Türkiye Solu, Kemalizm ve Demokrasi...
Türkiye solunun Kemalizm'le başlangıçta hemhal olan, daha sonraları derin
etkiler taşıyan bir yakınlık ilişkisi yaşadığı bir gerçektir. Bu yüzden solun
Kemalizm'in sınırlılıklarına, ikili karakterine ve gerici yanlarına vurgu
yapmaktan ziyade vurguyu ilerici özü
üzerinde odakladıkları çok uzun bir tarihsel dönem yaşandı Türkiye'de...CHP
geleneği açısından bu durum çok daha kesinken, Ş.Hüsnü'den itibaren Türkiye
sosyalizmi açısından da Kemalizm, bazı
önemli eksikliklerine rağmen genel olarak desteklenmesi gereken bir güç olarak görüldü.
Bu durum CHP geleneği açısından çok daha berrak ve daha az tartışma
gerektiriyor. Eni sonu CHP, Kemalistlerin kurduğu ve hamuru Kurtuluş Savaşı
döneminin ve tek parti yıllarının suyu
ile karılmış bir parti. Her ne kadar 1960'lı yılların sonu ve 70'lerin
başındaki genel sol yükselişle birlikte sosyal demokrasi anlamında sola doğru
bir yöneliş yaşamış ve Kemalizm'in altı okunu sosyal demokrat ilkeler temelinde
yeniden anlamlandırmaya çalışmışsa da, CHP 1980'li yıllardan sonra ülke ve
dünya konjonktüründeki köklü sağ rüzgarlarla birlikte geçmişine, yani
"devlet partisi" olma geleneğine yeniden ricat etmiştir.
Ve fakat bu durum CHP tabanının liberal çevreler tarafından iddia edildiği
gibi tutucu ve muhafazakar, ilerlemeye ve demokrasiye kapalı bir taban olduğu
anlamına gelmez. CHP tabanı, son yirmi yıldır şeriatçılığa karşı laiklik;
emperyalizm güdümündeki bölünmeye karşı üniter cumhuriyet yaklaşımıyla belirli bir süredir"sosyal faşist"
bir tutum içine hapsedilmiş olsa da, sınıfsal ve tarihsel anlamda muhafazakar tabana göre bugünde, daha
demokrat ve ilerici dinamiklerin taşıyıcısı durumundadır.
CHP tabanına yalnızca türban özgürlüğü ya da Kürt sorunu üzerinden bakıldığında
haklı gibi görünebilecek olan tutucu-statükocu ve anti demokrat
değerlendirmesi; kadın hakları; sendikal örgütlenme başta olmak üzere
örgütlenme hakları; demokrasinin daha katılımcı biçimler alması; yerel, etnik
ve dini kökenleri siyasette önemli görme/görmeme gibi genel demokratik
kıstaslar açısından bambaşka bir sonuç ortaya çıkaracaktır. Dahası benim
yüzlerce CHP'li ile yüz yüze görüşmelerde tanıklık ettiğim çok daha ilginç bir
gerçek var: CHP'lilerin belirleyici bir ağırlığı bugün Kürt sorununda ve türban
konusunda tutucu bir refleks gösterirken, "Peki Kürt ve Türk
federasyonlarından oluşan Birleşik Sosyalist Cumhuriyet koşullarında da bu aynı
olumsuz yaklaşımı gösterir misiniz sorusuna " çok büyük bir ağırlıkla "hayır o durum başka" yanıtını
vermektedirler. Çözümün çağdaş laik demokrasiyi, yurttaş egemenliğini
ve emperyalizmden bağımsızlığı pekiştireceğine ve "bölünme" talebiyle birleşmeyeceğine
ikna edilmek koşuluyla, bu kesimlerin Kürt
halkının bütün temel haklarının verilmesine rıza gösterme olasılığı
sanıldığından çok daha yüksektir.
Demek ki CHP tabanındaki tepki Kürt sorununun ve laiklikle ilgili
sorunların her türlü çözümüne değil bugünkü çözümüne bir karşıtlıktır. Zira çok
da haksız olmayan bir biçimde bugünkü çözümün gericileşme ve emperyalist hakimiyetin ülkede ve bölgede
artması sonucunu doğuracağını düşünüyorlar. Onaylanmasa bile anlaşılabilir olan
bu durum hem CHP tabanının demokrasi alanındaki çelişkili tutumunun ve hem de CHP parti yönetimi ile CHP tabanı
arasındaki hoşnutsuzluğun esas olduğu zorunlu birlikteliğinin çözümlenmesi olanağını da bize vermektedir.
