Yeni Vahşi Kapitalizm ve Özelleştirme - 2

Özelleştirme saldırısının gündeme gelmesinin temel nedenlerinin, sermayenin karlılık ve pazar krizine girmesi, tek tek kapitalist devletlerin mali krizi ve uluslararası borç krizi olduğunu belirtmiştik. Bu krizi aşmak için öngörülen sermaye programı, doğası gereği işçi ve emekçiler üzerindeki sömürünün daha da artmasını hedeflemektedir. Sermaye, kar krizini sömürüyü daha da artırarak aşmak istemekte; kapitalist devletler mali krizi ilk elde sosyal güvenlik, sağlık, eğitim vb. harcama kalemlerini kısarak aşmaya çalışmakta; uluslararası borç krizinin faturası özellikle azgelişmiş ülke emekçilerinin sırtına yüklenmeye çalışılmaktadır. Özelleştirme ise, tüm bu amaçlara ulaşabilmek için sermaye tarafından kullanılan araçlardan biridir.

Sermayenin karlılık krizini atlatabilmesi, sömürü dozajını daha da artırabilmesine bağlıdır; bu ise, işgücünü işsizlik baskısı ile disipline ederek sınıfı kendi içinde atomize edebilmesine, örğütsüzleştirebilmesine ve tüm bu yollarlada ücret düzeyini aşağıya çekebilmesine... Özelleştirmenin sermayenin bu politikasındaki yerini, Türkiye'deki gerçekleri temel alarak göstermeye çalışalım.

12 Eylül rejimi koşullarında, baskı ve dipçik gölgesinde uygulanabilen düşük ücret politikası, 1989'dan sonra işçi hareketinin karşı baskısı ile bozulmaya başlayınca, bu tarihten sonra düzen, bu aynı politikayı daha değişik araçları kullanarak uygulamaya çalıştı. Tensikat, taşeronlaştırma, sendikasızlaştırma vb. gibi birbirine bağlı olarak gündeme getirilen politikaların tümü bir tek amaca, düşük ücret politikasına hizmet ediyordu. Sermayenin bu sömürü politikaları özellikle de özel sektörde küçümsenmeyecek başarılar elde etti. Bugün özel kapitalist işletmelerin en büyüklerine bakıldığında, bu kapitalist işletmelerde taşeron işçi çalıştırma oranının %30-50 arasında değiştiği görülmektedir. Demek oluyor ki, bugün sözkonusu özel kapitalist işletmeler bu oran kadar örgütsüz, en düşük ücret seviyesinde ve hatta sigortasız işgücü çalıştırmaktadırlar. Kapitalistler bu kadarıyla da yetinmemekte, taşeron, geçici ve yevmiyeli işçi istihdamım her geçen gün artırmaktadırlar. Giderek toplusözleşme yerine bireysel sözleşme ve iş değerlendirme sistemleri ikame edilmeye çalışılmakta, başta sendika ve sigorta kazanımları olmak üzere işçilerin tüm kazanımları teker teker geri alınmaktadır.

Benzer sömürü politikaları, uzun süredir kapitalist devlet işletmelerine, KiT'lere de dayatılmaktadır. Bu işletmelerde de sermayenin politikaları açısından bir başarı sözkonusudur. Ama bu, özel kapitalist işletmelere göre kısmi ve hedeflenenden uzak bir basarıdır. Bunun en önemli nedeni ise, KiT'lerde çalışan işçilerin, özel kapitalist işletmelerde çalışanlara göre, sendikal anlamda çok daha örgütlü olmalarıdır. Ücret, örgütlenme vb. açılardan, özel kapitalist işletmelerde çalışan işçilerle kapitalist devlet kuruluşlarında çalışan işçiler arasındaki kazanım farklılığını ortaya koyduğumuzda bu tabloyu daha anlaşılır hale getiririz. Böylece aynı zamanda, özelleştirme ile ne amaçlandığı, özelleştirmenin işçiler açısından ne tür sonuçlar doğuracağı sorusuna da dolaysız bir yanıt vermiş oluruz.

KiT'lerde çalışan işçilerin hemen tümü sendikalı ve . sigortalıdır. Türkiye'deki sendikalar ağırlıkla KiT'lerde örgütlüdür. Bu açıdan özel kapitalist işletmelere baktığımızda ise durumun çok daha farklı, daha doğrusu çok daha vahim olduğunu görürüz. Özel kapitalist işletmelerde çalışan işçilerin %94'ü sendikasız, %60'ı ise sigortasızdır. 2.5 milyon işçi sigortalı ama sendikasızken, 3 milyon civarında işçi sigorta hakkından dahi yoksundur. İki kesim arasındaki bu farklılık, işçi ücretleri açısından da benzer özellikler taşımaktadır. Bir hesaplamaya göre, KiT'lerde çalışan ve en düşük ücret alan son 100 bin kişi ile özel kapitalist işletmelerde çalışan ve en yüksek ücret alan ilk 100 bin kişinin gelir düzeyi aşağı yukarı eşit durumdadır. KiT'lerle özel sektör arasındaki ücret farklılaşması, KiT'lerde çalışanlar lehine bire üç düzeyindedir. Taşeron ve fason yöntemi KiT'lere göre özel sektörde çok daha yaygındır.

