AKP neyin temsilcisi?
AKP çevrenin demokratik taleplerinin temsilcisi, bu
talepleri merkeze taşıyan ve dolayısıyla toplumun demokratikleşmesine hizmet
eden bir güç olarak sunuldu. Hele de AKP’nin AB ile uyumlu bir ilişki
içerisinde gözükmesi, AB’ye yönelik bazı adımlar atması bazı çevrelerce, bu
partinin Türkiye’nin sivilleşmesi, demokratikleşmesi açısından önemli bir imkan
olarak görülüp desteklenmesi için yeterli koşul olarak görüldü. AKP’yi artık
devletçi ve militer geleneğe karşı sivil toplumun demokratik tepkisi olarak
görmekte hiçbir engel yoktu. Peki ama gerçekten böyle miydi? AKP’nin bu güne
kadar ki icraatları bu iddiaları ne kadar doğrular nitelikte?
AKP devletçi
burjuvaziye karşı, devlete yaslanmadan kendi ayakları üstünde büyüyen ve
gelişen taşra burjuvazisinin(Anadolu kaplanlarının) temsilcisi idi.
Aslında AKP’nin Anadolu kaplanları olarak nitelenen ve son
20-25 yıldır önemli bir gelişme kat eden yeni bir burjuva kesimin temsilcisi
olduğu büyük ölçüde doğruydu. Ne var ki, bu burjuvazinin devlet imkanlarına
sırtını dayamadan öyle kendi kendine büyüyüp geliştiği ve gelişe gelişe bugün
neredeyse tekelci bir niteliğe kavuştuğu iddiaları ne kadar doğruydu. Bu
burjuvazinin asıl büyümesini gerçekleştirdiği son 10 yıllık süreç. Yıllar boyunca lonca hayatını andırır
durgun bir yaşamın içinde ne uzayıp ne kısalan ve dertlerini bu yaşama en uygun
ideolojiye sahip MNP-MSP çizgisinde dillendirmeye çalışan bu taşra
burjuvazisinin bahtı 80’li yılların ikinci yarısında değişmeye başladı. Ne
olduysa Özal’lı dışa açılma yıllarında oldu. Özal bu kesimlerin önünü açtı.
Devletin olanaklarından, teşviklerinden yararlanmalarını sağladı. Bu kesimler
büyümeye, dışa açılmaya başladılar. Tabi kayıt dışılığın bütün olanaklarından
yararlanmalarına da göz yumuldu. Bu ‘İslam’ın adalet duygusunu’ bayrak yapan
kesimler, işçilerini yok pahasına ve uzun sürelerde çalıştırarak, ucuz
işgücünün avantajını sonuna kadar kullanarak, dışa açılma sürecinde
uluslararası ekonomiye tırnak geçirmeyi başardılar. Ama devlet desteğini de hep
arkalarında hissettiler. DYP-RP iktidarı
döneminde de aynı şekilde korunup, kollandılar. Gelelim AKP dönemine… ‘Devlet
olanaklarına yaslanmayan bağımsız burjuvazinin devlete bağımlı İstanbul
burjuvazisine meydan okuyuşu’ olarak nitelenen bu dönem, tastamam bu yeni
burjuvazinin devlet olanaklarına tümüyle sırtını dayamaya başladığı, bu
olanaklardan sonuna kadar nemalandığı yıllar oldu, olmaya devam etmektedir. Son
on yılın devlet ihalelerine, yerel yönetim ihalelerine, TOKİ ihalelerine
bakıldığında bu ‘bağımsız burjuvazinin’
devlet kaynaklarını nasıl bir vantuz kuvveti ve şehveti ile kendi serveti içine
çekmeye başladığını görürüz. Ayrıca devlet olanakları yalnızca bu kesimin
palazlanması için değil, rakip ve muhalif sermaye guruplarının da
etkisizleştirilmesi ve hatta imhası için en yoğun biçimde kullanılmıştır ve
kullanılmaktadır. Son dönemde patlak veren Dişli olayı, Gaziantep olayı, Batman
olayı yalnızca, ‘islamcılık, dürüstlük, temizlik’ iddiaları ile iktidar olan
AKP’nin İslamcılığının ‘Rabbena, hep bana!” islamcılığı olduğunu ortaya koyan
yeni kanıtlar olduğu için anlamlı değil… Aynı zamanda devlet kaynaklarının bu
yeni sermaye oluşumu sürecinde nasıl ve
ne boyutta kullanıldığını ortaya koyan yeni kanıtlar olduğu içinde önemli.
