"DEVRİMCİ SOSYALİST ÇİZGİMİZİN YÖNÜ” ÜZERİNE
Bu yazı 1989 yılında Toplumsal Kurtuluş Dergisi'nde yayınlanmıştır...
Bir zamanlar Mayıs dergisinde
birlikte çalıştığımız A. Veli Yıldırımın Toplumsal Kurtuluş dergisinin 23- 24.
sayısında "Devrimci Sosyalist Çizgimizin Yönü" başlıklı bir yazısı
yayımlandı.
Bu yazı program taslağının ilk
etüdü sayılabilir. Nitekim yazının genel bir çerçevede kalması bunun bir
göstergesi olsa gerek. A. Veli Yıldırımın saptadığı başlıklara sadık kalarak
teorik-ideolojik çerçevesinin daha güncel, politik bir yorumu bu yazının
kapsamını oluşturuyor.
iktidar, politikanın en nesnel
ifadesidir. Politik düzeyin örgütsel bir düzey olduğunu biliyoruz. Yalnızca
örgütsel bir çerçeve şu ya da bu derecede politikleşmeyi tanımlıyor. Fakat
politik sürecin bir aksiyoneri, bir öznesi olmak ancak iktidar hedefinin
somutluğunda mümkündür. Bu "somutluğa" sahip olunamadığı takdirde,
politik düzeyin bir nesnesi olmak durumu doğar. Çünkü, pek sık kullanılan
ifade ile "gündem belirleyen" olmaktan ziyade "belirlenen
gündemin" -belki de biraz hırçın- bir aktörü olmak mümkündür. Ama hepsi o
kadar.
A. Veli Yıldırım bu gerçeği şöyle
ifade ediyor; "iktidarı delicesine arzulamayan bir yapı her şey olabilir
ama asla devrimci bir hareket olamaz. Felçleşir. Düzen içileşir."
Yazar, iktidar hedefini düzen dışı
bir seçenek olmak için olmazsa olmaz bir kıstas sayıyor. Bu saptamanın
doğruluğu kuşku götürmez. Yalnız bu noktada bir kayıt koymak da gerekli. A.
Veli Yıldırım'ın vurgusu daha çok teorik-ideolojik perspektife yönelik. Bunun
politik düzey ile ilişkisi veri almıyor. Fakat iktidar hedefini bugün her
zamandan daha ısrarla politika ile hemen ilişkilendirmek gerekmektedir.
Türkiye'nin bir-iki on yıl
ilerisine yapılabilecek bir projeksiyon Türkiye'nin önünde üç seçeneğin
varlığını gösteriyor: Devrim, darbe ya da emperyalist-kapitalist sistemle daha
sıkı bir bütünleşme.
Bir türlü atlatılamayan iktisadi
krize, gittikçe büyüyen bir politik kriz eşlik ediyor.Tekelcilerin güçlü
yürütme yaratarak politik krizi en hafif düzeye çekme amaçlan tutmuyor. Burjuva
kurumların kendisi diğer burjuva kliklerince bile tanınmamaya başlandı. Egemen
kesimler arasındaki "it dalaşı" büyüyor.
Türkiye'de sınıflar arasındaki
gerginlik gittikçe artma eğiliminde. Uzunca bir suskunluktan sonra ortaya
çıkan ilk belirtiler bu yönde. Bu sınıfsal kıpırdanış, uzun
süren suskunluğun ardından gelen ilk kıpırdanış olmasına rağmen, Türkiye'de
işçi sınıfının mücadele tarihi açısından son derece önemli ve yol açıcı. Bu
mücadele sürecinin hem örgütsüzlük hem taleplerin niteliği açısından spontane karakterine
bakılarak var olanı küçümseme tavrına girmemek gerekiyor. İlk olarak böylesi
eylemlerin iradi müdahaleyle oluşturulabileceğini zannetmek mücadele süreçleri
hakkında yanlış bir fikre sahip olmak demektir. ikinci olarak, Türkiye'de
iktisadi taleplerle siyasal talepler arasındaki mesafe gittikçe daha dar bir
alanı tanımlıyor, işçilerin talepleri arasında yalnızca ücret artırımı değil,
bu talebin siyasal düzeyle bağlantısı olan Özal hükümetinin istifası ve Türk-İş
yönetiminin istifası da yer almakta.
Türkiye'de spontane bir tarzda
olsa da sınıf mücadelesi yükselmekte ve daha da yükseleceğine dair emareler
var. Tekelci güçler emperyalist-kapitalist sistemle daha üst düzeyde
bütünleşme amaçlarının doğurduğu ek yükleri de işçi sınıfının ve emekçi halkın
sırtına yüklemekte, onların iktisadi taleplerine orta vadede bile iyileştirici
cevaplar verememektedir. Bu sürecin kendisi sınıfsal mücadeleyi kızıştırıyor,
sermaye ve emek cephesinin karşı karşıya gelmesini hızlandırıyor. Tekelci
çevrelere en fazla cesaret veren şeyse, sosyalistlerin örgütsüz ve dağınık
yapısı.
Türkiye'de birleşik örgütlü
mücadele devrimi ifade ediyor.
Örgütsüz ve dağınık bir
mücadeleyle paralel sınıf mücadelesinin kazanacağı yüksek ivme darbeyi ifade
ediyor.
Sosyalistlerin örgütsüz ve
dağınık konumlarından yararlanarak, burjuvazinin kendiliğinden mücadeleyi
çeşitli yöntemlerle az çok başarıyla bloke etmesi de, burjuvazinin
emperyalist-kapitalist sistemle bütünleşme amacında başarıya ulaşmasını ifade
ediyor. Böyle bir bütünleşme Türkiye’nin tarihsel geriliğini perçinleyecek
fakat konjonktürel bir "refah" da sağlayabilecektir. Şu anda, devrim
açısından dünyanın "en diri" ülkelerinden biri, belki de birincisi
olan Türkiye'de sosyalist hareket muhtemelen belirli bir süre gerileme
sürecine girecektir.
Bu noktadan sonra şunlar
söylenebilir;
- Türkiye sosyalistleri ve işçi sınıfının en acil
görevi devrim yapmaktır.
- Önümüzdeki görevler teorik-ideolojik süreçlere
eşlik eden ve öne geçen pratik-politik görevlerdir.
- Bu görevleri yerine
getirecek birikime sahibiz, f Türkiye'de devrimcilik ve karşı devrimcilik
düzeyin deki saflaşma nettir.
- Türkiye'de devrim aksiyonerleri bellidir.
Küçük - burjuva devrimci demokratizm, ulusal sorun ve devrimci proleter
sosyalizm.
- Bu üç ayak asgari ve temel hedefi devrim olan
bir "birleşik devrimci kap"
yaratmaktadır. Bu, "birleşik-
lik" kesinlikle bir örgütsel birlik anlamına gelmiyor.
Bu ayaklar Türkiye devrimi için ayrı ayrı gerekli zenginliklerdir.
- Türkiye sosyalistleri ve işçi sınıfının
oynayacağı devrimci rol, dünya sosyalist hareketinde devrimci bir canlanmayı
çağıracaktır. Türkiye sosyalizmi, dünya sosyalizminin devrimci gündemi ve
şırıngası olacak-
tır.