CHP tabanı açısından gericileşmeden
ve emperyalizme daha bağımlı hale gelmeden çağdaş bir demokrasi yolunda
ilerlemenin bugünkü mümkün tek seçeneği
Kemalizm'e ve Cumhuriyet değerlerine sahip çıkmak gibi gözükmektedir. Ama aynı
zamanda bu dengeden hoşnutsuzluğunu ve gericiliğe ve emperyalizme de barikat
çekebilecek güçte daha sol ve özgürlükçü seçeneğe olan özlemini de
korumaktadır... Gezi Eylemleri'ne yoğun CHP'li katılımı ve Kemalizm'e ve
Cumhuriyete yönelik olumlu sloganlar atmakla birlikte bu tabanın şoven ve inanç
özgürlüğünü hedef alan bir tutumla öne
çıkmaması bu açıdan bir başka önemli kanıt olmadı mı?
Türkiye Sosyalizmi'nin Rusya okulu
olarak nitelenebilecek olan M.Suphi ve arkadaşlarının Karadeniz'de yok
edilmelerinin ardından Türkiye
sosyalizmine damga vuran Ş.Hüsnü ekibinden 1980'lere kadar -60 öncesinin
H.Kıvılcımlı'sı, 60 sonunun İbrahim Kaypakkaya'sı dışta tutulacak
olursa- Kemalizm'le sosyalist hareket arasında , hemhal olmakla eleştirel destek vermek arasında salınan, çok
yakın bir ilişki olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
Bolşevik Devrimine yakından ve içeriden tanık olan M.Suphi ve
arkadaşlarının aklında bir milli kurtuluş hareketi olarak gelişen Anadolu
Devrimi'nden bir sosyalist devrim
çıkarmakta varken; Ş.Hüsnü TKP'si sosyalist iktidar amacını erken bularak
geleceğe erteliyor ve o günün en temel görevi olarak Kemalizm'i gidebileceği en ileri noktaya itelemeye
dayalı eleştirel destek politikasını yerleştiriyordu. (Ayrı ve uzun bir
tartışma olan bu konuyu ve burada dillendirdiğimiz iddiaları ayrıntılarıyla
okumak isteyenlere "Türkiye Sosyalizmi: Başlangıçtan 1960'a" başlıklı çalışmamızı önererek, asıl konumuza dönelim. )
Bu yaklaşım doğrultusunda da Kemalizm'in laiklik adı altında modern
suniliği esas alan bir yapı kurması; uluslaşma sürecinde Kürt nüfusu dışlayıcı
bir Türk milliyetçiliği geliştirerek Kürtleri asimile edici bir politika
uygulaması; emperyalizmle uzlaşma çizgisinin kısa süre içinde yeniden uç
vermesi; köylülük sorunu ve aşiret yapısı konusunda feodalizmi çözücü radikal
ekonomik-toplumsal adımlara yönelmek yerine anti feodal tutumların kültürel ve
eğitsel çerçeve içine sıkıştırılması gibi burjuva devrimin sınırlılıklarını eleştiren
ve çok daha önemlisi işçilerin/
emekçilerin sendikal ve siyasal planda örgütlenmesinin önündeki ağır yasaklara
karşı uzlaşıcı ve destekleyici bir politika izlendi. Kemalizm'in Kürt sorununu şiddet ve
asimilasyon yoluyla çözme girişimi anti feodal mücadelenin bir parçası olarak
değerlendirilip desteklendi. İktidarın
anti komünist operasyonları ve işçi örgütleri konusunda yasaklayıcı ve baskıcı tutumu,
Kemalizm'in genel ilericiliği adına katlanılması gereken kötülükler olarak
görüldü ve büyük ölçüde sessizlikle geçiştirildi.
