Emperyalizm, Türkiye, Bölge ve Kürt sorunu...
Kürt sorunu, kitlesel
katliamla sonuçlanan Newroz vesilesiyle, bir kez daha emperyalist rekabetin
yoğunlaştığı bir alana dönüştü. Katliam, Alman emperyalizminin sert tepkisine
neden oldu.
Alman
emperyalizmi, diplomatik ölçüler içerisinde oldukça “sert” sayılabilecek
tepkisine neden olarak, Türkiye’ye satılan tankların satış anlaşmasına aykırı olarak
bir dış saldırıya karşı değil, halka karşı kullanılıyor olmasını gösterdi. Bir
de tabi şu ünlü “insan hakları” nı... Almanya’nın
tepkisini Avusturya ve Norveç’in benzer yönde tepkileri izledi. Avrupa'nın
İngiltere, Fransa ve Hollanda gibi diğer emperyalist ülkeleri ise, daha
temkinli bir tavrı tercih ettiler.
ABD emperyalizmi
ise, anında karşı cephedeki yerini alarak, Demirel hükümetinin “teröre karşı” tavrının
alkışlanmaya değer olduğunu ve temelde Türk devletinin “meşru müdafaa” hakkını
kullandığını açıkladı. Altı çizilerek PKK’nın bir "terör örgütü"
olduğu vurgulandı.
Kuşkusuz ki
Alman emperyalizminin yüzündeki “insan haklarına saygı”, “halkların meşru çıkarlarını
gözetmek” vb. maskeleri oldukça iğreti duruyordu. Fazla zahmete gerek yok, tam
da böylesi çelişkilerin kızgınlaştığı anlarda, bizzat kapitalist-emperyalist ülkeler
birbirlerinin yüzlerindeki bu ideolojik maskeleri düşürmekte son derece
maharetlidirler. Türk burjuvazisinin tecrübeli siyasal teknisyeni Demirel’in
Alman emperyalistlerine verdiği ilk yanıt, “Siz Baider Meinhof’a ne yaptıysanız
biz de şimdi aynısını yapıyoruz” oldu. Böylece Demirel, Alman burjuvazisinin hiç
bir hak, hukuk ve kural tanımaksızın yargısız infazlarla Baider Meinhof üyelerini
toplu katliama uğratmış olduğu günleri hatırlattı. Özal ise daha da “ileri”
giderek, Alman hükümetini Nazi diktatörlüğüne benzetti
Kuşkusuz Alman
burjuvazisinin genelde “insan haklarını” ve özelde Kürt halkının haklarını ne
denli gözettiğini gösterecek daha pek çok örnek de bulunabilir. Nitekim
haftalık Yeni Ülke gazetesi bunlara çok daha çarpıcı olan başka örnekler
ekliyor.
Türk
burjuvazisinin Kürt emekçi halkına yönelik katliamlarının mali ve askeri
finansmanında Almanya son derece özel bir yere sahiptir. Almanya Türkiye’ye
sürekli olarak askeri amaçla parasal yardımda bulunmaktadır. Kürt emekçi
halkına yönelik terör ve katliamda özel bir rolü olan Türk “Özel tim”i, Alman
anti-terör timi olan GSG tarafından eğitilmektedir ve Almanya bu eğitim için çok
önemli bir bütçe ayırmaktadır. Yalnız Kürt halkına karşı kullanılan tanklar
değil, aynı zamanda, G-3, MG-3, M-5 vb. silahlar da Alman yapısı ya da
patentlidir vb.
* *
Sorunu gerçek
ilişkiler alanına döndürdüğümüzde, Almanya’nın tepkisinin gerçek temeli, artan emperyalist
rekabettir. Almanya, Japonya ve ABD’nin uçlarında yer aldığı yeni “çok kutuplu
dünyanın” politik ve askeri alandaki artan göstergelerinden bir diğeri ile
karşı karşıyayız.
Emperyalist-kapitalist
dünyanın dün saklı kalan, SSCB ve Doğu Avrupa’nın çöküşüne paralel olarak nihayet
serbest kalan iç çelişkileri, siyasal ve askeri planda ilk sonuçlarını, Körfez
krizi ve savaşı boyunca ortaya koymuştu. Körfezde dengelerin bozulmamasında yaşamsal
çıkarı olan İngiltere hariç, Almanya önderliğindeki Avrupalı emperyalistler, ABD’nin
Körfez’de askeri cözüm dayatmasına ve Körfez’e yerleşme planlarına oldukça
mesafeli davranmışlar, NATO’nun müdahale alanının dışında kaldığı gerekçesiyle
Körfez’e asker göndermeme konusunda belirli bir ısrar göstermişlerdi. Ne var
ki, bu olayda da ABD’nin hala diğer emperyalist ülkeler üzerinde belirli bir
otoritesi olduğu bir kez daha kanıtlandı.
