınıfının tarihsel rolünü karartma pahasına merkeze koyan bir aydın eğiliminin ve bunu kabul ettirme çabasının, her aşamada en temel doğruları bile tahrif etmeye zorunlu olduğunu bir kez daha yinelemek olacaktır.

İkincisi; bir bilim olarak sosyalizm ile bir “siyasal bilinç” olarak sosyalistlik birbirine eşitleniyor. Bir “siyasal bilinç” olarak sosyalistlik kuşkusuz bir bilim olarak sosyalizmin ürünüdür ama kendisi değildir.

Okur, yazarın söylediklerini bir kez daha okuduğunda, işçilerin öncü kesimlerinin dahi estetikten felsefeye dek uzanan bir alanı kapsayan sürecin dışında kalacağı için, sosyalist olma şansını yitireceğini görecektir. İşçiler ancak kendilerini ortadan kaldırdıklarında, sosyalist olma şansını yakalayacaklardır, ama maalesef o zaman da, sosyalizm “işçi sınıfının bilimi” olduğu için yine sosyalist olma şansı bulamayacaklardır.

Dolayısıyla yazarın söz ettiği “işçi hareketinin sosyalist olma imkanı” sınıfın öncü kuşağı da dahil, sınıf üyelerinin sosyalist olma imkanı değildir aslında. Burada sosyalist olma imkanının sınıfın öncü kuşağına değil de, sınıfın “hareketine” yönelik olarak tanımlanması da bir rastlantı değildir. Bu imkanın gerçekliğe dönüşmesi ise ancak sınıf dışı aydının yapacağı bilimsel trafik memurluğuna işçi sınıfının uymasıyla mümkün olacaktır.

Buradaki etkileşim tek taraflıdır, aydından sınıfa doğrudur. Oysa marksist-leninistler etkileşimin çift taraflı olduğunu savunurlar. Sınıfın "aydını" yönlendirmesi salt basit taktik önderlikle de ilgili değildir. Teorik çabada da hareket noktası ve pratik amaç olarak yönlendirici olan yine sınıf hareketidir.

Yazarın aydın topluluğun misyonunu tanımlarken, mevcut düzeni “sarsmak”tan ve “yenisini kurmak”tan sözetmesi,* aydına biçtiği tarihsel rolün anlamına ilişkin bir başka göstergedir. Bu mantığa göre aydın topluluğunun mevcut düzeni yıkmak için dışsal güçlere ihtiyacı vardır. Bu “dışsal güç” ancak “yıkabilir” ve bu bir “bilinç”e dayalı olmadığı için, aydınlar bu bilinçsiz yıkıcılığı kullanırlar ve iktidara otururlar. Bundan sonra mevcut düzeni ancak “sarsabilen” aydın topluluğu, yeni düzeni kurma işini (bu işin doğası gereği bir siyasal iktidarı tanımlıyor) tek başına üstlenebilecektir.

Tekrarlamanın riskini göze alarak, bir kez daha söyleyelim; biz, iktidarı düşünen proletarya örgütünün aydın potansiyelini kazanması gerektiğini, bir aydın hareketinin ise ancak, proletarya hareketinin hegemonyası dahilinde kendi değiştirme iktidarsızlığını aşabileceğini hep belirttik.

Fakat aydın topluluğuna, proletarya hareketinin yörüngesinde iken bile “mevcut düzeni sarsacak ve yeni düzeni kuracak” bir misyon tanımadık, tam da bunun böyle tanımlanmasını “aydın oportünizmi” olarak nitelendirdik.

Aydın, sosyalizm fikrine belli bir entelektüel süreç sonucunda ulaşabilir. Fakat sosyalizm fikrine ulaşmak, tarihsel değişimi hızlandırıcı bir iradi müdahalenin zorunluluğu bilincine sahip olmayı da gerekli kılar. Aydın bu müdahaleyi reddettiği oranda bir marksist değil, ancak marksolog olur. Bu müdahaleyi kabul ettiği anda da kendi “özel konumu ”nu proletaryanın genel sınıf savaşımına tabi kılması gerekir. Bir aydın açısından bu, sosyal statü ve ayrıcalıklar anlamında özel konumunun “kaybedilmesi”, “aydınlanmış insan” olma anlamındaki özel konumunun ise işçi sınıfı hareketi ile birleşerek, harekete emdirilmesi ve eritilmesidir. Bu erimeye ve “sıradanlaşmaya” karşı koyduğu ve değiştirme misyonunu kendi özel konumuyla doğrudan bağlantılı hale getirdiği oranda, ortaya çıkan bir proletarya partisinin çeperindeki aydın hareketi yerine, aydın oportünizmi olacaktır.