Kemalist devrimin tüm bu
sınırlılıkları nedeniyle Kemalizm'in
batıdaki (Türklük diyelim) ile
doğudaki (Kürtlük diyelim) ve büyük
kentlerdeki (modernleşenler diyelim) ile Anadolu'daki (geleneksellik- köylülük
diyelim) sonuçları simetrik değil asimetrik oldu. Gerçi her burjuva ulus devlet
inşası özü itibariyle böyledir ama tarihsel, sınıfsal ve ideolojik kısıtlar
nedeniyle Kemalizm'de çok daha fazla böyle olmuştur. Sonuç itibariyle devrimin
nimetlerini/kazanımlarını pek tadamayan
Kürtler, aşiret yapısının ve feodalizmin tutsağı olmaya devam ettikleri gibi, bir de kimliklerinin tehdit altında olduğu
izlenimiyle devrimle ve Cumhuriyetle büyük ölçüde bütünleşme yaşayamadılar.
Kemalizm'in salt Kürtleri entegre etmek amacıyla öne çıkardığı yeni "suni
devlet kimliği" de şafi ağırlıklı Kürtlerdeki bu yargıyı değiştirmeye
yetmedi. Yine geleneksel ilişkiler içindeki yoksul Anadolu köylülüğü de
devrimle birlikte hayatlarında olumlu anlamda ciddi bir ekonomik ve sosyal
dönüşüm yaşandığını hissedemediler. Kaderleri yine yerel ağa ve eşraflara
bırakıldı. Hayatlarında devrimin önemli kazanımlarını hissedemeyen köylülerin kaderi
de bir kültürel anti feodalizm
kampanyası ile karşılaşmak oldu. Ama
bütün bunlara karşın taşra halkı, Kemalist devlet
örgütlenmesi kurumsal bakımdan daha taşrayı kesin biçimde fethetmeden önce laik
yaşam biçimini benimsemek konusunda önemli mesafeler almış durumdaydı. Zaman
içerisinde laik yaşam biçimini gerileten bir sürecin yaşanmasında Kemalizmin
–yukarıdan devrimci bürokratik elit karakteri değil- burjuva karakteri rol
oynamıştır. Ağa ve eşraf ittifakını tek çare gören Kemalistler Anadolu halkının
ekonomik ve soysal yaşamına ciddi bir kazanım getirememişler ve devletçilik dönemi ile 2. Dünya Savaşı
yıllarında uyguladıkları kırsal alana yönelik baskıcı politikalarla, devrim ile
Anadolu halkı arasına, dinci bir tampon girmesine neden olmuşlardır. Bu dinci
tampon DP döneminde biraz daha güçlendirilmiştir. Ama tüm bunlara rağmen buralarda eşrafın laik
sembollerden dinsel sembollere kayması ancak 60’lı yıllarda belirginleşmeye
başlamış ve halkın ciddi boyutlarda
dinci-muhazafakar ideolojinin prangalarıyla
teslim alınabilmesi ise ancak 1980’li yıllardan sonra yaşanan
gelişmelerle ve izlenen politikalarla mümkün olabilmiştir. 1980 öncesinde var
olan genel taşra muhafazakarlığıyla bugün taşra burjuvazisinde temsil edilen ve
baskıcı-yasakçı zihin dünyasıyla sosyal yaşamı da derinden belirlemeye başlayan
dinci-siyasal muhafazakarlık arasında çok önemli farklılıklar olduğu apaçık
ortadadır. Yani bugün görüldüğü
biçimiyle taşra burjuvazisi ile taşra halkı arasındaki yaşam biçimi ve siyasi
davranış ortaklığı zaten hep var olan değildir. Zaman içerisinde ve özellikle
de 1980’den sonra üretilmiş/yaratılmış
bir durumdur.
Kemalizmin Kürt ve Türk ağa, aşiret
reisi, eşraf vb. ile uzlaşıcı bir tavra yövnelmesi nedeniyle ekonomik ve sosyal
devrim ve dönüşümle birleşmeyen bu kültürel dönüşüm dayatması, Anadolu
köylüsünde devrime ilişkin tersine reaksiyon doğurdu. Ş,Mardin'in deyişiyle
devrimi sadece "öğretmen"le ve "kılık kıyafet"le kırsala
taşamaya çalışan Kemalistlerin bu çabası,
kırsaldaki ağa-eşraf ve "imam"ların karşısında çok sınırlı
bir etkiye sahip oldu. Bu koşullarda "öğretmen, imamı yenemedi".
