KÖLELERİN ÖZGÜRLÜK KORKUSU VE "CESUR YÜREK"LER!
Platon'un mağara alegorisini bilenlerimiz çoktur... Bize çok
boyutlu mesajlar iletir bu alegori... Bu mesajlardan biri de insan evladının
kendi köleliğini bile zihninde anlamlı ve değerli kılabileceği ve
köleliğini sevebileceğidir.
Platon, mağara alegorisinde bir mağara içinde zincirlenmiş
insanların giderek o mağaradaki tutsaklıklarını zihinlerinde nasıl güzel ve
kutsal kıldıklarını aktarıyordu. Mağaradaki tutsaklar içinde dışarıdaki yaşamı bilen, dolayısıyla mağaradaki
yaşamın güzel ve kutsal değil, tam aksine ilkel bir kölelik olduğunun farkında
olan birisi de bulunmaktadır. Bu kişi (ki aydını simgeler) hem bu gerçeği hem
de mağaradakilerin tanrısal bir anlam atfettikleri mağara duvarlarındaki
şekil ve hareketlerin, dışarıdan sızan ışık nedeniyle kendi gölgelerinin duvara yansımasından ibaret
basit bir olay olduğunu anlattıkça ve mağaradakilere (kitleler) özgürlük
çağrısı yaptıkça, mağaradakiler bu kişiyi düşmanlaştırmakta ve
şeytanlaştırmaktadır. Burada da ünlü alegorinin aydın/kitle diyalektiğine dikkat
çeken boyutunu görmekteyiz.
Nitekim Cemil Meriç aydınlarla ve aydın/halk ilişkisiyle
ilgili makalelerinin yer aldığı kitaba bu nedenle "Mağaradakiler"
adını vermiş ve kitabın başına da Platon'un bu alegorisini anlatan
bir giriş bölümü eklemişti.
Gerçekten de Platon'un mağaradakilerde anlattığı türden bir
diyalektiği vardır kölelik/ özgürlük, aydın/kitle ilişkisinin.
İnsan evladı kölelik zincirlerini kırıp özgür bir yaşamı inşa etme olanağını ne
kadar yabancı, uzak ve imkansız gözüküyorsa, zihinsel enerjisini de bir o kadar
içinde bulunduğu durumun "yaşanabilir", iyi", ve hatta "en
iyi" olduğu konusunda kendini inandırmaya harcar.
Yakın ve gerçekçi gözükmeyen özgürleşme çağrılarıyla
birleşen "mevcut durum kötü". "hiçbirimiz özgür değiliz"
sözleri, bu nedenle insanların çoğunluğu için kaos, huzursuzluk ve mutsuzluk
kaynağı şeytani bir çağrıdır. Değiştiremeyeceğine kuvvetle inandığı bir
gerçeğin kötü olduğuna inanmak istemez
insan. Mevcut durumunun kötü olduğunu
inandırıcı biçimde anlatan, kafasını en fazla karıştıran kişi(ler)den
özellikle uzak durur, hayranlık ve nefret karışımı bir duyguyla o kişi(leri)
şeytanlaştırır. Eğer değiştirebileceğinize ilişkin tarihsel ve güncel
bilince/inanca sahip değilseniz salt başına mevcut halinizin kötü olduğu bilincine
sahip olmak derin bir keder/mutsiuzluk kaynağıdır zira.
Özgürleşemeyen insan için irrasyonele inanmak tek mümkün
yaşama biçimidir. Ve zaman içinde bu irrasyonel inançlar sayesinde ne
kadar özgürlük kaygısından kurtulur, köleliğini ne kadar unutur ve ne kadar
kutsal ve değerli kılarsa, o kadar"mutlu" yaşar.
Bu tavır çoğu zaman yalın anlamda bir bilinçsizlikten de
kaynaklanmaz. Her ne pahasına olursa olsun fiziksel yaşamı idame ettirmeyi,
an'dakinden ve el'dekinden azami haz çıktısı elde etmeyi kendi başına "en
kutsal/akıllıca/faydalı tutum" sayan bireyci yaklaşımla da ilgilidir. Ki
bugün bu yaklaşım bir hayli de
yaygındır. Onurluluk, vicdanlılık, özgürlük çağrısı bu "kutsallarını"
kaybetme riski taşıdığı için bir "hayalcilik", "içi boş laf
salatası"dır onlar için. Bu "küçük hazsal oyuncaklarını" ve
sistemin önlerine attığı "kırıntı ayrıcalıklarını" riske ettiği için özgürlük
ve vicdan çağrılarına icabet etmezler. En fazla uzaktan uzağa ve gizli gizli
saygı duyarlar. Yine de şu kaydı eklemeyi de ihmal etmezler: "Tamam, güzel
ama fazla da abartmamak lazım. İnsan canından kıymetli ve an'dan daha gerçek olamaz ki hiç bir
şey...".
Sadece risk
sevmez/konformist özsel statükoculuğumuz değildir sorun...
Ve hatta asıl sorun da değildir bu. Bu kadardan ibaret olsa
bu zihinsel prangayı aşmak nispeten kolay olurdu. Dışarıda bir iktidar da
vardır. Bu iktidarın özü şiddettir. Bu iktidar kendi belirlediği
"makulün" dışına çıkanları işkenceden geçirir, aç bırakır, hapse
atar, öldürür. Bu korku yaşanan köleliğin kutsallaştırmasına sevk eder
insanları ...Yaşanan köleliğin kutsallaştırılması da, devlet şiddetinin
meşrulaştırılmasına...
