TÜRKİYE SOL HAREKETİ (1960-70) - 1


 

 
 
Bugünlerde devrimci hareketin bütününe mal olmuş bir sözcük var. Harman­laşma. Bu sözcüğün bu kadar kolay yankı bulması ve devrimci hareketin geneline mal olması elbette belirli bir nesnelliğe tekabül etmesinden, gündemdeki yakıcı bir ihtiyacı formüle edebilmesinden kaynaklanıyor. Devrimci hareket, hem geleneksel toplumsal tabanını hem de ideolojik dayanaklarını önemli ölçüde yitirmiş durumdadır. Böyle bir pozisyonunun siyasal düzeydeki ifadesi ise, ortada kalmak, daha açıkçası politik gereksizleşmedir.
İşte yeni bir harmanlaşma ihtiyacı buradan, devrimci hareketin hızla yitir­mekte olduğu politik-ideolojik varoluş koşullarını, yeniden ve yeni bir temelde kazanma zorunluluğundan kaynaklanıyor. Ne var ki, “harmanlaşma”, bu ideo­lojik-toplumsal arka planıyla birlikte kavranamamakta ve çoğunlukla basit bir kan kaybını önleme mantığı içinde gündeme getirilmektedir. Dolayısıyla birlik arayışları da, güçlerin aritmetik olarak birleştirilmesi ve kadro potansiyelinden rasyonel bir biçimde yararlanılması perspektifini aşamamaktadır.

Türkiye devrimci hareketinin, yeni bir şekillenişe olan ihtiyacını, tek başına ya da temel olarak uluslararası plandaki gelişmelerle açıklamak, sorunun boyutlarını karartan bir diğer eksikli yaklaşımdır. Hiç kuşku yok, Türkiye devrimci hareketinin kadroları arasında, uluslararası plandaki gelişmeler önemli bir “şok” nedenidir ve yeni arayışları daha belirgin bir hale getirmiştir. Ne var ki, eski sosyalist ülkelerin akıbeti ne Türkiye sol hareketindeki bunalımın başlangıcı ne de tek başına nedenidir.

Türkiye devrimci hareketindeki bunalım yapısaldır, 1970’li yılların sonunda belirginleşmeye başlamış, 12 Eylül’de kolay yenilgiyle derinleşmiş ve evrensel plandaki gelişmelerle doruğa ulaşmıştır. Kaynağını Türkiye sol hareketinin toplumsal tabanından, daha da açıkçası kendini sürekli bir biçimde üretecek ve gelenekselleştirecek bir toplumsal tabana sahip olamamasından almaktadır. Bu nedenle Türkiye devrimci hareketinin önemli bir bölümü “ara akım” görüntüsü taşımaktadır.

Devrimci hareket ihtiyaç duyduğu yenilenmeyi başarabilmek için, “ara akım” görüntüsünden kurtulabilmek sorunuyla yüz yüzedir.Bunun anlamı ideo­lojik planda küçük-burjuva popülizmini aşmak ve sınıf hareketiyle birleşmeyi temel alan bir politik faaliyet yürütmektir. İçinden geçilen dönem devrimci hareketin ideolojik-toplumsal kaynaklarında yaşanan erozyon nedeniyle, hem bir çöküş hem de yeniden şekilleniş dönemidir.

Türkiye devrimci hareketi açısından bunalımı aşma sorunu bugün çok daha güncel ve yaşamsal bir boyut kazanmaktadır. Uluslararası plandaki gelişmeler ve emperyalist kapitalist sistemin yoğun ideolojik saldırısı karşısında, devrimci hareketin kayda değer bir bölümü adeta içe kapanıp devrimci öz değerleri hare­kete geçirerek bir karşı koyuş gerçekleştirdi. Olayların nispeten şiddet ve etki­sinin azaldığı, karşı-devrimci dalganın giderek dibe vurduğu bugün, devrimci hareketteki bunalım kendini çok daha açık biçimlerde hissettirmektedir. Karşı devrimci dalgaya kasılarak karşı koyan devrimci hareket, gevşediği oranda büyük bir boşluğa düştüğünü hissetmektedir. Yaşanılan olayların moral basıncı, kadrosal kan kaybı ve çok daha önemlisi dün veri kabul edilen ama bugün ulusal ve uluslararası plandaki olayları açıklama gücünü önemli ölçüde yitirmiş ideo­lojik argümanlar... Tüm bunlara çeşitlenip hızlanan olay ve gelişmelere müda­hale edemiyor olmanın getirdiği gerilim eklenince, devrimci hareket tam bir şaşkınlığa sürüklenmektedir.

