TASFİYECİLER “NE YAPMALI”YI DÜZELTTİLER; “NE YAPMAMALI?”

Ne Yapmalı, Lenin’in özelde ekonomizme, genelde ise Legal Marksizme indirdiği teorik-politik darbenin simgesi olan bu ünlü broşür, “İki Taktik” ve “Sol Komünizm, Bir Çocukluk Hastalığı” broşürleriyle birlikte Lenin’in Türkiye’de en çok okunan broşürleri arasındadır. Kuşkusuz ki, rastlantı değil. Bu broşürlerin Türkiyeli devrimciler tarafından defalarca okunması, biri olumlu ama tali, değeri olumsuz ama temel iki nedene dayanmaktadır. Olumlu ama tali olanı, Türkiyeli devrimcilerin örgüt sorununa verdikleri nispi önemdir. Olumsuz ve temel olanı ise bu broşürdeki bazı vurgu ve saptamaların küçük-burjuva sosyalizminin kendine teorik temel yaratma çabalan açısından istismara hayli açık olmasıdır. Birinci faktör örgüt sorununa verilen önem, bu ikinci faktörle birlikte gerçek anlamını bulmaktadır. “Ne Yapmalı”, “İki Taktik” ile birlikte küçük burjuva sosyalizminin kendi küçük-burjuva devrim ve örgüt anlayışım Leninist olarak takdim edebilmesi için Lenin’in çok çarpıtılan ve istismar edilen broşürleri oldular. ”Sol Komünizm” broşürü ise benzer bir akıbete, reformistlerin kendi anlayışlarını meşrulaştırmak çabası açısından uğradı. Devrimci demokratlar Lenin’i bir küçük burjuva ihtilalcisi konumuna indirgemeye çalışırlarken, reformistlerde “Sol Komünizm”üzerinden kendi reformist Leninlerini yaratmaya çalıştılar. İşte bu yüzden; Lenin’in ünlü ve her biri önemli köşe taşları olan söz konusu üç broşürden söz ederken; bu broşürlerin Türkiye’de uğramış olduğu küçük burjuva ve reformist yorumlarla mücadeleyi gözetmekte özel bir önem taşımaktadır. Zira Türkiye’de bu broşürler kendi gerçek tarihsel -siyasal içerikleriyle değil, bir döneme damgasını vuran devrimci demokrat ve reformist hareketlerin “katkı” ve yorumlarıyla tanınmakta ve daha çok bu katkılar üzerinden “kavranmış” bulunmaktadır. Bu broşürlerin yaygın ve çarpık kavranışındaki temel faktör, kuşkusuz ki, bir döneme bu akımların, dolayısıyla onların sığ ve eklektik bakış açılarının hakim olmasıdır. Yaygın küçük burjuva düşünüş tarzı, kendi sosyalistlik iddiasını, teoriyi kendi perspektifi doğrultusunda bozarak meşrulaştırmaya çalıştı. Şablonculuğun ve alıntıcılığın teorik çaba sayıldığı bu dönemde, bu broşürlerden bütünselliklerinden koparılarak kullanılan bazı cümleler söz konusu akımların sınıf dışı anlayışlarını Lenin’e maletmeleri amacıyla kullanıldı. Bu cümleler yalnızca broşürdeki genel bütünsellikten değil ayrıca tarihsel arka planlarında da tümüyle soyutlandılar ve adeta her dönemde kendi başına yeterliliği olan paradigmalar haline dönüştürüldüler. Örneğin Lenin’in Menşevizm’e karşı “devrimde proletaryanın belirleyici rolünü” öne çıkardığı, devrimin şekli ve muhtevasının şemalara değil mevcut sınıf ilişkilerine bakılarak saptanacağının en somut örneği, tümüyle iktidar merkezli bakış açısının hakim olduğu İki Taktik kitabı, yıllarca broşürlerden yapılan alıntılarla mevcut sınıf ilişkilerinin tahliline sırt çevrilerek devrimde proletaryanın rolünü karartmak için kullanıldı. Ne Yapmalı broşürü ise, küçük burjuva bakış açısıyla yapılan düzeltmelerle adeta sınıf dışı örgüt anlayışının savunulduğu bir broşüre dönüştürüldü. Bu kitaptaki “sınıf kökeninden bağımsız kadrolar”, “profesyonel devrimci çekirdek” tanımları, partinin ya da parti öncesi örgütün sınıfla bağı sorununu önemsizleştirmek doğrultusunda çarpıtıldı. Buradan kalkarak açık ya da gizli bir “aydınlar partisi” ya da “ ideolojik önderlik” tezleri formüle edilmeye çalışıldı. Bizim tasfiyecilerimiz de, sınıftan ve proletaryanın devrim davasından kaçtıkları, geriye, küçük burjuva teori ve önyargılara ricat ettikleri için, kendi geriye düşüşlerini Ne Yapmalı’nın bu küçük burjuva kavranışına sığınarak meşrulaştırmaya, perdelemeye çalıştılar. Önümüze “profesyonel çekirdek”, “sınıf kökeninden bağımsız kadro” vb. argümanlarını büyük mucit edası içinde sürdüler. İşte dediler, hem sınıfa güvenmemenin, hem de Leninist kalabilmenin sihirli formülünü bulabildik! Ve da¬ha da ileri giderek, “toplumsal kökene ve fabrika hücreleri sorunu¬na” yaptığımız özel vurgu nedeniyle bizleri “Leninizm’e karşı içten içe şüphe duymak”la suçladılar! Oysa yaşanan tam bir beyin dağılması, yapılan ise tam bir cehalet tüccarlığıydı. Tasfiyeciler, bizim karşımıza yalnızca Türkiye gerçeğine yabancılaş¬manın ürünü saptama ve önerilerle çıkmadılar. Onlar, aynı zaman¬da Leninizm’e de tümüyle yabancılaşmış olduklarını gösterdiler. Bırakalım Ne Yapmalı’yı Türkiye gerçeğine olduğu gibi naklet¬mek türünden dogmatik-sofistik bir yaklaşımı, bu arkadaşlar, Ne Yapmalı’yı kendi küçük-burjuva yaklaşımları doğrultusunda “düzeltmeyi” de ihmal etmediler! Lenin’in Ne Yapmalı’sı, kendi deyimiyle üçüncü döneme son verme çağrısı ve girişimidir. Broşür, üçüncü döneme hakim olan temel siyasal-ideolojik hastalıkların tespiti ve teşhiri üzerine otur¬makta ve yeni bir dönemi, “militan Marksizm”in hakim olacağı dönemi başlatmak amacıyla “ne yapılması” gerektiği problematiğini ele almakta, bu doğrultuda somut öneriler geliştirmektedir. Dolayısıyla broşür bir tarihsel dönemin, daha doğru ve vurgulu biçimiyle bir tarihsel dönemecin ürünü ve simgesidir. Ne Yapmalı’yı “Ne Yapmalı” yapan, broşürü doğru bir yere oturtmak için gözetilmesi ve anlaşılması gereken temel bir husustur bu. Lenin, Onuncu Yıl Derlemesine Önsöz’de broşürü tanıtırken bu gerçeği şu sözlerle ve özel bir önemle vurgular: “...İskra’nın,o günlerde hakim olan ekonomizm akımı ile mücadelesini bilmeksizin ve bu mücadeleyi anlamaksızın, bu özet hakkında (Ne Yapmalı, ekonomizmle süren mücadelenin ‘özet’i olarak tanımlanıyor-ben-) hüküm vermek boş gevezelikten öteye geçmeyecektir.” (Ekonomizm Taraftarlarıyla Bir Konuşma, Yurt Yayınları, sf.92) Ne Yapmalı’nın sona erdirmek istediği üçüncü dönemi ve bu döneme damgasını vuran anlayışları yine Lenin’in cümleleriyle özetleyelim: “...Proletaryanın mücadelesi yeni işçi katmanlarını sarıyor ve bu arada, dolaylı olarak öğrenciler ve halkın öteki bölükleri arasında demokratik anlayışı canlandırarak Rusya içinde yayılıyordu. Ama kendiliğinden atılımın boyutu ve gücü karşısında yöneticilerin anlayışı çarpıtılmıştı; sosyal-demokratlar arasında daha şimdiden bir başka evre, hemen yalnızca “yasal” Marksist yazınla beslenen militanlar evresi egemendi; bu yazın da o kadar yetersizdi ki, kitlelerin kendiliğinden hareketi onlardan daha yüksek bir bilinç aşaması istiyordu. Yöneticiler yalnızca hem kuramsal planda (‘eleştiri özgürlüğü’), hem de pratik planda (‘ilkel çalışma yöntemleri’) geride kalmıyorlar, aynı zamanda, türlü gülünç kanıtlarla geride kalışlarını haklı göstermeye çalışıyorlardı. Sosyal-demokratlık, gerek yasal yazının Brentanocuları, gerekse yasadışı yazının kuyrukçularınca sendikacılık düzeyine düşürülmüştü. ”.... Bu dönemin ayırıcı özelliği, ’mutlak’ın peşinde koşan ki¬milerinin pratik etkinliğe karşı tepeden bakmaları değil, tam ola¬rak ufak tefek uygulamacılıkla kurama karşı eksiksiz aldır¬mazlığın birleşmesidir.” Lenin, üçüncü dönemin özelliklerini ve anlayışlarını bu şekilde tanımladıktan sonra sözlerini şu şekilde bağlar; “.... ‘Ne yapmalı?’ sorusuna şöyle bir kısa karşılık verebiliriz. Üçüncü dönemi ortadan kaldırmalı.” (Ne Yapmalı, Başak Yayınlan, sf. 163-64) İlkel pratikçilik, teorik çalışmanın önemini yadsımak ve sosyal demokrat (komünist) politikanın sendikal politika düzeyine indirilmesi; işte üçüncü dönemin ve o döneme hakim düşünce biçiminin, ekonomizmin temel özellikleri bunlardır. Ekonomist akım, politik mücadeleden, işçilerin ekonomik kendiliğinden mücadelesine yardımcı olma ve liberal burjuvazinin demokratik muhalefetine destek güç olmayı anlıyordu. Politik mücadeleye böyle bir bakış, kaçınılmaz olarak merkezileşmiş bir politik örgüt fikrinden de tümüyle yoksundu. Sınıf mücadelesinin aracı olarak işçi (meslek) örgütlerinin dışına taşan bir perspektife sahip değildi. Ekonomizm. Narodnizm’in Marksist eleştirisi döneminin ters- ten bir ürünü olarak şekillendi. Narodnizm’in eleştirisi dönemin- de, bu akımın “kapitalist olmayan yol” yaklaşımına karşılık, ka¬pitalist gelişmenin zorunluluğu fikri Marksist yazında ön plana çıktı. Bu vurgunun abartılı biçimleri bir dönem için tali bir tehlike sayıldı ve özel bir ideolojik mücadeleye konu edilmedi. Bu durum giderek Legal Marksizm’in siyasal arenadaki etki ve hakimiyetini artırdı. Legal Marksizm döneminde, siyasal arenada Marksizm’in iki tür kavranışı gittikçe birbirinden ayrılmaya, giderek de çatışmaya başladı. Kapitalizmi kaçınılmaz, dahası ilerici görmek her ikisinin de ortak paydaşıydı. Ne var ki, bunlardan biri, embri¬yon halindeki Bolşevizm burjuvaziye karşı savaşmak ve böylece devrimi ilerletmek perspektifini savunurken; diğeri, Legal Marksizm sosyalizmi uzak bir geleceğe havale etmekte, bugün kısa vadede ise kapitalizmin gelişimini desteklemek gerektiğini savunmaktadır. İşte ekonomizm bu dönemin bir ürünü, Legal Marksizm’in bir uzantısıydı. Dolayısıyla Lenin’in müdahalesi, sosyalizmi uzak bir geleceğe erteleyen, gerçekte ise kapitalizmi ebedileştiren “Marksizm”le, devrimci Marksizm’in tüm alanlarda kopuşmasını sağlamaya dönüktür. Lenin, Ne Yapmalı ile politikada geri ya da orta işçinin bilin¬cini veri alan yaklaşımlara karşı öncü işçinin bilincini, “salt işçi hareketi” yerine “devrimci politik işçi hareketi”ni, kendiliğindenlik yerine bilinci öne çıkarır. Ne Yapmalı, sendikal politikaya ve örgüte karşı sosyal-demokrat politikayı ve devrimciler örgütünü vurgular. Örgütsel planda, Rus sosyal-demokrat hareketi içinde hakim olan tablo yerellik, dağınıklık ve amatörlüktür. 1898 parti kuruluş kongresinden sonra sosyal demokrat hareket tam bir dağınıklık dönemine girmiştir. Propaganda ve örgütlenme çalışması yerel sınırlar içerisinde kaldığı ölçüde, etkili ve sonuç alıcı bir siyasal faaliyet yürütülememektedir. Ne Yapmalı, işte bu hakim “ilkel çalışma ve yerellik, dağınıklık” tablosuna karşı merkezi ve profesyonel çalışma ve örgütlenme önerisiyle çıkar. Bu örgütlenmenin ilk adımı olarakta “Tüm Rusya çapında bir siyasal gazete” önerisi getirilir. Buradaki yaklaşımlara ve bu yaklaşımların tasfiyeci platform tarafından nasıl istismar edildiğine biraz sonra değineceğiz. Bu alana geçmeden önce Ne Yapmalı’da ortaya ko¬nulan politik-örgütsel çerçevenin temel özelliklerini ortaya koy¬mak gerekmektedir. Lenin, Ne Yapmalı’da ekonomizme karşı mücadeleyi üç ana başlıkta yürütür: Teori, politika ve örgüt. Ne Yapmalı’da yürütü¬len tartışmanın odağında pek sık sanıldığı gibi örgüt sorunu yok¬tur. Ne Yapmalı daha çok politika sorunlarını ve anlayışlarını tartışır. Bu politik anlayışın kaçınılmaz bir uzantısı olan örgüt anlayışının ilk köşe taşlan döşenir. Bu çaba “Bir Adım ileri, İki Adım Geri”de daha sistematik hale getirilir. Ne var ki, bu sistem¬leştirme çabası Lenin’de süreklidir ve zamana yayılmıştır. Ölümünden az önce, “Komintern Üzerine Tezler”de dahi bu çaba¬nın sürdüğünü görmek mümkündür. Biz, teori sorununa daha sonra gireceğiz. Bu sorunu ayrıca ele almak gereklidir. Zira tasfiyeciler, çarpıtmalarını bu alanda da ortaya koymuşlar, üstelikte Ne Yapmalı’yı şahit göstererek “teo¬rik atılım” sorununu önemsizleştirebilmişlerdir. Bize gerekli olanın “ortalama ve mütevazi” bir teorik çaba olduğunu iddia edebilmişlerdir. Burada şu kadarını belirtmekle yetinelim ki, Ne Yapmalı’nm teorik sorunlarla ilgili ilk bölümü, özellikle de “Engels ve Kuramsal Mücadelenin Önemi” ara başlığını taşıyan bölüm, yalnız başına, teorik çalışmaya yaklaşım sorununda tasfi¬yecilerin düştüğü bataklığı sergilemeye yeter de artar bile... *** Ne Yapmalı’da örgüt ve politika sorununa yaklaşımın odağında da, “sendikal politika ve örgüt” anlayışından kopma perspektifi vardır. Ekonomizm ile Bolşevizm, demek oluyor ki, “sendikal politika” anlayışıyla “sosyal-demokrat” politika anlayışı arasında, arka planda çok daha temel bir ayrım noktası vardır, ki örgüt sorunu üzerine tüm tartışmanın ana eksenini, bu ayrım nok¬tası oluşturmaktadır. Tüm tarihsel dönem boyunca hem Bolşevizm’in kendi iç gelişmesinin temel dinamiği, hem de diğer devrimci ve Marksizm etkilenimli gruplarla kesin sınır çizgisi olan bu ayrım nok¬tası; proletaryanın tarihsel rolüne ilişkin farklı yaklaşımlardır... Ekonomizmin Legal Marksizm’in bir uzantısı olduğunu, tüm bu akımlar arasında kapitalizmin kaçınılmazlığına ve ilericiliğine ilişkin bir ayrım olmamasına karşın, Bolşevizm’le bu akımlar arasındaki