Tekil devrimci grupların geliştirmeye çabaladığı hareket
henüz Eylül duvarını ciddi bir yıpratmaya, uğratamamışken, yılların devrimci
kadrosal birikiminin eşgüdümsel faaliyeti, içinden geçtiğimiz dönemin devrimci
olanaklarıyla birleşince "iktidar hedefini" güncelleştirecektir.
Tüm bunlardan dolayı
"iktidar hedefi"nin kendini gerçekleştirebileceği yegane alana,
politika alanına döndürerek kopuşun
anahtarları burada aranmalıdır. 'İktidar hedefini örgütsel-politik alanda
üretmek uygun bir çalışma tarzına ve devrimci proleter sosyalizmin güncel tanımına
denk düşer.
Türkiye'de örgütlenme ve birlik
görevini yakın bir * devrim hedefiyle ilişkilendirmek, bir kopuşu ifade etmesi
anlamında, rastgele bir tercih değildir. Örgütsel yetkinliğin ve mücadelenin daha bir
pekiştirilmesi olarak birlik fikrinin yol açıcı misyonu ve ciddiye alınabilirliği,
bu birliğin yapı taşlan olan örgütsel ifadelerin : devrim amacı ile
yürütülen bir politik faaliyetin içerisinde yer alıyor olması ile belirlenir.
Bu "politik faaliyetin" biri diğerinin kapsayanı
olan iki belirleyeni vardır: Mevcut iktidarı, devrimci bir iktidarla
değiştirme hedefi ve buna uygun düşecek bir ; çalışma tarzı anlayışı. Soyut bir
"iktidar hedefi" hiç kimseyi devrimcileştiremez. Devrimciliğin
kendisi bir çalışma tarzının ifadesidir. Bu çalışma tarzının kendisi "programatik
ilkelerden daha çok örgütsel ilkelerde" somutlanır. Leninizm'in kavram ve
kategorileri politikleştirme ile çok doğrudan ilgisi vardır.
Politikleştirmenin alanı pratik-örgütsel faaliyettir. Böyle bir faaliyetin
içerisinde olup olmamak Leninizm ile reformizmin önemli bir ayrım noktasıdır.
Reformizm, "nihai amaca" ulaşmak için derhal iktidar
fikrini
reddeder.
Fiili değişimin aktörü olarak burjuvaziyi, hukuki
değişimin
aktörü olarak kendisini görür. İçinden geçtiğimiz
dönemde
çeşitli düzeylerde fakat temel olarak reformizm
alanında pek çok
akım vardır. Politik faaliyetlerini
devrimcileştirecek
tek unsur olan iktidar perspektifine sahip
bir çalışma
tarzı anlayışından uzak oldukları ölçüde, devrim
cephesinden de uzaktırlar.
Devrimci cephede
ise örgütlenmeye ilişkin sorunlar iki
Kuşkusuz devrimci proleter
sosyalizmin, ideolojik- teorik , örgütsel zaafiyetlerinin nesnel ve öznel
alanda birtakım nedenleri var.
Türkiye'de işçi hareketinin
geriliği ve küçük-burjuvazinin politik aktivitesinin nisbi ileriliği, politik
hareketlerin içerisinde büyüyecekleri alan olarak küçük burjuva toplumsal
katmanlara yönelmesini koşulladı.
Bu koşullanmayı Türkiye'nin geçmişinde Marksizm adına
üretilen teorik miras da kolaylaştırdı, hatta haklılaştırdı. Mustafa
Suphi'lerin ölümüyle Türkiye’de Bolşevik Devrimin Kemalist Devrimin egemenliği
altında yaşanması kolaylaşmış oldu. Bir; Mustafa Suphi, Bolşevik Devrimi
yaşayarak geliyordu, bu yüzden yanında getirdiği program, daha çok iktidar
stratejisini ve Nisan Tezlerini çağrıştırıyordu. Ölümüyle bu imkansızlaştı,
iki; Mustafa Suphi'nin öldürülmesi zaten sosyalistleri Kemalizm'le
çarpıtılmış, Şefik Hüsnü kadroları açısından Kemalizm'in sosyalizm üzerindeki
pratik bir zaferi olarak kabul edildi. Bu zafere politik düzeyde boyun eğmekten
ve "sonuna kadar ilerleterek" zafer sırasının sosyalistlere
gelmesini beklemekten başka bir yol bu kadrolara hiç mümkün gözükmedi.
Şefik Hüsnü'nün TKP'si,
burjuvaziden yol açıcılık misyonu bekliyordu. Bu beklenti kendini Kemalist
sosyal-şoven, reformist bir çizgi olarak gösteriyordu. 1970'lere kadar bu çizgi
değişmedi. 1960'lı yılların sonu ve 70'ler bu teorik-politik tavrı pratik
düzeyde reddetmeyi simgeliyor. Bu reddedişin örgütsel karşıtlığı TİP'ti. TİP
kadrosal bileşim açısından Şefik Hüsnü TKP'si ile farklılık gösterse de,
politik hattını yukarıda TKP için belirtilen temel anlayış belirliyordu. Bu
politik tavrın, "sosyalist devrim" stratejisi ile birlikte yürümesi
şaşırtıcı gelebilir. Fakat TİP'in, kuruluş aşaması "özgün" olmanın
övünç kaynağı yapıldığı bir dönemdir. Bu "özgünlük" TlP'in
"sosyalist devrim" stratejisinin kategorik olarak Leninizm'in
dışında oluşmasıdır. TİP sosyalist devrimi ekonomist-uvriyerist eğilimlerin bir
sonucu olarak buldu. Biri Aybar faktörüydü. Aybar'ın Leninizm'le hiçbir zaman
bir ilişkisi olmamıştır. Dolayısıyla onun literatüründe Leninizm'in demokratik
devrime ve sosyalist devrime ilişkin kategorikleştirmesi hiç yer almamıştır.
İkincisi, kapitalizmin gelişkinlik derecesine ilişkin gelişen güçlü akademik
kanaatlerdir. Bu stratejik tespit TİP'in politik hattını ilgilendirmedi. TİP
ittifaklar sorunu, çalışma tarzı, sosyalist devrimin gerektirdiği burjuva
düzenin tümünü hedef alma gibi politik müdahalelerin tümünde Şefik Hüsnü TKP’si
gibi davrandı.
60'ların sonu bu
legalist-reformist çerçevenin pratik reddiydi dedik. Devrimcileşmek için
pratikte TlP'in yaptığının tam tersini yapmak gerekiyorsa, teorik- stratejik
düzeyde de herhalde tam tersini söylemek gerekliydi. Tabi, bu teorik tepkinin
formülasyonu için, yaşanan anda çok önemli çekim merkezleri vardı. Bir kere
TİP'e karşı, TİP'in demokrasiye düşkünlüğüne karşı, varolan "demokrasi’yi
"cici demokrasi" diye alaya alan ve "gerçek demokrasi'nin (!)
ancak emperyalizme bağımlılıktan kurtularak oluşacağını söyleyen Doğan
Avcıoğlu ve Yön etkeni vardı. Yön, bağımsızlığı sağlayacak bir devrimin,
ordunun anti-emperyalist kanadıyla birleşerek hemen yapılmasını savunuyordu.
Öte yandan uluslararası alanda anti-emperyalist devrimler gerçekleşiyor ve bu
devrimle Türkiye’de de siyasal aktivitesi artan ve zaten üzerinde gelişilen
küçük-burjuva kesimlerin, radikal siyasal eyleminden güç alıyordu. Kültür
Devriminin ateşli rüzgarları henüz kesilmemişti ve bu rüzgar Türkiye'yi de
etkiliyordu. Dünyada bir başka alternatif "devrimci" odak da
gözükmüyordu. Türkiye'de devrimci aksiyon bu karşılıklı etkiler sonucunda
oluştu.