Neticede Körfez’de
ABD’nin planları gerçeklik kazandı. Çelişki kendini Yugoslavya’daki iç savaşa
karşı alman farklı tutumlarda da hissettirdi. Alman emperyalizmi, Yugoslavya
krizinde son derece atak ve hegemonyacı bir politika izledi. Yugoslavya’nın dağılması
için özel bir gayret gösterdi ve bu doğrultuda Hırvatistan ve Slovenya’yı,
Sırbistan’a karşı acık bir bicimde destekledi. Yugoslavya krizi, yalnızca Alman
emperyalizminin ABD karşısında inisiyatif gösterme isteğinin değil, Avrupa’nın
diğer emperyalist ülkelerine rağmen yayılmacı bir politika izleyeceğinin de
acık bir göstergesi oldu.
Yugoslavya
kriziyle beraber, Fransa, Hollanda vb. emperyalist ülkelerde de Almanya’nın
“liderliğe” soyunmasına karşı rahatsızlıklar belirginleşmeye başladı.
Almanya, bu ilk
çıkışlarıyla ekonomik alandaki gücünü politik ve askeri alanda da inisiyatif
alarak taçlandırma isteğini dışa vuruyor. Bu ilk çıkışlar aynı zamanda Alman
emperyalizmi acısından bir güç denemesidir. Avrupa’nın diğer emperyalist ülkelerini,
ABD karşısındaki rekabette kendi yanına ne denli çekebileceğini de sınamak
istiyor Almanya.
Yugoslavya
olayının ardından, Newroz olaylarında da AET nezdinde kendi isteği
doğrultusunda kararlar çıkartabilmesi, kuşkusuz Almanya’yı gittikçe daha etkin
bir paylaşım savaşı yürütme konusunda cesaretlendirecektir. Özellikle
Avrupa’nın Doğusundan eski SSCB’ye uzanan coğrafyadaki ulusal kaynaşmaları
kendi hegemonya alanını genişletmek için kullanmak isteyen ve bu doğrultuda bir
“self-determinasyon” politikası saptayan Almanya, gücünü askeri alanda
da pekiştirerek dünya emperyalizminin “süper devletliği” ne oynamaktadır.
Askeri alanda kendi dışındaki “kaynaşma alanları”na doğrudan müdahale etme amacına
dönük “askeri konsept”ler saptamakta, NATO’ya alternatif olarak bir Avrupa Güvenlik
Sistemi oluşturmayı gündemleştirmektedir.
Newroz olayları
sonrasında Alman emperyalizminin gösterdiği tepkinin gerisinde de bu yayılmacı politikanın
uzantıları yatmaktadır. Almanya’nın Newroz vesilesiyle Türkiye ile gerginliği özel
olarak tırmandırmasının ardında, bu ülkenin Orta Asya ve Orta Doğu üzerindeki
ABD egemenliğini sarsmak ve gittikçe bu coğrafyalarda da iktisadi-siyasi ve
askeri planda inisiyatif sağlamak arzusu vardır.
Nitekim bu çabanın
son donemdeki tek belirtisi de, Newroz olayları vesilesiyle ortaya konulan sert
tavır değildir. Almanya, bu bölgede ABD’ye rakip olduğunu son dönemde İsrail’e
yönelik sert tavırlarında olduğu gibi, ABD’nin Libya’ya yönelik ambargo politikasına
mesafeli davranarak da ortaya koymaktadır. Ortadoğu’da ABD için zayıf alanlar olan
Libya, Suriye, Irak, İran vb. üzerine hesaplar yaparken, ABD’nin ileri
karakolları olan İsrail ve Türkiye ile de çeşitli alanlarda çatışmaya
girebilmektedir.
Alman
emperyalizmi, Türkiye’ye ve Kürt hareketine karşı çift yönlü bir politika içindedir.
Almanya’nın Türkiye üzerindeki iktisadi etkisi hayli güçlüdür. Türkiye’de 307
Alman firması bilfiil çalışmaktadır ve Türkiye ithalatının %32’sini Almanya’dan
yapmaktadır. Üstelik toplam ithalat içinde üretim araçları ithalatı önemli bir
kalemi oluşturduğu için Almanya ile ilişkiler Türkiye için özellikle önemlidir.