mücadelenin, yine de kapitalizme ve dolayısıyla liberal burjuvaziye ilişkin farklı yaklaşımlardan kaynaklandığını belirt¬miştik. Gerek Legal Marksizm, gerek ekonomizm, gerekse de daha sonraki tarihsel dönemdeki uzantısı Menşevizm , burjuva devrim döneminde proletaryaya liberal burjuvazinin bir destekçisi rolünü biçmekte: iktidar eksenli bir mücadele perspektifini ise kategorik olarak reddetmekteydiler. Oysa ayrım noktalarının tam anlamıyla netleşmediği o tarihlerde dahi Lenin’de simgeleşen eğilim, bu alanda temelden farklı bir görüş açısına sahiptir. “Proletarya, Çarlığın yıkılmasını ilk ve en önemli talebi olarak benimsemeli ve kendini demokrasi ve politik özgürlük için verilen mücadelenin öncülüğüne yerleştirmelidir.” İşçi sınıfının gelecek devrimdeki öncü rolü hakkındaki bu temel görüş ayrılığı, odağına iktidar savaşımını koymuş bir örgüt anlayışıyla odağına muhalefet görevi koymuş olan “örgüt anlayışı” arasındaki farklılığın da temel nedenidir. Biri “öncü örgüt” anlayışı, diğeri “artçı örgüt” anlayışıdır; biri “iktidar merkezli örgüt” anlayışı, diğeri “muhalefet merkezli örgüt” anlayışıdır vb... Sorunun temelinde politikaya iki farklı bakış açısının yattığını belirtmiştik. Lenin’in bu konuda ve “İşçiler Örgütü ve Devrimciler Örgütü” ara başlığını taşıyan bölümde söylediklerini aktarmakta yarar var. “Peki görüş ayrılığımızın nedeni neydi? Bunun asıl nedeni ekonomistlerin, gerek örgütsel görevler, gerekse siyasal görevler bakımından sürekli sosyal-demokratlıktan sendikacılığa sapmalarıdır. Sosyal-demokrasinin siyasal mücadelesi, işçilerin patronlara ve hükümete karşı mücadelesinden çok daha geniş ve çok daha karmaşıktır. Aynı şekilde (ve bu yüzden) devrimci bir sosyal demokrat partinin örgütü, ekonomik mücadeleye yönelik işçiler örgütünden zorunlu olarak başka türden bir örgüt olmalıdır.” (abç) Bu sonuncusu, profesyonellik ve profesyonelce çalışma, Ne Yapmalı’nın üzerinde önemle durduğu bir konudur. Zira, Ne Yapmalı, sendikal perspektifi aşmayan bir örgütlenmeye karşı sosyal demokrat bir örgütlenmeyi önerirken, aynı zamanda sendikal pers¬pektifin aşılamamasının kaçınılmaz bir sonucu olarak dağınıklıktan ve yerellikten kurtulamayan taban örgütlerine bu ilkel çalışma tarzına son verme, planlı, hedefli ve merkezi bir profesyonel çalışmayı oluşturma, bir merkezi yönetici örgüt yaratma çağrısıdır da. Lenin’in sözcükleriyle “Her örgütün yapısı, doğal olarak ve kaçınılmaz biçimde o örgütün eyleminin içeriğine göre belirlenir”! Bu ünlü söz, politika anlayışı ile örgüt anlayışı arasındaki kopmaz bağa işaret etmektedir. Lenin, ilkel çalışma ile, tam da ekonomizmin politika anla¬yışının kaçınılmaz örgütsel sonuçlarından söz etmektedir. “Pat¬ronlara ve hükümete karşı ekonomik mücadele vermek için bütün Rusya’yı kapsayan merkezi bir örgüte... profesyonel devrimciler örgütüne hiç gerek yoktur... Bu nedenle, Raboçeye Dyelo yukarıda incelediğimiz iddialarıyla, yalnız siyasal çalışmanın değil, örgütsel çalışmanın da sınırlılığını kabul etmekte ve haklı görmektedir” derken, ilkel çalışmanın bir boyutunun dağınık, sendikal örgütlülük perspektifini aşamamak olduğunu vurgulamakta, bunun karşısına “her türlü siyasal muhalefet, başkaldırı ve öfke girişimlerini tek bir ortak saldırı içinde toplayacak, Rusya’yı kapsayan merkezi bir örgüt” fikrini koymaktadır. Ki, Lenin’e göre, ilkellik karşısında profesyonelliğin ilk ve en temel kıstasıdır bu... Lenin’e göre örgütlenme alanında ilkellik, politika alanında kendiliğindenliğe boyun eğmenin zorunlu bir sonucu olarak, örgütsel alanda da kendiliğinden hareketin oluşturduğu örgütsel biçimlerle yetinmektedir. Oysa kendiliğinden hareket çok önemlidir ama yine de yalnızca bir imkandır. Bu imkanı devrim doğrultusunda kullanabilmek, ancak bu sürece politik ve örgütsel planda bilinçli bir müdahale gücü ve önderlik düzeyi gösterebilmekle mümkündür. Dolayısıyla Rus sosyal demokrasisinin örgütsel plandaki ilkelliği, kendini en açık biçimde bu imkanı güce dönüştürememesinde, “yükselen kitlelerin kendiliğinden atılımına göre geride kalmasında” göstermektedir. İlkelliğin ikinci görünümü, taktik sorunu üzerine yapılan tartışmada görülebilir... Taktik süreç ve taktik plan üzerine yapılan tartışmalar açıkça göstermektedir ki, Rus sosyal demokrasisi içerisinde planlı, hedefli bir çalışma tarzı olmadığı gibi, böylesi bir çalışmanın olmaması bir “erdem” kabul edilebil-mektedir. Bu, politik planda kendiliğindenciliği doğurmakta, örgütsel hazırlık alanında da tam bir karmaşayı, dağınıklığı ve başıbozukluğu koşullamaktadır. Örgütsel plandaki bu manzaranın kaçınılmaz bir başka sonucu, düşmanın saldırılan karşısında dayanıksız bir yapılanmadır. Sosyal demokrat grupların yaşamı ancak bir kaç ayla sınırlı olabilmektedir. Düşman saldırılan karşısında işçi sınıfı sık sık tüm yöneticilerini yitirmektedir. Dolayısıyla ilkel çalışma aynı zaman¬da bir devrim örgütü düzeyinde örgütlenme yeteneğinin olma-masında ve siyasal çalışmanın süreklilik taşımayan devrevi karakterinde de kendisini göstermektedir. Lenin’in profesyonellik vurgusu bu somut gerçekler karşı¬sında anlamını bulmaktadır. Profesyonellik, teknik bir örgütlenme sorunu olmaktan ziyade, teori, taktik ve örgüt planında kendiliğindenciliğin karşıtıdır. Sağlam bir teorik temel, planlı, hedefli bir siyasal çalışma ve tüm Rusya çapında merkezi bir savaş örgütü: Bu, ekonomist platformun teoriye aldırışsızlık, taktik süreç ve sendikal perspektifi aşmayan genel ve dağınık örgütlenmeler anlayışına tam ters bir yaklaşım biçimidir. Amatörlüğün teorize edilmesine karşılık olarak, profesyonelliğin vurgulanmasıdır... Tasfiyeciler “Ne Yapmalı”yı Nasıl Çarpıtıyorlar? Önce, sonraki iddialarına da dayanak olan, cehalet ve çarpıtmanın iç içe geçtiği bir iddia ile başlayalım. “Her şeyden önce, Lenin’in 1900’lü yılların başlarında profes¬yonel devrimci örgüt vurgusunu, henüz devrimci sınıf partisinin yaratılmadığı, Marksist hareketin dağınık ve amatör bir çalışma içinde boğulduğu koşullarda yapıldığını göz ardı etmemek gerekiyor. Bu koşullarda, Lenin için profesyonel devrimci bir örgüt yaratmak amaç değil, kendiliğinden sınıf hareketine müdahale etmenin, bağımsız bir sınıf hareketi yaratmanın aracıdır. Bu araç yaratıldıktan sonra, böyle bir çekirdek örgütlenme temeli oluşturulduktan sonra, Lenin’in sürekli olarak partinin sınıf hareketiyle birleşmesinin, toplumsal kimliğini kazanmasının önemine yaptığı vurguyu gözden kaçırmamak gerekir, (abç) (Partileşme Görevi ve Leninist Parti) Tasfiyeci yazarın, Rus deneyimine ilişkin bu çarpık ve yanlış yorumu, yalnızca bilgi eksikliğinin göstergesi masum ve ölü sözler olarak kalma¬makta, aynı zamanda Türkiye topraklarına da bu çarpık yorumla nakledilmek istenmektedir. Onu tartışılmaya değer kılan da yalnızca bu özelliğidir. Yoksa Rusya’da “önce profesyonel çekirdek yaratıldığı ve sonra da onun aracılığıyla sınıfla bağlar” kurulduğu yönündeki bu iddianın ömrü ve değeri bunu yanlışlayan birkaç temel maddi bilgiyi alt alta sıralamaktan ibarettir. Ne var ki, tasfiyeci yazar, bizi , fabrika hücreleri yarat¬mayı ve öncü işçiyle birleşmeyi “acil bir görev” olarak tanımladığı için “uvriyerizm”le suçlamakta ve üstelik herkesi Rusya’-daki gibi önce profesyonel çekirdek yaratalım, sınıfla bağ uzun vadenin görevidir diyerek, bu “evrensel” doğruya çağırmaktadır da. Biz, yazının ilerleyen bölümlerinde profesyonel çekirdek ve fabrika hücreleri sorununa ilişkin bu mekanik yaklaşımı ele alacağız. Ne var ki, burada, Ne Yapmalı’ya yapılan bu ilk “katkı”ya ilişkin birkaç söz söylemek zorundayız. Burada, bu iddiayı geçersizleştirmek için, yine Lenin’e başvurmak durumundayız: “İleri işçilerle sosyal-demokrat örgütlerin birleşmesi tamamen doğal ve kaçınılmazdı. Bu, 1890’larda Rusya’da iki toplumsal hareketin birleşmesinin tarihsel sonucuydu.” (Ekonomizm Taraftarlarıyla Bir Konuşma, Yurt Yay., sf.28)Yine 1897’de “tüm gücümüzle işçi sınıfına gideceğiz” diyen Lenin, bizzat çarpıtılan ve bu saçma iddiaya dayanak yapılmaya çalışılan Ne Yapmalı’nın kendisinde bu iddiayı şu şekilde yalanlıyor. “Aslında daha önceki dönemde şaşılacak kadar az gücümüz vardı ve o zaman kendimizi bütünüyle işçiler arasındaki çalışmaya adamamız ve bu çizgiden herhangi bir sapmayı şiddetle mahkûm etmemiz son derece doğal ve meşru idi. O zaman bütün görev işçi sınıfı içindeki konumumuzu sağlamlaştırmaktı.” Ve Lenin bu sözlere devamla, artık sınıf içinde konumun sağlamlaştırıldığından, hareketin buradaki güçleri, halkın diğer katmanları arasında çalışmaya seferber edebilecek konuma ulaştığından söz eder. Yine örneğin bu iddianın geçersizliğini görebilmek için, daha henüz 1895’te, St. Petersburg İşçiler Birliği’nin yalnız başına, büyük fabrikalarda 25 işçi çevresini bir araya getirecek, on binlerce işçiyi siyasal grevlere sevk edebilecek denli sınıfla güçlü bağlara sahip olduğunu; benzeri örgütlenmelerin yalnızca St.Petersburg’da değil, bir dizi sanayi şehrinde faaliyet sürdürdüğünü hatırlamak yeterlidir vb... Ne Yapmalı’daki “profesyonel çekirdek”, esasta, sınıfla bağ sorunu değil, yerel düzeyde kurulan bu bağları merkezileştirmek, planlı ve organize bir çalışmanın yaratılması soru¬nunun çözümünü gündeme getirmektedir. Ne Yapmalı’da sınıftan bağımsız bir “profesyonel çekirdek” bakışı yoktur. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi, buradaki sorun, yalnızca bir bilgisizlikten ibaret olsaydı, kendi başına önem taşımaz, gülümseyip geçilebilirdi. Ne var ki, bu cehalet, sınıfı ve öncü işçileri devre dışı bırakan bir partileşme süreci ve parti anlayışına dayanak yapılmak istendiği için önemlidir. Nitekim tasfiyeci yazarın yu¬karıda aktardığımız alıntıyı izleyen şu sözleri dahi bu açıdan an¬lamlıdır. “Güçlü bir teorik temel* ve kendiliğinden sınıf hareketiyle sistemli ve sağlam bağlar, profesyonel devrimci çekirdeğin *Yazarın aynı zamanda teorik atılım sorununu devre dışı bırakan yaklaşımları hatırlandığında tuhaf ve çelişkili bulunacaktır ama... devrimci bir işlev görmesinin olmazsa olmaz koşulunu oluşturur. Bu temelden yoksun devrimci çekirdek kaçınılmaz olarak önce kendi içinde darlaşarak kısırlaşacak, sonra da komplocu bir örgüt olarak yozlaşacaktır.” (Partileşme Görevi ve Leninist Parti,Ekimler, S.l, sf. 165) Profesyonel çekirdeğin “kendiliğinden” ve “hareket” kayıtla¬rıyla sınıfla bağ kurması; bağın bu şekilde tanımlanması bir te¬sadüf değildir. Bu sözler, Lenin’in, “profesyonel çekirdek” ile ilgili ünlü sözlerine karşı bir sigorta işlevi görmesi amacıyla sarf edilmiştir. Lenin, profesyonel devrimci örgütün kendisini ve başarısını şu temel nedene bağlıyor. “... Muhakkak ki, onların bu başarısının başlıca nedeni, işçi sınıfının somut ekonomik ne¬denler dolayısıyla, kapitalist toplumdaki bütün diğer sınıflardan daha fazla örgütlenme yeteneğine sahip oluşudur ve sosyal demokrat partiyi de bu sınıfın en ileri temsilcileri inşa et¬miştir. Bu koşul var olmaksızın, profesyonel devrimciler örgütü basit bir oyuncaktan ya da bir tabeladan başka bir şey olamazdı.” (Ekonomizm Taraftarlarıyla Bir Konuşma, Yurt Yay., sf.93) Yazar ise, Lenin korkusuyla, bir aydın örgütü olan “profesyo¬nel örgütü”nü bir oyuncağa dönüştürmemek için kestirme bir yol bularak, Lenin korkusundan da, sınıfla bağ sorunundan da kurtulu¬yor! Kendiliğinden hareketle bağ! Niçin sınıfla, öncü işçilerle organik bağ sorununu atlamakta ve sınıfla bağ sorununu “kendiliğinden hareketle bağ” sorununa indirgemektedir? Burada iki olasılık söz konusu olabilir. Birincisi, öncü işçiyle bağ sorununa bu bağ kurulduğu için ya da kurulması veri alındığı için özel olarak değinme ihtiyacı duyulmamıştır; ya da ikincisi, öncüyle bağ sorunu da sınıf kitlesini kazanmak sorunu gibi uzun vadenin ya da radikal bir kitle hareketliliğinin sorunu olarak değerlendirilmekte ve en azından bu “kutsal vakte” kadar sosyalist siyasal çalışma sınıf dışı aydınların aktivitelerine hava¬le edilmektedir. Birincisi, Leninist bir yaklaşımın göstergesi olabi¬lirdi; ki, bu, 1890’lardan itibaren bu sorunu tarihsel olarak çözümlemiş Rus sosyal-demokrasisi, dolayısıyla Ne Yapmalı’nın soruna yaklaşım biçimine denk düşmektedir. Ne var ki, bizde söz konusu olan ikinci olasılık, sınıf dışı aydının sınıfa güvensizliği ve sınıftan kaçışıdır. Tasfiyeci platformun öncü işçilere ve aydınlara yaklaşımı bu gerçeği çok açık bir biçimde göstermektedir. Ne Yapmalı’da yapılan düzeltmelerden. biri de tam bu alanda, öncü işçiye yaklaşımda, öncü işçinin devre dışı