Bu dönemde siyasal alanın
somutluğuna çıplak gözle bakanların keşfedebilecekleri ilk olgu, devrimci olmak
ile halkçı olmak arasındaki müthiş paralelliktir.
Bu somutluğun bir bütünleyeni ve ters yorumu olarak
görülebilecek olan ise, yaşanan süreçte "işçi sınıfına yönelme"
argümanının reformizme yönelmenin zarif bir gerekçesi haline getirilmiş
olmasıdır. Bu gerçekliğin kendisi küçük-burjuva demokratizminde, işçi sınıfına
yönelme "edebiyatını" reformizme yönelişin geçiş taksimi olarak
değerlendirme gibi bir refleks eğilim doğurmasıdır. Bu refleks tutumun
genellikle haklı çıktığı da belirtilmeli.
İşçi sınıfına yönelme
iddiasındaki akımlar genellikle küçük burjuvazinin "politik
yükselişinin" dışına düşmüşlerdi ya da hızla o süreci yaşıyorlardı. Buna
Kültür Devrimi ateşinin sönmeye başlaması ve Mao Zedung düşüncesinin etkisinin
kırılması ile beraber işçi sınıfının gelişen hareketini kucaklayacak bir
politik ve sendikal yapının bulunmaması eklenebilir. Küçük burjuvazinin
temsilciliği alanın da bir boşluk bulunmazken, gelişen fakat henüz sendikal
alandan çıkamayan işçi hareketini reformizmin ve DlSKin kucaklayama- ması,
önüne engel olarak dikilmesi, bu akımları, erimekten kurtularak yeniden
gelişebilecekleri bir alan olarak işçi hareketine, daha ağırlıklı olarak
sendikal alana yöneltti.
Bir genelleme olarak, bu
akımların işçi sınıfı içinde varolabildikleri kadarıyla kendilerini
anorko-sendikalizm olarak ürettikleri söylenebilir. Denilebilir ki, bu akımlara
"sendikal politika" her şeyden daha önemli ve acil gözüktü. Sendikal
politika, parti sorununun ya çok dışında ya da parti sorununu da kapsayan bir
alan olarak tespit edildi. İkincisi, "dışarıdan muhalefet" bazen
teorik genellikle pratik olarak sendikal politikayı belirledi. Üçüncüsü, küçük
işçi grupları içerisinde -bazen illegal- ideolojik homojenliğin temsilcisi
olmak zorunda kalan "sendikal" yapılar oluşturuldu.
farklı düzeyde çözüm arıyor.
Birincisi devrimci- proleter sosyalizmi ile ilgili, devrimci proleter sosyalizmi,
popülizmin çeşitli kanatlarının bir iç evrimi sonucu ama örgütsel bütünlükten
uzak oluştu. Oysa devrimci proleter sosyalizm kendi alanında olan akımların tek
bir örgütsel ifadede toparlanmalarını hedeflemek zorundadır. Bu toplam, basit
aritmetik bir toplam değil. İdeolojik-teorik alanda bir kopuşa tekabül ediyor.
Daha önce de belirttiğimiz gibi
Türkiye'de devrim aksiyonerlerinin diğer ifadeleri küçük-burjuva devrimci demokratizmi
ve ulusal sorundur. Her ikisinin de tutarlı politik-örgütsel ifadeleri vardır.
Eklenebilir ki, devrimci proleter sosyalizmle karşılaştırıldıklarında,
politik-örgütsel düzeyde çok daha yetkindirler. Türkiye'deki devrimin sınıfsal
karakterini devrimci proleter sosyalizmin kendini bu alanda ne derece
yetkinleştirebildiği belirleyecek.
Devrimci proleter sosyalizmin
yaratılması görevi,
popülizmden kopuşu gündeme getirirken reformizmle alanını
çok daha kesin çizgilerle, ayırma zorunluluğunu hisseder. Sınıfı devrimcilikle
sosyalist bir bakış açısıyla birleştirmek görevi, teorik-idelojik düzeyde
popülizmden kopuşu ne denli zorunlu kılıyorsa, politik mücadele içinde karşıya
alıcı bir süreçten ziyade, devrim saflarındaki ortaklığın ısrarlı bir
vurgusunu gerektiriyor.
Bu yaklaşım "kopuşma"
temasıyla çelişir gözükmektedir. Bir yönüyle de öyledir.
"Kopuşma" süreci
kendini tanımlamayı, kendi dışındakileri iteleme ile birlikte gerçekleştirir.
Liberallerin esneklik çağrılarına karşın, kopuşma ile kendi dışındakileri
"iteleme'nin birlikte var olması son derece normal. Doğal ki, bu
"normallik", Türkiye'de saflaşma konusunda yaşanan iki yanlış
eğilimin üstünü örtmemelidir.
Küçük burjuva devrimci
demokratizm açısından bu alanda yaşanan sakatlık özet olarak şu:
Saflaşmanın ilkesel boyutunun,
pratik sürecin yalınkat, dolaysız bir ifadesi olarak kavranması ve bir kez bu
saflaşma tespit edildikten sonra pratik ve ilkeyi birebirleştirmek. Bu tutumun
ittifaklar politikasında da sekter tutumlara yol açacağı açıktır.
Türkiye solunda saflaşma
konusunda yaşanan ikinci zaaf reformizme tekabül eder. Burada en geniş bir
sosyalist kanat, dahası demokrat kanat tanımlaması yapılarak ittifak
politikası sınıf uzlaşmacılığı ile özdeşleştirilir. Burjuvazinin "en
kötü" kesimleri dışında her katı, en azından demokrasi konusunda ittifak
edilebilir bir güç olarak tayin edilir.
Solun bu kesimi devrimden uzağa
düştüğü için bizden de uzağa düşmüştür ve dışımızdaki bir olgu olarak
değerlendirilmelidir.
Devrimci proleter sosyalizm,
ilkelerine ve sosyalizme kıskançlıkla sahip çıkan bir güç olmasının yanı sıra,
bu temele bağlı kalarak, kendisini iktidara taşımada yararı olacağı kanaatini
edindiği "en güvenilmez unsurlarla" bile ittifak yapabilmeyi
savunur. Politikanın bu dolayım ve dengenin ifadesi olduğunu kavrar.
Bu kavrayış nedeniyledir ki,
popülizmin her türünden ideolojik-teorik bir kopuş yaşanmasının gerekliliği
ile politik düzeyde popülizmin devrimci kanadı ile bir ittifak arayışım
paralelleştirebilir. Bu iki süreci birbirini engelleyen değil destekleyen
halkalar haline getirebilir. Getirmelidir de.
Devrimci sosyalist teorinin
yaratılması sorunu, yukarıdan beri sözünü ettiğimiz ideolojik-teorik kopuşla
mümkündür. Bu kopuşun gerçekleşeceği alanın hem ideolojik-teorik hem politik
çerçevesi -Mayıs dergisinde birkaç kez belirttiğimiz gibi- Kemalizm'i, sosyal
demokrasiyi, sosyal şovenizmi devrimci okun yöneltileceği alanlar olarak
görmek, demokrasiyi sınıfsal bir demokrasi ve devrim sorunu olarak görmek,
devrimci ve sınıfsal bir çalışma tarzı anlayışını savunmak, proletaryanın her
anlamda öncülüğünü kabul edip proletarya diktatörlüğünü hedeflemek, bunun ideolojik
politik ifadesinin her şeyden önce parti olduğunu kavramak ile çizilir.
