Devrim ve Sınıf Üzerine Notlar 1

1-Sosyalist teorinin genel ve soyut devrim teorisi aslında güçlü halkalardan ' en gelişmiş kapitalist ülkelerden) başlayıp fasılalı ama zincirleme biçimde diğer halkalara yayılan bir devrim silsilesi öngörmekteydi. Lenin, "bir zincir en zayıf halkasından kopar" diyerek devrimi zincirin en güçlü halkasından en zayıf halkaya kaydırdı. Bu teorik olarak fasılalı ama zincirleme devrim anlayışından vazgeçmekle taçlanmadı ama pratikte tam da zincirin zincirleme kopuşunu değil tek tek en zayıf halkalarından ikiye üçe kopmasını öngörüyordu ve öyle de oldu... Ama kopan zayıf halkalar, diğer halkaların kopmasına neden olamadığı için tecrit halde ve savunma halinde kaldılar; ki bu evrensel iddialı bir devrim teorisi ve pratiği için derin bir açmaz demekti ve öyle oldu. Günümüzde ise her zincirin hem en kuvvetli hem de en zayıf olabildiği bir tarihsel döneme girmekteyiz. Sanırım Marksist devrim teorisi açısından teori ve pratik arasındaki açı farkını kopartacak olan dönemdeyiz ve bu dönemin sosyalist devrim teorisine "domino taşı" teorisi diyebiliriz.." 2-Her devrim sınıfsaldır ve eninde sonunda eyleme, yıkma -ama yalnızca bu kadarda değil- sistem oluşturma ve devrimi evrenselleştirme potansiyellerine sahip sınıf(lar)ın damgasını taşırlar. Temel de geçerli olan "sınıfa karşı sınıf" belgisidir. Diğer ve arada kalan sınıflar bir devrim yapma anlamın da değil ama bir sistem kurma ve kurulan sistemi evrenselleştirme anlamında yeteneksizdirler. Doğal olarak bir devrim de oynadıkları fiili rol ne olursa olsun, "kendisi için" devrimci olamazlar. İki ana sınıftan birinden yana yön belirler; belirlemek zorunda kalırlar. Bu yön belirleyişi belirleyen ise dünya evrensel anlamdaki sınıfsal güç ilişkileri; sınıf mücadelesi düzeyidir. " (M.Ü) 3-Sınıf gerçeği hayatın tüm alanlarını kapsayan bir durumdur. Hayatın normal seyrinde biz onu genel kural olarak bir yanda bir sınıf diğer yanda diğer sınıf toplaşmış ve mücadele ediyor biçiminde göremeyiz; buna en yakın devrim durumların da bile tam böyle olmaz. Sınıf gerçeğinin temel niteliğini rafine örgütlenme biçimlerinde ve salt ve sürekli eylem alanların da görmek isteyenler; elbette aslında o coğrafya da sınıf dışında pek çok şey ve sınıfa ait pek az şey göreceklerdir.... Sınıflar sürekli eylem halinde aksiyon film kahramanları değildir. Çoğu zaman mücadele ve çekişmeleri örtülü, alttan alta, karmaşık ve bulaşık bir seyir izler... Ama bir coğrafya da sınıf gerçeğinin temel olup olmadığını anlamak için bakabileceğiniz en sürekli ve en net alanlar da elbette vardır... Ekonomi politikalar ve kanunlar da ve yasama organının aldığı kararların en merkezi yerinde... Sınıf gerçeği bu alanlarda hep en başat karakteri ile bize kendini hep hatırlatır. Biz bu alanlarda sisteminin ana derdinin üretim sürecinde emeği disipline etmek ve en verimli biçimde çalıştırmak olduğunu görürüz. Emeğin ise bu sınıfsal saldırıya her durumda doğrudan ve örgütlü biçimde olmasa da, daha dolaylı bireysel, kesimsel vb. direniş içinde olduğunu " (M.Ü) 4-İşçi sınıfı kimdir? tartışmaları çok eskidir. Marks'ın kapitalindeki iki ayrı tanımdan kalkarak iki ayrı yaklaşım egemen olmuştur yakın zamana kadar. Birinci yaklaşım Marks'ın "kendisi sermaye üreten emek ücretli emektir" (mealen) tanımından kalkarak üretim sürecinde doğrudan yer alanları işçi sınıfı olarak kabul ederken. İkinci yaklaşım Marks'ın "kolektif işçi" tanımından kalkarak sermaye (değer) üretim sürecinin birbirini tamamlayan organik bir süreç olduğu dolayısıyla yalnızca doğrudan üretimde bulunmasa da bu organik sürecin içerisinde yer alan tüm emekçilerin işçi sınıfını oluşturduğu iddia edilmekteydi. İşçi sınıfı sayı, ağır sanayi, ikinci kuşak vb. kriterlerin sınıf tahlililinde egemen olmasına karşın bu sosyolojist yaklaşıma itiraz eden Thomson.ise, işçi sınıfının en belirleyici özelliği olarak eylem içinde kendini kuran bir sınıf olduğunu ileri sürmüştü. Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe'nun post-marksizm'inde sınıf daha bütünsel ve ketegorik olarak yok edilir ve yerine kültürel ve kesimsel belirlenimli hareketlerin toplamı olarak toplumsal hareketler ikame edilmeye çalışılır. Negri,Hard, Harvey gibi yazarlarca da sınıf/sınıfsallık üretim sürecinden (fabrikadan- işyerinden) çıkarılır ve tüm çalışanlara yayılan bir yeniden üretim sürecinin türevi olan metropol eksenli amorf bir varlığa dönüştürülür. Sonuçta her ikisinin de vardığı nokta üretim süreci (fabrika-işyeri) eksenli bir örgütlenme ve mücadele sürecini merkez almaktan uzaklaşma, bu anlamda sınıfı ya tümden devre dışı bırakma ya da ancak üretim sürecinin değil yeniden üretim sürecinin içinde gizilleşen simgesel bir varlığa dönüştürmektir. Marx’ın The Fragment on Machines’teki dilini kullanacak olursam, Harvey’in çalışmaları ile benimkiler arasında, değer formlarının dönüşümünün analizinde, yani büyük ölçekli sanayi yapılarına bağı ile değerden, toplumun yalnızca üretim alanında değil, aynı zamanda yeniden üretim ve dolaşımda da tamamen sermayenin mantığına tabi olduğu günümüzdeki duruma atılan adımda, kayda değer bir ortak zemin olduğunu söylerdim. İtalyan işçiciliği [operaismo], 1970’ler sonunda hâlihazırda böyle bir analiz geliştirmiş ve o dönemde, kendisini daha geniş toplumsal alan içinde konuşlandıracak yeni mücadele formları önermişti çünkü toplumsalın değer üretiminde bir mevki haline geldiğini anlamıştık. Artı değer üretiminin mevkisinde, fabrikadan daha geniş metropole doğru çok önemli bir kayma yaşandığını daha o yıllarda belirlemiştik. Ve bu aynı kayma, bence Harvey’in çalışmalarının da merkezi haline geldi. Bu temel bir nokta: buradan, hem artı değer elde etme meselesi hem de kârın ranta dönüşmesi meselesi çağdaş kapitalizmin Harvey’in ve benim geliştirdiğim eleştirel analizinin merkezi haline geldi. 5,Soru: işçi sınıfının yeteneği asılsa en zayıf halka neden nicel ve entelektüel olarak en güçlü olduğu yer değil? sınıfsal önderliğini (ki aslında önderlik bir bilinç meselesiyse bu önderliğin kendiliğinden etkileri anlamında değil ama bilinçli müdahale anlamında varlığı da tartışılır) örgütsel önderlikle örtüştürebildiği söylenebilir mi? cevap: siyasal devrim: yalnızca işçi sınıfının nicel ve nitel gücünü değil mevcut sistemin kendini yenilemekte en zayıf olduğu hegemonya krizinin varlığını şart koşar toplumsal devrim: üretici güçlerin gelişim düzeyinin mevcut üretim ilişkilerine sığamaması durumunu... Marks bu ikisinin eşitliğinin var olduğu bir devrim teorisi oluşturdu. Bu nedenle sosyalist devrim ona hep erken göründü... Olursa da bu Avrupa'nın bir de değil birkaç ülkesinde olabildiği ölçüde başarı şansına sahipti Peki nasıl olabildi de işçi sınıfının nispeten zayıf, avrupaya göre daha az örgütlü ve bilinçli olduğu bazı ülkelerde sosyalizm adına bazı devrimler gerçekleşti... Bu burjuva devrimin geciktiği ülkelerde çok karmaşık ilişki ve çelişkilerin üstüste düşmesiyle olanaklı oldu. Bu ülkelerde işçi sınıfı yine de önemli bir örgütlenme ve mücadele yeteneği geliştirdi ve kurucu sınıf olabileceğine dair ilşaretler de verdi (komünden sonra sovyetler) ama besbelli ki bu kadarlık bir nicel ve nitel düzey bu yerellikte işçi sınıfının kendini iktidar gücü olarak ortaya koymasına ve devrimi kurucu bir sınıf olarak derinleştirmesine yetmedi. Sorun en genel anlamda sosyalist toplumsal devrim için koşulların zayıflağından ve en özel anlamda ise burjuva devrimini yaşayamamış ama kapitalizmin maddi koşullarını küçümsenmeyecek biçimde biriktirebilmiş baız ülkelerde eşitsiz ve bileşik gelişmenin tarihsel bir fırsatı olarak az gelişmiş bir proletaryaya siyasal devrim olanaklarını sunmuş olmasından kaynaklanıyordu. Bu ülkelerde işçi sınıfının hem siyasal devrimi tam yapabilmesi hem