bırakıldığı bir partileşme süreci ve parti anlayışında kendini göstermektedir. Nedir tasfiyecilerin öncü işçilere ilişkin yaklaşımları? “... Şimdi bu gerilerin içinde ileriye çıkmış, bu geriliği en az bulunduran insanlardan, salt başına bunlardan hareketle, bu toplu¬mu dönüştürmek ve istediğimiz düzeye getirmek mümkün olmaz. “Bu ilk aşamada böyledir. Belli bir aşamaya, örneğin bir devrim durumunun öncesine yaklaşılması durumundadır ki, içindeki o nüveler aniden serpilecektir ve sınıfı alıp götüre¬cektir. Çoğalacaktır hızla bunlar.” “... biz kendi insan malzememizi ve ilk kuvvetlerimizi... başka alanlardan bulup çıkarabilmeliydik...” Ya da diğer tasfiyecilerin sözleriyle; “... İşçi sınıfının öncüsüyle birleşmek gibi, asıl olarak orta vadede gerçekleştirilecek görev(ler) (aynı tasfiyecinin “Aydın Oportünizmi” yazısında ‘uzun vade’nin görevi olarak tanımlan¬maktadır -bn) yakalanması gereken... halka ilan edilerek, örgütsel ve politik çalışmanın profesyonelleştirilmesi gibi acil bir görev atlanmıştır” (Bir Kez Daha İddialar... Üzerine, Rıfat) Bir kez daha burada öncü işçiyle birleşme görevi ile örgütsel yapının profesyonelleştirilmesi arasında mekanik bir bağ kurul¬makta; teorik olarak yapay, pratik olarak tasfiyeci bir ikilem yaratılmaktadır. Öncü işçiyle birleşmek mi, profesyonel örgüt mü? Tasfiyeci yazar, bizi, ikisinden birini seçmeye çağırıyor ve kendi tercihini profesyonel örgütten yana yapıyor! Oysa bu ikilem yalnızca bir mantık aczinin göstergesi olabilir. Bir Marksist için öncü işçiyle birleşme görevinden soyutlanmış bir profesyonel örgütlenme düşünülemeyeceği gibi, profesyonel bir etkinlik ancak belirli bir hedefle tanımlanabilir. Komünistler açısından bu hedef ise, ilk başlarda, her şeyden önce kendi sınıfsal zeminine oturmak, örgütü fabrika hücreleri zeminine oturtmaktır. Burada öne çıkarıp vurgulamak istediğimiz, tasfiyecilerin, sınıftan kaçışlarını öncü işçi sorununa yaklaşımlarında net olarak ortaya koymuş olmalarıdır. “Bir devrim durumunun öncesi”ne kadar ya da “orta vade” ve “uzun vade”ye kadar, sosyalist siyasal faaliyetin, sosyalist siyasal örgütlenmenin öncü işçilere dayanmayan bir faaliyet ve örgütlenme olduğunu, olması gerektiğini, esasında Leninizm’in de sorunlara bu şekilde yaklaştığını iddia edebilmek için, büyük bir beyin dağılması yaşamış olmak gerekir. Biz bu aynı iddiayla, daha önceleri aydın oportünizminin tipik temsilcileri şahsında da karşılaşmış; o zamanlar bizi aynı şekilde “uvriyerizm” sopasıyla susturmak isteyen bu çevreyle yaptığımız polemikte, onları sosyalist siyasal örgütlenmeyi ve po¬litikayı aydına özgü bir olaya indirgedikleri için eleştirmiş ve Lenin’in, sosyalist bir siyasal örgütlenmenin oluşabilmesi için olmaz¬sa olmaz kıstasları tarihsel bir perspektifle sunduğu aşağıdaki pasajını da söz konusu tartışma içinde aktarmıştık. “Altmışlı ve yetmişli yıllar, ‘kitlelerin’ arasında dolaşmaya başlayan, militan-demokrat ve ütopik sosyalist içerikli, oldukça çok sayıda yasadışı yayına tanık oldu. O çağın önemli kişileri arasında ön sıralarda yer alanlar, işçi Pyotr Alekseyev, Stepan Kalturin ve diğerleriydi. Bununla birlikte, proleter demokrat akım kendisini Narodnizm ana akıntısından kurtarabilecek durumda değildi; bu ancak Rus Marksizm’inin ideolojik olarak biçimlen¬mesinden (Emeğin Kurtuluşu grubu, 1883) ve sosyal demokrasi ile bağı bulunan düzenli bir işçi hareketinin başlamasından sonra, 1895-96 St. Petersburg grevleri sırasında mümkün oldu.” (Rusya’da İşçi Basınının Tarihi,Aydın Kesimi Üzerine, sf.88) Sosyalist siyasal hareket, tanımı gereği iki zorunlu unsurun birliği demektir her şeyden önce; sağlam bir ideolojik-teorik çizgi ve sınıf hareketiyle bağ... (1) Esasen Leninizm’de sorunlara bu şekilde yaklaşıldığına yönelik iddianın ise ne gerçekle, ne Leninizm’le, ne de Ne Yapmalı broşürü ile uzaktan yakından bir ilgisi yoktur. Lenin, soruna, eşitsiz gelişmenin sınıfın kendi içine de kaçınılmaz olarak yansıdığı gerçeğinden hareketle yaklaşıyor; sınıfı öncü, orta ve geri sınıf kitlesi olarak tasnif ederken, komünist partinin öncü parti olması esprisinin bir unsuru olarak öncü işçilerin partisi olacağı sonucuna ulaşıyordu. Ekonomistlerin, sınıf kitlesi sosyal demokrat slogan ve politikalara ulaşamamışlardır gerekçesiyle örgütlenme planında savundukları ilkelliğin karşısında Lenin, ekonomistlerin, ortalama ve geri işçinin eğilim ve bilinçlerine göre davrandıklarını, oysa öncü işçilerin yıllardır bir öncü politik örgütün zorunlu olduğu sonucuna ulaştıklarını, öncü işçinin eğilimlerinin geri ve ortalama işçinin eğilimlerine kurban edilmemesi gerektiğini belirtir vb. Tasfiyeciler, Leninizm bayrağı altında Leninizm’i kendi küçük-burjuva aydın eğilimlerinin aracına dönüştürmeye çalışıyorlar. Onlar, “öncü işçi” ile bağ kurma ve onu örgütleme sorununu da tıpkı sınıfın en geri kitlesi gibi “bir devrim durumu öncesi”ne havale etmektedirler. Üstelik nerede? Türkiye gibi bir devrim toprağında*. Oysa onlar da düne kadar (biliyoruz almıyorlar, ama mazur görsünler!) bir kavrayışa dayanmasa da sık sık şu saptamayı tekrarlayıp duruyorlardı: “Yıllardır sınıf hareketinin öne çıkardığı ve yeni dönemdeki gelişmelerin ürünü olan sosyalist, sosyalizme yakın yoğun bir öncü işçi kuşağı* vardır bugün.” Şimdi ise bundan tümüyle dön geri etmişlerdir ve sınıfın ileri unsurlarını artık şu şekilde tanımlamaktadırlar: “...şimdi bu gerilerin içinde ileriye çıkmış, bu geriliği en az bulunduran bu insanlardan...hareketle bu toplumu dönüştürmek...mümkün olmaz.” Eğer öncü işçi “devrim öncesi duruma” dek kazanılmayacaksa, parti ve devrim davası nasıl yürütülecektir; kimler, hangi sınıfın temsilcileri yürütecektir davayı? “A diyen B’yi de demek zorundadır.”Öncü işçiye yaklaşım bu olunca, kaçınılmaz olarak sınıf dışı kesimlerin önemi de abartılmak zorundadır. Artık bu noktada, tasfiyecilerin pek sev¬diği ama isabetsiz olarak kullandıkları deyimle “aydın oportünizmi” hortlayacaktır. Aydınların Rolü ve “Sınıfa Bilinç Taşıma” Sorunu Ne Yapmalı, bu önemli alanda da, “aydınların rolü” ve “sınıfa bilinç taşıma” sorunu açısından da yıllarca küçük-burjuva bir tahrifata uğratıldı. Küçük-burjuva devrimciliği, Ne Yapmalı’da “aydın” sorununa yapılan vurgularda, kendi sınıf dışı konumunu meşrulaştıran bir teorik dayanak aradı. Tüm toplumsal kesimlere, bu arada işçi sınıfına da ideolojik önderlik yapan aydınlardan oluşan profesyonel devrimciler örgütü teorileri, Türkiye’de uzun yıllarca, Ne Yapmalı’daki bu vurgulara dayanılarak savunulmaya çalışıldı. Aydın ve bilinç sorununa yaklaşımda, parti-sınıf ilişkilerini karartan, toplumsal kimlik sorununu önemsizleştiren bir Ne Yapmalı kavrayışı, bu nedenle Türkiye’li devrimcilerin bilincinde son derece kökleşmiş durumdadır. Bizdeki tasfiyecilik, geriye düşmenin kaçınılmaz bir sonucu olarak Türkiye’nin yerleşmiş küçük burjuva yargılarından, geleneksel sınıfa güvensizlik eğilimlerinden, sınıfsal zemine oturmayan bir “sınıf devrimciliği” anlayışından da destek bulmaya çalıştı. İşçi sınıfına güvensizlik, aydınlara methiye ile telafi edilmeye çalışıldı. Bu “methiye”lere dayanak olarak ise Ne Yapmalı gösterildi. Ne Yapmalı bu alanda da bir düzeltmeye tabi tutuldu. Bunu, tasfiyecilerin aydın sorununa yaklaşımı ile Ne Yapmalı gerçeği karşılaştırıldığında açık olarak görmek mümkün. Bakalım tasfiyeciler sınıf dışı aydınlara nasıl bir tarihsel ve politik rol atfediyorlar? “....Sosyalizmi benimseyen aydınlar tarafından, propaganda, ajitasyon ve örgütlenme çabasıyla bilimsel sosyalizm proletarya hareketine taşındıktan sonra, artık “dışarıdan bilinç” taşıma ayrı bir anlam kazanacak, sadece aydınların yerine getireceği bir görev olmaktan çıkacaktır. (Partileşme Görevi ve Leninist Parti) “...Bu özelliğiyle Leninist parti, en başta, sosyalizmi benimseyen aydınların pratik çabalarını sınıf hareketini etkileme üzerinde yoğunlaştırmalarını şart koşar. Sosyalizmin sınıf hareketiyle birleşmesi, sınıfın en seçkin üyelerini saflarında barındırması, üretim birimlerinde örgütlenmesi, uzun ve yoğun politik çabayı, ajitasyon, propaganda ile sınıf hareketini sistemli olarak etkilemeyi zorunlu kılar.” (agm., sf. 156) Tasfiyeci platformun aydınlara biçtiği misyon budur. Aydınlar sınıfa bilinç taşıyacaklar; bunu propaganda ve ajitasyon faaliyetini yürüterek yapacaklardır. Leninist parti “her şeyden önce sosyalizmi benimsemiş aydınların pratik etkinliklerini sınıf hareketini etkileme çabası üzerine yoğunlaştırmalarım zorunlu kılacaktır”. Ne var ki, yazar, fabrika zeminine oturmayı acil bir görev olarak değerlendiren sosyalistlere gizli bir uyarı yapmayı da ihmal etmiyor. Partinin “...sınıfın en seçkin üyelerini saflarında barındırması, üretim birimlerinde örgütlenmesi” hiç kolay değildir; “aydınlar” bunu ancak “uzun” bir propaganda, ajitasyon ve örgütlenme döneminin ardından başarıya ulaştırabileceklerdir! Tasfiyeciler, tümüyle küçük-burjuva bir yaklaşım tarzı olan partinin uzun bir dönem fiili bir “aydın” partisi, bir “ideolojik önderlik” kurumu olacağı saptamalarını, sınıftan kaçışın ve kendi sınıflarına ricat edişin bu önemli “teorik” göstergelerini, yine Ne Yapmalı’ya atıflar yaparak meşrulaştırmaya, Leninizm cilasıyla parlatmaya çalışıyorlar. Sınıfa bilincin dışarıdan taşınacağı, bu bilincin üretim sürecinden otomatikman ve evrimsel olarak çıkamayacağı, sosyalist bilincin derin bir bilimsel bilgi temelinde ortaya çıkabileceği, bunun ise zorunlu olarak aydınlara ait bir alan olduğu vb. gibi argümanlardan, tasfiyecilerin mekanik ve çarpık bir mantıkla çıkardıkları sonuç, bilincin örgütsel planda da aydınlar tarafından taşınacağıdır ve de üstelik, “sosyalizmin.... sınıfın en seçkin üyelerini saflarında barındırması, üretim birimlerinde örgütlenmesi uzun ve yoğun bir politik çabayı gerektirdiği” için uzun bir süre örgütün aydınlar örgütü olmasının zorunlu olduğudur. Kuşkusuz ki, böyle bir saçmalık ne Ne Yapmalı’da ne de Lenin’in herhangi bir makalesinde yoktur. Bu yaklaşımın kaynağı Ne Yapmalı değil, olsa olsa bizim yarı-aydınlarımızın zihinlerindeki aydın hayranlığının bir ifadesi olabilir. Ne Yapmalı, sınıfa bilinç taşıma sorununu ve sürecini iki düzeyde ele alır. İlki, bir bilim, teori ve program olarak sosyalizmin ortaya konulmasıdır. İkincisi de örgütsel ve politik faaliyet olarak sınıfa bilinç taşınmasıdır. Bir bilim, teorik sistem ve program olarak sosyalizmin ortaya konulması, hiç kuşku yok ki, derin bir bilimsel bilgi temeli üzerinde gerçekleşebilir. Bu nedenle bir düşünce sistemi, ideoloji, doktrin ve eylem klavuzu olarak sosyalizm, bu bilimsel bilgi temeline sahip olabilenlerce geliştirilip ortaya koyulabilir. Bu genel planda böyle olduğu gibi yerel planda da böyledir. Lenin’in ifadesiyle “Rusya’da sosyal-demokrasinin teorik doktrini, işçi sınıfı hareketinin kendiliğinden gelişmesinden tamamen bağımsız olarak ortaya çıktı; bu doktrin, devrimci sosyalist entelijansiya arasında gelişen düşüncenin doğal ve kaçınılmaz bir sonucu olarak ortaya çıktı.” Türkiye açısından da bakıldığında aynı olguyu gözlemlemek mümkündür. Ne teorik doktrin olarak sosyalizm kendiliğinden sınıf hareketinin otomatik ve evrimsel bir ürünü olarak ortaya çıkmıştır; ne de bu kapsamlı programatik çabaya sınıf kökenli aydınlar önemli ölçüde katılabilmişlerdir. Ne var ki. bu olgunun tarihsel olduğu, sınıfın entelektüel hayata yakınlığının artışıyla sınıfın öncü aydınlarının bu süreçte yer almasının kolaylaştığı reddedilemez. Ne yazık ki, tasfiyeci ya¬zar soruna tarihsel bir perspektifle bakma yeteneğinden tümüyle yoksundur. Öyle ki hala bilinç taşıyıcı “devrimci burjuva aydınlar”dan söz edebilmektedir. Ne Yapmalı’yı küçük-burjuva bakışla tarihsel-sınıfsal arka planından yalıtılarak kopya etme çabası, onu yaşamın gerçek süreçlerinden de tümüyle ko-parmıştır. Dönüp akıp giden yaşama bakma cesareti gösterebilse, böyle bir kategorinin tarihsel olarak ortadan kalktığını, bu kategorinin Rusya’da da tüm diğer örneklerinde olduğu gibi, burjuva devrim döneminin bir yan ürünü olduğunu, dolayısıyla burjuva devrim dönemiyle birlikte bu burjuva aydınların tümüyle düzenle bütünleşmiş olduklarını görürdü. Böylece yalnızca Türkiye’de değil, tüm dünyada sosyalizmi programatik olarak ortaya koyma çabası dahi burjuva aydınlarının elinden, alt sınıfların çıkardığı aydın ve daha çok ta yan-aydın kesimlere geçmiş bulunduğu görülür ve bu olgunun üzerinde kafa yorma zahmetine katlandırdı. Lenin’de sınıfa bilinç taşıma probleminin