Bu tablo KiT'lerin özelleştirilmesi ile, işçilerin ne tür sonuçlarla karşılaşacağı hakkında da açık bir fikir vermektedir. Özelleştirme aracılığıyla sermaye, KiT'lerde çalışan işçi ve emekçilerin özel sektör işçilerine göre nispeten daha ileri kazammlarma saldırarak tüm işçi ve emekçilerin gelir ve çalışma koşullarını daha da ağırlaştırmayı, sömürünün düzeyini daha da artırmayı amaçlıyor. KiT'lerin özelleştirilmesiyle yaygın bir işsizlik gündeme gelecek, işgücünün kendi içinde rekabeti artacak, böylece de çalışma ve ücret koşulları toplam olarak bugünkü düzeyinin çok daha altına çekilmiş olacaktır. Demek oluyor ki, özelleştirme ile sermaye tarafından gündeme getirilen, KiT'lerin özel sektöre basit bir mülkiyet devrinden ibaret değildir. Aynı zamanda fazla istihdam ve zarar demagojileri eşliğinde, KiT'lerde çalışan işçiler, özelleştirme saldırısı aracılığıyla sokağa bırakılmak istenmektedir. KiT'lerde çalışan 500 bin işçinin işine son verileceği bizzat sermaye hükümeti tarafından açıklanmaktadır. Özelleştirme uygulamasıyla sağlanmak istenen, KiT'lerin işçisiz ve sendikasızlaştırılmış bir biçimde, özel sermayedarlara devredilmesidir. Böylece, KiT'lerin yeni patronları, kendi istedikleri, dayattıkları koşullarda yeniden işçi istihdamı olanağı elde etmiş olacaklardır. Bu istihdamın hangi koşullarda olacağını ise, özel kapitalist işletmelerin bugünkü durumu yeterince açık bir biçimde göstermektedir. Kısacası özelleştirmenin işçiler açısından ilk sonucu işsizlik, sendikasızlaştırma, taşeronlaştırma, düşük ücret, sigorta hakkının elinden alınması vb. olacaktır.

Belirttiğimiz, ama burada yeniden altını çizme gereğini hissettiğimiz son derece önemli bir olgu da şudur: KiT'lerin özelleştirilmesinden yalnızca KiT'lerde çalışan işçiler değil, başta özel kapitalist işletmelerde çalışan işçiler olmak üzere tüm emek cephesi zarar görecektir. Birincisi, KiT'lerde sağlanan kazanımlar hiçbir zaman özel kapitalist işletmelerde çalışan işçilerin aleyhine olmamış, tersine olumlu bir "emsal" olarak onların kendi çalışma koşullarını düzeltme mücadelesini kolaylaştırmıştır. İkincisi, KiT'lerin özelleştirilmesi ile yaygınlaşacak olan işsizlik, bu kesimde çalı­şan işçiler üzerinde de bir düşük ücret ve sendikasızlaştırma baskısına dönüşecektir. İşsizliğin artışına paralel olarak sınıf içi rekabet artacağı için ücret düzeyleri tüm sektörlerde bugünkü seviyenin çok altına düşecektir. Sağlık, eğitim, haberleşme vb. alanlardaki özelleştirmeler ise, başta bu işkollarında çalışan işçi ve emekçiler olmak üzere tüm emekçilerin yaşam ve gelir düzeyini gerileten sonuçlar doğuracaktır.

Özelleştirme ile, burjuvazi aynı zamanda "sosyal devlet"in sonunu ilan ediyor. Bu, kapitalist devlet tarafından, artığın bir bölümünün sağlık, eğitim ve sosyal güvenlik harcamaları için ayrıldığı dönemin kapanması anlamına gelmektedir. Gerek izlenen birikim modelinin kendi iç mantığı, gerekse emekçilerin mücadelesi ile, bu alanlar geçmiş dönemde tümüyle kar güdüsünün hakim olduğu alanlar olmaktan çıkmıştı. İşçiler ve emekçiler sağlık ve eğitim hizmetlerinden nispeten daha kolay bir biçimde yararlanıyorlar, sosyal güvenlik aracılığıyla gelecek kaygısından bir parça da olsa kurtulabiliyorlardı.

Bugünse tüm bu alanlarda da özelleştirme gündemde. Böylece kapitalist devlet kendisi için önemli bir yük olan bu harcamalardan kurtularak mali krizini bir parça hafifletebilecek, sermaye ise bu alanları tümüyle kar ve pazar ilişkileri içine çekerek kar oranlarındaki düşmeyi sınırlandırmış olacaktır. Sermaye cephesindeki hesap ve beklenti budur.