Dikkat edilirse sosyalizm projesinin ve mevcut uluslararası sosyalist hareketin
niteliğine ilişkin doğrudan bir kıstas burada yer almamaktadır.
Uluslararası sosyalist hareketin
değerlendirilmesinin soldaki saflaşmanın temel nedeni sanıldığı uzunca bir
dönemden geçtik. Bugün, bu kriterin soldaki saflaşmayı belirlemediği daha bir
anlaşılıyor. Gerek uluslararası sosyalist hareket değerlendirmeleri gerekse de
sosyalizm projesi yukarda belirtilen kıstasların, belli bir nesnel ve tarihsel
gerçeklik temelinde, farklı bir düzeyde dolayımı ve yeniden üretilmesidir.
Elbette sosyalizmin yaşanmış
tarihine ilişkin (bu tarihin sorunlarına, kopuşmalarına, sürekliliklerine
ilişkin) ve var olan nesnelliğin, içsel süreçlerine, nedenselliklerine yönelik
bir teorik çaba gereklidir. Fakat bu çabanın kendisi yukarıda tanımladığımız
çerçeveyi esas almadığı sürece mevcut nesnelliği taşıdığı olumsuzluklardan
kalkarak, teorik düzeyde son tahlil itibariyle devrimin olumsuzlanmasına
götürür. Bu noktada, teorik düzeyde son tahlilde geçerli olan pratik düzeyde
ilk tahlilde geçerli oluyor. Bugün Türkiye'de süreci bu şekilde kavrayan
hareketlerin içinde bulunduğu durum da budur. Bu hareketlerin bir bölümü
geçmişten bu yana devrimci bir pratik faaliyetin içerisinde hiç bulunmamışken,
görece geçmişte bu tip faaliyetin içerisinde yer alan bazı politik hareketlerin
ise devrimci pratikten el etek çekmeye başladığını görüyoruz.
A. Veli Yıldırım, bu sürece
ilişkin olarak "...teşhir ettiği kadar yeni bir toplum projesi de sunan
devrimci teori sevindiricidir ki, uç vermeye, yeşermeye başlıyor" diyor.
Yukarıda söylenen sözler A. Veli
Yıldırım'ın saptamasına konulmuş birer kayıt niteliğindedir. Ancak bu kayıtla
beraber yaşanan sürecin sevindirici olabileceği düşüncesindeyim.
Bir, devrimci sosyalist devrim ve
toplum teorisinin öneminden söz ederken A. Veli Yıldırım, bu sürece
"örgütsel bağları kopmuş tek tek kadroların sezgisel buluşmalarının"
devrimci teorinin köşe taşlarını oluşturduğunu belirtiyor.
Bu sözler yaşanan sürecin bir
sonucunu göstermekle beraber politik bir ifade tarzından uzak. Tek tek
kişilerin teorik çabalarının yararlan olduğunu kabul etmek gerekiyor, fakat
"örgütlerinden kopmuş tek tek insanların" yeni bir örgütsel ifadesini
bulmamaları halinde politik bir önemleri yok. Bunların muhataplık kazanması
için teorilerini, politik örgütsel bir bütünlüğe kavuşturmaları gerekmektedir.
Eğer böyle bir çaba içerisinde iseler o zaman biz, "tek tek örgütsüz"
kişilerden değil, politik bir eğilimden söz etmeliyiz. Kanımca gerçekleşen de
bu.
Bu "tek tek" kişiler,
hem kendi örgütsel yapıları içinde hem de o örgütsel yapının dışına
taştıklarında belirgin bir politik eğilimi temsil ediyorlar. Bu "tek
tek" kişiler çok geniş bir yelpazeden değil, küçük burjuva devrimci
demokratizmden çıkıyorlar, işte sorun bu
eğilimlerin devrimci sosyalizmin örgütsel-politik ifadesini
yaratmaları sorunudur.
A. Veli Yıldırımın,
"içeriğinin neyi ifade ettiği pek kestirilemeyen halk kavramının bir yana
bırakıldığını" söylemesi, devrimci sosyalizmin yaratılması görevinin
başarıya ulaştırılmasıyla önem kazanır. Halk kavramının terk edilmesi,
kuşkusuz tek başına sınıfsal bir radikalizmin göstergesi değildir.
"Popülizmi" topa tutarak uvriyerist reformizmin zeminine oturan
devrimci demokrat akımların varlığını, biliyoruz.
Halk kavgamı, egemen iktidar
bloku dışında kalan geniş bir kesimi çerçeveler. "Halk'in politik önemi
olan bir kategori olması için kendi içerisindeki çelişkilerin, devrim-karşı
devrim cepheleşmesini temsil etmeyip, tümden devrim cephesini tanımlayacak
derecede olması gerekir. Bu devrim de kategorik olarak demokratik devrime
tekabül eder. Eğer, "halkın içerisindeki çelişkiler bu kesimlerden birini
devrim, diğerini karşıdevrim safında tanımlamayı gerektirecek derecede ise
önümüzdeki devrimin kategorik ifadesinin sosyalist devrim olduğunu
söyleyebiliriz.
Türkiye'de halk kavramının
bileşenlerinden en önemlisi olan köylülüğün az çok türdeş bir kesim olmaktan
çıkarak, kendi içinde yoksul ve zengin köylülük olarak ayrıştığını görüyoruz.
Bu çıkar kutuplaşmasının sonucu olarak, devrimci bir politik güç olarak
köylülüğün değil yoksul köylülüğün söz konusu edilmesi gerekir.
Orta burjuvazinin ise, tekelci
kesimler karşısında bir reformcu, devrim karşısında açık bir karşı devrimci
bir role soyunduğu her bir somut durumda görülmektedir. Nitekim bu çıplak
gerçeklik karşısında, demokratik devrimi savunanlar gerek sosyal demokrasi
gerekse sınıfsal ifadesi orta burjuvaziye karşı eski umutlu destekçi tavrı,
eleştirel bir değerlendirmeye tutmak zorunda kalıyorlar.
Bu kesimlerle tekelci sermaye arasındaki
dalaşmadan bir devrim ittifakı çıkarmaya çalışmak yerine, bu dalaşmaların
sınıfın iktidar atılımı açısından önemini kavramak gereklidir. Bunların devrim
karşısında blok bir tavır almalarının en zor olduğu an, kuşkusuz yetkin bir
örgütsel yapıyı oluşturmuş devrimci sosyalist hareketin yaratılmış olması
şartıyla, devrim anı olacaktır. 1980 sonrası içine girilen süreç, sermaye
cephesindeki dalaşmaların yoğunlaşması açısından, devrimci olanakların arttığı
bir dönemdir.