de toplumsal devrime yönelebilmesi için -devrimi kendi içinde geliştirme olanağının sınırlılığı nedeniyle- devrimin yaygınlaştırılabilmesini de sağlayabilmesiydi. Rus Devriminin proletarya hegemonyasında bir evrensel devrime dönüşmesi için İki dünya savaşı sırasında bu fırsat yakalandı ve/fakat Avrupa'da devrimi erkenleştiren ve ulusal kurtuluş savaşlarının (köylü devrimlerinin) sosyalizan bir niteliğe kavuşmasını olanaklaştıran bir ateşleyici ve evrenselleştirici rol oynayan ilk devrimin, kendi içinde yaşadığı kısıtlar ve tutuculaşma nedeniyle tarihin ironisi olarak bu devrimlerin destekçisi değil köstekçisi olmasıydı... İşçi sınıfının entelektüel kapasitesi sorununa gelince... iki veçhede ele almak gerekir bu sorunu bence bir: klasik okul eğitimi ile aydınlanma iki; Siyasal mücadelenin içinde aydınlanma... Daha en baştan işçi sınıfının her iki yolla da kendi içinden çok önemli organik entelektüeller çıkardığı biliniyor. İlk dönemler işçi hareketinin iki ana kolu olan Marksist hareketin ve anarşist hareketin liderlik kadrosundaki çok önemli isimlerin proletarya kökenli olduğunu biliyoruz. İşçi sınıfının genel kitlesinin de başta Avrupa'da olmak üzere siyasal sınıf mücadelesinin ve örgütlenme sürecinin eğitiminden geçerek çok ciddi bir siyasal aydınlanma bilinç evrimi yaşadığını görmek olanaklıdır. Rusya açısından da işçi sınıfının genel siyasal bilinç düzeyini ve içinden ciddi entelektüeller çıkardığını görmek gerekir. Bu noktada bir sorun olduğunu sanmıyorum. Ama tam da bu noktada bir bilim olarak bilinç ile siyasal bilinci eşitlemek ve işçi sınıfının tek tek her unsurun da bir biilim olarak sosyalizm bilini aramak tabi ki hiç gerçekçi bir tutum olmaz. Bizatihi imkanları açısından çok daha avantajlı olmasına karşın burjuvazinin tüm unsurları açısından bile böyle bir şey sözkonusu olmayacağı gibi gerek şart da değildir. İşçi sınıfının en ileri unsurları bir bilim olarak sosyalizm bilincine sınıfın genel kitlesi de hatırı sayılır ölçüde bir siyasal bilinç olarak sosyalizme ulaşmışsa, bunun devrim yapma ve sistem kurma açısından yeter koşulun oluştuğu şeklinde yorumlanması gerektiğini düşünüyorum. karşı fikir: sanıyorum en az 1500 yıldır bilim düzeyinde tartışılan şeyleri tartışıyourz. ve sanıyorum bunun içinde şeriat, tarikat, hakikat ve marifet aşamalarını içeren bir kadro eğitim tartışması ile marifete ulaşanın (kadro olanın, profesyonel olanın) partiyi örgütlemek için başka mahallere gönderilmesi ve orada kendi hücresini (tekkesini vs.) kurması sorunları da var. Tarihte geriye gidip ileriye doğru bakınca, her yeni sınıfsal saflaşmanın başında entelekküel düzeyin hem sınıf içinde ve hem de sınıflar arasında nispeten eşitken sonradan hem sınıf içinde ve kollektif bilinç anlamında sınıflar arasında eşitsizliğin de kopma düzeyinde arttığını, bunun da sınıf içinde sınıflar arasında tabiyet sorununu derinleştirdiğini söylebiliriz sanırım. rusya ''en zayıf halka''yken en güçlü halkalardan olan ingiltere de başlangıçta (işçi sınıfı ve burjuvazinin iki ana sınıf olmaya evrilme sürecinde) en zayıf halkaydı. keza almanya ve fransa da öyle. bu dönemde gelişmesini tamamlamamış olan sadece işçi sınıfı değil burjuvaziydi de.. üstelik ikisinin kendi aralarındaki saflaşmanın da tamamlanmadığını ve feodaliteyle savaşma ortak sorunlarının olduğunu, böylece yenilenin çürümüş/iktidar olmaktan acizleşmiş bir feodalizm ve henüz yetkinleşmesini tamamlayamamış bir çocuk saıulabilecek burjuvazi olduğunu söyleyebiliriz. pek çok devrim ülkesinin ortak özelliği burjuvazinin egemenliğini sağlamış ve hele hele tamamlamış güç olmaktan henüz uzak ve el kadar sabi durumunda oluşudur sanıyorum (hem bu örneklerde ve hem de aksine nispeten gelişmiş olduğu örneklerde de yediği olağanüstü dış darbelerin ezici etkisini de tartışmaya dahil etmek gerekir ama şimdilik bir yanda tutalım) . ve bu dönemlerdeki