Bu nedenledir ki. sağlık ve eğitim başta olmak üzere, tüm sosyal hizmetler alanları özelleştirme kapsamındadır. Bugün Türkiye'de, ilköğretimden yüksek öğretime tüm eğitim sistemi hızla özel kapitalistlerin eline geçerken, buna paralel olarak devlet okullarındaki eğitimin kalitesi de gün be gün daha da kötüleştirilmektedir. Benzer sürecin sağlık, haberleşme alanlarında da yaşandığına tanık oluyoruz. Kapitalist devlet, üzün süredir bu hizmet alanlarına kayda değer bir kaynak ayırmıyor. Sağlık alanında her gün yeni yeni özel hastaneler, sağlık kuruluşları devreye girerken, devlet bu alana hiçbir yeni yatırım yapmıyor, giderek bu alandan çekiliyor. Mevcut devlet hastaneleri ise, bir an önce özelleştirilmeye çalışılıyor.

Kapitalizmin krizinin yoğunlaştığı,  sosyalizm mücadelesinin gerilediği bu dönemde, kapitalist devlet, yüzündeki "sosyal" maskeyi gereksiz bir yük olarak görmektedir. Bu gereksizleşen yükü bir tarafa atarak, artık işçi ve emekçilerin karşısına bütün çirkinliği ve vahşetiyle çıkıyor. "Parası olmayan eğitim ve sağlık hizmetinden yararlanamaz." Tüm bu uygulamalar aracılığıyla sermayenin söylediği işte budur.

Özelleştirmenin önemli sonuçlarından biri de, tekellerin egemenliğinin daha da artması, tüm kapitalist dünyada uluslararası sermayenin egemenliğinin boyutlanarak pekişmesidir. Bunun anlamı ise açıktır. Eşitsiz ve sömürüye dayalı uluslararası ilişkilerin daha da eşitsiz bir nitelik kazanması, uluslararası sömürünün geçmişe göre çok daha dolaysız biçimlerde' gerçekleşmesi... Dev tekeller, büyüdükçe ve uluslararasılaştıkça, buna paralel olarak gittikçe büyüyen bir pazar sorunuyla karşılaşmaktadırlar. Yeni pazarlar bulamazlarsa, yalnızca dünya üzerindeki etkinliklerini kaybetme tehdidiyle değil, ulusal ekonomi içindeki tekel konumlarını da yitirmek riskiyle yüzyüze kalmak­tadırlar. Bu nedenle her ne pahasına olursa olsun yeni pazar alanları bulmak bu dev tekeller için yaşam şartıdır. Bunun bilinciyle sürekli yeni pazar, yeni karlılık alanları aramaktadırlar.

Bunun son zamanlarda iyiden iyiye yaygınlaşan yollarından biri de, azgelişmiş kapitalist ülkelerdeki karlı ve verimli şirketlere, özellikle de büyük tekel konumundaki KiT'lere ortak olmak, ya da doğrudan satın almaktır. 1970 itibarıyla Avrupa kökenli uluslararası şirketler, dış birimlerinin üçte ikisini bu yolla edinmişlerdir. Aynı tarihlerde ABD şirketleri için bu oran %50'nin üzerindedir. Büyük ölçekli, verimli, kendi ülkesinde tekel konumda olan stratejik önemdeki KiT'ler bu uluslararası tekellerce satın alınmaktadır. Türkiye'de yaşanan özelleştirme sürecine döner, örnek­lerimizi buradan seçersek görürüz ki, bu aynı süreç Türkiye'de de işlemektedir. Türkiye'deki özelleştirme uygulamasında da, en karlı ve en önemli KÎTlerin uluslararası yabancı sermayeye satıldığını görüyoruz, ÇÎTOSAN, USAŞ, TELETAŞ, NETAŞ bunlardan başlıcalarıdır. PTT'nin "T'sinin de uluslararası yabancı sermayeye satılmak istendiğini biliyoruz. Daha bugünden bazı stratejik sektörler yabancı sermaye. denetimine girmiş durumda. TELETAŞ ALCATEL'in, NETAŞ Northern Telecom'un denetimine girmiştir; bu sektördeki üçüncü firma olan SIEMENS ise zaten bir yabancı sermaye kuruluşudur. Çimento sanayini ise, Fransız şirketi olan Française Cement denetler hale gelmiştir. Bu sürecin, yoğunluğunu artırarak süreceği kesindir.

Yabancı sermayenin bu artan egemenliği de göstermektedir ki, özelleştirme politikası aynı zamanda bir sömürgeleştirme politikasıdır. Uluslararasındaki eşitsiz ve sömürüye dayalı ilişkilerin daha da pekiştirilmesi ve çok daha dolaysız hale getirilmesidir, îşçi ve emekçiler üzerindeki sömürü ve baskının daha da katmerleşmesidir.

İşçi sınıfı ve emekçiler, sermaye düzeninin özelleştirme saldırısına direnmelidirler. Aksi takdirde yukarıda saydığımız tüm olumsuz sonuçlarla yüzyüze gelmek, yılların mücadelesi ile kazanılan tüm hakları kaybetmek kaçınılmaz son olacaktır. Bu saldırı geri püskürtülemediği takdirde, işçi ve emekçiler sosyal ve ekonomik alanda, yaşam ve gelir düzeylerinde korkunç bir yıkımla karşı karşıya geleceklerdir.