AKP aynı zamanda sivil toplumun ve çevreye ait kimliklerin
temsilcisi olarak görüldü ve desteklendi. Hep dışlanan taşra İslam’ının, halkı
dışlayan dayatmacı devlet laikliğine karşı tepkisinin siyasal ifadesi olarak
kabul edildi. Topluma tek bir kimlik dayatan modernist ve pozitivist merkeze
karşı farklı kimliklerin temsilciliğini üstleneceği umudu yaygınlaştırıldı. Ama
bu partinin uyguladığı politikalarla alttan alta sivil toplumu öldürdüğü
görülemedi. Çağdaş bir toplumda devlet dışı alanın demokratikleşmesini
sağlayan, güvence altına alan sendikal örgütlenmeler, üniversiteler, çevreci
örgütlenmeler, kadın hakları örgütlenmeleri, Alevi örgütlenmeleri, spontane
sivil tepkiler AKP iktidarınca -istisnai değil- sürekli bir tarzda en kaba
biçimlerde saldırıya uğradı. Başbakan Tayip Erdoğan kendisini protesto eden bir
köylüye, üniversite öğretim görevlilerinin protesto amacıyla Van’a yürüyüşüne,
çevreci kuruluşların protestosuna en yakışıksız biçimde saldırmakla kalmadı,
kitle örgütlerini iktidara bağlamaya çalıştı, bağlayamadıklarını bölücülükle,
marjinallikle suçladı. 1 Mayıs’ta kendisini dinlemeyenlere ne yapılacağını
fiili biçimde gösterdi. İşin bir cephesi bu. İkinci ve daha önemli cephesiyse,
ekonomik, sosyal, dinsel kimliklere dayalı bu çağdaş örgütlenmelere karşı tavrı bu olan iktidarın,
öte yandan da topluma dayattığı
demokrasi dışı cemaatleşmedir. Zaten zayıf olan sosyal güvenlik uygulamalarını
adım adım tasfiye eden AKP, bunun yerine
keyfi, süreğen olmayan bir sosyal sadaka sistemini uygulayarak
demokrasinin ve sivil toplumun en temel şartı olan bağımsız bireyi ve yurttaşı
ortadan kaldırıp, onları kendisine bağımlı kılmaya başladı. Bu yardımları
almanın üstü örtülü koşulunun parti örgütlerinin ve belli cemaatlerin şefaatini
almaktan geçtiği inancı alttan alta
yaygınlaştırıldı ve varoşlardaki yoksul insanlar birey ve vatandaş kimliğinden
uzaklaştırılıp bu cemaatlerin müritleri durumuna getirildi. Bu uygulama
yalnızca yoksullar açısından da geçerli değil… Şimdi unutulmaya yüz tutan Ali
Dibo olayından öğrendiğimize göre
partiyle ve belediyelerle herhangi bir işi olan ya da ihale peşinde
koşan insanlar açısından da geçerli. Kısacası sivil toplumcu diye övülen AKP
bir yandan çağdaş sivil toplumu etkisizleştiren, baskı altına alan uygulamalara
imza attığı gibi, öte yandan da toplumda cemaatleşmenin yaygınlaşması için
büyük gayret ve mesai harcadı.