Kendi özel tarihini, sınıfsal ve ideolojik yapılanışını sorgulamaya cesaret edemediği ölçüde, devrimci hareket evrensel plandaki karşı-devrimci cereyanın basıncına da çok daha açık hale gelmektedir. Sosyalizmin uluslararası planda yaşadığı erozyon ve yıkımı kavrayabilmek, bu soruna tarihsel-siyasal temelde bir açıklama getirebilmek, bütün bir deneyime yukarıdan ve eleştirel bakabilmek ölçüsünde mümkündür. Bu ise, devrimci hareketin tek tek unsurları açısından her şeyden önce hem kendi tarihleriyle hem de kendi “uluslararası merkezleriyle” hesaplaşma sorununun gündeme girmesi demektir. Dolayısıyla, sol hareket açısından bugün tarihsel-evrensel sorunları aşabilmek, aynı zamanda ve ilk adımda kendi tarihine eleştirel bakabilmeyi zorunlu kılmaktadır.

Tüm dünya devrimci hareketinin üzerinde sarsıcı etkiler yaratan, eski sosyalist ülkelerdeki yıkım aynı zamanda bugünün komünistlerinin önüne oldukça ağır teorik ve pratik sorunlar yumağı devretmiş bulunuyor. Ancak, bu sorunların sağlıklı, kapsamlı ve mümkün olduğunca kısa sürede aşılması sayesinde, ileri düzeyde bir sosyalist siyasal odaklaşmanın yaratılabilmesi sağlanabilir. Teorik-ideolojik atılım olarak tanımladığımız, sosyalist ideolojiyi yaşanan deneyimin ışığında yeniden kurma görevi, her halükarda hemen çözülecek bir sorun olmadığına ve bu sorunu çözebilmek de sonuçta güçleri birleştirebilmek ölçüsünde kolaylaşacağına göre, devrimci hareketin “bunalımı” aşmak konusunda ilk elden yapması gereken, yine kendi geçmişiyle hesaplaşabilmek ve sınıf hareketine yönelik aktif bir siyasal faaliyet yürütebilmektir.

Bugün sol hareket, yeni bir yükseliş için adeta kendi dışındaki gelişmelere umut bağlar hale gelmiştir. Moral bir güç doğuracak yeni bir yükseliş, yeni Körfez krizleri, emperyalist kapitalist dünyanın teşhirine yol açacak olaylar vb. Dünya yüzeyinde karşı-devrim lehine olan dengede devrim lehine önemli bir değişiklik, kuşkusuz bu tip olayların gerçekleşmesiyle mümkündür. Ne var ki, Türkiye devrimci hareketi, karşı devrimci rüzgar karşısında bir “direnç” kaynağı olan, işçi hareketi ve Kürt emekçi ulusal mücadelesi karşısında adeta seyirci durumundadır. Seyirci kalınıp müdahale edilemediği ölçüde, hem güçsüzlük ruh hali derinleşmekte, hem de Kürt hareketinin yarattığı basınç ideolojik savrulma­lara. siyasal kişiliksizleşmelere neden olmaktadır. Bugün artık işçi hareketi ve Kürt hareketi devrimci hareketin bunalımlarını örten ve onu ayakta tutan bir işlev görmekten ziyade, paradoksal biçimde bunalımı daha da derinleştiren bir rol oynamaktadır.

Sol hareketin bunalımı ve güçsüzlük ruh hali, sağlıksız bir “birlikçilik” ve “legalizm” eğilimine kaynaklık etmektedir.

Bunalımın tek nedeni olarak, sosyalizmin evrensel plandaki “bunalımı”nı görmek, sol hareket arasındaki tarihsel-siyasal farklılaşmaların da artık anlamsızlaştığı gibi kolaycı sonuçlara yol açmakta; bu ise ideolojik-teorik ayrımları ve farklı politika tarzlarını yok sayan yada önemsizleştiren bir “birlik” anlayışına kaynaklık etmektedir. Ne var ki, bütün bu ayrımları karartan tüm “birlik” girişimleri yarattıkları kısa bir heyecan dalgasından sonra, çok daha büyük hayal kırıklıklarına neden olarak “olumsuz” şekilde sonuçlanmaktadır.