ikinci boyutunu, örgütsel ve politik düzeye ilişkin yaklaşım oluşturur. Ne kastedildiğini Lenin’in sözleriyle anlatalım; “Politik sınıf bilinci işçilere ancak dışarıdan, yani ekonomik mücadelenin dışından, işçiler ile işverenler arasındaki ilişkiler alanının dışından taşınabilir.” Neresidir bu alan? “Bu bilginin toplanabileceği tek alan halkın bütün sınıf ve katmanlarının devletle ve hükümetle ilişkiler alanı, bütün sınıfların birbiriyle ilişkiler alanıdır.” (sf.76) Kısacası, işçi sınıfı dar ekonomik alandan, işçiyle- işverenler alanından çıkamadığı, sınıfların birbiriyle ilişkileri alanından bakarak, sınıflar arası ilişkilere kendi tarihsel sınıfsal çıkarları doğrultusunda müdahale etme bilincine ulaşamadığı taktirde, bilinci gerçek bir siyasal bilinç olamaz. Mücadele politik alanda yürütülmeli, örgütlenme ilkel-sendikal bir örgütlenme değil, merkezi siyasal bir örgütlenme olmalıdır. Açıktır ki, burada tanımlanan “bilinç” taşıma fonksiyonunun aydınlarla değil partiyle bir ilgisi vardır. Eğer siz bunu, kendi hayal dünyanızın bir göstergesi olarak aydınlara ilişkin bir misyon olarak kavrarsanız, varacağınız yer kaçınılmaz olarak aydın oportünizmidir. Önereceğiniz örgüt modeli ise aydınlar partisidir. İşte o zaman küçük-burjuva devrimciliğinin “ideolojik önderlik” tezine dön geri etmekten başkaca çıkış yolu da kalmayacaktır. Açıktır ki, Marksizm bir kez teori ve program olarak ortaya konduktan sonra, parti faaliyeti alanı açılır ve parti faaliyeti açısından, siyasal bilince sahip olmak açısından bakıldığında ise öncü işçiyle aydın arasında herhangi bir kategorik farklılık yoktur. Tüm aydın oportünisti eğilimleri ve küçük-burjuva akımlar bir bilim ve program olarak sosyalizm ile, bilincin bu düzeyi ile sosyalist siyasal bilinci birbirine eşitlerler. Daha önce aydın oportünistlerine hatırlattıklarımızı burada bir kez daha vurgulamak zorundayız: “Sosyalist siyasal bilinç bir bilim olarak sosyalizmden çıkar, ama ikisi birbirine eşit değildir.” Lenin’in Kautsky’den aktardığı pasaj, bu ikili düzey ve ilişkinin net bir ifadesine de sahiptir. Nedense “sınıfa bilincin dışarıdan taşınacağı”, “sosyalizmin bilimsel bir bilgi birikimi üzerine inşa edildiği” vb. argümanları, kendi sınıf dışı bakış açılarını meşrulaştırmak için tekrarlayıp duranlar bu ifadelere tümüyle gözlerini kapamaktadırlar; “Gerçekten, çağdaş sosyalizm bu bölükten (burjuva entellijansiyası-bn) bir takım bireylerin kafasında doğmuş ve kafaca en gelişmiş proleterlere onlar tarafından iletilmiştir. Bu proleterler de onu hemen koşulların elverdiği yerlerde proletary¬anın sınıf mücadelesine sokarlar.” (sf.35) Dolayısıyla tasfiyeciler, bilinç taşıma sorununun bu iki düzlemini, mekanik bir mantıkla tekleştirerek, “bilinç taşıma aydınların işidir” lafazanlığıyla partinin fonksiyonunu da sınıf dışı aydınların fonksiyonuna indirgemektedirler. Böylece öncü işçisiz, ama kendiliğinden hareketle bağlantılı bir partileşme süreci ve parti fikri bizlere “saf Leninizm” cilası altında sunulmaktadır. Oysa Lenin’in “sınıf dışı aydınlar”a ve “işçi sınıfının aydın kesimi”ne yaklaşımı, bizim tasfiyecilerimizin öncü işçileri “ilkel” bulan ama sınıf dışı “aydınlara” tapan yaklaşımlarıyla temelden farklılık taşır. “...Eğitim görmüş insanlar ve genel olarak “aydın kesimi” otokrasinin düşünce ve bilgiyi kovuşturan vahşi polis zulmü karşısında isyan etmekten başka bir şey yapmaz; fakat bu kesi¬min maddi çıkarları onu otokrasiye ve burjuvaziye bağlamakta, tutarsız olmaya, uzlaşmaya, resmi bir ücret ya da kâr payı ya da temettü karşılığında muhalif ve devrimci öfkesini satmaya zorlamaktadır.” (Rus Sosyal Demokratlarının Görevleri, Lenin) “Bu ‘işçi sınıfı aydın kesimi’ Rusya’da şimdiden vardır ve bu’ kesimin saflarının düzenli bir biçimde güçlendirilmesi yüksek ruhsal taleplerinin karşılanmasına ve Rus Sosyal-Demokrat İşçi Partisi’nin önderlerinin bu saflardan gelmesini sağlamak için elimizden geleni yapmalıyız.” (Lenin, Rus Sosyal Demokrasisindeki Gerici Bir Eğilim) Bütün bu yaklaşımlar, Lenin’in aydın sorunu konusunda da sınıf kökenine verdiği önemi net bir biçimde göstermektedir. Lenin, ne eşitsiz gelişmenin sınıf mücadelesine zorunlu olarak dayattığı aydınların rolünü görmezlikten gelmekte ne de sınıflı toplumda süre giden kafa ve kol emeği arasındaki ayrıma parti faaliyetleri ve yaşantısı açısından teslim olmakta, bu ayrımı meşrulaştırmaktadır. Aydınların “aydınlanmış insan” olmaları anlamında önemlerini gözeten Lenin, onların sosyal konumlarından doğan zaafları da her zaman vurgulamış; bu ikincisi en az birincisi kadar (hatta yer yer daha fazla) Lenin’de önem taşımıştır. Aydınların yaşayış tarzlarıyla proletaryanın yaşayış tarzı arasında bir “uzlaşmaz çelişki” olduğunu vurgulayan Lenin, aydınların bu özellikleriyle sınıf hareketine zaaflı eğilimler taşıdığını görmüş; partinin, bu çelişkiyi parti saflarını “işçi sınıfı aydınları” ile takviye edebildiği oranda aşabileceğini özel bir önemle vurgulamıştı. Burada hemen, Lenin’in Ne Yapmalı’da tasfiyeciler tarafından çok sık istismar edilen parti içinde “işçiler ve aydınlar arasındaki her türlü ayrımın ortadan kalktığı” yönünde sözleri akla gelecektir. Ne var ki, bu sözün anlamı ve kapsamı da yeterince kavranabilmiş değildir. Birinci olarak Lenin, sınıfla birleşmiş, sınıfın organik oluşumu olan bir örgütlenmeden söz etmektedir. Dolayısıyla bir aydının aydın olma özelliğini, bu özelliklerinden doğan zaaflarını yitirmesi, yalnızca sosyalizm fikrine ulaşmış olması ile ilgili değildir. Daha da önemli bir faktör var ki, bu da aydının kendi yaşayış tarzını değiştirebilmesinin ancak sınıfın organik bir parçası, aynı zamanda sınıfın kolektivitesinin, kültürünün ve yaşayış tarzının da billurlaşmış ifadesi olan, partinin yaşantısı ve mücadelesi tarafından yeniden şekillendirilmesiyle mümkün olabileceğidir. “Bu eşitsiz gelişmenin yarattığı çift taraflı ‘kötülük’ün o şartlarda mümkün tek telafisi de, ifadesini proletarya partisinde bulur. Bir yandan işçi sınıfı, toplumun kültürel birikiminin dışında olmasının getirdiği kendisi için sınıf olma şansını kendi öz dinamiğiyle yaratmadaki güçlükten kurtulur ve kendisi için bir sınıf olma şansını elde eder; diğer yandan da bir aydın malı olarak kaldığı müddetçe yalnızca anlamayı ifade eden ama hiç bir zaman değiştirme gücünü ifade edemeyen “bilinç”, bir değiştirme iradesine dönüşür. Aydın, proletarya ile birleşir; proletarya ihtilalcisi olur.” (Aydın Oportünizmi ve Proleter Sosyalizmi) Dolayısıyla, aydının “sınıf intiharı”nı gerçekleştirmesi, artık sınıf kimliğinin değil siyasal kimliğinin aydını belirlemeye başlaması, sosyalizm fikrini benimsemek ya da partili olmakla otomatik olarak gerçekleşmez. Önemli bir adım olmakla birlikte yeterli bir adım değildir bu. Aydının sınıf mücadelesi içerisinde, onun dalgalanmaları ve zorlukları içerisinde kendini yeniden şekillendirmeyi başarabilmesi de gerekir. Ki, işin tartışmasız en önemli yanı budur. Rus devrim tarihi, 1905 yenilgisini izleyen dönemde bu açıdan da önemli dersler taşımaktadır. Yenilgi ertesinde partinin aydın kadrolarının önemli ağırlıkla safları terk etmesi, “aydınların sınıf intiharı”nı gerçekleştirmesinin otomatik olmadığı ve hayli güç bir süreç olduğunu da ortaya koymuştur. Bu tarihsel deneyim aynı zamanda partinin toplumsal tabanı, sınıf kimliği sorununun taşıdığı önemin de daha açık bir biçimde görülebilmesini sağlayabilmiştir. Doğrusu, bizim tasfiyecimiz de, bizlerin uyarısıyla da olsa, bu gerçeğe gözlerini kapayamamıştır. Ne var ki, kafa temelden farklı çalıştığı için o, bu önemli tarihsel deneyimden aşağıdaki “büyük” sonucu çıkarabilmiştir ancak: “... Lenin’in II. Kongre öncesi ve sırasında, profesyonel devrimcilerin sınıfsal kökeninin önemli olmadığı vurgusundan hareketle komite üyelerinin partinin toplumsal kimliğini yeterince gözetmeme gibi bir hataya düşebildiklerini, “komitecilik” eğiliminin gelişebildiğini gösteriyor.” Bu aynı komitecilik eğiliminin geliştiği, komitecilerin, sınıf dışı kadroların partinin sınıf kimliğini önemsizleştirmeye çalıştıkları dönemde Lenin, aydınların kaypaklığına ve tu¬tarsızlığına duyduğu tiksinti nedeniyle olsa gerek, Gorki’ye yazdığı mektupta hayli tepkisel bir üslupla şunları söylüyor: “Partimizde aydınların önemi azalıyor, her taraftan yeni güçler gelirken aydınlar partiden kaçıyor. Bu alçaklardan iyi kurtulduk. Parti küçük burjuva posaları atıyor. İşçilerin olaylarda söyleyecek daha fazla sözü var.” (Aktaran Lenin Döneminde Leninizm-I, sf. 121) Bu tepkisel ifadeler, Lenin’de” ilkel bir aydın düşmanlığı” ya da” uvriyerist” eğilimler olduğu anlamına mı gelir? Tasfiyecilerin bakış açısına göre öyle olsa gerek! Ya da Lenin’in temel yaklaşımlarında bir değişiklik olduğunu iddia edeceklerdir. Lenin’i yalnızca Ne Yapmalı’dan ve hiç kuşkusuz ki, onun tümünden değil, “öğrenenler” açısından böyle olmalıdır. Ne var ki, Lenin’de sınıfla birleşme sorunu gibi kadroların sınıf kimliği sorunu da her zaman önem taşımıştır. Lenin, ne kadro kriterini salt sınıf kökenine indirgeyen bir uvriyeristtir ne de sınıf kimliği sorununu önemsizleştiren küçük-burjuva aydın oportünisti!... O, kadro kriterini, sınıf kökenine indirgemez, siyasal kriteri öne çıkarır; bu doğrultuda eşitsiz gelişmeyi ve aydınların rolünü de gözetir ve şunları söyler.”Komite işçi ve aydınlardan oluşur... özellik, tam bir sosyal demokratlıktır”. Ne var ki, o, sınıf kökeni sorununun her aşamada taşıdığı önemin de farkındadır ve ardından hemen ekler; “...komite işçi sınıfı hareketinin belli başlı bütün önderlerini kapsamalıdır.” Bu satırlar Ne Yapmalı’dan yaklaşık iki ay sonra ve “Bir Yoldaşa Mektup” makalesinde yazılmaktadır. Ne Yapmalı’dan, “sınıf kökeni sorunu şu an için bizim açımızdan önemli değildir” ya da “öncü işçileri ancak radikal bir hareketlilikte kadrolaştırabiliriz” sonucunu çıkaranlar, bu iki ay arayla yazılmış iki ayrı metinde yalnızca “çelişki” görebilirler. 1905 yenilgi ertesine dönersek; bizim tasfiyecilerimiz de bu dönem net biçimler alan bazı gerçeklere gözlerini kapayamıyorlar ve ders çıkarıyor demiştik. Ne var ki, o ünlü mekanik bakışla! Tasfiyeciler bize diyorlar ki, Lenin’in 1902’de, “kadroların sınıf kökeninin önemli olmadığı” yönündeki saptaması 1905’ten sonra bir yan sonuç olarak sınıf kökeni sorununu önemsizleştiren “komitecilik” saptamasını doğurmuştur! Tabi ortada bir sürü saçmalık vardır. Eğer Lenin; “kadroların sınıf kökeni önemli değildir” gibi bir yaklaşıma sahipse, aynı yaklaşımı savunan “komiteler” neden bir sapmadır? Neden sınıf dışı bir eğilimdir? Yoksa Lenin, 1905’te 1902’deki görüşlerini aşmış mıdır? Yoksa sınıf partisi açısından sınıf kökeninin hiç önemli olmadığı ve çok önemli olduğu ayrı ayrı dönemlerin olabileceğini mi düşünüyorsunuz? Son soruyu açarsak; parti açısından toplumsal kimliğin önemli olmadığı bir dönemin sözkonusu olabileceği mi iddia edilmektedir? İşte tasfiyecilerin oturduğu platform budur. Mantık böyle işlemektedir! Onların yeniden yazdığı Rus devrim ve parti tarihine göre, Lenin partinin ilk dönemlerinde sınıf kökenine önem vermemiştir. Radikal bir dalga gelmiş, bu radikal dalga sayesinde sınıfla birleşilmiş (1905 kastediliyor-bn) ve bundan sonra sınıf kökenini önemsizleştirme eğilimine karşı mücadele etmiştir! Ve tasfiyeciler bu yeni tarih yazımından sonra, bize de “ortodoks Leninizm “e davetiye çıkararak bu aşamayı aynen tekrarlamaya çağırıyorlar. Bugün için sınıf kökeni önemli değildir, yarın “radikal işçi hareketi” sayesinde sınıfla birleştiğimizde önem taşıyacaktır. Ayrıca, bugün sınıf dışılığa yapılan vurgunun yarın komitecilik eğilimi doğuracağını biliyoruz; ama bu, bugün sınıf dışılığa vurgu yapmamız gerektiği gerçeğini değiştirmez. Cehaletin ve mekanikliğin şekillendirdiği mükemmel bir mantıktır bu! Cehaletin şekillendirdiği bir mantıktır; zira, Rus devrim tarihinin özetlenmesi bütünüyle yanlıştır. Bir kez daha vurguladığımız gibi Ne Yapmalı, sınıfla birleşme sürecinin başlatıcısı bir müdahale değildir. Sınıfla birleşme sorununun asgari bir temelde tamamlandığı bir dönemin, bu birleşmeyi merkezi bir örgütlenmeyle tamamlanmasına dönük bir müdahalesidir! İkincisi, 1905 Devrimi, Bolşevik Parti’nin sınıfla bağlan açısından kuşkusuz önemli olmakla birlikte, Lenin’in sınıf kökenine yaptığı vurgunun bu olguyla direkt hiç bir bağlantısı yoktur. Aksine, bu vurgunun yapıldığı tarihte, parti, sınıf içinde de ciddi bir güç kaybına uğramıştır. Yalnızca aydınların partiyi toplu