Aydın oportünizmi, sınıf mücadelesini ve mücadelenin aktörlerini kendi temel değiştirici faaliyetinin bir nesnesi olarak algılar. Bunlar çözümlenecek ve biçimlendirilecek, belirli bir senteze ulaşılacak nesneler olarak gözükmeye başlar. Bu ölçüde de işçi sınıfıyla araya bir mesafe koymak zorunluluk halini alır.

Aydın ve "bilinç taşıma sorunu"...

Aydın oportünizmi tarafından, Lenin’in “sınıfa bilincin dışarıdan götürüleceği” saptaması ve bu noktada aydının tarihsel bilincin taşıyıcısı olarak özel öneminin ortaya çıkması, başka hiç bir şeye gerek kalmaksızın, Lenin’in Marks’ta gerçekleştirmiş olduğu en büyük “revizyon”, en büyük katkı olarak sunulur.

Kuşkusuz, Lenin’in bu saptaması, Marksizm'in ekonomizmle ayrışması açısından çok önemli bir noktayı temsil etmektedir. Fakat tüm bu saptamalar temel bir görevi tespit etmek için yapılmıştır. Sosyalist bilinç (ve dolayısıyla hareketi) işçi sınıfı kendiliğinden yaratamaz, bu bilincin ona dışarıdan taşınması gerekmektedir, sosyalist hareket ise bilinç ile sınıfın birleşmesi temelinde oluşabilir. Bu basit, mekanik bir birleşme değildir.

Bu birleşme aracılığıyla kendisi için hareket etme yeteneğine ulaşan yalnızca sınıf değildir, bu birleşme ile“bilinç”de tarihsel-sınıfsal anlamda “kendisi için” olma şansına sahip olur. İşçi sınıfı ile birleşemeyen bir sosyalist bilinç kaçınılmaz olarak yozlaşır, giderek tersine dönüşür. Proletaryanın entelektüel silahını felsefede bulması ile felsefenin maddi silaha proletarya aracılığıyla kavuşması Marks’ın önemli bir vurgusudur ve bu anlamda Marks ile Lenin arasında bir süreklilik vardır.

Nesne ile özne arasındaki ilişki karşılıklı diyalektik bir ilişkidir ve materyalist anlayış pozitivizmden farklı olarak bu ikisinin birbirinden yalıtık halde olmadıklarını, öznelin belli bir nesnellikle tanımlanan “değiştirme gücü” olduğunu savunur. Aydın olmanın özel konumunda ısrar edenler, kendilerine “politik” bir misyon atfettikleri oranda, “bilimsel çalışmada” ne kadar yasallıkları saptama uğraşında olursa olsunlar, politikada kendilerini bütün nesnel alandan yalıtılmış yegane özne, sosyalizm bir bilim olduğuna göre, onu, “beyniyle” temsil edecek yegane öznel faktör olarak görme hastalığından kurtulamazlar.

Bütün bunların bize anlattığı şudur, sosyalizm fikrine düşünsel sürecin belli bir evresinde varmak, bunun zorunlu gereği olarak, proletarya hareketiyle birleşme misyonuyla tanımlanmazsa, bu bilincin sosyalist aksiyoner olma anlamında yeniden üretilmesi mümkün olamaz. İşçi sınıfı hareketinin dışında yeniden üretilmeye çalışılan bilinç de, materyalizmin ve sosyalizmin bozulmuş bir şekli olabilir ancak. Bu karşılıklı ilişki aynı zamanda tarihseldir de. Lenin’in Rusya’da Marksizmin doğuşuna ilişkin aşağıdaki değerlendirmesi bu söylenenlerin yetkin bir ifadesidir.