"Köleleştirici sistemin sıradan insanları" bu
nedenle gerçekle yüzleşmeyi sevmezler. Kendilerine vicdani ve fiziki köleliklerini
hatırlatan aydınlardan da, kendilerine riske edici özgürlük ve vicdan çağrıları
yapan aktivistlerden de hoşlanmazlar. Modern kölelerle aydınlar ve kölelik
karşıtları arasındaki kopukluk ve gerilimli ilişki "mağara"daki
ilişkinin çağdaş bir versiyonudur sadece. Bu kopukluk ve gerilim bütün kölelik
sistemlerinin temel bir kuralıdır aslında.
O zaman ne olacak?
Nasıl olacak?
Bu kölelik sistemi değişmeyecek mi? İnsanlar kendi özgürlük
olanaklarına düşman ve kölelik statükolarına hayran bu sahte yaşama mı mahkum olacak ilelebet?.
Bu kopukluk ve çelişki ancak verili kölelik sisteminin içsel
ve dışsal kriz öğeleriyle iyice zayıfladığı, devletin şiddet aygıtlarının
paralize olduğu ve ideolojik aygıtlarının kitleleri kuşatma kabiliyetini
yitirdiği koşullarda minimuma inmektedir.
Devlet aygıtı bu kriz nedeniyle kendi içinde ortak davranma
kabiliyetini yitirmekte, bu sistemsel yarılmalar devletin kitleler üzerindeki
kontrolünü de zayıflatmaktadır. Kitlelerin verili kölelik sisteminin baki
olmadığını , tersten ifadesiyle yeni ve daha özgürlükçü bir toplumun
gerçekleştirilebilir bir hedef olduğunu görmelerini kolaylaştırmaktadır.
Ve işte ancak o zaman "bu sistem kötü ve yenisi ve
iyisi mümkün" argümanının inandırıcılığı ve harekete geçiriciliği kitlesel
bir nitelik kazanabilmektedir. Bu nesnel
ve temel belirleyici koşuldur.
"Cesur
Yürek" etkisi...
Ama kitlelerdeki bu zihinsel sıçrama tümüyle içsel,
evrimsel, kendiliğinden bir süreçle gerçekleşmez. Dışsal bir bilinçli müdahale
de gerekmektedir. Bu müdahale yalnızca doğruyu söylemekten ibaretse cılız
kalacaktır. Yalçın Küçük'ün eskilerde kullandığı bir tabirle "eylemli
bilinç taşıma" gerekmektedir.
Aydın gerçekten halklaşmak, halkı aydınlatmak, halkı doğruya
seferber etmek istiyorsa cesaret, kararlılık, onur timsali bir eylemci; kahramanlara ihtiyaç olmayacak bir toplumsal
özgürleşme için bedel ödemeyi göze alan baş eğmez bir "kahraman"
olabilmelidir.
Tayfun Atay Cumhuriyet'te Ahmet Şık'ın savunması üzerine
"Cesur Yürek" başlıklı çok güzel bir yazı yazdı. Bu yazıdan feyizle
söyleyecek olursak kitlelerin korku ve umutsuzluk duvarlarını aşmaları için
onlara güven, umut ve kararlılık aşılayan bu türden "Cesur Yürek"
aydın müdahalelerine ihtiyaç vardır.
Böylesi bir "Cesur Yürek" tutumu kritik bazı
anlarda ibrenin yönünü sonucu tayin edici biçimde değiştirebilecektir. Bu ise
öznel ve konjonktürel belirleyici koşuldur.
Elbette bütün aydınlardan böyle "Cesur Yürek"
müdahaleleri bekliyor değiliz. Ama böylesi bir aydın tavrının görünür ölçekte
varlığı çok önemlidir.
Nuriye,Semih, Veli, Ahmet böylesi "Cesur
Yürek"lerdir işte...
Bu yazıyı Tayfun Atay'ın o güzel yazısının çarpıcı bir
bölümüyle bitirmeliyim...
Sonuç Yerine...
"
"Özgürlük
mücadelesinin lideri William Wallace (Mel Gibson) tuzağa düşürülüp
tutsak alınmış, sonuçta da işkence yapılarak korkunç acılar içinde can verme ya
da nedamet getirerek işkence ve acıdan uzak “huzurlu ölüm” seçenekleri arasında
sıkışmıştır...Nihayet tüm seyircilerin ve işkencecilerin dikkatini çekecek
şekilde, bedeni lime lime olmuş adamın son bir gayretle dudaklarını
kıpırdatarak bir şeyler söylemeye çalıştığı fark edilir. İşkenceci, “Mahkûm
bize bir şeyler söylemek istiyor” diyerek yüzünde tiksinti verici, haz dolu bir
ifadeyle seyredenleri susturur.“Cesur Yürek” William Wallace, karnını,
kasıklarını, bağırsaklarını ve solunum sistemini de taramış bıçakların
yarattığı tahribatla son bir söz söyleyebilmek için nefesini toplamaya uğraşır,
uğraşır, uğraşır...
Ve “Özgürlüüük” diye
çığlık atarak noktayı koyar!..
Yenilen, özgürlük
uğruna savaşan “Cesur Yürek” olmamıştır. Yenilenler, koskoca bir krallık, onun
işbirlikçisi lordlar, bir “Asi”nin nedamet getirmesini sağlamaya çalışan
görevliler, işkenceciler ve böyle bir “af dileme” ile kendi ebedi tutsaklık ve
ezilmişliklerine mazeret üretmeyi arzu eden insancıklardır."
Yorumlar
Yorum Gönder