Kuşkusuz bu mücadelenin başarısı, mücadelenin hangi perspektifle, ne biçimde, hangi yöntemlerle gerçekleştirileceğiyle  sıkı sıkıya bağlantılıdır. Bugün, özelleştirmeye karşı olduğunu iddia eden çok çeşitli çevreler vardır. Sendika bürokrasisi başta olmak üzere bazı çevreler açısından bu tavrın, sözde bir karşıtlıktan, işçileri oyalama ve tereddüde düşürme taktiğinden öte bir anlamı yoktur. Özelleştirmeye karşı olan başka bazı çevreler açısından ise sözkonusu olan, özelleştirme sorununa ve ona karşı mücadeleye yanlış bir perspektiften yaklaşmaktır.

Özelleştirmeye "karşıt" olarak savunulan (ya da savunulduğu iddia edilen) bu "yanlış" tutumları üç ana başlıkta özetlemek mümkündür.

*      Özelleştirmeye alternatif olarak "devletçilik"i ve"sosyal devlet'i savunmak...

*      Sözde, özelleştirme politikasını "dizginlemek" için bu işletmeleri işçilerin-sendikaların satın almasını savunmak...

*      Son olarak da,  özelleştirmeyi kapitalizm içi basit bir mülkiyet devri olarak görüp, özelleştirmeye karşı mücadele sorununu önemsizleştirmek...

Birinci görüştekiler, örtülü ya da açık biçimde KiT'lerin halkın malı olduğunu düşünmekte ve savunmaktadırlar. Bu görüşü savunan sözde sosyalist sıfatlı bazıları ise daha da ileri giderek devlet işletmelerinin en yaygın taban mülkiyeti biçimi olduğunu, bu sayede planlı ve dengeli bir kalkın­manın sağlanacağını iddia etmekteler. Bu görüştekiler, KiT'leri kapitalizm içinde ama kapitalizme karşıt olarak oluşmuş kamu mülkiyeti adacıkları olarak görmektedirler. Kapitalizmin yaşadığı umulmadık büyüme koşullarında hayata geçmiş olan "sosyal devlet" uygulamasını kapitalizmin genel eğilim ve ihtiyaçlarından tümüyle bağımsız bir olaymış gibi ele almakta ve "sosyal devlet'i kendi içinde amaçlaştırmaktadırlar.

KiT'ler ve özel kapitalist işletmeler birbirinin karşıtı değildir. Her ikisi de kapitalist mülkiyettir. Her ikisinin de işleyiş mantığı artık değer sömürüsüne dayanır. Bu iki kapitalist mülkiyet biçimi dün de, bugün de birbirinin alternatifi olmak bir yana, azami kar esası temelinde birbirini bütünleyen iki ayrı kapitalist mülkiyet biçimidir. Belli tarihsel dönemlerde, konjonktürel durumlarda, kapitalist gelişmenin ihtiyaçlarına bağlı olarak iki mülkiyet biçimi arasında denge değişebilir. Kapitalist devlet mülkiyetinin alanı daralabilir ya da genişleyebilir. Ama bu, bir başka şeyden değil, tam da sözkonusu iki kapitalist mülkiyet biçiminin birbirini "kar" esası üzerinde bütünlüyor olmasından kaynaklanır.

Tarihte, saf ve katışıksız hiçbir sosyal-ekonomik formasyon yoktur. Kapitalizm de böyledir. Belirtmiştik: kapitalizmde, özel kapitalist işletmelerin en fazla ağırlık taşıdığı dönemlerde bile, her zaman kapitalist devlet mülkiyeti de sözkonusu olmuştur. Bu, özü itibarıyla kapitalizmin temel belirleyici özelliğinin özel mülkiyet olması gerçeğiyle çelişmez. Zira, kapitalizmin temel olarak bir özel mülkiyet sistemi olmasının anlamı, başka hiçbir mülkiyet biçiminin sözkonusu olmaması demek değildir. Bu gerçek bize yalnızca şunu anlatır: tüm diğer mülkiyet biçimleri, kapitalizmde kural olarak özel mülkiyet sistemine, onun işleyiş mantığına bağlıdırlar. Bu temeli zedelemek bir yana, bu temelin güçlenmesine hizmet ederler.

Bu temel gerçeği daha önce vermiş olduğumuz tarihsel örnekler üzerinden de gösterelim. Hatırlanacağı gibi, biz daha önceki sayfalarda, özellikle II. Emperyalist Savaş'ı izleyen dönemde kapitalist devlet mülkiyetinin niçin önem kazandığı sorusuna, bu olayın kapitalizmin gelişme ihti­yaçlarıyla bağını kurarak yanıt vermeye çalışmıştık. Bu gelişmeyi bizzat özel kapitalist kuruluşların da teşvik edip desteklediğini vurgulamıştık. Zira, kolektif bir kapitalist olarak burjuva devlet, tam da bu yolla kapitalizmi sık sık çöküş noktasına getiren dönemsel krizlere daha etkin müdahalede bulunabilmeyi ve ekonomik maliyeti nedeniyle tek tek kapitalistlerin altından kalkamayacağı sanayi yoğun yatırımları üstlenerek kapitalistlerin kar oranlarını artırabilmeyi hedefliyordu. Demek ki, kapitalist devlet mülkiyetinin yaygınlaşmasının temel amacı, özel mülkiyet düzeninin krizden kurtulması ve gelişmesini sürdürebilmesiydi.