Devrimin kökleştiği toplumsal kesimler ise büyük kentler nüfusu ve kerhen
Aleviler oldu. Aleviler "Geleneksel
Osmanlı suni islamı"nın yerine daha "modern ve esnek Cumhuriyet suni islamı" nın getirilmesi
nedeniyle görece rahatladılar ve devrimi desteklediler ama devletin suni karakterinin
sürdürülmesinden dolayı da bu kerhen bir destek oldu. Modern kentlerde ,
kırsalın aksine, "totaliter bir tasallut yaratan" Cumhuriyet, burjuva
devrimin kazanımlarını bu bölgelerde
daha fazla realize edebildi. Bireyin oluşumunu sağlayan kapitalist ilişkiler,
kadınların sosyal ve ekonomik hayata katılımı, eğitim ve sağlık hakkı ve
nispeten güvenceli istihdam koşulları gibi alanlarda büyük kentlere devrimin
olumlu kazanımları daha fazla yansıdığı için buralarda kılık kıyafet vb. gibi
tüm kültürel transformasyon çabası da daha fazla başarı kazandı ve kök saldı.
İşte sol, Kürt sorunu, laiklik,
köylülük-toprak sorunu gibi konularda burjuva devrimin etkin bir eleştiricisi
olamadığı ve aksine Kemalist'lerin tüm bu alanlardaki uygulamalarını da
destekler göründüğü için Kemalist
devrimin sınırlılıklarından daha ilerici bir dinamik üretme şansı yitirildiği
gibi, bu bölgelerin daha geri siyasetlerin rahatlıkla at oynattığı alanlara
dönüşmesine; sol ve sağ kavramlarının -sınıfsal
içeriği ile değil de- çarpık biçimde kültürel kodlar üzerinden
algılanmasına fiili ve ideolojik anlamda destek sunmuş oldular. Ayrıca kentsel
sınıfsal mücadelede bu tutum sosyalist mücadele içerisindeki emekçi kesimler
içinde bile Kemalizm'in - çoğu zaman sosyalizmden bile daha güçlü
biçimde- kendisine köklü bir etki
alanı yaratmasına hizmet etti.
Sosyalistler ve Demokrasi...
Sosyalistlerin o dönemdeki demokrasi
anlayışı anti emperyalist ve anti feodal çizgiyi ve kalkınmacı bir ekonomizmi
aşabilen bir anlayış değildi. Ayrıca
Kemalizm'in karşısındaki
güçlü gerici bloğun devrimin
kazanımlarını tümüyle berhava edebileceğine ilişkin değerlendirme; Kemalizm'in
sınırlı demokrasi anlayışındaki ciddi eksikliklerinin bile gereği biçimde
eleştirilmesini de engelledi.
Kemalist halkçı demokrasi anlayışından devrimci halkçı demokrasi anlayışına uzanan bağımsızlıkçı-kalkınmacı anlayışın demokrasi anlayışı “bağımlılık, geri kalmışlık, feodalizm, vb. varken demokrasinin sağlanamayacağı" temel savı üzerinde yükselmekteydi. Aslında bağımsızlıkçı-kalkınmacı solun siyasal yazını izlendiğinde eleştirilen güdük parlamenter demokrasiye karşı alternatif olarak devletçi, planlı ve kalkınmacı bir otoriter rejimin öngörüldüğünü görmek hiç de zor değildir.
Fakat bu genel çizginin yanında çok daha cılız olarak, sosyalist
hareket içinde demokrasinin "liberal" tanımına yakın olanlarda
bulunmaktaydı. Bu kesim, demokrasinin sosyal, ekonomik ve sınıfsal boyutunu
iyice silikleştirmekte, demokrasiyi parlamenter demokrasinin sınırları
içerisinde biçimsel bir siyasi ve hukuki eşitlik ve bu hak ve eşitlikler
düzenin genişletilmesi olarak ele almaktaydı. Ayrıca başta ordu olmak üzere
asker-sivil bürokrasinin burjuva sistem içinde görece özerk ve önemli bir
konuma sahip olması gibi Türkiye’de ki burjuva gelişim sürecinin bazı
özgünlükleri de demokrasi konusunda, sistemin
bir burjuva sistem olmasından daha çok öne çıkarılmaktaydı.