savaştan eğer işçi sınıfı kurucu güç olarak çıkmışsa geçici bir iktidar kurabilmiş ama derinleştirememiş ve toplumu proleterleştirememiş olduğunu, eğer burjuvazi kazanarak çıkmışsa bunu işçi sınıfı içinde bile derinleştirmiş, evrenselleştirme anlamda son derece etkili müdahaleler gerçekleştirmiş olduğunu görebiliriz sanıyorum. Böylece işçi sınıfının yeteneği konusundaki şüphelerimi ki zaten ''kendiliğindencilik'' ve ''kuyrukçuluk''' kavramlarının da bu yeteneksizlik için geliştirilmiş olduğunu düşünürsek aslında bu sınıfı kendisi için sınıf yapmaya soyunan herkesin ortak şüphesi olduğunu sandığım şüphemi anlatabilmiş olmayı umuyorum. bu bölümle ilgili olarak, işçi sınıfı ve tüm ezilen sınıfların aslında toplumsal tarih tarafından dünyaya yönetmek için değil yönetilmek için doğurulmuş, eğitimini ve mastırını ve hatta gittikçe doktorasını da bu doğrultuda yapmış olduğunu, bu bağlamda sorunun ontolojik yanının mutlaka bulunduğunu söyleyebiliriz sanıyorum. Bir şey daha ilave etmek geldi içimden. Çok sevilen deyimle ''Tam da'' bu noktada ''işçi sınıfının siyasal iktidarı'' ile ''işçi sınıfına dayanan siyasal iktidar'' arasındaki fark olup olmadığını, varsa farkın ortadan kaldırılmasının, konumuz olan yeteneğinin nereye kadar yetkinleşebileceği veya yetkinleştirilebileceğini de incelemek gerek... bu sorun işçi sınıfının ataları da dahil bütün devrimcilerin ortak ve bana kalırsa çözemediği sorunudur. Muhalif İslamın 1400 yılı'' adlı kitap, devrimci örgütlenme ve ayaklanma için, kadro sorununun ele alınışından örgütlenme, merkez ve hücreler arasındaki ilişki, prpoganda ve ajitasyon faaliyetlerinin yönü ve düzeyi, legalite ve illagalite sorunları, , kitle içinde parti çalışması vs vs vs. müslüman coğrafyada gerçekleşmiş yüzlerce yıllık tarihsel, teorik ve pratik tecrübeleri okumak için avrupayı ve rusyayı okumadan önce okumaları gereken en öncelikli kitaplardan biri bence. anadoludaki halk ayaklanmalarını da bu kitabın anlattıklarının ışığında, bu kitaptaki tecrübelerin bir uzantısı olarak okumak çok iyi olabilir. ben- yürüttüğün tartışmanın bütün ilgi çekici yanları gözardı ettiğin çok önemli bir temel eksikle sakatlanıyor bence... Bu da üretici güçlerin düzeyini-nesnel koşulları gözetmeyen, yani tarihselliği hesaba katmayan bir burjuvazi proletarya karşılaştırması yapman ve devamla her ikisini de aynı startla ve eşit koşullarla yarışa başlamış iki atlet gibi değerlendirmen...oysa her ikisinin üzerinde iş göreceği/ kurucu rol oynayabileceği koşullar çok farklı ve sözünü ettiğin tarihsel dönem evrensel ekonomik siyasal sistemin değil nesnel anlamda ulusal pazar/devletin realize edilebileceği bir dönem ve burjuvazinin sabi olmak bir yana önce kentlerde, sonra meşruti monarşilerde ciddi bir yönetim tecrübesini biriktirdiği bir dönem... karşı fikir: ben tam da onu gözettiğimi sanıyordum. hatta yarışa işçi sııfının önde başladığını bile söyleyemez miyiz? keza işçi sınıfı burjuvazi adam yönetmeyi öğrenmeden de önce epey bir yönetilme ve ezilme tecrübesi kazanmış yığınlardan geldiğine göre ''yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şeyler var'' diyememiş bir sınıf durumundadır? nitekim burjuvazi büyük ölçüde kendisi ezilmiş sınıflardan gelmiş, ama sonradan feodalizmin yanında yetişmiş bir yönetici sınıfken işçi sınıfı da aynı sınıfın yanında eskiden beri ezilmek ve ayaklanmak deneyimi (mirası) edinmiş bir sınıftır bile denebilir. ben- işçiler yönetiyor sınıf yönetimi ayrı devleti sönümlendirecek ve eşitliği refahla birlikte sağlayacak ekonomik sosyal koşulları gerek şart sayar bu...bunu vb. sürdürelim zihin ve yolaçıcı olur...ama bence "üretim ve yönetim" işlevlerindeki ayrışma ve profosyonel yöneticilik zorunluluğu ya da zorunlu mu gibi alanlara da girmek gerek... ayrıca Sovyetler yetersiz yapıları nedeniyle mi gerilediler yoksa parti bürokrasisi tarafından geriletilmeleri