Devrimci hareket, gündemi belirleyebilen bir politik odak olabilmek için, politik-örgütsel faaliyeti yoğunlaştıramadığı ve dikkatini sınıf hareketinin sorunlarına ve düzeninin “çatlaklarına” dikemediği ölçüde, birlik girişimleri de yalnızca hareketin bunalımını artırmaktadır. Bugün çok daha açık olarak ortaya çıkıyor ki, birleşme ve yeni bir harmanlaşmanın yolu, bir çekim merkezi yara­tabilmekten geçiyor. Bugün çekim merkezi yaratabilmek de ideolojik perfor­mans kadar ve pratik politikada da bir performans ortaya koyabilmekle mümkündür.

Legal alana çıkarak ve orada belirli bir “meşruiyet alanı” yaratarak bir siyasal odaklaşma yaratma projelerinin yarattığı sonuçlar ise bugün çok daha açık bir biçimde görünmektedir. Bu tip çabaların şu ana dek sonucu tartışma tüketmek ve tasfiye oldu. Bir ideoloji olarak Marksizm'in bir siyasal hareket olarak sosyalizmin toplum nezdinde meşruiyet kazanmasına objektif olarak hizmet eden “legal Marksizm” dönemleri hem suni-iradi olarak yaratılamaz, hem de bu,  her şeye rağmen mücadelenin oldukça sert sürdüğü  bir coğrafyada yalnızca devrimci hareketi geriletir ve tasfiyeye götürür.

Türkiye toprağında kelimenin her anlamıyla bir devrimci alternatife ihtiyaç duyulduğu da bugün çok daha nettir. Bir dönemin furyası olan “örgütsüz” sosyalistlik eğilimi önemli ölçüde zayıflamış, yaşanan son üç yıl, reformist­-legalist çıkışların toplumsal arayışlara yanıt vermek kudreti gösteremediğini somut olarak kanıtlamıştır. Marksizm'i reformist bir ideolojiye dönüştürme çabaları prim yapmadığı gibi, bu çabanın sahipleri de hızla “Marksizm” etiketini de atarak düzenle daha açıktan bütünleşmişlerdir. Devrimci demokrasiden refor­mizme evrilen hareketler ise, bugün çok daha somut olarak, "dağılma ya da daha radikal bir çizgiye oturma" ikilemiyle karşı karşıyadırlar.

 

** *
Devrimci hareketin içinde bulunduğu “bunalımın” nedenlerini anlamak, aşmak ve yeni bir yükselişin sosyalist-siyasal odaklaşmasını yaratabilmek, bugünün iç içe geçmiş görevleridir. Devrimci hareket bir iç ayrışma ve netleşme süreci yaşamaktadır. Bu sürecin, kendi ideolojik-politik konumunu eleştirel bir temelde aşma çabasında olan unsurları, hiç kuşkusuz yeni bir “harmanlaşma”nın da unsurları olacaktır. Tam da, devrimci hareketin bunalımının aldığı boyut (içe kapanarak ve ertelenerek bunalımın üstünü örtmenin imkansız hale gelmesi), “harmanlaşma”yı sanıldığından daha da imkanlı hale getirmektedir.

Tarihe yaşadığımız anın problemlerini aşma temelinde yaklaşırız ve tarihi bu ihtiyaç doğrultusunda yeniden kurarız. Bugün ise tarihe belirli bir parçasından ya da sınırlı bir sorun temelinde değil, daha genel ve yukarıdan bakmak durumundayız. Sosyalizmin ilk denemelerini kavramak, onun tarihsel kazanımlarına sahip çıkarak yenilgi nedenlerini tahlil etmek, ideolojik-politik açıdan yeni dönemin hareketi olmak için ne denli zorunluysa, aynı zorunluluk Türkiye sol hareketinin tarihine yaklaşımda da söz konusudur. Bugün sol hare­ketin tarihini partileşme süreci açısından ve bu amaca bağlı olarak irdelemek göreviyle yüz yüzeyiz.