halde terk etmesi değildir söz konusu olan; sınıf kitlesinde bir durgunluk, ileri işçilerde bir şaşkınlık ve kararsızlık da vardır bu dönemde. Ne var ki, devrim ertesi yenilgi, aydınlarla ve sınıf dışı kadrolarla sınıf içinden çıkan kadrolar arasındaki farklılığı yine de gösterebilmiştir. Ama nicelik planda değil, nitelik olarak. Lenin’in dediği gibi “Aydınlar partiden kaçarken, onların boşalttığı yeri ve görevleri fiilen işçilerin aldığı bir dönemdir bu.” Dolayısıyla, sınıf kökeni vurgusunu daha bir ısrarla öne çıkarmanın arkasındaki tarihsel gerçek ve neden, temelde, bu olgu, sınıf kökeni sorununun taşıdığı önemin daha da net bir biçimde görülebilmesini sağlayan tarihsel gelişmelerdir. Tarihin bu gerçek seyri, bize, tasfiyecilerin çıkardığı “dersler”in tümüyle dışında, kelimenin tüm anlamıyla tam tersi yönde dersler çıkarma imkanı sağlar. Tasfiyecilerin yorumu yalnızca cehalete dayanmaz, aynı zamanda “mekanik”tir de. Tasfiyecilerin mantığına göre Lenin’in sınıf dışılık vurgusu komitecilik eğilimini “ileride” doğurduğuna göre, bizde de bu ileride doğabilecek bir sapmadır.Demek oluyor ki, bu “ileride” doğabilecek risk, bizi sınıf dışılık vurgusunu yapmaktan alıkoymamak. Onunla, tıpkı Lenin’in yaptığı gibi, “ileride” hesaplaşırız. Ama, bu sözler tam bir “komiteci” sözleridir. Türkiye, ekonomizmin-uvriyerizmin mi, yoksa devrimci demokrasinin “komiteci” mantığının Fabrika Hücreleri Sorunu Tasfiyeciler sınıftan kaçışlarını, bu alanda da “fabrika hücreleri” sorununa yaklaşımda da ortaya koymaktadırlar. Onlar için, öncü işçilerle birleşme ve fabrika hücreleri yaratma görevi, uzun vadenin görevidir. Başarılması, radikal bir işçi hareketli¬liğinin doğmasına bağlıdır. Yalnızca radikal bir işçi hareketine de değil, aynı zamanda “yönü sınıfa dönük” profesyonel devrimciler örgütüne de ihtiyaç vardır. Dolayısıyla bugünün sorunu, “sağlam dava adamlarından kurulu” bu örgütsel yapıyı oluşturmaktır. Öncü işçilerle birleşmek orta vadenin, uzun vadenin sorunu ol-duğuna göre, bu örgüt kuşkusuz “ateşli öğrencilerin”, “sınıfa bilinç taşıyan burjuva aydınların” kısacası bilumum sınıf dışı un¬surların örgütü olacaktır. Dolayısıyla kadrolaşma sorununda şu an için sınıf kökeni önemli değildir. Biz kadrolarımızı başka alanlardan bulup çıkarabilmeliyiz! vb. vb. Tasfiyecilerimiz diyor ki; “Lenin kendi örgüt anlayışını açıklarken, devrimcilerin ve işçilerin örgütü ayrımı yapıyor ve devrimcilerin örgütü olarak devrimci sınıf partisinin, işçilerin örgütünden farklı olarak ‘her şeyden önce ve esas olarak devrimci eylemi meslek edinmiş kişilerden oluşması’ böyle bir örgütün dar ve gizli olması gerektiğini söylüyordu” (Partileşme Görevi ve Leninist Parti, ekimler, S.l) Biz böyle bir ayrımın, Lenin’in Ne Yapmalı ve Bir Adım ileri, İki Adım Geri adlı broşürlerinde, yer yer de kategorik olarak yapıldığını biliyoruz. Ne var ki, Lenin’in bu ayrımının netleşmiş, köşeli bir tasnif olduğunu söylemek mümkün değildir. Ne demek istediğimizi Lenin’in bu konudaki yaklaşımlarına bizzat başvurarak açıklayalım. “... işçiler örgütü bir kez mesleki bir örgüt olmalıdır; İkincisi, olabildiğince geniş olmalıdır: üçüncüsü, olabildiğince gizlilikten uzak olmalıdır... Devrimciler örgütünün ise, her şeyden önce ve asıl mesleği devrimci etkinlik olan insanları içine alması gerekir... Böyle bir örgütün üyelerine ilişkin bu ortak özellik karşısında, işçiler ve aydınlar arasındaki, hele de gerek işçilerin, gerekse aydınların değişik meslekleri arasındaki her türlü ayrımın ke¬sinlikle silinmesi gerekir. Bu örgüt elbette çok yaygın olamaya¬cağı gibi, onun olabildiğince gizli olması da gerekir.” (Ne Yap¬malı, Başak Yay., sf.104-105) Tasfiyecimizin tanımladığı, “Lenin’in örgüt anlayışı”nın, bu paragrafın bir özeti olduğu açıktır. Tasfiyecimize göre devrimciler örgütü ile işçiler örgütü, partinin iki ayrı örgütsel kompartımanı olmaktadır. Buraya dayanarak da sınıf dışı bir profesyonel dev¬rimci örgüt anlayışı teorize edilmeye çalışılmaktadır. Ne var ki, tasfiyecimiz bir kez daha yanılmaktadır. Lenin’in yukarıdaki tanımlaması, partinin iki ayrı örgütünün tasnifi değildir. Parti faaliyeti ile sendikal faaliyetin farklılığının tanımlanması üzerine oturtulmuş iki ayrı örgütsel biçimdir. Poli¬tik örgütle (partiyle), ekonomik-mesleki örgüt (sendika) arasındaki ayrımdır burada söz konusu olan. Nitekim Lenin, bu paragraftaki sözlerine bu ayrımı özellikle vurgulayarak başlar ve altını çizerek şunları belirtir: “... Sosyal-demokrasinin siyasal mücadelesi işçilerin patron¬lara ve hükümete karşı mücadelesinden çok daha geniş ve çok da¬ha karmaşıktır. Aynı şekilde (ve bu yüzden) devrimci bir sosyal- demokrat partinin örgütü, ekonomik mücadeleye yönelik işçiler örgütünden zorunlu olarak başka türden bir örgüt olmalıdır.” (Ne Yapmalı, Başak Yay., sf.104) “Devrimci bir sosyal-demokrat partinin örgütü” ve “ekono-mik mücadeleye yönelik işçiler örgütü”; burada tanımlanan, karşılaştırılan ve farklılıkları vurgulanan iki örgüt bunlardır. Bu kıyaslama, ayrım çizgilerini netleştirme ihtiyacı, ekonomistlerin siyasal mücadeleyi sendikal mücadeleye indirgemeleri gibi, sosy¬al demokrat örgütlenmeyi de sendikal örgütlülüğe indirgiyor ol¬malarından kaynaklanmaktadır. Henüz Rusya’da, siyasal örgütlerle sendikal örgütler arasındaki ilişki, Avrupa’daki gibi ayrı kurumlaşmalar düzeyinde netleşmemişti. Ozarov, Zubatov türü demek-sendikalar karışımı yapılar bir yana bırakılırsa, Rusya’da ekonomik mücadele alanı da tümüyle yasadışıdır. Lenin’in ifadesiyle bu durum, ekonomik mücadelenin hızla siyasallaşmasını kolaylaştırdığı gibi, tersten sosyal-demokrat faaliyetleri de aynı hızla ekonomizm zeminine it-mektedir. Dolayısıyla buradaki düzey ve işlev farklılığını net¬leştirme, bu temel neden dolayısıyla zorunlu hale gelmiştir. Soruna bu açıdan bakınca, sendikal örgütün, mesleki homo-jenlik, genişlik ve açıklık prensiplerine dayalı örgütler olması ge¬rektiği, oysa partiyi, mesleki örgütten farklı olarak mesleki homo¬jenlik yerine, ideolojik-politik homojenliğin, açıklık yerine gizlilik ve illegalizmin, genişlik yerine nispeten daha dar bir örgütlenme anlayışının belirlediği vurgulan yerli yerine oturur. Dolayısıyla, burada, mesleki özelliğin bir meslek örgütüne üyelik için yeterli bir kıstas olduğu, ama partiye üyelik için kendi başına yeterli ola¬mayacağı, partide ideolojik-politik özellikler karşısında mesle¬ki ayrım noktalarının önemsiz kalacağı vurgusundan da çıkarılan sınıf dışı anlayışların temelde dayanaksız olduğu net bir biçimde görülecektir. Ne var ki, Lenin’de işçi örgütü ile ilgili diğer bazı vurgular, yine de cahil kafaları karıştırıverir. Lenin’i sınıf dışı anla¬yışlarını meşrulaştırmak için okuyanları geçici bir sevince boğabilir. Örneğin Lenin, “Bir Adım İleri, İki Adım Geri”de “işçiler örgütü” ile ilgili şu sözleri söylemektedir: “Birincisi, sosyal-demokrat işçi sınıfı partisinin faal öğeleri, yalnızca devrimci örgütleri değil, aynı zamanda parti örgütleri olarak kabul edilen bir çok işçi örgütlerini de içine alacaktır. İkincisi bizim bir sınıf partisi olduğumuz gerçeğinden, partiye bağlı olanlarla kendilerini partiyle işbirliği içinde görenler arasında bir ayrım yapılmasının gereksiz olduğu sonucu nasıl ve hangi mantıkla çıkarılabilir? Bunun tam tersi doğrudur; bilinç ve eylemlilik derecesi arasında farklılık olduğu için, partiye yakınlık derecesinde de bir ayrım yapılmalıdır. “ (Bir Adım İleri, İki Adım Geri, sf.7) Buradaki “işçi örgütleri” tanımlamasının üç örgüt biçimini, fabrika komiteleri, çevreler ve sendikal çekirdekleri bir arada kap¬sayan, daha geniş bir tanımlama olarak kullanıldığı görülmektedir. Lenin’de “ekonomistlerle” tartışma sırasında bu kavramın yer yer bu geniş anlamıyla kullanıldığı görülür. Bunun bir nedeni, ekonomistlerin, örgüt sorununu ideolojik-politik muh¬tevasından soyutlayarak, dar bir “işçiler örgütü” tanımlaması içine sığdırma çabalarıdır. Bu kavrayış, sınıf dışı merkezi politik bir sınıf örgütü fikrini yadsıdığı için, Lenin kendi aynım noktasını çizerken ekonomistlerin kullandığı biçimiyle ve ama ayrı bir özle “işçiler örgütü” tanımlamasını yerli yerine oturtmaya çalışır. İkincisi ise, sendikal örgütlülüğün tümüyle yasak olduğu bir coğrafyada, sosyal-demokratlar bu “işçi örgütlerini” kendi parti çekirdekleri aracılığıyla yaratmaya çalışıyorlar. Dolayısıyla bu durumda bazı parti örgütleriyle sendikal örgütlenme alanı burada, mesleki özelliğin bir meslek örgütüne üyelik için yeterli bir kıstas olduğu, ama partiye üyelik için kendi başına yeterli ola¬mayacağı, partide ideolojik-politik özellikler karşısında mesle¬ki ayrım noktalarının önemsiz kalacağı vurgusundan da çıkarılan sınıf dışı anlayışların temelde dayanaksız olduğu net bir biçimde görülecektir. Ne var ki, tam da bu gerçekler yüzünden, Lenin parti anla¬yışında tanımlanmış ve şekillenmiş bir işçiler örgütü ve dev¬rimciler örgütü ayrımı olduğunu söylemek hiç mümkün değil, ter¬sine böyle bir tasnifin Lenin’in parti anlayışında yeri yoktur. Lenin’in kendi parti anlayışının, organik bir örgütler toplamı ol¬duğu bilinmektedir. Bu organik örgütlerin şematik bir tasnifi ise, ilk kez en net ve sistemli şekliyle, “Bir Yoldaşa Örgütsel Görevlerimiz Üzerine Mektup”ta ortaya konmaktadır. Lenin’in bu makalesinde (ki, olan değil, olması gereken bir örgüt modeli tartışılmaktadır) parti, merkez komitesi, merkez organ, yerel örgütler, bölge örgütleri, fabrika komitelerinin* bir toplamı olarak resmedilir. Bu örgütleri ise partiyi sarmalayan çeşitli çevrelerin kuşatması gerektiği vurgulanır. Lenin’in daha sonraları parti so¬runu üzerine yazdığı makaleler incelendiğinde, “devrimciler örgütü ve işçiler örgütü” türünden bir ayrımın değil, “Bir Yol¬daşa Mektup”ta ortaya konulan örgütsel çerçevenin temel alındığı görülür. Bu tartışmanın önemi, kuşkusuz “şemalarla doğru”yu ara-maktan kaynaklanmıyor. Ne var ki, bizim karşımıza çıkarılan Le- ninist parti modeli, gerçeklerle “şematik” olarak dahi üst üste düşmemektedir. Lenin’in parti anlayışının “devrimciler örgütü” ve “işçiler örgütü” gibi bir şemaya dayandığı, yalnızca değinilip geçilen bir yanlış “bilgi” olsaydı kuşkusuz kayda değer bir önemi olamazdı. Ne var ki, tasfiyeciler bu cehaletin üzerine bir de kosko¬ca bir sınıf dışı parti anlayışı inşa etmeye çalışmaktadırlar. Tasfiyeciler sınıfa, öncü işçilere “güvensizliklerinin” zorunlu bir sonucu olarak, ihtilalci sınıf partisinin temel örgütsel biçimleri olan fabrika hücrelerine de güvensizdirler. “... Şimdi bu gerilerin içinde ileriye çıkmış, bu geriliği en az bulunduran insanlardan (öncü işçiler kastediliyor -bn) hareketle, bu toplumu, bu sınıfı dönüştürmek ve istediğiniz düzeye getirmek mümkün olamaz.” diyenler, “geri” sınıfın “geriliği en az bulundu¬ran” öğeleriyle, öncü işçilerle yola çıkmanın mümkün olmadığını söyleyenler, elbette ki, fabrika hücreleri yaratma sorununu da dev¬re dışı bırakacaklar, “uzun vadeye”, “radikal bir işçi hareketli¬liğine” havale edeceklerdir. Ama kuşkusuz, komünizm iddiasından açıkça vaz¬geçmedikçe bu sözlere belirli kayıtlar da koymak gereklidir. Sınıfı ve öncüleri “uzun vade”ye kadar, güvenilmez ilan edenler, sınıfı ve öncüleri tümden reddetmeyi “Leninistlik” şanına yediremeye- rek, bu sözleri sarf ettikten sonra, sınıfa ve öncü işçi kuşağına bir “teselli armağanı” vermeyi ihmal etmeyecektir. Nitekim tasfiyeci¬miz de öyle yapmakta, sınıfa ve komünistlere üzülmeye gerek yok, sınıfın yine de “şanlı” bir rolü var demektedir. Dinleyelim: “Bu ilk aşamada böyledir. Belirli bir aşamaya, örneğin bir devrim durumu öncesine yaklaşılması durumundadır ki, sınıfın içindeki öncü nüveler aniden serpilecektir ve sınıfı alıp götürecektir, çoğalacaktır hızla bunlar.” Bu yaklaşımla fabrika hücreleri üzerinde yükselen ihtilalci sınıf partisi perspektifi arasında temelli bir yaklaşım farklılığı ol¬duğu açıktır. Sınıfa ve öncü işçilere yaklaşımı bu olan birinin, gerçekte fabrika hücrelerini Leninist parti anlayışının temel örgütsel zemini olarak görmesi ve bu doğrultuda bir irade gösterebilmesi mümkün değildir. Böylesi bir tasfiyeci kafa yapısı açısından “fabrika hücresi” temel değil, tali örgütlenme biçimleridir. Olmazsa olmaz bir önemleri yoktur. Ancak “bir dev¬rim durumu öncesine yaklaşılması durumundadır ki” işlevsel, do¬layısıyla gerekli ve zorunlu olabilirler. İşte işçiler örgütü ve devrimciler örgütü ayrımından sınıf dışı parti anlayışı inşa etme çabası burada kendisini göstermektedir. Lenin’in