Yine hatırlanacağı gibi, kapitalist devlet işletmelerinin azgelişmiş kapitalist ülkelerdeki temel fonksiyonu ise bizzat özel mülkiyet sistemini geliştirip kuvvetlendirmekti. Bu ülkelerde, kapitalist devlet kuruluşlarının bugüne dek yürüttükleri temel işlev, özel sermayeye kaynak aktarmak oldu. Dolayısıyla, KiT'leri ya da başka türden kapitalist devlet kuruluşlarını özel kapitalist mülkiyetle karşı karşıya getirmek, birbirinin zıddı ve alternatifi olarak göstermek, sosyalizm bakış açısından tümüyle yanlış bir görüştür. Bu yaklaşım, kapitalizm konusunda zihin karışıklıkları yaratan, işçi ve emekçi hareketinin bir bütün olarak kapitalizmi hedeflemesini engelleyen, teorik olarak hatalı, politik olarak düzen içi bir görüştür,

Ne var ki, tam da burada belirtilmesi gereken son derece önemli bir sorun daha var. O da şudur: Kapitalist devlet mülkiyetinin yaygınlaştığı dönem ile işçi ve emekçilerin yaşam ve gelir düzeylerinde önemli kazanımların elde edildiği dönemin üst üste düşüyor oluşu nedeniyle, çoğu kez, işçi ve emekçilerin kazanımlarıyla kapitalist devlet mülkiyetinin artışı, kapitalist devlet mülkiyetinin artışıyla "sosyal devlet" arasında dolaysız bir bağ kurulmuştur. Bu düşünüş biçi­minin ise, ikisi de hatalı olan ikili bir sonucu olmuştur. İşçi ve emekçilerin kazanımı için kapitalist devlet mülkiyetinin ağırlıkta olduğu bir "sosyal devlet"i savunmak; ya da işçi ve emekçilerin kazanımlarını savunma adına kapitalist devlet mülkiyeti ve "sosyal devlet"i savunma pozisyonuna düşüleceği endişesiyle özelleştirmeye karşı çıkmaktan, işçi ve emekçi haklarını savunmaktan geri durmak... Biz birinci yanlış eğilime yukarıda değinmiştik. Burada ise ikincisi üzerinde durmak istiyoruz.

Şu ya da bu nedenle "sosyal devlet"i savunmak, özü itibarıyla kapitalizmi savunmak demektir. Zira, artık burada, işçi ve emekçilerin yılların mücadelesiyle elde edilmiş kazanımlarını savunmak değildir sözkonusu olan. Bu hakları kapitalist devlet mülkiyeti ile, kapitalizmin refahı ile, sınıf uzlaşması ile ilişkilendirmek, aslında işçi ve emekçilerin kazanımlarını savunmak adına bu ikincileri savunmaktır.

"Sosyal devlet" ne işçi ve emekçilerin sömürülmesi gerçeğini, ne toplumsal eşitsizlik gerçeğini, ne de kapitalizmin anarşik yapısını ve bunalımlarını ortadan kaldırmıştır. "Sosyal devlet", kapitalizmin, büyüme sürecine girmesinin yardımıyla sınıf mücadelesini dizginleme olanaklarını elde edebildiği bir ara "barışçıl" dönemi ifade eder. Dolayısıyla, "sosyal devlet"i alternatif göstermek, istikrarlı bir kapitalizmi savunmak demektir.

Ama bu ne kadar gerçekse; özelleştirmeye karşı çıkmanın, sosyal güvenlik, ücret, eğitim, sağlık vb, tüm kazanımlarını koruma mücadelesi vermenin kapitalist devlet mülkiyetini ya da "sosyal devlet"i savunmakla bir ve aynı şey olduğunu iddia etmek o derece gerçek dışıdır. Biz bu çalışma boyunca, özelleştirmenin, kapitalist düzen içindeki basit bir mülkiyet el değişimi olarak algılanamayacağını, bu politikanın, işçi ve emekçilerin çalışma ve yaşam koşullarının, geçmiş kazanımlarının pek çok cephede birden tehdit edilmesi anlamına geldiğini göstermeye çalıştık. Özelleştirmenin sonuçları ara başlığını taşıyan bir önceki bölümde bu sonuçların ne olduğu hakkında daha dolaysız bir biçimde durduk. Özelleştirmeyi, kapitalist devlet kuruluşlarının özel kapitalist kuruluşlar haline gedmesinden ibaret bir olay olarak görmek, özelleştirmeye karşı müca­deleyi, iki kapitalist mülkiyet biçiminden birinin tercih edilmesi olarak değerlendirmek, sorunun gerçek kapsamından bihaber olmak, yalnızca yüzeydekini görmek demektir. Çok "sol" görünen bu yaklaşımın asıl vahameti ise, işçi ve emekçileri özelleştirme saldırısı karşısında duyarsızlaştırması, işçileri sermayenin bu kapsamlı saldırısına karşı hazırlıktan yoksun bırakması ve mücadeleye atılma isteklerini zayıflatmasıdır. Ne kadar sol görünürse görünsün, bu yaklaşımın burjuvazinin saldırısına dolaysız bir biçimde hizmet ettiği açıktır.