Sol hareketin tarihinin yazılma ihtiyacı, sosyalizm deneyimlerinde daha fazla açıklığa kavuşulduğu oranda ve partileşme sürecinin çeşitli uğraklarında kendini yeniden yeniden hissettirecektir. Bu, sol hareket içindeki yapay ayrımların kaldırılması ama aynı zamanda ideolojik-siyasal ayrımların daha kesin ayırdına varılabilmesi için de zorunludur. Partileşme süreci, hem mevcut ayrımları sağlıksız bir temelde yok sayma eğilimleri ile mücadeleyi, hem de gerçekten işlevsizleşen ya da hiç bir zaman gerçekte varolmamış olan suni ayrım noktalarını ayıklamayı zorunlu kılmaktadır. Bugün, Türkiye devrimci hareketi kendi sırtındaki lüzum­suz yüklerden ve beynindeki temelsiz önyargı yığınından kurtulmak için son derece elverişli koşullara sahiptir.

Devrimci hareketin yeni bir şekillenme sorunuyla yüz yüze kaldığı, “yeni bir harmanlaşma” tartışmalarının yoğunlaştığı bu günlerde sol hareketin 1960’lı yıllardan bugüne geçirdiği ideolojik, politik ve sınıfsal iç evrimi genel hatlarıyla da olsa tarihsel-toplumsal temelleriyle ortaya koyabilmek, bugüne bıraktığı mirasın olumlu ve olumsuz boyutlarını saptamak, ileriye dönük bazı sonuçlar çıkarabilmek güncel bir öneme de sahiptir.

Gerçek anlamda “yeni dönemin” hareketi olabilmek, eski dönemin olumlu mirasına sahip çıkarak, yalnızca kopuşunu değil kendi tarihsel sürekliliğini de bilince çıkararak mümkündür. Tarih kendini süreklilik ve kopuş diyalektiği temelinde üretir. Yalnızca kopuşu görmek, aynı zamanda “kopanı” kavrayama­mak demektir. Türkiye’de Marksist-Leninist oluşum, her şeyden önce bu tarihin ürünüdür; onun taşıdığı dinamiklerin belirli koşulların tazyikiyle daha üst düzeye sıçramasıdır.

Bu nedenle Türkiye sol hareketinin, özelde de devrimci hareketin tarihi aynı zamanda "marksistleşme süreci"dir. Marksizm'in bir coğrafyada ideolojik ve ötesi politik akım olarak şekillenmesi; ancak öncesinde devrimci bir arayış süreci varsa mümkündür ve bu devrimci arayış sürecinin ürünüdür.

Bu dinamikler ve bu koşullar bugün için de geçerlidir. Partileşme hedefi, geçmişe yukardan bakmayı, tarihsel süreci anlamayı ve ileriye yönelik projek­siyonlar çıkarabilmeyi zorunlu kılıyor.

Türkiye’de ‘60’lı yıllar sol hareketin ikinci ve kesintisizlik anlamında da belirleyici doğuş yıllarıdır. ‘60’lı yılların ortaları ise Marksizm'in Türkiye’nin gündemine etkin bir biçimde girişine tanık olunur. Elbette ki Türkiye toprağında da Marksizm, mevcut tarihsel, siyasal, sosyal ortamın belirleyici şekillendirme­lerine uğradı. Sol hareketin üzerinde yükseldiği toplumsal taban, bu toplumsal tabanın burjuva düzen ve ideolojisiyle nesnel ve öznel mesafesi, ulusal ve uluslararası planda kapitalist sistemin ve devrim cephesinin mevcut durumu ve geçirdiği değişiklikler, sınıflar savaşımının düzeyi vb. bir dizi etken, bu yeniden şekillenişin muhtevasını belirledi.

‘60’lı yıllar, sol hareketin tarihi açısından bir tür yeniden başlangıçtır. Ama bu yeniden başlangıç daha önce “bırakılan yerden” devam edildiği anlamına gelmemiş, aksine sol hareket ‘60’lı yıllarla birlikte hem geçmiş geleneğin belirleyici bir etkisinin olmaması hem de farklı sosyal-siyasal atmosferin basıncı altında adeta yeniden ve eskiye göre daha farklı bir biçimde şekillenmiştir. Bu nedenlerle, bugünün sol hareketi üzerinde ‘60’lı yıllarda yaşanan sürecin, ‘60 öncesi döneme göre çok daha doğrudan ve belirleyici etkileri vardır.

 

YENİDEN DOĞUŞUN SOSYAL-SİYASAL ORTAMI

19601ı yıllara gelinirken, kapitalizm, iki savaş arasında yaşadığı tarihinin en büyük iktisadi bunalımını, Doğu Avrupa'yı, Çini vb. kaybetmek pahasına atlatmış durumdaydı.