işçiler örgütü ve devrimciler örgütü ayrımında, devrimciler örgütünü öne çıkaran yaklaşımları, ceha¬let tüccarı tasfiyeciler tarafından, kendi Leninizm’lerinin temeli sayılmaktadır. Ve artık Lenin’den de “cesaret” aldıklarını düşünen tasfiyeciler, “işçi” lafını duydukları her yerde “alçak uvriyeristler” diye nida atmayı “yüksek Leninizm” diye yutturma ce- Kuşkusuz, Ne Yapmalı’dan böylesine saçma sonuçlar çıkarmak, büyük fikirlerden küçük sonuçlar çıkarmakla ünlü bi¬zim tasfiyecilerimize mahsustur. Ne Yapmalı’da böylesine sınıf dışı bir mantığın bulunmadığı açıktır. Ne var ki, tasfiyeciler, fab¬rika hücreleri sorununu önemsizleştirmek için de, “Ne Yapmalı” ya kanalize eden bazı nesnel etmenler de var. Nedir bu nesnel et¬menler? Birincisi, Ne Yapmalı’nın tabanı değil çatıyı, yerelliği değil merkeziliği, işçiyi değil devrimciyi vurgulamasıdır. Daha önce özetlediğimiz gibi bunun temel nedeni, Ne Yapmalı’da üçüncü dönemle, yani yerelliğin, dağınıklığın, işçiciliğin hakim olduğu bir dönem ve anlayışla hesaplaşılıyor olmasıdır. Bunun birinciyle bağlantılı, ikinci nedeni de, Ne Yapmalı’da fabrika hücreleri terimine dahi raslanmıyor olmasıdır. Bu durum. Ne Yapmalı’da fabrika hücreleri üzerinde hemen hiç durulmuyor olması, kuşkusuz Lenin’in ya da Ne Yapmalı’daki Lenin’in, bir örgütsel biçim olarak fabrika hücrelerine mesafeli ol¬masıyla bağlantılı değildir. Daha önce de belirttiğimiz gibi Ne Yapmalı’dan iki ay sonra, “Bir Yoldaşa Örgütsel Görevlerimiz Üzerine Mektup”ta Lenin, parti örgütünün net bir tasnifini yapar¬ken fabrika komitelerini de parti örgütlerinden biri olarak sayar. Bundan çok önceleri, daha 1897’de, Rus Sosyal-Demokratlarının Görevleri’nde de net bir örgütsel biçim belirtmemekle beraber, fabrika örgütlenmesinden söz eder. Ne var ki, daha ilk dönemlerden beri, fabrikalarda örgütlenmenin ilk ve temel ayaklan görülmekle, Bir Yoldaşa Mektup’ta bu bir örgütsel biçim olarak formüle edilmekle birlikte; Lenin’de fabrika hücreleri sorunu süreç içerisinde gerçek netliğine ulaşmıştır. Bu netleşmeyi besleyen iki temel neden vardır. Bolşevik örgütçü Ossip Pyatnitskiy “Bütün dönemlerde bolşeviklerin daha alt düzey parti örgütlenmesi yaşanılan bölgeden çok işyerlerinde bulunuyordu” der. Bu RSDÎP’in daha başlangıçtan itibaren sınıf zeminine, fabrikalar üzerine oturan bir örgütlenme olduğunu gösterir. Ne var ki, bu ilişkinin örgütsel biçimleri hiçte yeknesak değildir; fabrika hücreleri tipinde örgütlenmeler, belirli bir dönem bu örgütsel biçimler içinde silik kalmıştır. Yer esasına göre örgütlenme daha tali kalmak üzere, mesleki ve milli esaslara dayalı taban işçi örgütlenmeleri, sosyal demokrat örgüt içinde ilk dönemlerde, değiştirilmek istenmesine karşın fiili olarak hakim biçimler olmuştur. Partinin taban işçi örgütleri, fabrika hücreleri dışında değişik biçimlere sahiptir. Do¬layısıyla RSDİP’in başlangıçtan itibaren sınıf zeminine oturmuş bir parti olduğu açık olmasına karşın, fabrika hücreleri zeminine oturduğu aynı netlik ve kesinlikle söylenemez. Partinin taban işçi örgütlerinde fabrika hücrelerinin ağırlığı arttıkça, fabrika hücreleri hakkında daha net ve kesin tanımlamaların yapıldığı da görülmektedir. Bu birinci nedendir. İkinci önemli neden ise, daha önce bir başka vesileyle ak¬tardığımız, 1905 yenilgisini izleyen dönemin netleştirdiği gerçeklerdir. 1905 yenilgisinden sonra yalnızca aydınların kaçışma ve onların boşalttığı yeri öncü işçilerin dolduruşuna tanık olunmadı; bununla bağlantılı olarak bu dönemde RSDiP’in en dayanıklı örgütlerinin fabrika örgütleri olduğu da ortaya çıktı. “Profesyonellerden” oluşan pek çok örgüt karşı devrimin saldırısı ve terörü karşısında dağılmış, partiye en büyük darbe bu “yönetici örgütlerin” dağılması olmuştur. Oysa, pek çok bölgede, iletişimsiz, yöneticisiz ve merkezsiz kalan dağınık fabrika örgütleri, karşı devrimin terörüne karşı kararlı bir direniş gösterebilmiştir. Bir üçüncü neden ise, sınıf hareketinin kendiliğinden yükseliş dönemlerinde, hareketin ihtiyaç ve yönelimlerini kavra¬makta, yükselen harekete uyum göstermekte, sınıfın köklerinde yer alan örgütlenmelerin, diğer komitelere nazaran daha yetenekli olduğunun ortaya çıkmasıdır. Bu dönemde komite adamlarının yükselen kendiliğinden harekete önderlik etmek bir yana, sovyetler örneğinde olduğu türden engelleyici tutumlarla da ortaya çıktığı görülmüştür. İşte Lenin bu dönemde, “Parti örgütlerinin yeni bir temel üzerinde, daha doğrusu sınıf temeli üzerinde yeniden inşası” soru¬sunu gündeme getirir ve 1908 tarihini taşıyan Doğru Yolda maka¬lesinde*, “doğru yol”u şöyle tanımlar; “... Parti, daha şimdiden bizzat işçilerin içinden gelen öncü aydınlanıl, emekçi kitlelere önderlik ettiği doğru yola girmiş bulunmaktadır.” Partinin “yeni bir temelde ve yeniden örgütlenmesi” döneminde, Lenin’in yaşanan deneyimin ışığında parti bi-leşiminin proleterleştirilmesi mücadelesini başlatmasına tanık olunur. Bu mücadele çok çeşitli cephelerde birden yürütülür. Örneğin, 1903 tüzüğünün kongreye delege gönderme hakkını yönetici organlarla sınırlı tutan maddesi değiştirilmiş, 1908 milli konferansı fabrika hücreleri sorununa özel bir ağırlığın tanındığı bir konferans olmuştur. *Söz konusu “Doğru Yolda” makalesi, şu ünlü “çekirdeğin” sınıfla bağını da diyalektik biçimde özetler: “Güçlü bir illegal parti merkezleri örgütü, sistemli olarak çıkan illegal yayınlar ve en önemlisi yerel hücreler, özellikle de doğrudan doğruya işçilerin arasından gelen ve kitlelerle sıkı teması içinde yaşayan öncü üyelerin yönettiği fabrika hücreleri: Devrimci ve sosyal-demokrat işçi hareketinin her türlü zorluğu göğüsleyebilecek sağlamlıktaki çekirdeği işte bu temel üzerinde inşa ettik.” Yine Lenin, üyelerin %62’sinin işçi olduğu bir partinin yönetici komitelerinde hemen hiç bir işçi bulunamamasının ancak çarpık bir sınıf dışı mantığın ürünü olabileceğini, komite adam¬larının “yönetici olmaya yetenekli hiç bir işçi üye olmadığı” ge¬rekçesinin taşıdığı elitist mantığı mahkûm etmiş, bu tarihte de Lenin’in “komite adamlarına karşı yoğun bir mücadelesi”ne şahit olunmuştur. “Partimizin 3. Kongresi’nde, parti komitelerinin iki aydına karşılık sekiz işçiden oluşturulması dileğinde bulunmuştum. Şimdi ne kadar modası geçmiş bulunuyor! Bu gün parti örgütlerinin bir aydına karşılık birkaç yüz sosyal demokrat işçiye sahip olmasını dilemeliyiz” (Partiyi Yeniden Örgütlemek Üzerine) Fabrika Hücreleri / Kadrolaşmada Sınıf Kökeni Sorunu Tasfiyecilere göre, bizim açımızdan, işçi kökenli olmak kadrolaşma politikasının yeterli kıstasıdır. Sınıfa dönük faaliyet¬leri örgütlemek, mahalli komiteleri oluşturmak için “ille de işçilere dayanmak” istemekteymişiz...Dolayısıyla “ideolojik, siyasal, örgütsel ve entelektüel bakımlardan alabildiğince geri olan bu unsurlarla yola koyulmak sonraki sürecin niteliğini belirleyici etken” olmuş vb. Önce yukarıda çizilen çerçevenin açık bir çarpıtma olduğunu belirtelim. Zira, yukarıdaki menşevik bakışın anla¬yışımızla uzaktan yakından bir ilgisi yoktur. Nedir bu konuda bizim bakışımız? Bunu gösterelim: “Gerek geçmişin birikimi olan ve halihazırda varolan eski güçlerden, gerekse de işçi hareketindeki canlanmanın ortaya çıkaracağı yeni güçlerden en çoğunu proleter sosyalizmin saf¬larına katmak... “... yapılması gereken iş, derhal kazanılmış güçleri en iyi şekilde örgütlemektir” (Örgütlenme Sorunları derlemesi -I, sf.7) “Örgütçü devrimciler, örgütsel faaliyetlerin teknik yönleri açısından sahip oldukları deneyime karşın, dar anlamda örgütü yönetmeyi kendi içinde amaç haline dönüştürebilmektedirler. İşçi kökenli kadrolar ise deneyimsizliklerine karşın siyasal faaliyeti sınıf hareketinin sorunlarına bağlayabilmektedirler. Öte yandan işçi kadroların sınıf hareketinin dar ve ekonomik sorunları içinde sıkışma yönündeki eğilimleri de devrimci kökenli kadrolar ta¬rafından dengelenebilmektedir. Dolayısıyla yerel komitelerin kadro bileşimini bu gerçekler ışığında saptayabilmeli, fakat kuşkusuz ki, işçi kökenli kadro¬ların yönetici komiteler içindeki ağırlığını, onları iyi birer örgütçü olarak hazırlamak temelinde (abç) sürekli artırabilmeliyiz.” Örnekler daha da çoğaltılabilir. Ne var ki, bu kadarı tasfiyeci¬lerin iddialarının gerçek dişiliğini göstermek için yeter. Bizim kadro kriteri olarak işçi kökenli olmayı yeterli kıstas saydığımız; hele hele mahalli yönetici komitelerin oluşturulması için “ille de işçi kökenli” kadroların varlığını şart koştuğumuzu gösterecek her¬hangi bir yaklaşıma rastlamak olanaklı değildir.* Bizim pespektifimizde tasfiyecileri rahatsız eden, bizi “uvriyerist” olarak nitelemelerine yol açan özellikler muhakkak ki vardır. Bu ise, öncü işçiyi kazanmak soru¬nuna, işçi kökenli kadrolar sorununa verdiğimiz özel önem, yaptığımız özel vurgudur. Bir perspektif olarak kadro potansiyelimiz ve yönetici komitelerimiz içinde sınıf kökenli kadroların sayısının her geçen gün artırılmasını önemle vurgulamış; daha da önemlisi bunun somut bir görev olarak algılanması doğrultusunda sürekli uyarıcı bir işlev de görmüştür. Ne var ki, kadroların sınıf kökenine yaptığımız bu vur-gunun “işçiysen yeterlidir, gel” menşevik/esnafçı bakışı ile her¬hangi bir paralelliği yoktur. Bu bakış açısı ile aramıza her alanda ve özenle kesin ayrım çizgileri çekmiştir.Sınıfın “öncü, kararlı ve militan kesimlerini ideolojik ve örgütsel alanda yetkin¬leştirmek” kaydıyla kadrolaştırmaktan söz etmiş; kadro kriteri açısından “ideolojik çizgi ve sınıf yönelimini doğru kavramayı, örgütün ihtilalci niteliklerine sahip” olmayı özel bir önemle öne çıkarmıştır. Ama aynı zamanda, bu alanda, geleneksel komiteci- popülist örgüt ve kadro anlayışı ile de net ve kesin ayrım çizgilerine sahibiz. Dahası, bu platformdan kopuşma sorununa, bu eğilimin egemen eğilim olmasından dolayı, daha bir özel önem ve hassasiyet gösterdik. Kadrolaşmada sınıf kökeni sorununa ve fabrika hücreleri sorununa yaptığımız vurgu, temelde Marksist yöntem ve ideolojinin devrimci sınıfsal özüne ilişkin kavrayışın bir ürünüdür. Ayrıca bu yaklaşımın arka planında, Türkiye devrimci hareketinin ideolojik/sınıfsal bir eleştirisi, mevcut siyasal kon¬jonktürün analizi gibi temel ilkesel-teorik ve siyasal yaklaşımlar vardır. Buna bir de kuşkusuz yaşanan tarihsel deneyimin gözetilmesi unsurunu eklemeliyiz. *Nitekim bu iddiaya gösterilebilen tek kanıt vardır. Bir tasfiyecinin kendi kaleminden çıkan bir örgüt içi yazışmadaki tek cümle! Bir kez, komünist hareket açısından, kadrolaşma sorunu ile sınıf kökeni sorunu arasında yadsınması imkansız zorunlu bir bağlantı vardır. Çünkü kadro sorunu, örgütlenmenin temel sınıfsal alanından, onun temel örgütsel biçimlerinden yalıtık bir tarzda ele almak (genel perspektifi bir yana bırakalım) normal mantık kural¬ları içinde dahi mümkün olmaz. İşçi sınıfının rolü yalnızca tarih¬sel/felsefi planda sosyalizmin maddi temeli olmasıyla sınırlı değildir. Aynı zamanda işçi sınıfı, ihtilalci öncü partinin örgütsel zeminidir de. Eğer komünist siyasal hareket, bilimsel sosyalizmle sınıf hareketinin bileşmesi anlamına geliyorsa ve eğer fabrika hücreleri ihtilalci sınıf partisinin temel örgütsel biçimleri ise, tüm bu temel ve ilkesel saptamalar geçerliyse, o zaman temel kadro¬laşma alanı ile politik faaliyetin alanı dolaysız olarak birbirine bağlıdır demektir. Bu kadro kriterinin sınıf kökeni sorununa indirgenememesi ya da başkaca deyişle, komünist tanımlamasının sınıf kökeni sorununu aşan bir ideolojik/politik muhtevaya sahip olması gerçeğiyle çelişmez; tersine birbirini bütünlerler. Bunların birbiri ile bağlarını koparmak; Marksist olmaktan uzaklaşmak ya da ekonomizme, uvriyerizme ya da popülizme, aydın oportünizmine yol almak demektir. Kısacası, kadro kriteri açısından sınıf kökeni önemli değildir diyenler, sınıf içinde örgütlenmek de önemli değil demek zorundadırlar. Zira birincisi ikincisinin zorunlu bir sonucudur. Bu ikisini birbirinden koparmanın mümkün olmadığı, tasfiyecilerin yaklaşımıyla bir kez daha tanıtlanmış bulunuyor. Nitekim tasfiyeciler, yalnızca kadro sorununda sınıf kökeni sorununu önemsizleştirmekle, silikleştirmekle yetinmiyorlar, zorunlu olarak fabrika hücreleri temelinde örgütlenmeyi de “uzun vade”ye, “radikal bir işçi hareketliliği”ne havale ediyorlar. Sınıf içinde devrimci duruma kadar örgütlenilemeyeceğini düşünenler, kaçınılmaz olarak kadrolaşmayı sınıf dışında gerçekleştirmeyi hedefliyorlardır. Başka alanlardan kadro çıkarma anlayışı ise, faaliyetin ro¬tasını da kaçınılmaz biçimde sınıf dışı güçlere, kolay kazanılıp örgütlenebileceği düşünülen kesimlere doğru çevirecektir. Oysa, tam tersine, yeni şekillenmekte olan, sınıfla kalıcı örgütsel bağları henüz kuramamış bir komünist hareket açısından, yalnızca fabrika hücresi sorununu değil, aynı zamanda kadro¬laşmada sınıf kökeni sorununu da öne çıkarmak çok büyük önem taşır. Bu özel hedef, her şeyden önce faaliyetin rotasından sap¬masına karşı duyarlılığı artırıcı bir işlev görecektir. Ayrıca böylesi bir dönemde, sınıfla kalıcı bağlar kurabilmek, sınıf hare¬ketini etkileyebilmek açısından en uygun kadro tipidir işçi kökenli kadrolar.... Yukarıda da belirttiğimiz gibi, Lenin 1902’de Ne Yapmalı’nın kaleme alınmasından bir kaç ay sonra, “Bir Yol¬daşa Mektup”ta bu sorunun taşıdığı öneme bir vurgu yapıyor, işçilere yönetici komitelerde görev vermenin sınıfla kalıcı bağlar kurabilme amacı açısından taşıdığı özel önem üzerinde de duruy¬ordu.