mi daha belirleyici ve bu süreçte tek ülkede sosyalizmin ve kapitalizmle yarışmanın, ayakta kalmak için acil kalkınma ihtiyacının ve otoriter hızlı karar alma süreçlerine olan ihtiyacın rolü ne kadardır...Kapitalizm, Eşitsizlik, Sınıf ve Proletarya... "Kapitalizm kır-kent, tarım-endüstri, emek-sermaye gibi birbirlerini hem tamamlayan, hem de çelişen büyüklükler arasındaki aktüel ve potansiyel farkları sermaye lehine kullanan bir sistemdir. .... Daha açıkçası ve çok genel olarak, kapitalist sistemde mali piyasalar reel kesimi, reel kesimde sanayi tarımı, hizmetler her ikisini, sermaye emeği... sömürür. Öte yandan, piyasa merkezleri( Londra, Paris, Frankfurt, Amsterdam...) faktör piyasalarını sömürür. Kimse şaşırmasın, bir ülke ne kadar gelişmiş olursa olsun, nisbi anlamda daha gelişmiş, çok gelişmiş, az gelişmiş veya daha az gelişmiş kesimlerden meydana gelir, bunların arasındaki hareketler, kapitalizmin vazgeçilmez akımlarını yaratır. Kapitalizm eşitlikçi bir ortamda varolamaz." M.A. Kılıçbay Sanılmasın ki sınıf mücadelesi ve işçi sınıfının devrimci rolü egemenlerce salt bu konjonktürde "modası geçmiş" sayılıyor. Egemenler sınıf mücadelesini hep geçmişe ait olarak kabul etmiş ama aktüel olarak artık varolmadığını söyleyegelmişlerdir. Şimdi "bilgi toplumuna geçişle eski proletaryanın kalmadığı, dolayısıyla sınıf mücadelesinin geçersizleştiğini" söyleyenler, geçmişte de "vahşi kapitalizmden sosyal kapitalizme geçildiği ve sistemlerin birbirlerine yaklaştığı" gerekçesiyle, yine "eski proletarya yok, sınıf mücadelesi bitti" diyorlardı. Oysa bugün gerçekleşen sadece yeni vahşi kapitalizme geçiş, gelir dağılımı ve sömürü de daha da acımasızlaşmaktır. Kapitalizm pratikte eşitsizlikler ve hiyerarşiler sistemidir. Salt sınıfsal açıdan değil, etnik, dinsel, mezhepsel, cinsel vb. açıdan da böyledir bu. Fakat, hem teorik hem de pratik bakımdan, bunlar içinde kesin ve kategorik olarak karşı olduğu tek "eşitlik" talebi, sınıfsal eşitliktir. Bunun nedeni sınıfsal eşitsizliğin sistemin nirengi noktası, diğer eşitsizliklerin ise, sınıfsal eşitsizliği sürdürebilmenin "zorunlu yan sonuçları" olmasıdır. Sınıf mücadelesi gerçeğinin ve komünizmin sona erdiğini vazedenler, aslında, bu iki gerçeği canlı tutanlar ve hala kendilerinin temel öcüleri olarak varlıklarını sürdürdüğüne ilişkin en kuvvetli kanıt oluşturanlardır. Siz onların ortamında bırakın özel mülkiyetin ilgasından sözetmeyi, salt sosyal devlet çağrışımlı, artan oranlı vergi sisteminden, esnek istihdamın kaldırılmasından, sendikalaşma, sosyal güvence ve harcamaların artırılmasından, ücretsiz ve eşit eğitim ve sağlık hizmetinden sözedin onların "öcü görmüş" gibi korku dolu yüz ifadeleri ve ortamdan sıvışma istekleri, sınıf gerçeği ve komünizmin onları korkutan en temel gerçek olmaya devam ettiği konusunda sizi ikna etmeye yetecektir. Sınıf gerçeğinin hala ekonominin ve siyasetin en temel yörüngesi olup olmadığını anlamanın yollarından biri de, verili hukuk sisteminin analizinden geçer... Sistemi korumak ve idame ettirmek için, eğer hala en temelde, emek süreçlerini denetlemek ve baskılamak arzusu, hukuki mevzuatın ana eksenini oluşturuyorsa orada sınıf gerçeği hala temel yörünge demektir. Sınıf gerçekliğinin başat rolünün ve devletlerin sermaye merkezli karakterinin en bariz test edileceği anlardan/alanlardan biri de kriz kesitleridir. Sistemin krizden kurtulmak için, kimi en çok hak ve özgürlüklerinden mahrum edecek önlemler aldığına ve kime kaynak aktardığına bakmak gerekir. Sınıf gerçeğinin merkezi yerini,emeği baskılayan devletin (buraya dikkat) ekonomiye en açık biçimde bankaları kurtarmasından daha net kanıtlayan bir veri olabilir mi? Sosyalizmin sınıf merkezli yaklaşımının belirleyici nedenlerinden biri de, ancak emek merkezli muhalefetin, diğer çelişki alanlarını tutarlı-istikrarlı biçimde birleşik bir mücadele bayrağı