bilgi/bilinç, inanç ve tercih ilişkisi

Sevgili Vedat Öztan... bilgi/bilinç, inanç ve tercih ilişkisi üzerine önemli bir tartışma başlatmış... Umarım gerekli ilgi ve karşılığı bulur ve verimli bir tartışmayı/fikir teatisini tetikler. Ben bu makalede vurgulanan, tercihlerin bilgi ile değil inançla bağlantılı olduğu saptamasını, burjuva modernizminin/pozitivizminin bilgi ve aklın, dönemin ve tüm toplum yaşamının temel yön göstericisi ve açıklayıcısı olduğu ve bu bilgi ve aklın tüm coğrafya/dönem ve toplumsal kesitler için değişmeyen pür bir " rasyonel akıl/bilgi" olduğu saptamasının yetersizliğini göstermesi bakımından önemli buluyorum. Ama aynı zamanda "inanç" kavramının kapsamını "bilinç/ideoloji" gibi alanlarıda kapsayacak biçimde genişleterek ve salt bir teolojik anlama indirgeyerek aynı tek yanlı ve yetersiz tanımlama zaafını da taşıdığını düşünüyorum. Kant "Aklını kullanmaya cesaret et" derken, Hegel Aydınlanmanın ardından "inancın/teolojinin" toplumu bütünleştiren rolünün artık rasyonel akla geçeceği öngörüsünde bulunurken, elbette boşa konuşmuyor, önemli bir gerçeği ve dönüşümü işaret ediyorlardı. Ama atladıkları biri birleriyle sımsıkı bağlı üç önemli sorun vardı.Bir, " coğrafi ve sınıfsal anlamda herkes eşit derece de "Aklını kullanmaya cesaret edebilecek "koşullara sahip miydi?...İki, bu kadar parçalı, bölünmüş, farklı çıkarları temsil edebilen bir dünya da herkes ve her coğrafya için ortak sonuçlara sahip homojen/pürü pak bir rasyonel akıl sözkonusu olabilir miydi? Ve üç, tam da aynı nedenlerle rasyonel aklın ürünü bilgi tek tek insanlarda davranış ve tercihleri belirlecek içsel/varoluşunu belirleyen bir etmen haline gelebilir miydi? Yoksa bilginin insana dışsal, bir iktidar/tahakküm aracı olma rolü mü çok daha belirleyici mi olacaktı? Bütün bu nedenler dolayısıyla bilgi, herkes için rasyonel aklın eşit sonuçlar doğran bir çıktısı olamadı. Tam aksine bazıları için tahakküm kurma, diğer bazıları içinse tahakküm altına girme aracına dönüştü. "Bilgi" tam da bu dışsallığı neniyle, tüm kesimler için davranış kalıplarını belirleyen en temel ve ortaklaştırıcı rasyonel bir içsel etiğe de dönüşemiyor; tam tersine yabancılaştırıcı, irrasyonelleştici rol oynuyordu. Eskiden tek bir teolojik Tanrı tarafından kullaştırılan insan, şimdi aynı zamanda bilgi ve teknoloji Tanrısı tarafından da "kullaştırılmaya" başlıyordu. Bu iki Tanrı bazen hegemonya için çarpışmaktaydılar ama temelde, kendi meşruiyetini artık rasyonel akıl Tanrı'sına atıfla sağlayabilen bir teolojik Tanrı sentezinde birleşip tekleşmekteydiler. Althuser'in, Marx'ın "Bir toplumdaki egemen düşünme biçimi o toplumdaki egemenlerin düşünme biçimidir" tezini, "devletin ideolojik aygıtları kavramlaştırmasıyla" daha rafine ve kategorik hale getirirken, tam da aynı nedenle, rasyonel/seküler eğitimi ve kiliseyi aynı hegamonyanın birbirini destekleyen parçaları olarak nitelendirmekteydi. Aslında "eğitimsizler" kadar "eğitimliler" içinde inançtan bağımsızlaşmış bir rasyonel akıl yoktu kapitalizmde. Aralarındaki tek olası fark birisinin aslında "irrasyonelleşmiş" rasyonel akıl inancına, diğerinin ise daha "rasyonelleşmiş" teolojik inanca sahip olmalarıdır. Dolayısıyla "inanç" kural olarak artık eski "inanç" değildir. Referansı akıl ve bilgi olan, bilginin seküler çıkarlara göre kurgulanmasını tanımlayan bilinç ve ideoloji belirlenimli bir inançtır. Bu duruma, inancın rasyonelleştirilmesi ve aklın metafizikleştirilmesi diyebiliriz. Aklın/bilginin/tekniğin sınıfsal dışsallaşması, rasyonel akıl ve tekniğin bazı toplumlarca "emperyalizm", bazı sınıf ve kesimlerce de sömürü, tahakküm, işsizlik, yoksullaşma olarak algılanmasına yol açtı ve daha bulanık ve embriyon halindeki "karşı rasyonel