"Altmışlı ve yetmişli yıllar, 'kitlelerin' arasında dolaşmaya başlayan, militan-demokrat ve ütopik sosyalist içerikli, çok sayıda yasadışı yayına tanık oldu. O çağın önemli kişileri arasında ön sıralarda yeralanlar, işçi Pyotr Alekseyev, Stepan Kalturin ve diğerleriydi. Bununla birlikte, proleter demokrat akım kendisini, Narodizmin ana akıntısından kurtarabilecek durumda değildir; bu ancak, Rus Marksizmin ideolojik olarak

biçimlenmesinden (Emeğin Kurtuluşu grubu, 1883) ve sosyal-demokrasi ile bağı bulunan düzenli bir işçi hareketinin başlamasından (189596 St. Petersburg grevleri) sonra mümkün oldu." (Lenin, Rusya’da İşçi Basınının Tarihi)

Lenin, bu kısa alıntıda Rus sosyal-demokrasisinin doğuşunu tanımlayan birbirine bağlı iki süreçten sözetmektedir. Rusya’da Marksizm'in ideolojik olarak biçimlenmesi ve bu “bilincin” işçi hareketi ile birleşmesi.

Türkiye Aydını ve "misyon duygusu"

Şimdi bu noktada, Türkiye’de yaşanan özgün gelişmeden bahsetmek gerekiyor. Türkiye’de aydınlar Marksizm'in ideolojik olarak biçimlenmesinde Rusya’daki gibi etkin bir rol oynamadıkları gibi, genel olarak bir teorik birikimin taşıyıcısı da olamamışlardır. Türkiye aydını hep politikaya teoriden daha meraklı olmuştur. AyrıcaTürk aydını, “harbiye” geleneğinin de etkisiyle “örgüt” fikrine de daha yakın olmuştur. Türkiye’de önemli siyasal yönelişlerde, aydınların ciddi bir kitle desteğine sahip olmayan aktiviteleri büyük bir rol oynadı. Bu Türkiye’nin aydınının sahip olduğu “misyon” duygusunun özelliklerini ağırlıkla belirledi.

Türkiye aydınının, kendini, bütün toplumun üzerinde, “siyaset katında” en değiştirici özne olarak görmesi, modem sınıfların gelişimini önemli ölçüde tamamladığı bir dönemde kendini TİP’te uvriyerist-sendikalist, MDD ve devamı hareketlerde halkçı eğilimlere büründürdü -YÖN ve ANT dergileri çevresindeki aydınlarda ise bu geleneksel eğilimler 1971 ’e kadar devam etti, ‘71 ’in ardından ise onlar CHP’nin basit bir eklentisi haline geldiler.

Aydın oportünizmi, yalnızca misyon duygusu açısından, Türk aydının bu karakteristiklerine benzer. Fakat onun “örgütçülüğü” aydın oportünizminde yoktur ve zaten bu özellik aydın oportünizmini Jön Türkler’den YÖN’e kadar uzanan aydın davranışından belirgin şekilde ayırır. Aydın oportünizmi ise yukarıda anlatılan tarihsel mirastan güç almakla beraber, esasen modern ilişkilerin ürünüdür. Aydın oportünizmi işçi sınıfının burjuvaziyi devirmekte dayanılması gereken tek sınıf olduğunu düşünür. Fakat işçi sınıfının sosyalist siyasal bilinçle buluştuğunda bu değişimin temel öznesi haline geleceğini ve sosyalistlerin temel görevinin de bunu sağlamak olduğunu her duyduğunda ise bunu bayağı bir “uvriyerizm” olarak değerlendirir.

İşçi sınıfının tarihin değiştirici öznesi olduğu fikrine karşı, aydın oportünizminin yüzünde müstehzi gülümsemenin belirmesi, eşitsiz gelişim yasasının kendisine tanıdığı üstünlüğü, bir “ayrıcalık” olarak saklama eğilimindendir. Uvriyerizm, misyon duygusunu yitirmiş bir “aydın”ın  işçi sınıfına tapınması ise, aydın oportünizmi, içindeki yangını bir türlü zamanı yıkmak için harekete geçiremeyen aydının içindeki yangına tapınmasıdır. Sınıfa, örgüte, politikaya dönemeyen bir bilinç dönüştürücü olamaz. Aydın oportünizminin temel zaafı ise sınıfa, örgüte, politikaya dönemeyen bir bilincin zamanı yıkamama kısırlığına dönüşmesidir.Bu durum tamamıyla onların “sosyalist aydın” konumunu aşamamalarından kaynaklanmaktadır.

Aydın'ın kendi konumuna tapması

Lenin’in Kautsky’den aktardığı aşağıdaki ifadeler, aydın oportünizminin nesnel temelini açıklaması bakımından da önemlidir. “(Aydın) herhangi bir konuma ancak kişisel nitelikleri yoluyla ulaşabilir. Bu nedenle, bireyselliği

için en büyük hareket özgürlüğü aydına başarılı etkinlik için birincil koşul gibi görünür... Disiplin gereğini yalnızca kitleler için kabul eder, seçkin kafalar için değil. Ve kuşkusuz kendisini de bu sonuncular arasında sayar."