altında toplama gücüne sahip olmasıdır. Ne halk hareketi, ne de kimlik merkezli muhalefet, tüm ezilenleri aynı bayrak altında tutarlı ve istikrarlı biçimde birleştirecek içsel güce sahip değildir. Sosyalizm işçi sınıfının yalnızca "yıkıcı" politik potansiyelinden kalkarak emek/sınıf merkezli tutum almaz. İşçi sınıfına nispetle fevkalede öfkeli, eylemci ve yıkıcı olabilecek toplumsal kesimleri ya da amorf kitle hareketlerini değil de işçi sınıfını birincil ve temel görmesinin en önemli nedenlerinden biri de, işçi sınıfının eşitlikçi ve özgürlükçü toplumun öznesi ve temel toplumsal tabanı olma konusundaki içsel kabiliyetidir. " Kapitalizmin temeli artık değer üretimidir. Sistemin kendini yeniden üretmesi artık değer üretim sürecinin güvende olmasıyla sıkıca bağlantılıdır dolayısıyla. Üretken emek bu yüzden, gerek kapitalizm gerekse sosyalizm mücadelesi açısından nirengi önemdedir. Thomson, Balibar, Zizek ortak nokta olarak proletarya kavramının sabit ve homojen olmadığı, süreç içinde değiştiği, proletarya kavramının özsel ve yapısal bir özeliği tanımlamaktan ziyade eylem içinde kendini kuran ve oluşturan dinamik bir niteliği tanımladığını söylerler. Her ne kadar proletaryanın eylem içinde kendini inşa etmesi söylemi doğru bir saptama olsa da, proletarya kavramının eylem içinde kendini kurmakla olan bağlantısı bu tanımın herhangi bir nesnelliğe ve önceliğe işaret etmediği, dolayısıyla bu anlamda üretken emek ve büyük fabrika ile, üretken olmayan emek ya da küçük ölçekli atölye arasında sınıf mücadelesi ve sosyalizmin inşası süreci açısından herhangi bir fark olmadığı sonucuna vardırılırsa, bu yanlış olur. Kapitalizm artı değer üretim sistemi üzerinden son bulur ve yeni toplumun inşası da ancak bu temel alan üzerinden garantiye alınır. Kitlesel artı değer üretimi merkezleri her zaman için sosyalizm açısından merkezi önemdedir ve proletaryanın da kalbini oluştururlar." "Marksistlerin emek/sınıf merkezli yaklaşımlarının en başat nedeni de teorik muhakamelerden ziyade bizzat pratiğin kendisidir. İşçi hareketi bu potansiyelini pratik olarak göstermiştir. Oysa Marcuse'den Laclau/ Mouffe'ye en son Hard ve Negri'ye, işçi sınıfını ikame edeceği öne sürülen toplumsal muhalefet korelasyonlarının hiç biri yerel ve evrensel düzeyde sınıf hareketinin yarattığı politik etki ve dönüştürücülüğün gösterememişlerdir. Genel yoksul köylü ve emekçi hareketlerinin kendisi de etkili ve başarılı "sosyalizan" bir niteliğe, ancak, uluslararası güçlü bir sınıf hareketinin ve sosyalizmin varlığı koşullarında ulaşabilmişlerdir. Sınıf hareti geri çekildiğinde ve reel sosyalist ülkeler yıkıldığında, bu hareketler de hiç bir özerk/sosyalizan seçenek üretememişlerdir." "ABD'de 1969 yılında iş kadrolarının üçte biri mal üreten sanayilerdeydi; bu oran 2007'de yüzde 16'ya düştü.... İmalattan hizmete geçiş sırf ABD'ye özgü değildir. Almanya, İtalya, Fransa, Japonya, İsveç, Hollanda, Kanada, Avusturalya, ABD ve Birleşik Krallık 1970-2010 arasında imalat sektörü çalışanlarının oranında gerileyişe, hizmet sektörü çalışanlarının oranında ise yükselişe sahne oldu... Kapitalizmde bu istatistiklerin gösterdiği değişiklikler, genellikle sanayiden kaçış, Fordizm sonrası ve bilgi (ya da enformasyon) esaslı ekonominin yükselişi başlıkları altında ele alınan değişiklikler, sanayi proletaryası figürünün günümüzde komünizmin öznesi için uygulanamaz olduğuna işaret eder. BK'da bu düşüş yüzde 23,en yüksek düzeydeydi. Evet sanayi hala var ve imalat hala var. Ama her ikisinde de enformasyon ve iletişim teknolojilerinin yayılmasıyla v e uygulanmasıyla, ayrıca ideolojik düzeyde örgütlü neo liberalizmin emekçilere yönelik siyasal saldırısıyla bağlantılı değişiklikler, esas olarak fabrika işgücü şeklinde örgütlenmiş gibi tasarlan bir muhalefetin sınırlarını gösterir. " J.Dean " Jacques Ranciere'in 'Hiç bir şeyde hiç bir payı olmayanlar' (part-of-no-part) kavramı kapsayıcı çokluk kavramına bağlı sorunları çözmeyi sağlar... ... ...Halk hiç bir payı olmayan taraf olarak algılandığında, onu ampirik bir verili kesime indirgememizin ya da toplumun bütünü olarak ele almamızın önü kesilmiş olur...O'nu bir paydan (antik metinlerdeki ifadeyle servetten ve erdemden) mahrum bırakmış ayıpla ve haksızlıkla nitelendirilir, siyasallaşır. 