“Demokratik Pantürkizm"
Türkiye
emperyalist kapitalist rekabetin yoğunlaştığı Balkanlar, Kafkaslar, Ortadoğu
şeridinin ortasında, bu bunalımlı bölgenin son derece merkezi bir yerindedir.
Yalnızca bölgede
yoğunluk kazanan emperyalist rekabet değil, bununla birleşen bölgesel
çatışmalar ve SSCB'nin dağılmasıyla bağımsızlaşma sürecine giren yeni
cumhuriyetlerin yarattığı sorunlar, bölgedeki dengeleri sarsmakta, siyasal
haritada değişimi zorlayan dinamikleri kuvvetlendirmektedir.
Değişen dünya
dengeleri, kaynayan bölge, tarihinin en yoğun işçi hareketliliği, bölgedeki
statükoyu da zorlayan devrimci Kürt ulusal hareketi vb... Türkiye yalnızca
bunalımlı bir coğrafyada değil, yukarıdaki etkenler nedeniyle, aynı zamanda
siyasi ideolojik alanlarda tam bir bunalım içindedir de.
Türk burjuvazisi
statükoyu zorlayan tüm bu iç ve dış etkenlerin karşılıklı basıncıyla, bölgedeki
statükoyu dağıtacak dinamiklerin güçlendiğini fark etmekte, fark ettiği ölçüde
geleneksel statükocu, misak-ı millici, “pasif’ politikayı terk edip saldırgan
bir politikaya yönelmekte, bu yolla da değişen bölgesel dengelerde daha
elverişli bir konum elde etmeye çalışmaktadır.
AB kapılarının
açılmamasının ve SSCB’nin fiilen ve hukuken dağılmasının ardından, Türk
burjuvazisi en güçlü emperyalist güç olarak değerlendirdiği ABD’ye daha da yakınlaşmış,
Balkanlar, Kafkasya ve Ortadoğu kuşağında, özellikle de son iki alanda ABD’nin askeri
ve ticari köprüsü olmaya soyunmuştur. Bu doğrultuda bir “Doğu Politikası” oluşturmuştur.
Türk
burjuvazisinin Avrupa ile bütünleşme perspektifini askıya alarak dikkatini
“Doğu” üzerinde yoğunlaştırması, Cumhuriyet döneminin klasik politikalarından
önemli bir sapma olduğu gibi, zaten Kürt ulusal mücadelesi ve İslami yükseliş
karşısında önemli yaralar almış, birleştirici gücünü yitirmiş bulunan Batıcı ve
misak-ı millici Kemalist ideolojiyi de iyice işlevsizleştirmektedir.
Burjuvazi, Kemalist
ideolojiden doğan boşluğu yeni yönelimine uygun yeni ideolojik argümanlarla
takviye etmektedir. Türk burjuvazisinin yönelimine uygun olarak yoğun bir
şekilde devreye soktuğu ideolojik argümanlar, “Yeni Dünya Düzeni”nin genel karakterine
tam bir uygunluk göstermektedir. “Globalleşme”, “demokrasi”, “istikrar” vb. adına
tüm sınıflara yapılan bir uzlaşma çağrısı: yeni ideolojik argümanların özü
kısaca budur.
Bu ideolojiye
göre sınıf mücadelesini, ulusal kurtuluş ve bağımsızlık davasını savunmak “terörizm”dir.
Bu mücadeleyi yürüten örgütler “ideolojik temeli olmayan çete”lerdir vb.. Demokrasinin
yerleştirilmesi ve kalıcılaştırılması için önce “terör odakları”nı ezmek gerektiği
yığınların bilincine her gün işlenmekte, dolayısıyla demokrasi havariliği içte
ve dışta terör uygulamanın meşrulaştırıcı bir örtüsüne dönüştürülmektedir.
Nasıl ABD, Libya’yı, Irak’ı, Suriye’yi terörizmle
suçlamakta ve “evrensel barış” bayrağını sallayarak, halklara yönelik
katliamlarını meşrulaştırmaya çalışmaktaysa; Türk burjuvazisi de toplu infazları,
Kürt halkına yönelik kitlesel katliamları demokrasi havariliği eşliğinde
gerçekleştirmektedir.
Son 1 Mayıs
döneminde görüldüğü gibi devlet bir yandan 1 Mayıs’ın alanlarda kutlanmasını önlemek
için terörü bir gözdağı aracı olarak kullanmakta, diğer yandan da “1 Mayıs’ı
kutlamak demokratik bir haktır” demagojisi ile kitlelerin tepkisini uyuşturmaya
çalışmaktadır.
*
Doğu Bloku’nun
çöküşü, kapitalist düzenin birikmiş istikrarsızlık dinamiklerini harekete
geçildiği gibi, bunlara bir dizi yeni istikrarsızlık öğesini de ekledi.
Artan yalnızca
emperyalist ülkeler arasındaki rekabet değil. Aynı zamanda bölgesel çatışmalar
da yoğunlaşıyor. Küçük devletler de, emperyalistlerin taşeronluğu temelinde de
olsa bu it dalaşma katılmak zorunda kalıyorlar. Yayılmacı, fetihçi çığlıklar ve
tarihsel hak iddiaları ortalığı kaplıyor.