"... aydınlar, proletarya ile herhangi bir ekonomik çelişki içinde değildir. Fakat yaşam statüleri ve çalışma koşulları proleter değildir ve bu da duygu ve fikirlerinde belli bir uzlaşmaz çelişkiyi doğurmaktadır."

"Aydın, birey olarak, kapitalist bireyler gibi, proletaryanın sınıf savaşımında kendisini proletarya ile özdeşleştirebilir. Bunu yaptığında niteliğini de değiştirmiş olur.” (Kautsky, “FranzMehring”)

Aydın kavramı bir yönüyle kuşkusuz, “aydınlanmış”, “münevver olmuş” insanları anlatıyor. Fakat sosyalist terminolojide aydın kavramının tanımlanmasının kritik belirleyeni, onun sosyal konumudur. Aydın, bir özel sosyal statünün ifadesidir. Ve genellikle bu özel statülerine pek de tutkundurlar. Bütün aydın eleştirilerinin odağı, aydınların bu statüleriyle doğrudan bağlantılı olarak gösterdikleri davranışlar dizisidir. Yoksa onların “münevver” olmalarına duyulan bir “kıskançlık” değil.

Bir aydın özel konumunun getirdiği yaşayış tarzından vazgeçtiği, proletarya ile örgütsel ifadesini de bulan bir birleşmeye yöneldiği ölçüde ve bu anlamda niteliğini de değiştirir. Artık salt bir “münevver” olmaktan çıkar ve proletarya aydını olur. Aydın, sosyalizmi benimsediği ölçüde ileri bir adım atmış olur, ama bu hala eşitsiz gelişmenin yaratmış olduğu özel statü içerisinden tam anlamıyla çıkılmış olduğunu göstermez. Bu çeperi parçalayamayan aydının şu sözleri sarfetmesi hiç şaşırtıcı değildir, zira kendi gerçekliğidir:

"Bilim adamları, tarihin büyük bir yükselişiyle, devrimler yükseliştir, politikayla ilgili olmaya başladıkları halde, bunda kalıcı olamıyorlar; bu da, anlamanın eylemliliği zayıflatan etkisiyle açıklanabilir. En azından böyle düşünüyorum.

"...filozofların hep tarihi yorumladıklarını ve değiştirmeye çalışmaları gerektiği önermelerini, felsefi planda, tutarlı bulmuyorum. Anlamak, değiştirmek iradesini zayıflatıyor.” (Toplumsal Kurtuluş, sayı: 37-38, s.23)

Doğal ki, kimse felsefecilere tarihi değiştirme misyonu vermiş değildir. “Felsefeciler” tarihi değiştirme misyonunu kendi “felsefeci” konumlarına ilişkin olarak algıladıkları müddetçe, anlamanın değiştirmeye yetmemesi de normaldir.

Tarihi anlamda özne olmak, “anlamak”la sınırlı değildir. Marks’ın politikanın rolünü ve “felsefecilerin” kendilerini bağlı kılması gereken sınıfsal- örgütsel düzeyi vurguladığı bu sözlerini, kendine ilişkin olarak değerlendirmek ancak çarpıtılmış bir misyon duygusunun ürünü olabilir.

 

"Aydın'ın sınıflaşması ve sınıfın aydınlaşması..."

Aydın, eşitsiz gelişmenin bir sonucudur. Bu durum tarihsel-toplumsal bilincin, toplumun bu kesiminin elinde birikmesini zorunlu kılar. Bu “zorunlu kötülük” işçi sınıfına bilincin dışarıdan taşınmasının da nedenidir. Ancak işçi sınıfı ile birleşen bilinç, tarihi değiştirme gücünü kazanabilir.

Bu eşitsiz gelişmenin yarattığı çift taraflı “kötülüğün” o toplumsal şartlarda mümkün tek telafisi de, ifadesini proletarya partisinde bulur. Bir yandan işçi sınıfı, toplumun kültürel birikiminin dışında olmasının getirdiği, kendisi için sınıf olma şansını kendi öz dinamiği ile yaratmaktaki güçlükten kurtulur ve kendisi için bir sınıf olma şansını elde eder; diğer yandan da, bir aydın malı olarak kaldığı müddetçe yalnızca anlamayı ifade eden ama hiç bir zaman değiştirme gücünü ifade edemeyen “bilinç”, bir değiştirme iradesine dönüşür; aydın proletarya ile birleşir, proletarya ihtilalcısı olur.