'Hiç bir şey de hiç bir payı olmayan' ibaresi mevcut bir düzende o düzenle ile diğer olası düzenler arasında yarığı belirtir." J.Dean "Michael Hard ve Antonio Negri sanayiden kaçışın, hizmet sektörü işgücünün ortaya çıkışının ve teknolojideki genişlemenin beraberinde getirdiği değişimleri 'proletarya' dan daha esnek ve kapsayıcı bir kavram gereğinin işareti olarak görür. Bir alternatif olarak 'çokluk' kavramını önerir. Çokluk üretici ve yaratıcı bir güçtür. Kapitalizmin dayandığı, seferber ettiği ve denetim altında tutmaya çalıştığı üretken güçtür. Ancak kavram çok fazla şeyi (daha doğrusu herkesi) kapsar ve su kapsayıcılığın bedeli de antagonizma olur." J.Dean "Marx ve Marksistller 'proletarya'yı elbette belirli bir işçi tipinin ampirik belirleyicisi düzeyine indirgemez. Engels Komünist Manifesto'nun 1888 tarihli İngilizce baskısı için yazdığı notta, 'proletarya'nın 'kendi üretim araçlarına sahip olamadığından hayatını idame ettirebilmek için emeğini satma durumuna düşün modern ücretli emekçiler Sınıfı'nı ifade ettiğini belirtir." Jodi Dean, "Komünist Ufuk" "Üretken emek (üretken işçi) artı-değer üreten, artı-değer üreterek sermayenin kendisini genişletmesine hizmet eden emek türüdür. “Sermayenin varlığı, bu tür üretken ücretli emek üzerinde kurulmuştur.” (Marx, Artı-Değer Teorileri, 1. Kitap, s.143) Dolayısıyla, eğer üretken emek “enformatikleşmeyle”, “bilgi toplumu”yla, “postkapitalizmle” son bulmuşsa ya da can çekişmekteyse, bu durumda zaten artı-değer sömürüsü de son bulmuş, kapitalizm kendiliğinden aşılmış, Marx’ın “emek değer teorisi” ve “artı-değer teorisi” de geçersizleşmiş olmaktadır. Ki, söz konusu tez bu amaçla ileri sürülmekte ve propaganda edilmektedir." H.Ozan " Proletarya ...değişmeyen ve homojen bir sınıf değildir. Kendini kuran-oluşturan ve sermaye birikimi sürecinin öbür yüzü olan kalıcı sürecin tarihsel bir sonucudur:" E.Balibar Alex Callinicos’un, “Postmodernizme Hayır- Marksist Bir Eleştiri” isimli kitabına Paul Kellog’dan aktardığı şu alıntı sanayi emeğinin eski sayısal ağırlık ve önemini yitirdiği ve maddi olmayan üretimin daha başat hale gelmeye başladığı iddiaları açısından dikkat çekici: “Sanayideki istihdam, 1960-1982 yıllarında Türkiye’de %65, 1958-81 yıllarında Mısır’da %179, 1953-1981 yıllarında Tanzanya’da %623, 1970-1980 yıllarında Zimbabwe’de %57, 1970-1982 yıllarında Brezilya’da %2 12, 1971 - 1981 yıllarında Peru’da % 34 ve, şaşırtıcı bir biçimde, Güney Kore’de 1956-82 yıllarında 2500 artmıştır. Dünya ölçeğinde bu, 1971 ile 1982 yılları arasındaki 11 yıl içinde endüstriyel istihdamın %14.1 arttığı anlamına geliyor. Bu dönemde ‘gelişmiş piyasa ekonomilerinin’ (özellikle Kuzey Amerika ve Batı Avrupa), sanayi istihdamında %6.5’lik bir azalma yaşadıkları da bir gerçektir. Ne ki, ‘gelişmekte olan piyasa ekonomileri’ %58 oranında sıçrama yaparken, “merkezi olarak planlanan ekonomiler” de bu oran %16’dır; farkı da bu yaratır… Dünya ölçeğinde, tarihin bütün dönemlerindeki sanayi işçisinden daha çok sayıdaki sanayi işçisi vardır… Önde gelen 36 sanayileşmiş ülkelerdeki sanayide çalışan işçi sınıfı, … 1977 ve 1982 yılları arasında sayısını 173 milyondan 183 milyona çıkarmıştır. Bu durum gerçeği büyük ölçüde olduğundan daha önemsiz gösteriyor, çünkü savaş sonrası dönemdeki en kötü ekonomik gerilemenin - ki Batı’da milyonları bulan işten çıkarmaların görüldüğü bir resesyondu- en kötü yılı 1982 idi.” (s.194-195, Ayraç yay) "kapitalizm halkı dışlamaktan