Türkiye'de "halk"ın politik
devrimde temel olarak çıkarı olan az çok türdeş bir kesimi temsil ettiği dönemler
yıllar aönce kapanmış bulunmaktadır. Bugün, devrimci potansiyelin üç sınıfsal
ifadesi vardır. Proletarya, yoksul köylülük ve şehir küçük burjuvazisi
Proletaryanın sınıfsal hareketi
nisbi olarak geri ve sınıfsal örgütlenmesi de esas olarak içinden geçtiğimiz
anda yetkin çözüme kavuşacak bir sorundur. Küçük burjuvazinin politik
aktivitesi ve sınıfsal örgütlenmesi nisbeten ileridir. Yoksul köylülüğün
politikleşmiş kesimleri ise önemli ölçüde ulusal karakteri ağır basan bir
hareketlenmenin içinde yer almaktadır. Bu politik hareketlenmeye köylülüğün
diğer kesimleri de daha cılız ve sosyalizm perspektifinden uzak bir biçimde
katılabilmektedir. Burada hemen devrimin karakterinin sosyalist mi yoksa
demokratik mi olacağına dair A. Veli Yıldırımın söylediklerine dönerek, bir
vurgulama yapmak gerekli.
Türkiye'de devrim bu kanallardan
ilerliyor. Devrimin karakterini belirleyecek olansa tam da iktidarın kim
tarafından alınacağı ya da iktidarın belirleyen gücünün kim i olacağıdır.
Türkiye'de sosyalist bir devrimin
olanağı uzun bir süredir vardır. Bu noktada demokratik devrim geri bir
hedeftir. Fakat görece bağımsız bir devrimci demokratizmin politik aksiyoneri
mücadele sürecinde yer aldığı için de mümkün bir geri hedeftir. Devrimin daha
ileri bir durumu gerçekleştirmesi ise ancak sosyalist devrim bakış açısıyla
mümkündür.
Türkiye'nin bir küçük burjuvalar
denizi olduğu gerçeği bir politik ağlama duvarı olmaktan kurtarılmalı artık.
Dünya ve Türkiye'nin devrimci pratiğinin analizi bu gerçeğin devrimci süreçte
bir zenginlik olduğunu gösteriyor.
Devrim ipinin iki ucu var.
Birinden küçük burjuva devrimcileri çekiyor. Diğer ucu yani işçi sınıfını peşinden
sürüklemeye çalışıyor. Şimdiye kadar olan da budur. Türkiye'nin devrimci
pratiğinin gözleminin de bu yönde sonuçlar ortaya koyacağını sanıyorum. Türkiye'de
devrimci demokratizmin işçi sınıfında reformizme nazaran hiç de az sayılmayacak
bir güce sahip olduğunu söylemek abartı değildir. Bunun temel nedenleri şöyle
sıralanabilir: Bir kere işçi sınıfının radikalizm ihtiyacına şu ana kadar tek
yanıt bulabilen kesim esas olarak küçük burjuva devrimci demokratizm'dir. İkinci
olarak işçi sınıfı içinde henüz çok güçlü küçük burjuva yargılar varlığı ve
devrimci demokratizminin sosyal tabanında önemli yeri olan "gecekondu
halkının" işçi sınıfı ile mekansal yakınlığı bu gücün nedenini ve
niteliğini açıklar. Sorun ipin ortasını bırakıp diğer ucundan tutmaktır.İp hem
yana doğru çekilirken (küçük burjuva devrimciliği ile proleter devrimci sosyalizm
arasındaki önderlik mücadelesi) hem de ileriye\doğru çekildiği için (devrim
perspektifi) etkili bir; mücadele hattı kurulmaktadır.
1960'lardan sonra "resmi
KP'lerin devrim sürecinin dışına düştükleri, devrimci ipin yalnızca küçük
burjuva devrimciliği tarafından -söz konusu partilerin ihanet çizgisine varan
tavırlarına rağmen- ısrarla, taşındığı bir dönemden geçildi.
Bu ara dönem bize şunu
göstermiştir: Küçük burjuva devrimcileri kendi platformlarında bağımsız bir güç
olarak iktidara oynayabilmektedirler. Küçük burjuva devrimcilerinin bu
potansiyellerinin somut göstergeleri bir dizi ülkede gerçekleşen küçük burjuva
devrimleridir. Küba, Nikaragua'vb. bu potansiyelin ürünleridir.
Türkiye'nin 1960’h yılların
sonundan 1970'li yılların sonuna kadar yaşanan süreç, küçük burjuvazinin
devrimci potansiyelini kanıtladığı tarih kesitleridir. 1970’li yılların ikinci
yarısından itibaren proletaryaya yönelimin belirtileri görülmesine karşın,
sürecin tümüne rengini veren küçük burjuva devrimciliğidir.
Yukarıda da belirttiğim gibi,
68-80 arası dönem radikalizm ile küçük burjuvazi arasında birebirlik kurulabileceği
bir dönemdir. Bu dönemdeki saflaşmayı belirleyen ne, MDD-SD tartışmalarıdır ne
de uluslararası sosyalist harekete bakış sorunu. Ayrım yükselen toplumsal
muhalefetin kendini ifade edişteki çeşitlenmelerden ve bunlara karşı alınan
tavır farklılıklarından kaynaklanıyordu, işçi sınıfının bu toplumsal muhalefet
içinde yer almasına karşın gündemi (15-16 Haziran dışta olmak üzere) küçük
burjuva tabakalar belirledi.
Bir küçük burjuva radikalizminden
zaten netleşmiş, kendi içinde tutarlı bir teorik-ideolojik kopuş beklenemez.
Beklenecek olan bir pratik kopuştur. 70'lere doğru yaşanan da budur.
Gerçekleşenin tutarlı bir iç bütünlüğü olan bir teorik kopuş olmaması nedeni
ile Kemalist etkilenmeyle, sosyal-şoven bir yapıyla, aynı demokrasi ufkuyla,
sosyal demokrasiye karşı ortak zaafla hem reformist hem devrimci olabilmek mümkün
olabilmiştir. Küçük burjuvazinin sınıfsal kaypaklığım burada aramak
gerekmektedir.
"Eylül öncesinin en
'radikal" görünümlü çizgilerinin bile Kemalizm'e ne kadar bulaşmış olduğu
hatırlanırsa olayın vahimliği daha da iyi görülür” diyor A. Veli Yıldırım. Bu
sözlere şöyle bir not da düşülebilir: En "radikal" akımlarda Kemalizm'in
etkisi daha dolaysızdır. Reformizm'de ise bu etki hem Şefik Hüsnü TKPsi
dolayımıyla hem de teorik çerçevelerinin değişik düzeylerine yayılmış olduğu
için daha girift fakat daha gerileticidir.
Popülizmin Eylül yenilgisiyle
beraber belirli bir bunalım yaşadığı tartışılmaz. Bu bunalım popülizmin en
güçlü temsilcilerinde sağa kayış biçiminde görünmüştür. Halkçılığın
bunalımının genel sonucu liberalizmi, uvriyerizmi, reformizmi güçlendirici bir
sonuç doğursa da, devrimci proleter sosyalizmin ideolojik-örgütsel oluşumu
içinde uygun bir zemin yarattı. Şu gerçeği bir kez daha belirtmek gerekir,
halkçılığın gerilmesi tek başına bir olumluluk değildir. Pek çok siyasal akım
için popülizmin gerilemesi devrimciliğin terk edilmesi anlamına gelmiştir.
Süreç henüz tamamlanmamış olmakla beraber bu akımların içine girdikleri mecra
karşı devrimcidir.
Halkçılığın devrimci sınıfsal
inkarı devrimci proleter sosyalizmdir.
Halkçılık Eylül yenilgisiyle
ömrünü doldurdu mu?