bilginini/bilincin" daha bilinen bir dil olan geçmiş metafizik inançların gölgesinde ifadesine neden oldu. Öztan tarafından dikkate sunulan, insan evladının tavır ve tercihlerde bilginin yanı sıra, çıkarın da belirleyici olamadığı ve tıpkı bilgi gibi çıkarın da inancın gölgesinde ölü bir etmene dönüştüğü savı da, bu savı destekleyen ve Öztan tarafından aktarılan ampirik araştırma bulgularına rağmen, bence ikna edici olmaktan hayli uzaktır. Rasyonel aklın sınıf ve bireylere dışsal kalmasının kaçınılmaz sonuçlarından biri de, mevcut bilgi ve teknolojinin bu kesimler tarafından irrasyonel/metafizik bir güç olarak algılanmasıdır. Rasyonel akla yönelik bu yabancılaşma söz konusu kesimlerin "kendi genel çıkarları doğrultusunda kendileri için" özneleşmelerini de zorlaştırmaktadır. Özneleşememek, bağımsız ve stratejik çıkarlarını temsil edememek, küçük, tekil ve güncel kırıntılar karşılığında, kendi varlığını güç, satüko ya da cemaat içinde idame ettirtmek eğilimini yaratır. İnanç ise bu tercihi meşrulaştıracak biçim de, " duruma" uyarlanır. Bu çıkar'ın çarpık motivasyonudur. İnsanlar verili statüko sürdüğü ve kendi varlıklarını iyi/kötü idame ettirebildikleri müddetçe, o an kendisi için en rasyonel olan seçenekleri hesaplama suretiyle, içinde varlık ve tümlük buldukları bu güvenli kabuğu terk etmezler. Bu güvenli kabuk hem verili sistem, hem verili iş, hem verili yaşam mekanı ve cemaattir.Bu nedenle de kriz geridöndürülemez ölçüde derinlik kazanana kadar , “motivated reasoning” denilen ve Öztan'ın en yakın olarak “motivasyonlu muhakeme” diye çevirdiği , karar alma süreçleriyle ilgili olgu, bir statükoyu koruma refleksi olarak varlığını korur. Girdi sayısı, önemi, rengi, şekli vesairenin hiçbir öneminin olmadığı , sonucun her koşulda aynı çıktığı, yani, hatanın hep dışarıda, haklılığın da kendisinde olduğu metafizik savunma mekanizması yürürlükte kalır. Ne var ki tüm bu statükoların krize girdiği, kırılganlaştığı, statüko ile özdeşleştirilen kişi, kurum ve simgelerin paralize olduğu ve prestij önemlerini yitirdikleri durumda, merkez kaç etkisi devreye girer. Krizin boyutu ve dışsal seçeneklerin çekim gücü oranında ya "özgürleşen rasyonel akıl"la bütünleşip kendisi için özneleşilir ya da bir başka güvenli kabuğa transfer olup, "inanç"bu yeni kabuğa göre yeniden uyarlanır.Şunu da belirtmek gerekir ki, rasyonel akılla bütünleşip kendisi için özneleşme durumu, rasyonel aklın dışsallığı sona ermeden, yani içsel bir varoluş koşuluna dönüşmeden, ne tam ne de süreğen olamaz. Tümden yok olmasa da başatlığını yitirir. Sonuç olarak, Aydınlanma'dan bu yana bilgi inancın değil; inanç, en görünür olduğu örneklerde bile, kural olarak bilginin hizmetindedir. Bunun, yani aklın/bilginin metafizikleşmesinin nedeni ise, bilginin tüm herkes için eşit ve özgürleştirici bir rasyonel aklı temsil etmemesi, insanlığın organik içsel bir varoluş etmenine dönüşememesi, bir iktidar ve tahakküm enstrümanı olarak kalmasıdır.Bu nedenle bilginin/ rasyonel aklın, tüm insanlığa mal olması, herkesin kendisi için özneleşebilmesi, düz bir evrimsel gelişme biçiminde değil, statüko ve iktidar kırılmalarına bağlı çelişkili, geri dönüşlü, sıçramalı ve birikimli bir süreç olarak ilerler. Bilgi, tüm insanlığın içselleştirdiği ortak, eşitleyici ve özgürleştirici bir nitelik kazanana kadar, giderek belirleyici ağırlığını artırsa da, insan karşısındaki varlığını hep bir irrasyonel örüntü altında sürdürecek, insanın hükmettiği değil, insana hükmeden Tanrısal bir dışsal güç" olmaya devam edecektir.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

PAPAZIN BAĞI: BİR CENNET PARÇASININ HİKAYESİ...

ANKARA’NIN İKİ YÜZYILANA DAMGA VURMUŞ BİR TARİHİ YAPIT: ABİDİNPAŞA KÖŞKÜ

şarap,kadın,şiir...-şiir-