Sözümona özelleştirme karşıtı olan, gerçekte ise, sermayenin özelleştirme saldırısını kolaylaştırmaya hizmet eden bir üçüncü yaklaşım daha var. Bu yaklaşım ise, başta sendika bürokratları olmak üzere belli bir kesim tarafından savunulan, özelleştirilen KiT'leri sendikaların-işçilerin satın almasıdır. Bu görüşü hatalı olarak değerlendirmek ise zayıf kalır. Arkasındaki niyete, politikalara bakıldığında bunun açık bir ihanet girişimi olduğunu görmek zor değildir.

Çünkü bu sözde özelleştirme karşıtı öneri, sermayenin özelleştirme saldırısına karşı bir mücadele perspektifini tümüyle dışlayan, sermayenin özelleştirme saldırısında yenilgiyi daha baştan kabul eden yenilgici bir öneridir. Sendika bürokratları da bu yenilgici görüşün açık açık propagandasını yapmakta, "özelleştirme nasılsa gerçekleşecek, hiç olmazsa bu KiT'leri sendikalar satın alsın, böylece doğabilecek zarar en aza indirilsin" demektedirler. Özelleştirmenin işçi sınıfı açısından doğurabileceği zararların bu yolla, KiT'leri sendikaların (ya da çalışan işçilerinin) satın alması suretiyle en aza indirilebileceği demagojik safsatasını şimdilik bir yana bırakırsak, bu savunu biçimi bile sendika bürokratlarının sermayenin saldırısını engellemek gibi bir perspektiften tümüyle uzak olduklarını göstermektedir, ikinci olarak, sendika bürokratları bu önerileriyle bir başka yoldan da, işçi sınıfı içinde bireyciliği, özel mülkiyet düşlerini yayarak da sermayeye hizmet etmektedirler. İşçi sınıfının mücadele isteğine olduğu kadar, onun sınıf bilincine de yöneltilmiş açık bir saldırı söz konusudur burada. Bu tür bireyci, özel mülkiyetçi düşlerle tek tek işçilerin daha yüksek gelir düşlerine dalmaları sağlanarak, işçi sınıfı, sermayenin özelleştirme saldırısı karşısında bilinç planında da silahsızlandırılmak istenmektedir. Tüm bunlar açık bir biçimde göstermektedir ki, gerek sınıf içinde bireyci yüksek gelir düşlerini yaygınlaştırarak, gerekse daha baştan yenilgici bir psikoloji yaratmaya çalışarak, sendika bürokrasisi, özelleştirmeye karşı çıkma görüntüsü adı altında sermayeye dolaysız bir destek sunmaktadır.

Bu tür yaklaşımlarla sendika bürokratları işçi sınıfım gerçek dışı ham hayaller peşinde sürüklemeye çalışmaktadırlar. Bu yolla, işçi sınıfının özelleştirmeye karşı kararlı, militan bir mücadele hattı inşa etmesini engellemek istemektedirler. Bir an sendikaların ya da o işletmede çalı­şan işçilerin KiT'leri satın aldıklarını varsaysak bile, bu takdirde de, işçilerin yüksek gelir elde edecekleri, böylece özelleştirmenin doğuracağı zararların en aza indirilebileceği tümüyle gerçek dışı bir iddiadır. Bu tür demagojilerle aynı zamanda, işçi sınıfında kapitalizm konusunda gerçek dışı hayaller yaratılmaya çalışılmaktadır.

İki nedenle bu böyledir. Birincisi: işçi sınıfı iktidarda söz sahibi olamadığı sürece, tersinden burjuvazinin iktidarı orta yerde sapasağlam durduğu müddetçe, burjuvazi bu tür tekil işçi mülkiyetlerinin yaşamasına asla izin vermez. İktidar hangi sınıftaysa politik ve iktisadi gücü de o elinde tutuyor demektir. Para, istihdam, maliye, kredi vb. tüm iktisadi politika araçları, tüm kaynaklar burjuvazinin elindedir. Bu böyle olduğu için, burjuvazi, çıkarları zedelendiği ilk anda, bu araçları kullanarak sözkonusu işletmeleri kötürüm hale getirecektir. Nasıl özelleştirme politikası için uygun şartları yaratmak amacı ile KiT'leri son on yıldır bilinçli bir politikayla çökme noktasına getirdiyse, yarın da bu işletmelere aynı yöntemleri uygulayacağı şüphesizdir. Eğer bu yolla başaramazsa, politik iktidara sahip olmanın avantajına dayanarak başka araçlarla, örneğin zor yoluyla aynı sonuca ulaşacaktır.

İkincisi: bu işletmeler kapitalizmin kurallarına göre, onun sınırları içinde çalışacağına göre gerçekte hiçbir zaman bir işçi mülkiyeti haline de gelemeyeceklerdir. İlk başta bütün işçiler hisse sahibi olsa ve bu hisseler tüm işçiler arasında eşit bir biçimde dağıtılmış da olsa, bu durum çok uzun sürmeyecek, daha büyük bir sermayeyi elinde bulunduran güçler giderek bu hisseleri yutacaklar, kendi ellerinde merkezileştireceklerdir.