A. Veli Yıl dirimin bu konudaki yargılan şu şekilde;
"Halkçı söylem, popülizm bir çıkışsızlık olarak Eylül diktatörlüğü
yenilgisiyle noktalanmıştır." "Popülizm, halkçı söylem salt an ti
-emperyalist, anti-faşist sloganlar atarken silinip gitmiştir, bugün için
kalıcı olmasını beklemek hayal olurdu zaten."
Yıldırım'ın yargıları hem
teorik-ideolojik hem de politik çerçeveyi kapsıyor. Bu yargı "Sosyalistler
Fedai Değildir" alt başlığının altında anlatılanlarla çok ilgili.
"SOSYALİSTLER FEDAÎ DEĞİLDİR"
"Anti-faşizm halkın
fedailiği olmuştur. Sınıf hareketi ile bağlarını hiçbir zaman kuramamıştır.
"Halk" ise kendisine daha güvenli fedailer bulduğunda "devrimcilere"
gözünü kırpmadan "Hoşçakal" diyebilmiştir." .
A. Veli Yıldırım'ın bu görüşleri
ile "Halkçı söylem... Eylül yenilgisiyle noktalanmıştır" şeklindeki
görüşü arasında bir iç bağlantı vardır.
Bir küçük burjuva devrim sürecin
de devlet otoritesi yerine devrimci otoritenin hakim kılındığı bölgesel
çerçeveler yaratmak kritik önemdedir. Pek çok ülkede gözlemlendiği
üzere küçük burjuva kitlelerin ve özellikle köylülüğün politik savaşıma
katılabilmesi için "gücünden korktuğu" devlete karşı gücüne güvenebileceği
bir "pro-devletin" varlığı gerekmektedir. Bu "pro-devlet"
güçlenmesini sağladığı ve kalıcı olduğunu kitlelere gösterebildiği oranda
etkili bir karşı odak olabilmektedir. Devletin otoritesini zayıflatabildiği ya
da kitlelerde böyle bir izlenim bırakabildiği oranda zayıflayan otoritenin
yerini karşı otoritenin almaya başladığı görülür. Devletin insanların en temel
ihtiyaçlarını bile karşılayamadığı bölgelerde karşı odak yaratmak o kadar
kolaylaşır. Bu mücadelenin başarılı olabilmesi için devlet otoritesinin en
zayıf olduğu bölgeler savaşımın ana üsleri olarak seçilir. Bu alansa geri
kırlık bölgelerdir. Bu yüzden bu savaşımın başarılı olabilmesi için köylülüğün
bir bütün olarak politik aktiviteye katılabilmesi gerekir. Temelde askeri
savaşımın bulunduğu, propaganda ve ajitasyonun askeri savaşa tabi olduğu böyle
bir savaşım sürecini pek çok ulusal kurtuluş savaşında, görmek mümkündür.
Köylülüğün devrimci potansiyelini yitirdiği ülkelerde ise,bu bir "ulusal
kurtuluş savaşının" rotası olabilir ancak.
Eylül
diktatörlüğü bu anlayışı savunanları hem de çok kolay bir biçimde yenilgiye
uğratmıştır. Bu anlayışı savunanlar ne kırdan çok önemli bir destek bulabilmişler
ne de sistemli bir askeri savaş yürütebilmişlerdir. Bütün dönem boyunca yapılan
tek şey MHP'li faşistlerle mücadele etmek olmuştur. Ortada MHP'li faşistlerle
mücadele sorunu kalmayınca bu hareketin
kendisi gereksizleşmeye başlamış ve sivil toplumcu bir liberalizme dönüşmüştür. .
Halkın fedailiği anlayışı tüm,
popülist akımları bu derece belirlememiştir, işçi sınıfına uzaklığı Leninizm'in
genel formülasyonlarına "ortodoksca" bağlılıkla beraber gerçekleştirmiş
akımlar vardır Türkiye'de, bu akımlar Türkiye'nin iktisadi yapısının nesnel bir
çözümlemesine girişmemişler ve gerek TİP-MDD tartışmasının etkileri gerekse
Maoculuğun popülaritesi nedeniyle geri bir Türkiye adeta veri alınmıştır. Demokratik
devrimle toprak devrimi arasındaki zorunlu bağlantıyı kabul eden bu akımlar,
nesnel gerçekliği açıklamaktan son derece uzak olmasına karşın Leninizm
anlamında iç tutarlılığa sahip soyut bir teori oluşturabildi. Bu akımlar nesnel
gerçekliğe uymasa da Leninist bir demokratik devrim anlayışına yakın bir
pozisyona oturdular ve bu yüzden de "halkın fedailiği" anlayışı bu
akımlara uzak kaldı. Fakat nisbeten daha geri bir eylem çizgisine sahip
oldular.
Bu yüzden devrimcilikle popülizm
arasında sözkonusu dönemde kurulabilir bir paralellik, popülizmle "halkın
fedailiği" arasında kurulamaz. Fakat söz konusu anlayışları savunanların
reformizmin tipik temsilcileri olduğu söylenebilir. Bugün devrimci popülizmin
en yetkin ifadesi benzer bir anlayışı şehirlerde ve "öncü savaş "
kapsamı içerisinde savunuyor ve nesnelliği daha iyi kavrıyor. Daha önemlisi
kırın devrimci potansiyelini yitirdiğini Türkiye devriminde kırın diğer küçük
burjuva devrimlere nazaran çok daha önemsiz bir yer tutacağını teorik düzeyde
de kabul ederek, devrimci popülizmin kalıcılık vaat eden akımı olduğunu bir
kez daha kanıtlıyor.
Popülizmin Eylül yenilgisiyle
ömrünü dolduran akımları özellikle kırda devrimci potansiyel arayanlardır.
Şimdi onların vardığı yer liberal popülizmdir. Zaten genel olarak popülizmin
yenilgisi tasfiyeci eğilimi güçlendirmiştir. Tasfiyeciliğin yaşanan süreçte
halkçı hareketteki devrimci özelliğin inkarına da dayandığını görüyoruz.
Popülizm (sözkonusu dönemin
devrimciliği ) Eylül diktatörlüğü tarafından pratik bir yenilgiye uğratılmıştır.
Fakat bu yenilgi hiç kuşkusuz popülizmin politik olarak ömrünü doldurduğu
anlamına gelmez. Popülizm için Türkiye toprakları hâlâ geniş imkanlar sunuyor.
Bu imkanların devrimci bir dinamizme konu olduğunu da tartışmak gereksiz.
Çünkü, böyle bir imkanın ürünü olan siyasal yapı her gün kendini siyasal
pratikte ve devrimci bir tarzda göstermektedir.
Popülizm, devrimci proleter
sosyalizmin yaratılması görevinin başarıya ulaşması şartıyla, bütün eklektik
yapısına rağmen şimdiye kadar elinde bulundurduğu, devrimciliği temsil eden
tek politik akım olma anlamındaki hegemonyayı da yitirmek üzeredir.
Eylül yenilgisiyle popülizm
açısından noktalanan bir şey de politik alanda sahip olduğu, devrimcilik payesinin
paylaşmasız temsilciliğidir.
Aşamalı devrim anlayışı
Türkiye'de popülizmin somut göstergelerinden biridir. MDD geleneği ve Mao Zedung
düşüncesinin etkisiyle teorik düzeyde şekillendirilen aşamalı devrim ani ay
ışı, Türkiye'nin sosyo-ekonomik yapısını oldukça geri kabul eden ve dolayısıyla
işçi sınıfının tarihsel rolünü yerine getirebilecek güce sahip olmadığım ileri
süren bir popülist anlayışı temsil ediyordu. Aşamalı devrim anlayışı tüm bu
sebeplerle,devrimi işçi sınıfı iktidarı ile taçlandırmak yerine bir halk
iktidarını öngörüyordu ve öngörmektedir.