İki savaş arasında yaşanan bunalım, klasik bir üretim fazlası bunalımı olarak gündeme gelmiş, kapitalizm büyük bir pazar sorunu ile karşı karşıya kalmıştı. Bu bunalım doğal olarak mevcut sermaye birikim tarzının ve bunun şekillendir­diği uluslararası kapitalist entegrasyon biçiminin devre dışı kalmasını sağlıyordu.

Uluslararası ticaret hadleri belirgin biçimde azgelişmiş ülkeler aleyhine dönmüştü. Bu ülkelerin en önemli ihracat kalemini oluşturan tarımsal malların dünya fiyatları hızla düşerken, sanayi ürünlerinin fiyatları ise hızla artıyor, dolayısıyla azgelişmiş ülkeler dışarıya tarımsal ürünler satamadıkları gibi, sanayi ürünleri de ithal edemiyorlardı. Sonuç olarak, pek çok bağımlı ülkede başvurulan zorunlu yol, içe kapanmak ve ithal edilemeyen bazı temel sanayi mallarını devletin eliyle üretmeye çalışmak oldu. Söz konusu “devletçilik” dönemi modem sınıfların gelişip şekillenmesi açısından önemli bir itilim sağladı bu ülkelere.

Devletçilik ve “içe kapanma” savaş yıllarına özgü olarak kaldı. 1940’lı yılların ilk bölümünden sonra, savaşın oluşturduğu yeni dengelerin üzerinde, uluslararası kapitalist dünya yeni bir şekillenişe yönelmeye başladı. Önderliğini ABD emperyalizminin yaptığı bu yeni işbölümü, "Pax Americana" dönemini açtı ve siyasal ifadelerini NATO, Birleşmiş Milletler, UÇO vb. gibi kuruluşlarda, ideolojik ifadesini azgın bir anti-komünizmle simgelenen soğuk savaşta buldu. İktisadi alanda ise bu yeni uluslararası kapitalist işbölümü, sermayenin uluslararasılaşmasını doruğa çıkaran bir dönüşümle simgelendi.

Bu ülkelerde, sözkonusu dönemde son derece hızlı bir kapitalistleşme, buna bağlı olarak da son derece hızlı bir sınıfsal ayrışma yaşandı. Mali-sanayi bur­juvazisi iktisadi ve siyasal etkinliğini arttırırken, paralel olarak safları hızla kalabalıklaşan proletarya da bir sınıf olarak şekillenmesini tamamlıyordu. Hızlı kapitalistleşme her zaman kırsal alanın büyük bir hızla boşalması anlamına gelir. Önce gizli işsizler, kır yoksulları, derken mülksüzleşen küçük üretici şehirlere akar, bir kısmı fabrikalara dolarken, bir kısmı da “yedek sanayi ordusu” olarak bekletilir.

Sonuç; bu kapitalizm beğenilmedi. Özellikle de bu ülkelerin aydınları ve kapitalist gelişmeden en fazla acı çeken kırın ve kentin yoksul tabakaları tarafından. Çünkü kapitalizmin gelişmesine rağmen, yoksulluk daha da artmış, kırlardan şehirlere akan ve gecekondularda barınan yığınsal bir şehir yoksulları tabakası oluşmuş, çok daha önemlisi bu süreç bu ülkelerin gündemine bağımlılık probleminin olanca yakıcılığıyla yeniden girmesine neden olmuştu. Bu ülkeler yüksek dış borçlar, dış ticaret açıklarıyla yüz yüze kalıyorlardı.