çok, esasen halkı sömüren bir sistemdir." J.Dean "Bodiau ve Ranciere'in görüşlerini esas alan Zizek, kapsanmışlar ve dışlanmışlar arasındaki antagonizmanın günümüzde kapitalizmde bir kopmaya yolaçan (ve dolayısıyla komünizm tasarısı için can alıcı önem taşıyan) temel antagonizma olduğu savını ortaya atar. .... ...Ancak proleterleşmeyi (sömürüden ziyade) dışlamanın bir biçimi olarak yorumlaması, ... proleterleşmenin gerekli ve üretken rolünü, proleterleşmenin kapitalizmde insan emeğini tutsak almanın ve sürece katmanın bir biçimi haline gelişini karartır." J.Dean "Bodiou'nun önerdiği bir düşünce silsilesini geliştiren Halward, günümüz teorisinde yaygın olarak iradecilik reddine karşı çıkarak, halkın iradesine dayalı 'diyalektik iradeciliği" doğru bulur. ... Halward'ın iradeciliğinin diyalektik bileşeni halk ve irade arasındaki ilişkide karşımıza çıkar. Halward halkı belirli bir toprağın sakinleri, belirli bir ulusun yurttaşları, ya da belirli bir toplumsal sınıfın mensupları için ampirik bir adlandırma olarak ele almaz. Aksine halkı, aktif gönüllülüğü, ortaya çıkan genel bir çıkarla aktif özdeşleşmesi üzerinden tasarlar. ...Halk ayrıca bir siyasal özne olarak kendini uygulamalar aracılığıyla yeniden üretir. Halkın iradesi sadece neyin istendiğinin bilinmesinden değil, bizzat halktan önce ortaya çıkar.......Bizi oluşturan pratikleri oluşturduğumuz ölçüde, asıl güçlük kendimizi istediğimiz türden halk haline getirmemizi sağlayan eşitlikçi birlikteliğin kalıcı biçimlerinin gelişmesindedir.Halward'ın diyalektik iradeciliği halkın egemenliğinin kolektif, eşitlikçi, evrenselci bir arzu çerçevesinde anlaşılmasını öngörür:" J.Dean Türkiye’nin ekonomik-sosyal gelişmesini ve özel olarak da işçi sınıfının gelişmesi, günümüz koşullarındaki yapısı, bileşimi, mücadele ve örgütlenme düzeyini konu edinen kapsamlı bir irdeleme, yayınlarımızın önceki sayılarından birinde yer almıştı. TÜİK’in son on yıllık aralıktaki “Hane Halkı Anketleri”, TÜSİAD ve Merkez Bankası’nın derlediği ‘ekonomik veriler’ ile İstanbul başta olmak üzere başlıca işçi yoğun kentleri ve emekçi semtlerindeki durumu ele alan analizlerden yola çıkan o makalede, bu gelişme ve değişimin bazı önemli sonuçları şöyle özetlenmişti: Sanayi işçileri 3 ila 500 ve daha fazla işçi çalıştıran işletmelerde, yüksek nitelikli işgücü ve “beyaz yakalılar” kategorisinde sayılanlar finansal alanda, ulaştırma-haberleşme-telekomünikasyon sektörlerinde, vasıfsız işgücünü oluşturanlar küçük işletmelerde yoğunlaşmışlardır. İşletmelerin %98.89’i küçük ve ortaboy işletmedir. Bunların %95-96’sı 1 ile 9 kişi çalıştıran “mikro işletme”dir. 500’ün üzerinde kişi çalıştıran büyük işletmeler, tüm işletmelerin %0,11 gibi küçük bir oranını oluşturmalarına rağmen ülke ekonomisinin %40’lık bölümünü çekip çeviriyorlar. TÜİK’in 2013 verileri, bu durumun esas olarak devam ettiğini gösteriyor. Buna göre; 2013 yılı itibarıyla 25.5 milyon “çalışan“ bulunuyor. Bunların %23.6’sı(6.015 bin) tarım işçileri içinde olmak üzere tarımda; %19.4’ü sanayide(4.956 bin); %7’si(1.782 bin) inşaatta çalışan işçilerden; ve %50’si(12.771 bin) hizmetler alanındaki emekçilerden oluşuyor. Bir parantezle hemen belirtelim ki, hizmetler alanında çalışanların oldukça önemli bir kesimini de üretken emekçiler oluşturuyor. Taşıma, ulaşım, iletişim, sağlık ve eğitim emekçilerinin küçümsenemez bölümü bu durumdadır. Bu verilerden hareketle imalat sanayinde istihdam edilenlerin %31,7 oranında olduğu, yine TÜİK verileriyle sabittir. İmalat sanayi işletmelerinin yalnızca % 0.4’ünü oluşturan(2013) büyük ölçekli firmalar istihdamın %34.3’ünü gerçekleştirip toplam cironun %54’ünü ellerinde tutmaktadırlar.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

PAPAZIN BAĞI: BİR CENNET PARÇASININ HİKAYESİ...

ANKARA’NIN İKİ YÜZYILANA DAMGA VURMUŞ BİR TARİHİ YAPIT: ABİDİNPAŞA KÖŞKÜ

şarap,kadın,şiir...-şiir-