* İlk başlarda tüm pratik ilginin sınıfla birleşme sorununa gösterilmesi, tüm örgütsel görevlerin bu doğrultuda tanımlanması, tüm güçlerin sınıfı örgütlemeye, fabrikalara seferber edilmesi, komünist hareketin stratejik amaçlarıyla doğrudan bağlantılı bir politik yönelimdir. Hareketin sınıf temeline oturması, fabrika hücrelerine ulaşabilmek, kuşku yok ki bir süreç sorunudur. Bir çırpıda ve ko¬layca gerçekleştirilebilecek bir görev değildir. Israrlı, sabırlı ve yöntemli bir çalışmayı gerektirir. Ne var ki, tasfiyecilerin iddia et¬tikleri gibi, bu görevin “acil bir görev” olarak tanımlanmasını yanlış kılmaz. Tersine, böyle bir tanımlamayı daha zorunlu ve da¬ha önemli kılar. Gerçek bir ihtilalci sınıf partisi kimliğini kazana-bilmenin bir boyutu sağlam programatik/teorik temelse, diğer boy¬utu da fabrika hücreleri temelinde yükselen sağlam bir örgütsel temeldir... Parti acil bir görevse, fabrika hücreleri görevi de acil bir görevdir. Partinin ilanı değil ama, Leninist partileşme sürecinin asgari bir temelde tanımlanması, gerçek bir ihtilalci sınıf partisinin oluşumu, örgütsel temelde fabrika zeminine oturmadan gerçekleştirilmiş sayılamaz. Bu ikisinden (sağlam bir teorik/programatik temel ve sınıf zeminine oturan bir örgütsel inşa sürecinden) bağımsız, bu ikisine tabi olmayan, tersine onlarla karşı karşıya getirilip ikilem içerisinde ele alman bir profesyonel örgüt sorunu olamaz. Fabrika hücrelerini “acil bir görev” olarak tanımlamayı zo¬runlu kılan diğer bir etkense, tam da bu görevi başarmanın zorlu bir süreç olmasıdır. Zira bu süreci, “zorlu” bir süreç olarak tanımlamayı gerektiren en önemli neden, henüz sınıf temeline oturmayı başaramamış hareketin sınıf dışı merkezkaç eğilimlerin basıncına önemli derecede açık olmasıdır. Bu has¬talıkların en yaygını ise, hareketin sınıf içinde derinlemesine bir faaliyet ve örgütlenme çizgisi izlemesi yerine, sınıf dışı kesimleri kucaklayan bir “büyüme” eğilimine yönelmesidir. Gerekçe ise sürekli aynıdır. “Sınıfa gitmek için güç olmak, güç olmak için sınıf dışı kesimleri örgütlemek gereklidir.” Bu temel nedenden dolayıdır ki, Lenin, daha 1897’de, demek oluyor ki, sosyal-demokratlar henüz “şekilsiz ve gevşek” bir çevre durumundayken, fabrikalarda örgütlenmek görevinin aciliyetinin altım ısrarla çiziyordu.* Rusya’da, sosyalizmle sınıf hareketinin organik/politik bağı, 1890’lı yılların ortalarından itibaren kesin bir biçimde kurul¬muştu. Türkiye’de ise bu bağ, istikrarlı-kalıcı biçimlerde bugün dahi kurulabilmiş değildir. Üstelik yukarıda da belirttiğimiz gibi, Türkiye’de “komitecilik” yarının muhtemel sapması değil, geçmişe damgasını vurmuş temel bir özelliktir. Ne “sınıf kökeninden bağımsız profesyonel çekirdek”i ne de “sınıf kökeninden bağımsız kadro” anlayışını bizim tasfiyecileri¬miz keşfetmiş değildir. (Bunlar tam da Ne Yapmalı’nın çarpık bir yorumu üzerinden) tam otuz yıldır bu ülkede tekrarlana gelmektedir. Türkiye devrimci hareketi, anti-kapitalizmden yalıtılmış bir anti-emperyalizmle, anti-faşizmle, demokrasicilikle malûl olduğu gibi, tüm bunlara bağlı olarak, proletaryanın öncü rolüne güvensizlikle de malûldür. Türkiye devrimci hareketinde şu ya da bu biçimler altında sınıfla organik birliği devreden çıkaran, “ideo¬lojik önderliği” esas alan sınıf dışı bir çalışma tarzı ve sınıf dışı bir parti anlayışı egemendir. Türkiye’de geçmişin programatik ekseninden bir kopuş gerekli olduğu gibi, bununla kopmaz biçimde geçmişin egemen parti anla¬yışından da bir kopuş zorunludur. Böylesi bir gelenekten kopuşmuş olmak, bu kopuşu tüm so¬nuçlarına götürebilmek, parti, çalışma tarzı, kadro anlayışı vb. gi¬bi tüm alanlarda da geçmişin aşılabilmesiyle olanaklı olabilir. Bu ise geçmişle yalnızca genel ideolojik kavrayış düzeyinde değil, alışkanlıklar düzeyinde de mücadele edilmesini gerektirir. Ki, işin kuşkusuz en zorlu yanı budur. Zira bilinir ki, bir örgütsel mücadelede, öncelikle de dönemeç noktalarında en büyük engel her zaman “alışkanlıkların gücü”dür. Geçmişten devralınan kadro potansiyeli, ideolojik bakış ve perspektif açısından, geçmişi belirli kritik noktalardan sorgulayıp düşünsel planda aşmış olsalar bile (ki, bu dahi genellenemez); pratik ve örgütsel alışkanlıklarıyla geçmiş küçük-burjuva kültürün izlerini önemli ölçüde taşımaktaydılar. Bu bir yerde doğal ve kaçınılmazdı da... ‘ Kadroların işçi sınıfının tarihsel rolü konusunda belirli bir açıklığa kavuşmaları tek başına yeterli değildir. Zira pek çoğu geçmişin küçük-burjuva örgütsel alışkanlıkları içerisinde ye¬tişmiş, sınıf dışı çalışma ortamında şekillenmişti. Sınıf çalışmasında, bu çalışmanın kendi özgün sorunları alanında ise tecrübesizlerdi. Kadroların sınıfla bağları hemen hiç sözkonusu değildi. Bu durum, geçmiş küçük-burjuva alışkanlıklarla birleşince “sınıf dışı kesimlerden kadro çıkarmak” gerekçesi altında sınıf dışı kesimlerde çalışma eğilimini besliyordu. Demek oluyor ki, kendi yönelimimize uygun kadro tipini ya¬ratabilmek, geçmişten devralınan kadroları dönüştürebilmek, hala önemli tortuları bulunan küçük-burjuva örgüt ve politika an¬layışını törpüleyebilmek bizde başlı başına son derece önemli ve kritik bir sorundur. Sosyalist ideolojinin örgütsel-politik alanda yansısını bulabilmesi, kendi çizgisi doğrultusunda kendisini üretebilmesi kadro sorunuyla dola¬ysız olarak bağlantılıdır. “Genel olarak söylemek gerekirse, fikir¬ler hiç bir şeyi iyi bir sonuca vardıramazlar. Fikirleri iyi bir sonu¬ca vardırmak için, pratik bir gücü kullanan insanlar gerekir.” (Kutsal Aile, Sol Yay., sf. 182-83) Bu “pratik gücü kullanan insanlar”ı, kadroları, taşımaları zo¬runlu vasıflarıyla hazır bulabilmek hiç bir dönemde mümkün değildir. Bu, yirmi yıllık popülist mirasın içinden yeni bir kopuş olarak ortaya çıkan bir hareket için çok daha zor ve kri¬tik bir problemi oluşturur. Dolayısıyla kopuşun tüm boyutlarıyla gerçekleşebilmesi, yalnızca yeni bir ideolojik-teorik perspektif sayesinde olmaz. Bu kopuşun tüm boyutlarıyla gerçek bir kopuşa dönüşebilmesi için, bu çizginin, politik faaliyet sürecinde kendini pratik bir güce dönüştürecek gerçek kadrolarını da bulması-yaratması zorunlu¬dur. Bunu başarmak ise, Marksizm’in sınıfsal özüne uygun, Türkiye’deki birikimin ve içinde bulunulan dönemin tahliline day¬anan, bilinçli bir kadrolaşma çizgisini gerektirir her şeyden önce... Tasfiyeciler, tüm bunların üzerine bir tek söz edebilmiş değillerdir. Onların tek yaptıkları, Ne Yapmalı’dan altını kırmızı kalemle çizdikleri cümleleri, Lenin’in genel yaklaşımından ve toplumsal-tarihsel ortamdan yalıtık bir biçimde tekrarlayıp durma¬larıdır. Eğer onlar çıkışsızlık ve güçsüzlük duygusunun beyinde ya¬rattığı o korkunç parçalanma ve dağılmayı yaşamamış olsalardı; sınıfla az çok bir bağa her zaman sahip olunmuş bulunan Rusy¬a’da bile sınıfla kalıcı bağlar kurmak, işçi semtlerine ve fabrikala¬ra rahatça girebilmek, ihtilalci sınıf örgütünü inşa edebilmek için işçi kökenli kadroların belirleyici öneminden söz ediliyorsa, Türkiye’de bunun binlerce kez daha büyük bir öneme sahip ol¬duğunu anlamakta zorluk çekmezlerdi. Bunun zor bir süreç olması onları bu denli çabuk yıldırmaz, bu “zor yol”un ihtilalci partiyi inşa çabası açısından taşıdığı stratejik, teorik ve politik önemi bu denli kolay biçimde yadsımazlardı. Tasfiyecilerin bu gerçek dışı iddialarının tek bir amacı vardır. Kendilerinin sınıf eksenli bir örgütlenme anlayışından ri¬cat edişlerini gizlemek, kendi sınıf dışı kavrayışlarını “profesy¬onel çekirdek” edebiyatının arkasına saklanarak meşrulaştırmak... Partileşme Süreci ve Profesyonel Örgüt Nedir Lenin’in profesyonel örgüt anlayışı?... Lenin, burjuva toplumla birlikte, tarihsel ve nesnel bir olgu olarak politikanın özgül bir uzmanlık alanına dönüştüğünün farkındadır. Politika, burjuva toplumda, sınıflar arasındaki hiyerarşi ile politik-yönetim ilişkisi arasındaki ilişkinin dolaylılaşmasıile, özel bir faaliyet ha¬line gelmiştir. Uzmanlaşma gerektiren bir işe, bir mesleğe dönüşmüştür. Eşitsiz gelişmenin aldığı bu düzey, proletaryanın tümüyle kaçınması mümkün olmayan bir veri, bir nesnelliktir. Devletin kendi yönetim aygıtının (bürokrasi-militarizm) tümüyle bir uz¬manlık alanına dönüşmesi; ona karşı mücadelenin de kaçınılmaz biçimde uzmanlaşmasını zorunlu kılmaktadır. Proletaryanın ge¬niş yığınları ise, bu uzmanlık alanının hemen tümüyle (oy verme dışında) uzağına itilmiştir. Bu uzmanlaşma ancak, sağlam bir sınıf bilinci temelinde gerçekleşebilir. Bu yüzden proletarya parti¬si, geniş yığınların şekilsiz bir hareketi değil, öncü bir parti ol¬malıdır. Bu yüzden proletarya partisi de profesyonel bir örgüt ol¬malıdır. Profesyonel örgüt her şeyden önce sağlam bir merkezi örgütlenme, sağlam bir teorik temel, politik ve örgütsel yetenek ve tecrübe birikimi, düşmanın uzmanlaşmış militarist gücüne karşı uzmanca bir korunma ve saldırı yeteneği demektir. Bu nedenle parti, bu vasıflan kendinde billurlaştıran öncü bir parti olmalıdır. İşte Ne Yapmalı, bu perspektifle, Rusya’daki teoriye aldırışsızlığa, ilkel pratikçiliğe, dağınık-yerel örgütlülüğe, düşmanın saldırıları karşısındaki dayanıksız yapılanmaya, sınıf kriterini, öncülük kriterini devre dışı bırakacak tarzda öne çıkaran anlayışlara karşı; kısaca amatörlüğe karşı profesyonelliği vurgu¬lar. Ama tüm bu özetlenenlerin kendi içinden de çıkarılabileceği gibi, Lenin’in parti anlayışı, eşitsiz gelişmenin yarattığı bu zorunlulukları gözetmekle birlikte, ona teslim olan, ona kendi iç işleyiş ve yaşamında belirleyici bir etki alanı bırakan bir anlayış değildir. Öncü parti, kendi içinde de bir hiyerarşiye dayanmasına karşın, vasıflı-vasıfsız, sıradan ve yetkin kadroların, organların bileşimi değil, öncü örgüt ve kadroların toplamı, merkezi bir öncü örgüttür. Daha da önemlisi, yetkin sınıf dışı aydınlara dayalı örgüt an¬layışı hiç değildir. O, komünist işçi partisidir. Ne sınıf dışı komünistlerin partisi ne de komünist olmayan işçilerin partisi! Bu gerçek yalnızca, işçi sınıfının “bir özelleşmiş politika alanına” ancak sınıf bilincine sahip olduğu takdirde, (kendisi adına) girebi¬leceğini anlatır. Ama asla, öncü işçilerin politika alanına, ancak bir “devrim durumu öncesi” girebileceği, dolayısıyla bu “kutsal vakte” kadar komünist parti ve politikasının, temelde aydınların işi olduğu gibi bir saçmalığı değil!.. Ama tam da bu, Leninizm’le hiç bir ilişkisi olmayan, tümüyle sınıf dışı küçük-burjuva profesyonel örgüt anlayışı, yıllardır, Leninizm adına savunula gelmektedir. “Profesyonel örgüt”, “profe¬syonel çekirdek” vb. konusunda, ortalama devrimcinin bilincinde yerleşik hale gelmiş bulunan da, sorunun bu küçük-burjuva yoru¬mu ve kavranışıdır. Tabi şu soru orta yerde duruyor.Peki ya şu ünlü “çelişki”ye, tasfiyecilerin parmaklarını bir türlü üstünden kaldırmadığı Ne Yapmalı’daki alıntılara ne demeli? Ne Yapmalı’da profesyonel çekirdek sorunu döne döne işlenirken, fabrika hücrelerine hiç değinilmezken, bizlerin döne döne fabrika hücrelerinden sözetmesine karşın, profesyonel çekirdek sorununa çok daha az vurgu yapıyor oluşumuz nasıl anlaşılmalı? Bu, Ne Yapmalı’ya, hatta Lenin’in örgütlenme anlayışına “soğuk” baktığımız anlamına mı gelir? Asla!...Yoksa bu bize, bir kez daha, yalnızca, tasfiyecilerin kötü birer ezberci ve kötü birer tahrifatçı olduklarını mı gösterir?...Tümüyle!... Bu sorunun biri temel, diğeri daha tali olmak üzere iki önemli ne¬deni vardır. Temel neden, (ki, bu broşürde sık sık tekrarlamak zorunda kaldık) Ne Yapmalı’nın kaleme alındığı 1903 Rusya’sı ile bugünkü Türkiye koşullarının partileşme süreci açısından, parti¬leşmenin sorun ve görevleri açısından, hemen tümüyle farklı ol¬masıdır. İkinci ve daha tali neden ise, profesyonel örgüt ve çekirdek vurgusunun, geçmiş süreçte Leninist anlamından hemen tümüyle kopartılarak, sınıf dışılığın methiyesinin bir aracına dönüştürülmüş olmasıdır. Bizim içinden kopup geldiğimiz biri¬kim açısından çok daha fazlasıyla geçerli bir özelliktir bu.