Sol hareketin ‘60 sonrası şekillenişinde aynı zamanda, uluslararası plandaki siyasal rüzgarlar da son derece etkin bir rol oynamıştır. II.Dünya savaşının ardından emperyalist-kapitalist dünyanın yeni şekillenişi ve bu yeni şekillenişin üretim sürecinin evrenselleşmesini hızlandıran yeni entegrasyon biçimlerini doğurması, bağımlı ülkelerde yeni bir popülist doğaya da zemin hazırladı. Emperyalist sistem, “yeni sömürgecilik” ınetodları ile bu ülkelere sermaye akışını yoğunlaştırarak, kapitalist gelişmeyi hızlandırdı. Bu ise bu ülkelerdeki sınıfsal ayrışmaları hızlandırdı, sınıf mücadelesini ivmelendirdi. 60-70 dönemi bu nesnel zemin üzerinde Latin Amerika’da bir dizi anti-emperyalist, Asya’da ise anti-emperyalist ve anti-feodal motifli mücadeleye sahne oldu. Özellikle ABD'yi açık bir askeri mağlubiyete uğratarak “sendrom” yaratan Vietnam Devrimi başta olmak üzere Latin Amerika’da “zaferden zafere koşan” gerilla savaşları, Küba Devrimi vb. özelde ABD karşıtlığı biçiminde yaşanan anti­-emperyalist rüzgarın güçlü bir biçimde estiğini gösteriyordu. Aynı dönemde Ortadoğu’da benzer gelişmeler yaşanıyordu, bir yandan İran ‘da TUDEH'in reformizmine tepki olarak, ağırlıkla devrimci öğrencilerden oluşan Fedeyan örgütleniyor, bu yıllarda pek çok genç devrimci hem gerilla eğitimi hem de enternasyonalist dayanışma için Filistin’de savaşmaya gidiyor ve bu savaşımın etkilerini Türkiye’ye taşıyordu. Diğer yandan da Türk solunun şekillenmesini etkileyen bir başka gelişme de,  darbeler aracılığıyla “ilerici Arap rejimleri”nin yönetime gelmeleriydi.  

 

** *

Türkiye’de yaşanan ve solun yeniden doğuşunun nesnel zemini olan geliş­meler, dünya yüzeyinde uluslararası kapitalizmin yaşadığı bu aynı sürecin bir halkasıydı yalnızca.

1929’da dünya kapitalist ekonomisindeki kriz, henüz gelişme evrelerinin başında bulunan Türkiye kapitalizmine katlanarak yansıdı. Tarım ve sanayi ürünleri arasındaki fiyat makasının sanayi ürünleri lehine belirgin bir biçimde açılması, gelişmiş kapitalist ülkelerle iktisadi-ticari ilişkilerin buhran nedeniyle zedelenmesi, zayıf kapitalist ekonomiyi zorunlu olarak içe kapanmaya zorladı. Modem sınıfların oluşumunun henüz son derece geri düzeyde olduğu Türkiye’de, içe kapalı ekonominin motoru ancak devlet olabilirdi. Türkiye’de, devletçiliğe. ve planlı ekonomiye geçişle birlikte, Kemalizm'in “sınıfsız, imtiyazsız” toplum ve “üçüncü yolculuk” fikrini andıran ideolojik söylemleri de hızla devreye girdi.

Savaş ertesi dönemde Türkiye, dünyada oluşan ABD merkezli yeni denge ve düzen içerisinde yerini aldı. Marshall yardımı 1950’Ii yılların ortalarına dek tarımda kapitalizmin gelişimi doğrultusunda, bu yıllardan sonra, tarımsal ürün­lerin fiyat düşüşüne bağlı olarak da hafif sanayi alanında yatırımlarda kullanıldı. Bu dönem kapitalist ilişkilerin hızla geliştiği ve kentlere göç olayının yaygınlaştığı bir dönemdir. Türkiye böylece “bağımsızlık”, “milli sanayi”, “milli dış politika” vb. ideolojik argümanlarının eşliğinde yürüttüğü on yıllık devletçilik dönemine son veriyor; Batı kapitalizmi ve özellikle de ABD emperyalizmi ile bağımlılık ilişkilerini pekiştiren yeni bir entegrasyon sürecine yöneliyordu.

Bu politika 1958’lerde döviz kıtlığı ve dış ödeme açığı biçiminde kendini gösteren bir tıkanmayla karşılaştı. 1960 askeri darbesi, iktisadi-siyasi istikrarsızlığın yoğunlaştığı ve hızlı tekelleşmenin yarattığı sonuç nedeniyle toplumun özellikle orta ve küçük-burjuva kesimlerinden, aydınlardan vb. gelen tepkilerin yükseldiği bir dönemde gerçekleşti.

Öte yandan ise 1960 askeri darbesiyle açılan dönem “ithal ikameci” adı verilen ve yabancı sermaye ile yerli sermayenin bir koruma duvarının arkasında ortak yatırımlar yapmasını anlatan birikim modelinin etkin bir kullanımına tanık oldu. Bu politika her şeyden önce yabancı sermayeye yüksek kar oranlarının garanti edilmesi ve ülke içinde tekelcileşmenin hızlanarak sürmesi anlamına geliyordu.