Demokrasi
makyajı arkasına saklanan "yeni dünya düzeni"nin gerçek içeriği de
işte bu manzarada somutlaşıyor. Artan rekabet, yoğunlaşan bölgesel çatışmalar
ve dünyayı kaplayan bir kaos ortamı...
Demirel’in Türki
Cumhuriyetlere ziyareti sırasında “Orta Asya’dan Balkanlara uzanan bir Türk
varlığı” üzerinde yoğunlaşan demagojik şoven kampanya, geziye Türkeş’in ve bazı
tescilli faşistlerin de davet edilmesi, burjuva basının Türkeş nezdinde faşist
ideolojiyi meşrulaştırma çabası vb., tüm bu şoven-faşist ideolojik motifler,
demokrasi havariliği ile evrensel barış demagojileriyle çelişmemekte, tersine
birbirini bütünlemektedirler.
Emperyalist
rekabetin artması, bu rekabete bölgesel devletlerin de katılması, içerde kitle
hareketini dizginlemek için parlatılan demokrasi cilasının yanı sıra, kitleleri
bölmek, şaşkına çevirmek ve giderek de şoven bir temelde devletin peşinden
sürükleyebilmek için, yayılmacı- şoven ideolojik argümanların da devreye sokulmasını
zorunlu kılmaktadır.
Nasıl ABD yeni
bir Pax Americana’dan, Almanya IV. Reich düşlerinden, İran İslam cihadından dem
vuruyorsa, Türkiye de Pantürkizm'i hortlatmak ihtiyacı duyuyor.
Türkiye’de Pantürkist
ideolojinin yaygınlaştırılmasının, misak-ı millici anlayış yerine Osmanlı fetihçiliğinin
canlandırılmasının iç içe girmiş iki temel nedeni var.
Birincisi,
içerdeki istikrarsızlık odaklarını nötralize etmek, “büyük ve güçlü Türk
varlığı” demagojisi, “emperyalistleşme” hayalleri ile halkı şaşkına çevirmek,
kendi içinde bölmek...
İkincisi,
rekabeti kolaylaştıracak bir ideolojik söylem oluşturmak. Türkiye kendi rolünü,
Türki Cumhuriyetlerini Batı emperyalizmine bağlayan bir köprü olmak iddiası ile
tanımlıyor. Türkiye’nin bu bölgede rekabet halinde olan Avrupa emperyalizmine,
Çin’e ve diğer bölgesel güçlere karşı (ABD desteği bir yana bırakılırsa) sahip
olduğu en önemli avantaj kültürel bağıdır. Türkiye alfabesiyle, televizyonuyla,
basınıyla vb. bu bölgede “Türklük” bağını kuvvetlendirerek rekabette avantajlı konuma geçmeyi hesaplıyor.
*
Yalnızca Türkiye
değil, emperyalist rekabetin yoğunlaştığı coğrafya haline gelen Balkanlardan Ortadoğu’ya
uzanan tüm bölge, karmaşık etkenlerin bileşimiyle, derin bir sarsıntı
yaşamaktadır. Her alanda köklü bir dönüşüm kendini bir ihtiyaç olarak
dayatmaktadır.
Emperyalistler
arasındaki nispi uyumun bozulmasına paralel olarak, bölgesel devletler
arasındaki ilişkiler de eski istikrarını kaybetmiş, tüm coğrafyadaki siyasal
sınırlar tartışmalı hale gelmiştir. Emperyalist rekabetin yarattığı gerilime
bölgesel devletlerin tahrik edilen çelişkileri eklenmiş, tüm bunlar bağımsızlaşma
sürecindeki cumhuriyetlerin içine yuvarlandığı kaos ortamı ile birleşince, Türkiye’nin
merkezinde yer aldığı tüm bölge adeta barutlu bir toprağa dönüşmüştür.
Sorunların bu
kadar karmaşıklaştığı, iç içe geçtiği ve çözümünü dayattığı bir coğrafyayı,
önemli sosyal ve siyasal olayların, sarsıcı denge değişikliklerini beklediği
kesindir. Şimdilik belirsiz olan bu değişimin hangi yönde olacağıdır. İleriye
mi, geriye mi? Sosyalizme mi, yoksa bugün milliyetçi dinsel çatışmalarda ifadesini
bulan barbarlık rejiminin kökleşmesine mi? Belirsiz olan sorun budur.
Bugün için
komünistlerin en büyük dezavantajı, sosyalizmin uğradığı ideolojik-siyasal prestij
kaybı ve bölgedeki ulusal dinsel çatışmaların sınıfsal mücadeleyi
gölgelemesidir. Ne var ki, yalnızca Türkiye’de değil, daha bugünden canlı
örnekleri görüldüğü gibi eski sosyalist ülkeler başta olmak üzere tüm bölgede toplumsal
muhalefetin rengini kızıllaştıracak güçlü dinamikler de mevcuttur.
Ya barbarlık ya
sosyalizm ikilemi, insanlığın kurtuluş mücadelesinin bu yüzyıllık belgisi,
yakıcı nesnel bir ikilem olarak, gündemdeki önemini hala koruyor. (1993)
Yorumlar
Yorum Gönder