Tüm bunlar göstermektedir ki, ne KiT'lerin bugünkü gibi kapitalist devlet mülkiyeti olarak kalmaları, ne de bu işletmelerin mülkiyetinin kapitalizm koşullarında tek tek işçilere devredilmesi, işçi sınıfı için temel hiçbir sorunu çözmeyecektir. Sömürü gerçeği aynı kaldığı gibi, işçi sınıfı kapitalizmin işsizlik, düşük ücret vb. gibi sonuçlarından da kurtulamayacaktır.

Peki kurtuluş yolu yok mu? Elbette var! Kurtuluş işçi sınıfının iktidarıdır. Sorunun gerçek çözümü, ne KiT'lerin bugünkü gibi devlet mülkiyeti olarak kalması, ne de bugünsistem ve burjuva iktidar koşullarında KiT'leri işçilerin ya da sendikaların satın almasıdır. Sorunun tek gerçek çözümü işçi sınıfı iktidarıdır, toplumsallaştırmadır. İşçi sınıfının fabrikadan siyasi iktidara kadar tüm süreçlerde egemen olduğu, bizzat karar süreçlerine doğrudan katıldığı, tüm ekonomiyi toplumun çıkarları doğrultusunda örgütleyip yönlendirdiği bir sistemdir. Bu sistem sosyalizmdir. Yaşanan sosyalizm deneyleri, bazı ciddi zorluklar ve sorunlarla yüz yüze kalmış; bu nedenle de bu ilk deneyimler yenilgiyle sonuçlanmıştır. Ne var ki bunun böyle olması, kapitalizme ve onun insanı hiçleştiren bireyci ideolojisine teslim olmayı getirmemelidir. İnsanlığın alternatifi ve kaderi kapitalizm olamaz. Kan, sömürü, talan, yoksulluk, çevre tahribatı vb. ile dolu 300 yıllık kirli bir maziye sahip olan kapitalizm, insanlığa barbarlıktan başka hiçbir gelecek vaat edemez. Öyleyse yapılması gereken, yenilgilerinden ders çıkararak, işçi sınıfı ve emekçilerin kendi yarattıkları değerleri kontrol edebildiği, emeklerinin ürünlerinin nasıl kullanılacağına, nasıl bölüştürüleceğine bizzat karar verdiği bu düzeni, sosyalizmi yeniden ve daha ileri bir noktadan inşa etmektir. Bunun için doğrudan iktidara talip olmak zorunludur.

Bu süreç mücadele içinde adım adım örülecektir. İşçi sınıfı iktidar mücadelesini başarıya ulaştırmayı hergünkü mücadelenin sıcak pratiğinde, tek tek mevzi direnişlerde burjuvaziyi dize getirerek öğrenecektir. Kazanım elde edemeyen, elde ettiği kazanımlara da sonuna kadar kararlılıkla sahip çıkamayan, tüm bunları öğrenmemiş bir işçi sınıfının başarılı bir iktidar mücadelesi yürütemeyeceği de açıktır.

Sermayenin saldırılarını püskürtmek, giderek bir karşı saldın örgütlemek, işçi sınıfı için yaşamsal bir zorunluluktur. Zira bu saldırı durdurulamadığı takdirde, işsizlik, taşeronlaştırma, sendikasızlaştırma, düşük ücret vb., kısaca bir bütün olarak kötü yaşam koşullarına mahkum olmak kaçınılmaz bir akıbet olacaktır.

Buraya kadar anlatılanlar, özelleştirme saldırısının kapsamlı bir saldırı olduğunu ortaya çıkarmış olmalıdır. İki açıdan bu böyledir: Birincisi: bu saldırı işçi sınıfının sosyal güvenlik, iş güvencesi, örgütlenme, toplusözleşme, sigorta vb. mevcut tüm kazanım ve mevzilerinin altını boşaltmayı hedeflemektedir. İkincisi: bu saldırı, burjuvazinin yaratmaya çalıştığı yanılsamanın aksine, yalnızca işçi sınıfının bir bölümünü ya da yalnızca bir bütün olarak işçi sınıfını değil, tüm emek cephesini birden hedefleyen bir saldırıdır. Özelleştirme bu ikinci açıdan da kapsamlı bir saldırıdır.

Ancak bu gerçekler tam bir açıklıkla görülebildiği takdirde, özelleştirmeye karşı etkili bir mücadele hattı kurulabilir. "Özelleştirme işsizlik demekse, özelleştirmeye hayır!" demek, ya da özelleştirmeye sendikasızlaştırmayı esas alarak karşı çıkmak vb. eksikli ve mücadeleyi daha baştan zaafa uğratan bir yaklaşım olacaktır. Özelleştirme ne tek başına işsizlik, ne tek başına sosyal güvenlik haklarından yoksun olmak, ne tek başına düşük ücret, ne tek başına sendikasızlaştırma, ne tek başına toplu iş sözleşmesi hakkının ortadan kaldırılması vb. vb.dir. Özelleştirme, tüm bunlara eklenebilecek daha bir dizi saldırıyı da içeren, bütün bu kazanmaların tümünü birden hedefleyen bir saldırıdır.