1960'ların sonuna doğru bu süreç değişmeye başladı. 27 Mayıs Darbesi
ve 1961 Anayasası'nın ve ardından yaşanan sol yükselişin iki yönlü etkisi oldu. Bir yandan Kemalizm ve
ordu konusundaki zaafları depreştirdi ama diğer yandan da sosyalist solun
örgütlenme haklarının genişlemesi ve kitleselleşme olanağını yakalamasıyla demokrasi konusunda
kalkınmacı pradigmanın dışına çıkılmaya başlandı. Örgütlenme hakları ve
kitleselleşme çabalarıyla Kemalizmin kürt sorunu, laiklik, köylülük
sorunlarındaki yanlışlarını görme/aşma problemiyle pratik olarak karşı karşıya
geldi. 71 Hareketi bu açıdan daha ciddi bir atılım yaşadı ve 80'lerde sosyalist
hareket daha fazla "halklaşmaya" başladı...
Ama Kemalizmle asıl hesaplaşma 1980
sonrasında gündeme geldi. Kürt hareketinde
yaşanan yükselişinde motive edici etkisiyle sol örgütler Kemalizm'in etkisinde
kalmış olmayı kendi yenilgilerinin önemli nedenleri arasında değerlendirdiler
ve yaygın bir "Kemalizm'den kopuşma" mesaisi yaşanmaya başladı.
1980 sonrasında artık sosyalist
hareket içerisinde Kemalizm ve demokrasi konusunda daha belirginleşen bir kopuş yaşanmaya
başladı. Milli Mücadele yıllarının Kemalizmi genel olarak yine tarihsel ve
siyasal bakımdan ileri bir hamle olarak değerlendirilmekle birlikte; bir
burjuva devrimi anlamanda bile Kürt
sorunu, feodalizm-köylülük sorunu, emperyalizmle ilişkiler ve laiklik
konularında Kemalizm'in ciddi biçimde eleştirilmesi gereken tutumları olduğu
genel kabul görüyor ve özellikle 12 Mart ve 12 Eylül darbelerinin Atatürkçülük
adı altında sola ve sosyalizme karşı bütün gerici güçlerle ittifak içinde
gerçekleştirdiği saldırılar; Kemalizm'le ilgili umutvar yaklaşımları geri plana
iterken; onun en fazla vücut bulduğu ordunun ise artık gerici burjuva devlet aygıtının mücadele
edilmesi gereken bir parçası olarak değerlendirilmesinin yaygınlaşmasına yol
açıyordu. Sosyalist kesimlere egemen olmaya başlayan demokrasi anlayışına
göre; demokrasi mücadelesi burjuvaziyle birlikte değil burjuvaziye
karşı verilecek bir mücadeleydi. Demokrasi mücadelesi ilk olarak ezilen
kesimlerin demokrasi bilincini ve deneyimini geliştirmeleri için; ikinci olarak
"burjuva demokrasisi" nin ezilenler için şartlı, çifte
standartlı ve sınırlı niteliğinin pratik vesilesiyle de görülüp
kavranabilmesi için; üçüncü olarak da bu sınırların, şartların ortadan
kaldırıldığı ezilenlerin demokrasisini kurma bilincinin yaygınlaşabilmesi için
verilmesi gereken çok önemli ve zorunlu bir mücadeleydi . (Ayrıntılı
tartışma için bkz: Demokrasi ve Üç Tarzı Siyaset, Birgün Gazetesi, , )
Türkiye sosyalizminin H.Hilmi, E.Adil gibi simalarda simgeleşen bir liberal
kanadı geçmişte de vardı ama 60'larda Aybar'ın TİP'i ile bu eğilim daha görülür
ve etki bırakır bir hal almıştı. Buna karşın liberal sosyalizm anlayışı
1990'lar öncesinde sosyalist solun hep zayıf bir yanı olarak var olagelmişti.