Popülist anlayışın belirlediği
devrimci hareket bu noktada, burjuva düzenin yerine "daha
yetkin","daha demokrat" bir burjuva düzeni yerleştirmek için
devrimi gerçekleştirmek gibi bir çelişkiyi yaşadı. Henüz bu süreç devam ediyor.
Yukarıda ifade edilenler tipik
MDD anlayışı ile büyük paralellikler göstermektedir. Süreç içerisinde devrimin daha
sosyalizan özellikler göstermeye başladığını görüyoruz. Gerek Mao Zedung
düşüncesinin etkisinin kırılması, gerekse kapitalizmin gelişkinliğinin
doğurduğu sonuçların bu hareketlere dayatmaya başlaması böyle bir sonuç
doğurdu. Bu durum Türkiye'de yaşanan demokratik devrim-sosyalist devrim tartışmalarının
daha da bulanıklaşmasına yol açtı.
Fakat bu bulanıklığın kendisinin
tartışmanın gittikçe daha çok Leninizm anlayışının içerisinde sürdürülmesini
zorladığını belirtmek gerek. Bu Maocu tezler yerine iki Taktik'teki tezlerin
ağırlıklı olarak demokratik devrime dayanak yapılmaya çalışılmasını gerektirdi.
Bu teorik alanda eski tutarlılık yerine çatlaklıklar doğmasına, eklektik bir
yapıya yol açtı. Dolayısıyla Türkiye'de kapitalizmin ileri seviyesinin kabulü
ve demokratik devrim anlayışının birlikte yürütülmeye çalışılması hareketleri
daha sosyalizan demokratik devrim anlayışlarına doğru iteledi. Fakat buna
rağmen teoride doğan boşluklar önlenemedi. Bu boşluklar emperyalizmin,
sermayenin niteliğinde bir takım tahrifatlar yapılarak önlenmeye çalışıldı.
Sonuç itibariyle öyle bir durum
ortaya çıktı ki, proletarya iktidarını, Sovyet hegemonyasını savunarak,
ekonomik alanda kamulaştırmayı Ekim Devrimi'nin gerçekleştirdiğinin ötesinde
bir kamulaştırma olarak hedefleyerek, demokratik devrim savunulabildi.
Fakat sorun aynı gerçekliğin
farklı ifadelendirilmesi kadar garip ve basit bir sorun değildir. Bugünden
yarına önemli siyasal sonuçlan vardır.
1-Demokratik devrimciler, sermaye düzenini hedeflemeden
emperyalizmin hedeflenilebileceğini, siyasal ve iktisadi bağımsızlığın
sağlanabileceğini söylüyorlar. Ortada varolan bağımlılığın sermayenin belirli
bir gelişkinlik düzeyini ifade ettiğini ve onun doğasında var olan yayılma
güdüsüyle yakından ilgili olduğunu görmüyorlar. Kapitalizm dışına çıkmadıkça,
sermaye egemenliğine son vermedikçe yapılan hangi devrim o ülkeyi Türkiye'den "daha
bağımsız" yapabilmiştir? Sermaye ulusal değil uluslararası bir kategori
olmak zorundadır. Ulusal çitleri yıkmak ekonomileri birbirine bağımlı hale
getirmek sermayenin doğası gereğidir. Hiçbir sermaye Türkiye'ye
"özgül" olamaz, yani Türkiye'deki sermaye düzeninin kendisi de geliştikçe
böyle bir bağımlılığı kaçınılmaz kılar. Sorun öyleyse bağımsızlık sorunu
olduğu müddetçe sosyalizmin sorunu, bağımlılık ilişkisinin biçimini değiştirme
çabası olduğu sürece de küçük burjuvazinin sorunudur ve demokratik
devrimciliği çağırır.
2-Kapitalizmi "iyi" kapitalizm,"kötü"
kapitalizm olarak kategorileştirme demokratik devrimcilerin bir başka
özelliğidir. Ve devrim "iyi" kapitalizm tercihini gerçekleştirmek
için öngörülür. Bu "iyi" kapitalizm ise, sanayiyi geliştiren,
köylülüğü ve küçük burjuvaziyi sonuna dek ayrıştıran ve tasfiye eden, dolayısıyla
sosyalizm için gerekli "üretici güçler"in gelişmesini sağlayan bir
kapitalizmdir. Bu taleplerle orta burjuvazinin devrimci kıpırdanışı sağlanmak
istenmektedir. Fakat pratikte olan, orta burjuvazinin devrimci bir kıpırdanışa
girmesi yerine, devrimcilerin orta burjuvazinin etki alanına girerek, sosyal
demokrasiden medet umması ve sağa savrulmalarıdır. Bugün olduğu gibi sosyal demokratlara
kırgınlık sonucu tavır alındığı, "bağımsızlaşılmaya"(!) çalışıldığı
dönemler, kolaylıkla yeniden sağa savruluşlarla dengelenir.
3-Demokratik devrimciler, demokratik devrimin bir
anti-feodal toprak devrimi olması gerektiği gerçeğinden kaçamıyorlar. Bu
nedenle kırdaki kapitalizmin gelişkinliğini küçümsüyorlar ve dağıtılacak toprak
vaat ediyorlar. Dahası kırda kapitalizmin gelişmiş olmasına rağmen
"toprak dağıtmak gerektiği" kanaatine varıyorlar. Bu toprakları da
büyük kapitalist çiftliklerde buluyorlar. Toprak devrimi Türkiye’nin nesnel
gerçekliğine döndüğü zaman bu sonuç kaçınılmazdır. Bu ise doğal olarak işçi
sınıfının değil de küçük burjuvazinin tarım programını tanımlıyor.
4-Küçük burjuvazinin, kendi görece bağımsız devrimci
inisiyatifinin örgütsel-programatik ifadesinin siyasal arenada varlığını da
düşünürsek, proletarya hareketi olma iddiasındaki bir akımın programını küçük
burjuvazinin talepleri doğrultusunda belirlemesi, işçi sınıfını
politik-örgütsel ve ideolojik olarak küçük burjuva devrimciliğinin tekeline
bırakmak gibi bir sonuç doğurur ve giderek bu iddiaya sahip akımın kendisini politik
gereksizleşmeye uğratır.
Bugün ısrarla belirtilmesi
gereken gerçek şudur; demokratik devrim perspektifinin, nesnelliği göz ardı
ederek sırtlarda bir kambur olarak taşınmaya devam edilmesi, proletarya hareketinin
kendi politik geleceğine küçük burjuva ipotekler koyması anlamına gelecektir.
Bunun devrimci sosyalist atılımın önünde bir engel oluşturacağı açıktır.
Yalnız bu noktada şu saptamayı
yapmak gerektiğini de düşünüyorum. Türkiye'de demokratik devrim perspektifini
henüz terk etmemekle birlikte, siyasal varlığı büyük ölçüde Leninist alan
içinde kalan akımlar vardır. Bu akımların politik süreçlere müdahale ediş
tarzları, teorik-ideolojik şekillenişlerinin önündedir. Bu politik müdahale
süreci ya bu akımların teorik- stratejik alanda etkisi altında kaldıkları küçük
burjuva yargılardan arındıracak ya da eski teorik iç tutarlılıkları yerine
teorik alanda eklektizmi temel özellik haline getirmeye başlayan bu akımlar,
teorik-stratejik zaaflarını kemikleştirip, "ortada kalacaklar'.