Alman burjuvazisinin sert tepkisine karşı Türkiye’de gündemi kaplayan “boykot” tartışmalarının
satır aralarında dahi, Almanya ile ilişkilerin taşıdığı bu kritik önemini görmek
mümkündür.
Ne var ki,
Almanya’nın Türkiye üzerindeki siyasi ve askeri etkinliği, ekonomik etkinliği
ile karşılaştırılınca hayli sınırlı ve zayıftır. Türkiye İkinci Dünya Savaşının
ardından sürekli ABD emperyalizmine kölece bir bağlılık ilişkisi içinde olmuştur.
ABD emperyalizmi ve NATO’nun, SSCB ve Ota Doğu’ya yönelik bir “uç beyi” olmaya çalışmıştır.
SSCB ve Doğu Blok'unda yaşanan çöküntüden sonra ise, dış ilişkilerde gösterilen
belirli bir dengesizlik ve kararsızlık durumuna karşın, sonuçta Türk
burjuvazisi, ABD’nin Orta Doğu ve Orta Asya politikalarının taşeronluğunu üstlenmeye
aday olmuş gözükmektedir. Demirel Hükümeti de, son ABD gezisi ile, Türk
burjuvazisinin bu yöndeki eğilimini teyit etmiş oldu. İşte Almanya, Türkiye’de iktisadi
ve Avrupa’daki siyasi ağırlığını ortaya koyarak, Türkiye’nin ABD’nin”
taşeronluğunu” üstelenen bir politikaya yönelmesini sınırlamak istemektedir.
Kürt sorunu ise,
Almanya’nın hem Türkiye üzerinde basınç uygulamak hem de daha genel anlamda Orta
Doğu’da etkinlik sahasını genişletmek amacı acısından doğmuş bir yeni
olanaktır. Almanya, bir yandan, şimdilik kendilerini ABD’ye ipotek etmiş bulunan
Barzani ve Talabani üzerinde nüfuz sahibi olmaya çalışıyor, diğer yandan da,
reformcu Kürt önderlikler başta olmak üzere, Türkiye’deki Kürt hareketleriyle daha
dengeli bir ilişki kurmaya özen gösteriyor.
* * *
ABD
emperyalizmi, İkinci Dünya Savaşını izleyen donemde ve Orta Doğu’da
İngiltere’nin etkinliğini yitirmesine paralel olarak, bu bölgeye yönelik politikalarına
özel bir ağırlık verdi. ABD emperyalizmi acısından, dünya petrol rezervlerinin
üçte ikisine sahip Orta Doğu’yu kontrol etmek, hem SSCB’yi kuşatmak ve hem de
enerji kaynaklarını tekelinde tutarak Avrupa emperyalizmi üzerinde otorite
sağlayabilmek acısından, son derece kritik bir öneme sahipti. Türkiye’nin ABD
emperyalizmi acısından önemi de bu çerçevede belirginleşiyordu.
Hem SSCB’yi
kuşatmada hem de ABD’nin Orta Doğu politikalarında Türkiye özel bir rol üstlenebilirdi.
Türkiye, Orta Doğu ve Balkanlarda uydu paktlar oluşturma çabası ile, bu role özel
bir iştahla soyundu. Vietnam savaşından sonra ortaya atılan Nixon doktrini ile
ABD “bölgesel uyuşmazlıklar”a bizzat müdahale etmek yerine, çeşitli bölgelerde jandarmalıklar
oluşturarak onlar aracılığıyla müdahale etmenin daha rasyonel olduğu
saptamasını yaptı. Orta Doğu’da bu doktrin doğrultusunda İran ve İsrail ileri
karakollar olarak tespit edildi. İran’da Şahlık rejiminin devrilmesi ve Humeyni
iktidarının işbaşına gelmesiyle, ABD'nin “Araplar arasındaki ihtilaflara”
doğrudan ve etkin bir tarzda müdahale imkanlarını azaldı. Özellikle rehineler
krizinde, ABD’nin bölgeye yönelik müdahalesinin bir kez daha etkisiz kalması,
ABD’yi “Çevik Kuvvet” aracılığıyla bölgeye doğrudan yerleşme konusunda daha da
motive etti. Carter, daha 1980 yılında, bu isteği, “Körfez’de ABD çıkarlarına
aykırı bir durum ortaya çıktığında ABD’nin askeri müdahale de dahil doğrudan müdahale
imkanlarına sahip olması gerektiği” yönündeki açıklamasıyla acık bicimde ifade ediyordu.