AKP’nin bürokrasiye hakim olan elitist-Kemalist kadroyu
tasfiye edeceği ve böylece bürokratik tahakkümün zayıflatılacağı söylendi. AKP
bu açıdan da demokrasiye hizmet verecek bir parti olarak görüldü. Ne var ki,
böyle bir kadrolaşmanın varlığı son derece abartılı bir iddiadır. AKP’den çok
önce, 12 Eylül, AKP, DYP-RP dönemi kadrolaşmalarına bakıldığında bunların büyük ölçüde bugünkü AKP çizgisine
yakın bir kadrolaşma olduğu ve bunların büyük çoğunluğunun da son 20 yıldır
bürokraside etkin konumlarda bulundukları görülür. İşin garip tarafı
anti-militer olduğu söylenen ANAP ve AKP dönemlerinde bütün militer kurumlarda
kadrolaşmak için özel bir çaba harcandığı ve Emniyet içinde bu çabanın hayli
başarılı olduğu görülmektedir. Dahası bu çevrelerinde artık kendilerine ait
derin devlet organizasyonları bulunduğu kamuoyu nezdinde yaygın bir kanaat
halini almıştır. Son YÖK; rektörlük atamaları, yargıya dönük girişimler de sözü
edilen Kemalist kadroların son mevzilerinin de ele geçirilmeye çalışıldığını
göstermektedir. Böyle bir kadrolaşma stratejisi ise, insanda demokrasi
umudundan çok diktatörlük kaygısı yaratacak bir niteliktedir.
AKP’nin yalnızca devlete bağımlı sermaye değil, devlete
bağımlı basın döneminin de sonunu getireceğini söyleyenler oldu, işin tuhafı
hala da var. Türkiye’de devlet merkezli bir basın geleneği olduğu ve bunun da
basın özgürlüğü açısından bugüne kadar son derece olumsuz bir tabloya kaynaklık
ettiği aşikar. Bu basın kuruluşlarının devletten nemalanmayı bir alışkanlık
haline getirdiği, basın kuruluşlarının bu nemalanma sürecinin etkili bir silahı
olarak kullanıldıkları doğru.Türkiye’de
basın özgürlüğünü sağlamak için köklü yasal
düzenlemelere gereksinim olduğu da bir o kadar doğru. Bunlar doğru da…
AKP’nin devletten bağımsız basın sürecinin temsilcisi ve mimarı olduğu da yok,
olmaya niyeti de yok. Az değil AKP ikinci dönemdir ve üstelik tek başına
iktidarda. Hadi kredi verelim işleri
çoktu, bu basın özgürlüğünü sağlayacak düzenlemelere sıra gelmedi ve bu tür
adımları atamadı. Ama böyle bir misyon beklenen bir partinin hiç olmazsa bu
misyonun tam tersi doğrultuda hareket etmemesi beklenir. Bazı gazetelerin ve
TV’lerin nasıl ve ne koşullarda AKP yandaşlarınca alındığını biliyoruz. Bazı
muhalif basın kuruluşlarının üzerindeki çok sıkı mali denetimi biliyoruz. Bu uygulama sonucunda batan
muhalif basın kuruluşlarının AKP yandaşlarınca hemen bir çırpıda nasıl ele
geçirildiğini biliyoruz. Daha ötesini merak edenler için de Forbes Türkiye ve
Medya Takip Merkezi’nin ortaklaşa yaptığı Kamu Reklam Harcama Araştırmasına
bakmalarını salık veririm. 2005-2007
arasında parasal kaynak bakımından ikiye katlanan kamu reklamlarının
hangi basın kuruluşlarına aktarıldığı ve hangi basın kuruluşlarının bundan
mahrum bırakıldığı görülürse, AKP iktidarının devlet kaynaklarıyla besleme yeni
bir basın yaratırken, bu aynı kaynakları muhalif basını cezalandırma için
kullandığı çok açık biçimde görülecektir. AKP basın özgürlüğü ne kelime basına
tam da Kasımpaşalı külhan edasıyla “ya benim olursun ya da kara toprağın”
mantığı ile yaklaşmaktadır.
Son söz ise: Samimiyetle ve özgürlükçü duygularla AKP’ye
destek veren dostlara…Eğer pek çok
açıdan kokuşmuş bugünkü sisteme özgürlükçü, demokrat, eşitlikçi, anti-militer
bir seçenek oluşturulacaksa bunun yolu bu ülkede özgürlükçü bir sol çizgiyi
oluşturmaktan geçiyor. Ve biz, siz geç kalırsak; bu kötü gidişatın sonunda
varılacak yer karanlıktan başka bir yer değildir. Ve bilelim ki, bu durum
karşısında da bizler AKP’den de, otoriter devlet geleneğinin temsilcilerinden
de daha az suçlu olmayacağız (2009)
Yorumlar
Yorum Gönder