12 Eylül Darbesi'nin yenilgi ve umutsuzluk ortamında yeşermeye başlayan
liberal sosyalizm anlayışı, 1990'ların ardından reel sosyalizmin çöküşü ve
sermayenin küresel neo-liberal ideolojik saldırısının rüzgarı ile ilk kez sol
içerisinde kendisine önemli bir alan açmaya başladı.
Demokrasiyi askerin sivil karşısında geriletilmesine, etnik ve mezhepsel
kimliksel hakların tanınmasına ve seçim sandığına indirgeyen ve Türkiye'nin
küresel sermaye ile bütünleşmesini demokratikleşmenin önkoşulu gibi gören
liberal sol anlayışlar bu çerçeve içerisinde AKP iktidarının aktif bir
destekçiliğine soyundular.
Dahası liberalizmin alanı içinde tanımlanamayacak bazı sol çevrelerde
Kemalizm'in bir burjuva devrimin ideoloji ve pratiği olduğunu unutarak ya da burjuva devrime
kendisinden öte anlamlar yükleyerek, Kemalizmin işçi ve emekçi örgütlenmesine
düşman, anti-komünist bir öz taşıması gerçeğinden kalkarak, Türkiye'deki
burjuva devrimin,Osmanlı monarşisine karşı atılmış önemli tarihsel ve siyasal
bir adım olduğu gerçeğini önemsizleştirmeye başladılar.
AKP hükümetinin emperyalizme bağımlılığı daha da derinleştirdiğini ve
burjuva cumhuriyetin kazanımlarını yokederek Türkiye'yi yeni bir ortaçağa taşıdığını
düşünen diğer bir kesim de, adeta geçmişteki pozisyonlarına yeniden ricat
ettiler.
Ama tüm bunlara karşın sosyalistlerin içinde azımsanmayacak bir kesim,
egemen sınıflar içindeki taraflaşmayı da yansıtan bu ikileme teslim olmayarak,
demokrasi ve özgürlükler alanında ülkeyi
kemalizmden çok daha geri noktalara taşıyan ( işçi ve emekçi hakları;
örgütlenme hakları, kadın hakları, basın özgürlüğü, güçler ayrılığı, üniversite
özerkliği vb. vb.) AKP gericiliğine karşı mücadele etmeyi ama bunu yaparken de
Kemalizme ilişkin mesafesini ve eleştirel tutumunu sürdürmeyi başarabildiler;
başarıyorlar.
Sonuç yerine...
Kemalizm sosyalistlerin bulunduğu yerden " kapsanarak inkar
edilmesi", "aşılması" gereken özü itibariyle bir burjuva
ideolojisidir. Diğer burjuva uluslaşma süreci gibi sevapları ve çok önemli
eksiklikleri ve ciddi günahları içinde barındırmaktadır.
Ne var ki Kemalizmin her eleştirisini olumlu, demokratik,
özgürleştirci saymak da, tarihsel ve sınıfsal bakış açısından yoksun bu
yaklaşımdır. Kemalizmin özellikle Kürt sorunu ve laiklik kavrayışındaki
esiklikleri görmek ne kadar önemli ve gerekliyse; kimlik sorunlarına daha fazla
toleranslı yaklaşan her akımın demokratik ve özgürleştirici olduğunu düşünmekte
en hafif deyimiyle siyasal bir körleşmedir. "...kuşkusuz ki, etnik/dinsel kimliklere ilişkin hak ve özgürlükler
de demokrasinin önemli bileşenlerinden biridir. Fakat kendi başlarına
etnik-mezhepsel haklar ile demokrasi arasında bire bir bağlantı yoktur.
Demokrasi en başta ve her şeyden önce sınıfsal bir sorundur. Etnik/dinsel
alanda ortaya çıkabilecek kısmi otonomiler örgütlenme ve eylem alanında
altsınıfların artan özgürlükleri ile birleşiyorsa demokrasiye; yok eğer bu
uygulamalar alt sınıfların eylem ve örgütlenme alanında daha fazla baskılanması
ile birleşiyorsa yalnızca modern bir cemaatler düzenine; yani toplumsal
partikülarizme kaynaklık ederler." (Demokrasi
= Parlamento+oy hakkı+sivillik? -Mahmut Üstün- Sendika Org.)