Bu nedenledir ki, örneğin sendikaların "İş güvencesi olursa özelleştirmeye evet diyebiliriz" yaklaşımı, bu saldırının boyutunu daraltan, işçi ve emekçilerin bilinçlerini bulandıran, özelleştirmeye karşı kararlı ve kapsamlı bir mücadelenin önünü tıkayan bir yaklaşımdır. İş güvencesine ilişkin bazı tedbirlerin alındığı, işsizlik sigortası vb.nin gerçekleştiği varsayılsa bile, (ki, bunların dahi gerçek­leşmeyeceği ayan beyan ortadadır) bu kadarı, özelleştirme saldırısının işçi ve emekçiler açısından doğurabileceği zararları önlemekten çok uzak olacaktır.

Özelleştirmeye karşı etkili ve sonuç alıcı bir mücadele hattının kurulabilmesi için gerekli olan diğer unsur da, bu saldırıdan zarar görecek tüm emekçilerin mücadeleye aktif katılımlarının sağlanabilmesidir. Burjuvazinin, bunu engelleme, işçi ve emekçileri kendi içinde bölme çabalarının boşa çıkarılmasıdır. Bilindiği gibi burjuvazi, bilinçli ve ısrarlı bir politikayla, özelleştirme saldırısının yalnızca kamu sektöründe çalışan işçileri hedeflediği propagandasını yürütmektedir. Biz, bu yazıda bunun böyle olmadığını, bu saldırının ilk hedefinin kamu işçileri olmasına karşın özelleştirme saldırısının en başta özel sektörde çalışan işçiler olmak üzere tüm emekçilerin de kazanımlarını yok etmeyi hedeflediğini göstermeye çalıştık. Kamu sektöründe yoğunlaşan saldırı, diğer kesimlerde de daha düşük ücret, sigorta ve sendikal haklardan giderek daha fazla mahrum olmak gibi sonuçlar doğuracağını vurguladık. Ayrıca, özelleştirmenin eğitim, sağlık, haberleşme vb. gibi alanlarda da gündeme getirildiğini, bunun da başta kamu emekçileri olmak üzere tüm emekçilerin bu saldırıdan zarar görmesi anlamına geldiğini vurguladık. Öyleyse, özelleştirmeye karşı mücadele, özelleştirmeden zarar gören tüm emekçileri de kapsayan bir perspektifle ele alınmalıdır. Bu mücadele ortaklığını sağlayacak yol ve yöntemler bulunmalı, buna uygun platformlar oluşturulabilmelidir.

Böyle bir mücadeleye sendika bürokratları önderlik edemez. Onlar, her zaman olduğu gibi bugün de bir oyalama ve erteleme taktiği izlemektedirler. Pek çok deneyim bize göstermiştir ki, sınıfın tepesinde bir ur gibi duran bu bürokratik güruh, kendi çıkarları dışında hiçbir şeye karşı duyarlı değildir. Yeter ki düzen onların yemlerini vermeye devam etsin; yeter ki aidatları yağmalamaya devam edebilsinler. Tüm bunları yapabildikleri sürece, sermaye ve sermaye devletiyle tam bir uyum içerisindedirler. Konumlarını kaybetmek istemezler. Büyük gelirleri, burjuva düzen içerisinde "saygın" bir statüleri vardır. Hemen tümü, en az bir şirket yöneticisinin geliri kadar kazanca sahiptir. Sermaye ile sosyete dünyası ile aynı mekanları paylaşırlar, aynı kokteyllerde ve aynı partilerde buluşurlar. Sermaye düzenine hizmette sadakatleri sayesinde, milletvekilliği ile ödüllendirilerek keselerini daha da doldurmalarına imkan sağlanır. Onların dünyası ile işçi sınıfının dünyası tümüyle farklıdır. Onlar bir başka dünyaya, burjuvazinin dünyasına aittirler. Bu nedenle, bu bürokratik asalak güruhtan işçi sınıfının mücadelesi için kararlı bir tutum, savaşkan bir tavır beklemek yalnızca saflık olur.

İşçi sınıfı, özelleştirme başta olmak üzere, sermaye saldırılarına karşı başarılı bir direniş gerçekleştirmek, sermayeyi geri püskürtmek, ona diz çöktürmek istiyorsa, her şey-den önce tepesinde bir ur gibi duran bu bürokratik güruhtan kurtulmaya çalışmalı ve artık onlardan ihanet dışında hiçbir şey beklememelidir. Kendi çıkarlarının ifadesi olan sınıf örgütlülükleri yaratarak buralarda bir araya gelmeli, mücadelesini bu örgütler etrafında yürütmelidir. "

 

 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

PAPAZIN BAĞI: BİR CENNET PARÇASININ HİKAYESİ...

ANKARA’NIN İKİ YÜZYILANA DAMGA VURMUŞ BİR TARİHİ YAPIT: ABİDİNPAŞA KÖŞKÜ

şarap,kadın,şiir...-şiir-