İşte Çevik Güç
bu amaç doğrultusunda oluşturuldu. İran’daki Şahlık rejiminin devrilmesiyle
beraber, Türkiye’nin ABD acısından önemi, bu kez de Orta Doğu’ya yönelik
politikalar ve müdahale imkanları acısından öne cıktı. Türkiye’deki Amerikan üsleri
bu amaç doğrultusunda modernize edildi. İncirlik Hava Ussu, Orta Doğu’ya
yönelik doğrudan müdahalelerde bir kaç kez kullanıldı.
Irak'ın Kuveyt’i
işgaliyle başlayan süreçte, ABD bu olayı bölgeye tümüyle yerleşebilmek
imkanları acısından bir fırsat saydı ve Suudi Arabistan’a önemli bir güç yığdı.
Ardından Irak'ın Kürtlere yönelik soykırımını teşvik ederek, bölgeye Çevik Gücü
konuşlandırmak açısından bu soykırımı vesile yaptı. Türkiye hem bir ileri karakol
olarak, hem de ABD'nin bölgeye doğrudan askeri müdahalelerde bulunmasına imkan
sağlayan bir “Çevik Güç” üssü olarak, ABD acısından değeri artan bir ülkedir.
ABD emperyalizmi
iktisadi giderek de siyasi gücünü kaybederken, diğer emperyalist güçlerle
rekabetinde en önemli silahının askeri gücü olduğunu biliyor.
ABD bölgede
kendi çıkarları aleyhine gelişecek her türlü harekete karşı düşmanca bir tavır
almak konusunda son derece kararlıdır. PKK’nın varlığı ise, şimdilik bölgede
ABD açısından en önemli risklerden biridir. O, Barzani, Talabani vb. gibi Kürt
işbirlikçileri aracılığıyla, bölgede hegemonya savaşı vermektedir. PKK hareketi
ise gelinen aşamada doğrudan reformist Kürt önderliğini ve onların etkinlik
alanlarını da hedefler bir konuma ulaşmıştır,
Ayıca, ABD açısından
Türkiye, Türki Cumhuriyetlere ulaşmada bir kaldıraç işlevi de görmektedir. Pek çok
Türki Cumhuriyetin Türkiye'ye yaklaşımı da bu doğrultudadır. Uğur Mumcu’nun
deyişiyle, "Türki Cumhuriyetler, Türkiye’ye söylenecek sözlerin ABD’nin
kulağına fısıldanacağının" çok iyi farkındadırlar. ABD, bu açıdan da, Türkiye’yi
Orta Doğu’dan Orta Asya’ya ve Balkanlara uzanan alandaki politikalarında
cesaretlendirmektedir.
Türk
burjuvazisi, ABD’den aldığı cesaretle, daha saldırgan ve “aktif’ bir dış
politikaya yönelmektedir. Karabağ olaylarını AGİG’e taşımakta, Bosna- Hersek ve
Makedonya’yı tanımakta son derece istekli ve sabırsız davranmakta, Suriye’yi
vurmaktan, Irak topraklarına girebilmekten söz edebilmektedir. Gerçi son Karabağ
olaylarında yaşandığı gibi ABD’nin Ermenileri desteklemesi, yine ABD’nin Makedonya’yı
tanımak konusunda ikircikli davranması vb. gibi engellerle de karşılaşmaktadır.
Yine de, uysal bir kapıkulu olarak, onu Newroz olaylarında olduğu türden ABD
destekleri fazlasıyla tatmin edebilmektedir.
İşte Almanya’nın
Newroz olaylarının ardından Türk devletine yönelik sert tepkisi, Türkiye’nin, Orta
Doğu, Orta Asya, Balkanlar vb. gibi yerlerde Alman emperyalizminin çıkarlarına
ters bir politika izlemesi ve bu coğrafyada ABD’nin taşeronluğunu üstlenmesine
yönelik bir uyarı mahiyeti taşımaktadır.
Böylece Alman
emperyalizmi hem Avrupa’daki siyasi nüfuzunu bir kez daha ölçmek, hem de Türkiye’ye
kendi gücünü hatırlatarak, ABD uşaklığı konusunda Türk burjuvazisini
geriletmeyi düşünmektedir.
İşin özü meşhur
MİT ajanı Mahir Kaynak’ın vurguladığı gibidir: “ABD ve Avrupa Türkiye'de
çarpışmaktadır” (1993)
Yorumlar
Yorum Gönder