Lenin bu durumu genel hatlarıyla şöyle formüle etmektedir; "... sosyal-demokrat işçi sınıfı hareketinde aydınların ve proletaryanın (işçilerin) işlevleri arasındaki ilişki belki de, oldukça iyi bir isabetlilik derecesiyle, şu genel formülle dile getirilebilir: Aydın kesimi sorunların 'ilkesel olarak çözümünde, planlar yapmakta, eylem gereği konusunda akıl yürütmekte ustayken, işçiler davranır ve renksiz kuramı, yaşayan gerçekliğe dönüştürürler.” (Partinin Yeniden örgütlenmesi, Lenin)

Bu ilişki basit bir işbölümünden öte karşılıklı bir etkileşimi de anlatmaktadır. Bu durumda “felsefeci”, durarak ve sırtını geleceğe, yüzünü geçmişe dönerek tarihin akışını yorumlamaya çalışmak yerine, sınıflar mücadelesinde yürüyerek, anlamayı değiştirme faaliyetinin eksenine bağlar.

Aydın oportünizmi, aydının bir “aracı” olduğu görüşüne hiddetle karşı çıkar. Kendi misyonunu böyle tanımlayan bir aydını da, aydın kişiliksizleşmesinin bir örneği kabul eder. O’nun için aydının sınıf içinde “erimesi” fikri tüyler ürperticidir. Olsa olsa halkın, işçi sınıfının seçkinleşmesinden söz edebilir. Halkın, kütlelerin, işçi sınıfının seçkinleşmesi ise pek mümkün değildir. Bu bakışın uzantıları var; halkın içinde “erimek” isteyen aydın "popülist"tir, işçi sınıfının içinde“erimek” isteyen aydın" uvriyerist"tir. Ve bütün bunlar aydın oportünizmine göre aydının misyon duygusunu yitirmesidir. Aydının aydın olmaktan doğan misyonunu temsil etmek şerefi ise haliyle bu baylara ait olmaktadır.

Oysa, aydının sınıfın içinde “erimesi” ile işçi sınıfının “seçkinleşmesi” birbirleriyle doğru orantılıdır. Bu gerçekleştiği zaman aydın sosyal konum olarak kendini inkar eder, işçi sınıfı ise sosyal konumunun tarihsel bilincine ulaşır. Sınıfın öncüsünün kendi tarihsel rolünü kavraması ve aydının sınıfla birleşerek “erimesi” ile bu düzeyde artık sözkonusu olan “proletarya ihtilalciliği”dir.

Bir “aydın hareketi” olmayı, proletarya hareketinin ideolojik-organik bir bütünlüğünün bir eklentisi olarak değil de, iktidar mücadelesinin merkezi saydığımızda, “ideolojik şiddeti” işçi sınıfının örgütsel-politik mücadelesinin bir düzeyi olarak değil de, bir “aydın hareketi”nin asli faaliyeti saydığımızda ortaya çıkan bir politik atalet olacaktır.

 

İşin özü:Açık Parti...

Sosyalistlerin aydın sorununa yaklaşımı net ve sağlıklıdır. Sağlıksız olan ise bir aydının kendi konumundan kalkarak yaptığı aydın değerlendirmeleridir.

Burada iki türlü sağlıksızlık mevcuttur. Aydın oportünizmi, kendi konumunu meşrulaştırma çabası içerisinde aydınları göklere çıkarır, fakat bu asla aydın tabakasına genel anlamda bir önem atfedilmesinden değildir. Onun aydına olan sevgisi kendine olan sevgisinden öte bir şey değildir. Kendi dışındaki aydın potansiyeline karşı sürekli bir savaş halindedir de. Mazide kalmış aydınlara duyduğu sevgisi, çağdaş aydınlara karşı bir nefrete dönüşür.

Bu bir çelişki değildir ve bir iç bütünlüğe sahiptir. Lenin, aydının aydın konumunu koruma hırsına kapıldığı müddetçe, aydın egosunun onu bütün kolektif değerlerin reddine götürdüğünü söylemektedir. Genel olarak aydınları savunduğu anda da o, özel olarak kendi egosunu savunmaktadır aslında.