Burjuva modernizminin ilerle(t)meci otoriterizmini, burjuva post-modernizm'inin
aydınlanma karşıtlığı ile aşamayız... Kemalistler kendi dönemlerine göre
sınırlılıklarla ve hatalarla dolu olsada ileriye bakıyorlardı... Şimdikiler ise
geriye bakıyorlar ama yöntemleri eleştirdikleri Kemalistlerin yöntemleriyle aynı...
Kemalizm'i özgürlükçü ve eşitlikçi bir yaklaşımla elbette
aşalım... Ama cemaat birliği ile kelepçelemek kaydıyla etnikliklere sözümona
"hoşgörü" (ne demekse?) ile yaklaşıyor diye atomize edilmiş bir
toplumsal doku üzerine yükselmeye çalışan modern monarşizmin naif, tütsülenmiş
kurbanları olmaya doğru da kafalarımızı uzatmayalım.
Aydınlanmayla özgürleşme sürecine girmiş olan beyinlerimizi, doğanın
ve evrenin kardeşliği fikrinin kaçınılmaz kıldığı huzursuzlukla
şenlendirdiğimiz ve zenginleştirdiğimiz yüreğimizi, etnikliğin, cemaatçiliğin
ve mezhepçiliğin daraltıcı, düşmanlaştırıcı ve hiyerarşiye tapıcı vahşi
(coşkun) duygusuzluğu ile huzurlu kafeslere dönüştürmeyelim...
Burjuva devrim dönemi bütün
eksiklik ve çarpıklıklarına karşı monarşiye ya da meşruti monarşiye karşı seçime dayalı parlamenter demokrasi, iktidarın
tekleşmesine ve merkezileşmesine karşı güçler ayrılığı, dine karşı bilim,
tebaaya karşı yurttaş, cemaate karşı toplum, şefaat yerine yurttaş hakları,
örgütlenme hakkı, kadın cinsinin özgürleşmesi, alt sınıfların örgütlenme hakkı,
gösteri hakkı, basın özgürlüğü vb. gibi konularda keskin ve belirleyici bir
dönemeçtir.
Oysa bugünkü AKP
Hükümeti ise güçlü otoriter yönetim, bilime karşı din, yurttaşa karşı tebaa,
topluma karşı cemaat, dar bir temsiliyet, kadının geleneksel rolüne ve
dinsel kimliğine döndürülmesi, alt sınıfların bağımsız örgütlenmesine
karşıtlık, basın özgürlüğüne geniş sınırlama, yurttaş hakları yerine şefaat…
Sınıfların varlığı yerine Kemalist makro korporatizmden çok daha gerici bir
islami mikro korporotizme geçişin temsilciliğini yapmaktadır.
Kemalizmin işçi ve
emekçi örgütlenmesine düşman, anti-komünist bir öz taşımasını, Kürt sorunu ,azınlıklar
sorunu ve laiklik konusundaki ciddi hatalarını
ve suçlarını , anti emperyalizm ve anti feodalizm konusundaki zayıflıklarını
görmemek ne kadar sosyalist politika
açısından kabul edilemezse , bu olumsuz gerçeklerden kalkarak , Türkiye'deki
burjuva devrimin,Osmanlı monarşisine karşı atılmış önemli tarihsel ve siyasal
bir adım olduğu gerçeğini önemsizleştirmeye çalışmak da sosyalistçe bir
yaklaşım olmayacaktır.
Böyle bir tutum bizleri genel olarak devrim fikrini önemsizleştirmeye
götürebileceği gibi; öte yandan da neo
teokratik ve neo-liberal politikaların kimliksel haklar havuçuyla yürüttüğü anti kemalizmini,
salt bu nedenle ilerici görmek, küresel
sermayenin ve gericiliğin güncel politikalarının oyuncağı olmak sonucunu
doğuracaktır.
Bize başka bir yol lazım. Sosyalistlerin hedefi "yeni bir dünya
mümkün"ü insanlığın gündemine getiren burjuva aydınlanma sürecinin sosyalist bir aydınlanma
süreci ile aşılmasıdır. Bizleri "cemaatçi hoşgörü" propagandasıyla burjuva
aydınlanma sürecinin de gerisine çağıran küresel kapitalizmin "yeni ortaçağ"ına
vagon olmak değil...
Yorumlar
Yorum Gönder