Türkiye'de bu politik pozisyon devrimci dinamizmi yitirmek ve gittikçe politik
olarak gereksizleşmek anlamına geliyor.
Bu hareketler süreci küçük
burjuva zaafların aşılması biçiminde gerçekleştirirlerse (ki bu sanıldığından
daha mümkün) devrimci proleter sosyalizm açısından bunun anlamı, örgütsel
yetkinliğin bir üst düzeyde gerçekleşmesi oranında, devrimci olanağının maddi
bir güce dönüşmesi olacaktır.
"DEVRİMCÎ SOSYALİZM ENTERNASYONALİSTTİR"
"Yalnızca bir ve tek gerçek enternasyonalizm vardır : O
da insanın kendi öz ülkesinde devrimci hareket ve devrimci savaşımın gelişmesi
için özveri ile çalışmasına, istisnasız tüm ülkelerde, bu aynı savaşımı, bu
aynı çizgiyi ve yalnızca onu (propaganda, yakınlık, maddi bir yardım
aracılığıyla) desteklemesine dayanır.
Tüm geri kalanı, yalandan ve
manilovizmden başka birşey değildir." (V.Î.Lenin, Nisan Tezleri, Sol Yayınlan,
S.57)
Devrimci sosyalistler, ne
"milli sosyalizm" anlayışına sahiptirler, ne de "dünya
devrimi" adına kendi ülkelerindeki devrimci pratikten el ayak çeken
"hazırlopçu Enternasyonalizmi'ne.
Devrimci sosyalistler, Lenin'in
de vurguladığı gibi, gerçek enternasyonalist görevin her şeyden önce kendi
ülkelerinde devrimi gerçekleştirmekle yerine getirilmiş olacağını öne çıkarırlar.
Ulusal sorun, Türkiye'deki
belirleyici devrim potansiyellerinden biridir. Bu potansiyel kendine bir ak-
siyoner yaratarak politikleşmiştir. Türkiye'de ulusal mücadele sınıf mücadelesinin
önüne geçmiş ve kendine ayrı bir örgütsel kanal açmıştır. Bu politik gerçekliğe
ne gözlerimizi kapayabilir ne de teslim olabiliriz.
Ulusal soruna bakış, Türkiye solundaki
saflaşmada köşe taşlarından birini oluşturuyor. Devrimciliğin değil ama devrimci
proleter sosyalizmin alanını belirlemede bir sınır taşı görevini görüyor.
Türkiye solu, Şefik Hüsnü
TKP'sinden bu yana belirgin bir şovenizm hastalığıyla malûldür! Doktor Kıvılcımlı
ve İbrahim Kaypakkaya gibi şovenizme karşıt tutumlar gösterenler olsa da, bu gerçek
temel olarak değişmemiştir Türkün solu yakın zamana dek, kendi vesayeti dışında
gelişen her ulusal hareketi bölücülük, ezilen ulus şovenizmi, emperyalizmin
oyunu vb. suçlamalarıyla bloke etmeye çalışan bir tutumda oldu. Dahası kendi politik
pratiğinde de ulusal sorun gerçeğini fazlaca ilgi alanına almadı. Bugün gelişen
Kürt hareketinin dayatması, sınıfsal hareketi temsil etme savındaki pek çok
politik harekette -şovenizmden tam kopuşmayı ifade etmese de- daha olumlu bir
politik tutumu koşulladı. Bu tutum olumluluğu teorik-ideolojik bir kopuş
anlamına gelmediği
için, geçmişteki tutum olumsuzluğunun nedenleri
teorik-ideolojik alanda değil, politikanın "somut tarihi" ile birebir
ilişkilendirilerek açıklanmaya çalışılıyor.
Açıklama özet olarak şöyle; "Geçmişte Kürt hareketleri
bize sekter-tavır aldılar, bizim yaşam hakkımızı bile tanımadılar, biz de
onlara politik olarak olumsuz tavır aldık, şimdi bize karşı bu tavırlarından
vazgeçtiler, biz de onlara karşı olumlu politik tutum gösteriyoruz,” işte bu
açıklama biçiminin kendisi politik olumluluğun resmi ideolojinin dışına
çıkılmadan gerçekleştiğini gösteriyor.
Şovenizmin tutarlı bir aşılışı,
devrimci proleter sosyalizminin popülizmden ideolojik-teorik kopuşuyla olanaklıdır.
Bugün ise devrimci proleter
sosyalistler, ulusal sorun çeperinde yaşanan mücadelenin, sınıfsal mücadele
açısından yol açıcı ve ilerletici rolünü çok iyi kavramak zorunda. Bu alanda
yaşanacak bir yenilginin sınıf mücadelesini olumsuz bir biçimde etkileyeceğinin
bilinci ile sınıfsal görevleri ile uyumlu olarak, yenilgiyi önlemek için her
türlü faaliyeti göstermelidirler.
"SONUÇTA"
Türkiye'de yol ayrımları
belirginleşiyor. Devrim ve karşı-devrim cepheleşmesi, devrim cephesinin konuklarının
hızla kendi alanlarına dönmesi şeklinde netleşiyor. Öte yanda ise Türkiye
devriminin aksiyonerleri gittikçe daha öne çıkıyorlar. Sorunun diğer boyutu ise
devrimciliğin, halkçılığın tekelinden, devrimci bir sınıf hareketi tarafından
almıyor olmasıdır.
"Sekter" politik tutma
ve "halkçılığa" yöneltilen eleştiriler sınıfın devrimci aksiyonerini
yaratmakla yol açıcı bir işleve bürünebilirler. "Sekter'liğe karşıtlıktan
anlaşılan devrimci mücadeleye ket vuran hareketlere karşıtlıksa, devrimci
sosyalizm bu karşıtlığa katılır. Ama hayır, kastedilen kesinlikle bu değildir.
Bu, "esnekliğe, yumuşaklığa", sınıf uzlaşmacılığına yapılan bir
davettir. "Halkçılığa" karşıtlıktan kastedilen devrimciliğe
karşıtlıktır. Reformizme yönelmektir.
Devrimci sosyalizm bu eğilimlerle
sınırlarını, çok daha net ve kalın çizgilerle belirlemek zorundadır.
Türkiye!de bugün,
"provakatörlüğün",'"polis sızmasının” en tehlikelisi
reformizmdir. Türkiye'de devletin gönüllü "Zubatov’lan onlardır.
Devrimde ilerlemek, Zubatovları
itelemeksizin olmaz.
Birlik, devrim ve iktidar
içindir.
Popülizmden kopmak,daha ileri bir
hedef sosyalist devrim ve iktidar içindir.
En büyük enternasyonalist
görevimiz Türkiye’de devrim yapmaktır. •
Devrimci sosyalistler önlerindeki
görevleri layıkıyla yerine getirdikleri zaman, Türkiye proletaryası diğer
kardeşlerinin bıraktığı yerden devam edecek, Türkiye'yi "tam bağımsız ve
gerçekten demokratik" bir ülke haline getirecek, sosyalizmi kuracaktır.
Gönlümüzü, beynimizi ve
ellerimizi bu güzel devrim için birleştirelim.
Yorumlar
Yorum Gönder