Bu söyleneler ışığında, aydın oportünizminin, bir “aydının” diğer aydınları eleştirmesini anlayışla karşılarken, neden proletarya ihtilalcıları tarafından yapılan eleştirileri “aydın düşmanlığı”, “köylü kafalılık”, “uvriyerizmin batağına saplanmak” olarak değerlendirdiği de daha iyi anlaşılır.

Aşağıdaki sözler, bu ruh halinin herhalde en güzel ifade edilişidir;

"Aydınlar arası mücadele başkadır, aydını ve aydın hareketini reddetmek bambaşkadır, İkincisi daha çok yapılıyor ve çok büyük ölçüde kısırlığı sergiliyor.”

Bu sözler bizimleyapılan bir “kötü polemikte” sarfediliyor. Yazar, biz de “aydını ve aydın hareketini” reddetmeye yönelik bir tek satır bulup da, şu büyük iddialarını kanıtlayamamıştır.

Kanıtlayamaması önemli değil; ne var ki bilgi birikimi, II. Enternasyonal’den kalma devrimci

basını legal basında çarpıtarak tartışma (ve onunla legal basında alay etme) yönteminden haberdar olmaya elverişlidir. Bize “aydını ve aydın hareketini” reddetme payesini yakıştırdıktan sonra derdini çözümlemeye çalışır. O’nun derdi aydın hareketinin reddedilmesiyle ilgili değildir, O’nun derdi proletarya hareketine aydın eleştirisini yasaklamak ve bu hakkı kendisine saklamaktır.

Bize yönelik “aydın hareketini reddetme” iddiası kanıtlanamaz bir iddia olduğuna göre, yazar, özetlemeye çalıştığımız görüşlerimizi aydına (=kendine) ve “meşruluk” hakkına yönelik bir saldırı kabul edip, bu saldırıyı basit çarpıtmalarla bloke etmeye çalışmaktadır.

Y. Küçük, Aydın Üzerine Tezler’e yazdığı bir önsözde, insan hayatını aşamalandırıyor ve yürüyüp, büyüdükten sonra insanın bir ileri aşama olarak aydın olduğunu, daha sonra sosyalist aydın olduğunu, daha sonra ise reklamcılık yaptığını belirtiyordu. T. F. Yorulmaz ise, son aşama olarak reklamcılığı kabul etmiyor, sosyalist aydının insanın en son aşaması olduğunu söylüyor. Bu bilinçli unutkanlık gerçeği değiştirmiyor. Sadece birilerinin sermayenin değil de kendisinin reklamını yapmak için kendini bile tahrif edebildiğini anlatıyor.

Hayatını örgüt pratiğiyle geçirmiş, bütün üretkenliğini örgütle beraber ortaya koyabilen bir kısım eski “örgüt adamları”, 12 Eylül’ün yarattığı tasfiyeci rüzgarda örgütleri dışında “aydın” olmaya çalıştılar. Ortaya çıkan durum bir zavallılaşma oldu. Aynı sonuç ters bir süreçten de doğabilmekte; hayatını bir birey olarak “aydın faaliyetleri” ile geçirenler, bu konumlarını radikal bir tarzda aşamadan politikanın ayrıntılarına dalmaya çalıştıklarında, yine bir zavallılık durumu ortaya çıkmaktadır. Bunlar yalnızca ortak kaderi değil gittikçe ortak mekanı da paylaşmaktalar. Ve bunun adına da “Açık Parti” dir..

Toplumsal Kurtuluş yazarının hedeflediği bir tek amaç vardır. İntikam almak. Dört dergi sayfası tutan yazısında biz kendi platformumuzdan tartışma sürdürmek için fikir aradık ve yalnızca kırıntılara rastladık, onlarla tartışmaya çalıştık. Yazının geri kalanı ise “bir avuç çamur”dur.

* "Kendi aydın hareketini, mevcut düzeni sarsacak ve yenisini kuracak aydın topluluğunu savunmayan, yaratmayan, yaşatmayan hiç bir harekete ciddi ve devrimci gözüyle bakmamak gerektiğini düşünüyorum.“ (Toplumsal Kurtuluş, sayı:41, Aydınlar, Kalıplar ve Korkular, siyahlar bizim)

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

PAPAZIN BAĞI: BİR CENNET PARÇASININ HİKAYESİ...

ANKARA’NIN İKİ YÜZYILANA DAMGA VURMUŞ BİR TARİHİ YAPIT: ABİDİNPAŞA KÖŞKÜ

şarap,kadın,şiir...-şiir-