Türkiye'de sol hareketin yeniden doğumu, hiç kuşkusuz ki temel olarak kapitalist gelişmenin ulaştığı düzey ve bu düzey üzerinde modern sınıfların gelişim göstermesiyle doğrudan bağıntılıydı; ama onun sonraki gelişimini anla­mak açısından, “yeni bağımlılık” ilişkilerini, sonuçlarını ve 27 Mayıs’ın pekiş­tirdiği “ordu”, “kapitalist olmayan yol” ilizyonlarını kavramak özel bir öneme sahiptir.

1960-70 arası dönemde, sınıflar mücadelesinde de daha önce benzeri görül­memiş bir arayış ve canlılığın hakim olduğu söylenebilir.

İşçi sınıfı, bu dönemde varlığı açıkça hissedilen maddi bir güç olarak sosyal sahneye çıkıyordu. 1960 yıllarında proletarya gittikçe artan oranda imalat sanayinde toplanıyor, imalat sanayinde büyük işyerleri ortalama 108 işçi çalıştıracak kapasiteye ulaşıyordu. Dönem sonunda, yani 1970’li yıllarda ise işçi sınıfının faal nüfusun içindeki payı %30a ulaşıyordu.

1960’lı yıllar işçi hareketinde belirgin bir canlanmanın görüldüğü yıllardır. Bu dönemde işçi hareketi sürekli saldırı planında olmasına ve büyük bir moral güce sahip olmasına karşın, dönem sonuna kadar barışçıl mücadele yöntemleri ve reformizm harekete hakim olan ana unsurlardır. İşçi hareketinin barışçıl karakterini besleyen nesnel zemin 1960-70 döneminde kapitalizmin nispeten istikrarlı bir büyüme ritmi tutturmuş olması ve iç pazara dönük bir üretim sürecinin varlığı nedeniyle, işçilerin barışçıl mücadeleler sonucu reel ücretlerde istikrarlı bir artış sağlayabilmeleridir. Üstelik bu yeni işçilerin önemli ölçüde dünün yoksul -az topraklı köylüleri olduğu da hatırlanırsa, bu kesim için işçilik yapabilmenin bir “imtiyaz” olarak değerlendirilmiş olması da son derece muhtemeldir. 1968-70 dönemi, kapitalist ekonominin içine girdiği krize paralel olarak, işçi hareketi fabrika işgalleri ile başlayan ve 15-16 Haziran’da doruğuna ulaşan bir dizi militan eylemlere sahne oldu. 1964’de 6600 olan grevci sayısı, 1969’da 23.190’a ulaşmıştı.

1960’lı yılların ortalarından itibaren küçük-burjuvazinin milli gelir içindeki payı da belirgin bir düşüşe geçiyor, bu kesimler içindeki huzursuzluk ve kaynaşma artıyordu. Bu dönemde yeni toprakların ekime açılma süreci de önemli ölçüde durmuştu. Dönem sonuna doğru bu huzursuzluk, özellikle yoksul köylülerin toprak ve küçük üreticilerin kredi fiyatlarının indirilmesi vb. talep eden eylem­lerini doğuruyordu.

1960’lı yıllar, aynı zamanda gelişen kapitalizmin nitelikli işgücü ihtiyacını karşılamak amacı doğrultusunda eğitimin de yaygınlaştırıldığı bir dönemdir. Öğrenci sayısının artışı, doğal olarak öğrenci oranı içinde alt sınıflara mensup gençlerin ağırlığının artması anlamına da geliyordu. Köy ve kasabaların “ağalı, eşraflı, tefecili” yaşamından koparak kapitalist metropolleri dolduran bu gençler, kendilerini metropollerin hareketli siyasal ortamında ve ekseninde “nasıl bir kalkınma” problematiği olan tartışmaların içinde buldular. Üniversiteyi okuma şansı elde eden bu gençlerle, kapitalist gelişmenin gecekondulara yığdığı üretim dışı gençlik kitlesi, 1960-70 döneminin siyasal aksiyon açısından en militan kesimlerini oluşturacaklardı.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

PAPAZIN BAĞI: BİR CENNET PARÇASININ HİKAYESİ...

ANKARA’NIN İKİ YÜZYILANA DAMGA VURMUŞ BİR TARİHİ YAPIT: ABİDİNPAŞA KÖŞKÜ

şarap,kadın,şiir...-şiir-