* Biz burada bu ikinci etken üzerinde durmayacağız. Birinci ve daha temel olan nedenin ise bazı yönleriyle açılmaya ihtiyacı var.Rusya’da Ne Yapmalıyı hazırlayan ve Ne Yapmalı’da da özetlenen ön süreçleri hatırladığımızda; bizim ne denli farklı koşullarda yaşadığımız, dolayısıyla ne denli farklı görev ve önceliklere sahip olduğumuz ortaya çıkar. Lenin’in Ne Yapmalı’sı, üçüncü döneme son verme çağrısı ve müdahalesidir demiş, üçüncü dönemin özelliklerini bizzat Ne Yapmalı’ya dayanarak aktarmıştık. Ne Yapmalı’nm açmaya çalıştığı “dördüncü dönem”, birinci, ikinci ve üçüncü dönemin kazanımları üzerinde, ama tüm bun-ların özellikle de sonuncusunun zaaf ve eksikliklerini aşma temeli üzerinde yükselecektir. Ne Yapmalı ile üçüncü döneme, politikada ve örgütlenmede ekonomist bir perspektifin hakim olduğu, yerel, dağınık ve amatör bir çalışmanın hüküm sürdüğü bir sürece son verilmek isteniyor¬du. Bunun için hareketin önüne politikada sendikal politikadan sosyal-demokrat politikaya; örgütlenmede ise yerel-dağınık, sendikalist örgütlenmeden, merkezi/profesyonel örgütlenmeye geçilmesi görevi konuluyordu. Ne var ki, bu olumsuz tablo, Ne Yapmalı’nm yazıldığı tarihe dek Rus sosyal-demokrat hareketinin katetmiş bulunduğu son de¬rece önemli mesafelerin görmezlikten gelinmesine yol açmamalıdır. Zira, profesyonelliği bir biçim olmaktan çıkaran, ona gerçek ideolojik/sınıfsal kimliğini veren kritik kazanımlardır bunlar. Öyle ki, Rus sosyal-demokrat hareketinin dördüncü dönemine sağlam bir temelde başlayabilmesinin koşullan, özellikle hareketin birinci ve ikinci dönemlerinde atılmış bulun¬maktaydı. Ne Yapmalı’da birinci dönem tasnifi, 1883-1894 yıllarını kapsayan zaman aralığını tanımlamak için kullanılır. Bu zaman aralığı, bir bilim ve ideoloji olarak Marksizm’in Rusya toprak¬larında şekillenmesini gerçekleştirdiği yıllan kapsamaktadır. Bu dönemde Emeğin Kurtuluşu grubunu oluşturan bir grup aydın, Marksist teorik birikimi geliştirip, bu birikimi Rus aydınları arasında yaygınlaştırmıştır. İkinci dönem ise, 1894-1899 yıllan arasını kapsar. Bu dönemin başlangıcı olan 1894, Rusya’daki yaygın işçi hareketli¬liğinin başlangıç tarihini simgeler. Kendiliğinden işçi hareketinin kabarmasıyla Marksist aydınlar, sınıf hareketine pratik müdahaleye yönelirler. Bu dönemde Marksistler, sınıf hareketinde önemli örgütsel ve politik mevziler elde ederler. Bu mevzilerden en çok bilinenin, Petersburg Mücadele Birliği’nin sınıfla politik/ organik ilişki açısından katettiği anlamlı mesafe üzerinde daha önce durmuştuk. Bununla bağlantılı olarak bu aynı dönem, Marksist aydınların politik/örgütsel mücadele içinde yeniden şekillendikleri, sınıf çalışması içinde devrimci kadrolar durumuna dönüşme doğrultusunda önemli kazanımlar elde ettikleri bir dönemdir. Nitekim teorik, politik ve örgütsel düzeydeki bu gelişim, sınıf hareketiyle kurulan bu bağ, hareketin gündemine parti sorununu getirir, ikinci dönemin sonu başarısız kalan bir parti girişimi olur. Üçüncü dönem ise bu birikimin dağıldığı, hareketin merkezilikten tümüyle uzaklaştığı, yerel ve sendikalist çalışmanın boy verdiği, harekette “Legal Marksizm”in bozucu etkilerinin güç bulduğu bir şekilsizlik dönemidir. Rus sosyal-demokrat hareketinin partileşme süreci açısından teorik gelişme ve sınıfla bağ sorunu temel bir sorun değildir artık. Ama tüm bunlar tek başına hareketin etkinliğini ve sürekliliğini sağlamaya yetmemektedir. Yetmediği gibi, bu kazanımlar örgütlü mücadele birliği içinde cisimleşemediği ölçüde giderek bu alan¬larda da bir dejenerasyon kaçınılmaz hale gelmektedir. Ne Yapmalı, bu temel saptama üzerinden, bu yozlaşma sürecine bir müdahaledir. Hareketi sağlam bir örgütsel zemine oturtma, bir savaş örgütü durumuna dönüştürme çağrısıdır. Böylece Ne Yapmalı ile Lenin, partileşme sürecinin örgüt boyutuna dikkat çekiyor; sosyalizmle sınıf hareketinin birliğinin, parti birliği durumuna dönüşmesi için, bu birliğin eylemci/devrimci bir tarzda bir birlik olabilmesi için, sağlam bir örgütsel zeminin zorunlu olduğunu göstermiş oluyordu. Bu anlamda Ne Yapmalı, devrimci bir teorinin ve devrimci bir sınıfın (alelade bir şekilde değil) birliğinin ancak buna uygun yol, yöntem ve araçlar ekseninde, ancak ihtilalci bir örgütsel şekilleniş temelinde gerçekten dev¬rimci bir birleşme haline gelebileceğini gösteren son derece önemli bir müdahale ve katkıdır. Tüm bu anlatılan süreç, bize açık bir biçimde göstermektedir ki, Ne Yapmalı’nm yazıldığı tarihsel dönemde, Rusya’da hareketin teorik temelini oluşturmak, hareketin sınıfla bağını kurmak, sınıf çalışması içinde şekillenen bir kadro birikimine sahip olmak vb. gibi partileşme sürecinin temel adımlan, önemli ölçüde atılmış bulunmaktaydı. Eksik olan ve eksikliği nedeniyle bu kazanımların törpülenmesine, dejenere olmasına yol açan ise, partileşme sürecinin örgüt boyutuydu. Yalnız, partinin örgütsel kimliği açısından ortada böylesi bir temel sorunun, eksikli ve zaaflı bir sürecin varlığı, Rusya’daki sosyal-demokrat hareketin tümüyle bir örgütsüzlük durumuyla yüz yüze olduğu anlamına da gelmiyordu. Sorun merkezileşmiş bir örgütlenmenin mevcut olmaması idi; yoksa Rusya’da güçlü bir yerel örgütsel yapı vardı. Bu yerel örgütler çok çeşitli yayınlar çıkarıyorlar, kendi alanlarında sınıf mücadelesine etkide bulunmaya çalışıyorlardı. Sorun fabrikalarla bağ kurmak olmadığı gibi, temelde yerel planda örgütlenmek sorunu da gündemde değildi. Sorun bunları tek bir “çatı”, merkez ve merkezi organ altında birleştirmekti. Ortada çatısı ve merkezi olmayan bir yerel ve taban örgütlülükleri ağı söz konusuydu. Tüm bunlar merkezi örgütlenme ekseninde yeniden şekillendirilmeliydiler. Rusya’daki partileşme süreci bu tür bir doğal seyir izlemiştir. Şimdi Rusya’daki bu gelişme ile Türkiye’deki gelişmeyi karşılaştırın, iki coğrafya arasındaki gelişim süreçlerinin farklılığı o kadar belirgindir ki... Sorun üzerinde biraz düşünme gayreti gösteren herhangi biri, Rusya’daki partileşme sürecinin pratik seyri ile bizim partileşmeye dönük pratik planımızın niçin aynı önceliklere sahip olamayacağını anlamakta güçlük çekmeyecektir.* Bir kez daha tekrarlarsak, Rusya’daki partileşme sürecine, partinin organik yapısının üç belirleyici bileşeni, toplumsal- sınıfsal temel, bilimsel-ideolojik temel ve devrimci örgütsel temel açısından baktığımızda sorunun devrimci örgütsel temel üzerinde odaklaştığını görürüz.Orada sorun, partinin örgütsel yapısını, merkezi biçimlenmesini yaratmak noktasında düğümlenmektedir... Ne var ki, Ne Yapmalı’nın yazılışını izleyen on yıllar boyunca, partileşme sürecinde merkezi/profesyonel bir örgütlenmenin gerekliliği temel bir tartışma olmaktan çıktı. Her Marksist ve devrimci çevre, işe, bir merkezi örgütsel yapıyı, bir ilk örgütsel omurgayı oluşturarak başladı. Bu günlerde yeniden kısmen uç vermeye başlayan liberal/anti-merkeziyetçi eğilimler, uzunca süreç boyunca, devrimci hareket içerisinde kayda değer bir eğilim ola¬mazdı. Sorun ve sapmalar, artık temelde merkezi/profesyonel bir örgütlenme fikrinin gerekliliğini reddetme noktasında çıkmıyordu. Tersine, şimdi tasfiyecilerde görüldüğü gibi artık bu argümanlar partinin sınıfın organik bir parçası, sınıf öncülerinin örgütlü gücü olması gerçeğini karartmak için kullanılmaktaydılar. Teorisizlik, sınıf dışılık ve bunlarla el ele giden “profesyonel çekirdek” fetişizmi, bu dönemin sözde Leninist tüm partilerinin ve parti öncesi örgütlerinin temel karakteristiği de olmuştur. Örneğin dünün ve bugünün Türkiye’sine bakıldığında, or-talıkta “yukarıdan aşağıya”, “merkeziyetçi” temelde örgütlendiği iddiasında olan ve kendince de örgütlenen, bir dizi sözde “profesy¬onel örgüt”ten başka bir şey görmek hemen hiç mümkün değildir. Bunların “profesyonelliklerini” sözde kılan ise, tüm bunların soyut bir “çelik disiplin”li parti anlayışına sahip olmaları değil, bu disiplini gerçek ideolojik/politik içeriğine kavuşturacak olan iki temel öğeden, işçi sınıfı ile bağ ve güçlü bir teorik temelden yapılan gereği yoksun olmalarıdır. Demek ki, Türkiye’deki partileşme süreci açısından sorun, Rusya’dakinden hemen tümüyle farklıdır. Rusya’daki temel sorun -merkezi bir örgütlenme yaratma- bizde temel bir sorun değildir. Rusya’daki partileşme sürecinin geçmiş kazanımları arasında yer alan teorik temel ve sınıfla bağ sorunu ise, bizler açısından en temel sorunlardır. Üstelik bu konuda geçmişten devralınan olumlu herhangi bir ciddi mirastan söz edilemez. Tersine, bu görevleri daha da acilleştiren, son derece sorunlu bir mirastır bu. Bu anlatılanlar ışığında söyleyebiliriz ki, bizim partileşme sürecimiz açısından, teorik/programatik temeli yaratma, sınıfla organik düzeyde birleşme, fabrika hücreleri teme¬linde örgütlenme en kritik görevleri oluşturmaktadır. Yine bu an¬lamda bizde, profesyonel-merkezi bir örgütlenme yaratma sorunu, kendi içinde (partileşme sürecinin diğer görevlerinden bağımsız ve öne çıkarılır biçimde) ele alınabilir ve tanımlanabilir bir sorun değildir. Zira bizde, çatıyı, merkezi örgütlenmeyi oluşturmak, ye¬rel örgütleri merkezileştirmek, vb. gibi sorunlardan söz edilemez. Peki bu, bizde faaliyetin profesyonelce yürütüldüğü, sınıfın savaş örgütlenmesinin yaratıldığı anlamına mı gelir? Elbette ki hayır!... Yalnızca şu anlama gelir, bizde profesyonel-merkezi örgüt sorunu, merkezi ve yerel örgütlerin şekli olarak yaratılması sorunu olmaktan çıkmış; bu örgütlerin sağlam bir teorik/programatik çizgiye kavuşturulması ve kararlı, ısrarlı bir fabrika çalışması ile, bu çalışmanın sorun ve ihtiyaçları temelinde şekillendirilmesi, giderek sınıf temeline oturması sorununa tabi bir soruna dönüşmüştür.* Tasfiyeciler, fabrika hücresini “acil” bir görev olarak tanımlamayı uvriyerizmle suçluyorlar. Böyle bir bakışın asıl “acil görevi”, yani profesyonel örgüt yaratma görevini kararttığını iddia ediyorlar, kendileri “profesyonel örgüt” yaratma görevini “acil bir görev” sayıyorlarmış!... Bu yalnızca tümüyle saçma bir teori değildir, aynı zamanda amatörlüğün “teori”sidir de. Zira, faaliyetin başarısı ya da başarısızlığı bizzat onun önüne açık bir görev konularak test edilebilir ve böylece bu zaaf ve başarısızlıklar üzerine tedbir alınabilir; başarılar ve üstünlüklerin nedenleri ortaya çıkarılıp ya-ygınlaştırılabilir. Örgütün önüne fabrika hücresi yaratmayı hedefleyen bir sınıf çalışmasından bağımsız olarak bir “profesyonel örgüt” yaratma hedefini koymak; yemek yapma görevini devre dışı bırakarak “iyi aşçı” yaratma görevini acil bir görev olarak saptamaya benzer! Neticede bu, mantıksal olarak ta tümüyle saçma olan “fikir”de ısrar edenler bir türlü amatör aşçılıktan da kurtulamayacaklardır. Asgari bir örgütsel şekillenişin bulunduğu bir yerde, faaliyet ve örgüt ancak fabrikada kök salmak hedefi doğrultusunda ısrarlı ve soluklu bir çalışma ile kendi kusur ve zaaflarını da giderebilir; profesyonelleşebilir. Böyle bir çalışma içinde ancak işinin ehli sınıf devrimcisi kadroları yaratabilir; böyle bir hedefin olmadığı bir çalışma ise (partinin inşasının temel bir sorununu karatmasını bir yana bırakalım) hedefsiz, önceliksiz, plansız genel bir çalışma olur. Sınıf içine derinlemesine nüfuz etme perspektifinden uzak¬laşır. Sonuç kendiliğindenci ve dağınık bir çalışmadır. Dolayısıyla, “fabrika hücresi” yaratma “öncü işçi” ile birleşme görevini acil bir görev olarak tanımladığı için profesyonel bir çalışma ve örgütlenmeyi inşa etme sorununu karartmamakta; tersine, tam da böyle bir çalışma ve örgütlenmenin oluşturulmasının tek doğru, geçerli çözümünü de ortaya koymuş bulunmaktadır. Bu nedenledir ki, tasfiyecilerin yaratmaya çalıştığı profesyonel örgüt mü, fabrika hücresi mi ikilemi tümüyle sahte bir ikilemdir. Dahası hareketi fabrika hücresi yaratma hedefinden uzaklaştırdığı ölçüde amatörlüğü hedefleyen bir ikilemdir de...

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

PAPAZIN BAĞI: BİR CENNET PARÇASININ HİKAYESİ...

ANKARA’NIN İKİ YÜZYILANA DAMGA VURMUŞ BİR TARİHİ YAPIT: ABİDİNPAŞA KÖŞKÜ

şarap,kadın,şiir...-şiir-