Sosyalist hareket, birlik ve parti... (Devrimcilik, program, örgüt ve çalışma tarzı kavramları ekseninde bir tartışma)

 
Dünyada karşı-devrimci ideolojik-politik hegemonyanın  II. Enternasyonal ihanetinin ardından yaşanan  burjuva hegomanyasını bile  geride bıraktığı bir tarihsel anda; tersine bir görünümle Türkiye, sınıf mücadelesinin zenginleştirici deneylerinin gittikce daha yoğun yaşandığı bir coğrafya olma özelliğini taşıyor. Türkiye proletaryasının artan siyasal etkinliği, global karşı-devrimci akımın çarparak ve hızlanarak geriye çevrileceği bir devrimci duvar olma potansiyeli taşıyor.
Türkiye’de devrimci dinamiklerin yükselmesi,Türkiye ve dünya proletaryasının ve sosyalist hareketinin tarihsel bir “şans”ıdır.
Bu durum Türkiye sosyalist hareketinin önüne politik/örgütsel ve ideolojik/teorik alanlarda bir takım ivedi görevler dizisi yerleştiriyor. Türkiye’nin bir devrimci yükseliş belirtileri içinde olması  ise sosyalistlere  bu görevleri aşabilmek için ek imkanlar sağlıyor.
Sözkonusu politik-örgutsel görevler bir proletarya partisinin yaratılması noktasında yoğunlaşırken, ideolojik-teorik görevler de; karşıdevrimci ideolojik saldırının bloke edilmesi ve tersine döndürülmesini sağlayacak bir teorik atılım ihtiyacı olarak ortaya çıkıyor.Bu atılımın nirengi noktasını da sosyalizm deneylerindeki  çözülmelerin tarihsel  teorik açıklaması oluşturuyor.
Bu yazının konusu örgutsel-politik görevlere ilişkindir. Bu görevin güncel olarak kendini dayattığı alan da, proletaryayı sosyalist devrime ve iktidara taşıyacak olan proletarya partisinin yaratılması amacıyla "birlik" sorunudur.
 
Devrimci Demokrasi, Kriz ve Potansiyeller...
Bu noktada şu soruyu sormak gerekmektedir: Devrimci demokrat  ve reformist akımlarda yaşanan krizin pratik-politikaya kadar uzanması, bu akımların içersinden geriye düşüşlerin olduğu kadar- sosyalistlerin önündeki görevleri layıkıyla yerine getirmesi koşullarında- ileriye, devrimci sosyalizme yönelik çıkışlara da  yol açabilecek midir?
Sorunun ve dolayısıyla verilebilecek cevapların spekülatif bir yanı olduğunu ve komünistlerin politikalarını “olması gerekenden ziyade olandan kalkarak oluşturmaları gereğini" unutmadan, şunları söylemek mümkün: Bu kesimlerde, devrimci sosyalizme yönelme açısından gittikçe olgunlaşan bir potansiyel görülmektedir.
Ancak unutulmaması gereken şudur. Komünist hareketin bu potansiyeli harekete geçirmesi, gözünü ona dikmekten çok işçi sınıfı ile birleşme çabalarını artırmasıyla, kendi imkanlarını iktidar hedefine yönelik bir politik faaliyete ısrarla seferber etmesiyle olanaklı olacaktır.
(...)
Reformist sosyalizm, kiriz ve olanaklar...
Türkiye’de işçi sınıfının devrimci partisini yaratma süreci belirli özgünlükleri de beraberinde taşıyor. Türkiye’de devrimci işçi partisinin kurucu öğeleri arasında reformist kanattan radikal tarzda kopuşan kişi ve çevreler de yer alacak, öyle gözüküyor. Sosyalistler, belirli bir süredir bu kanatta yaşanan kaynaşmaları da yakından izlemekte, bu kaynaşmanın potansiyellerini doğru olarak çözümlemeye çalışmaktadır.
Nitekim, bürokratik revizyonizmin iktidarda olduğu ülkelerde klasik kapitalizme doğru yol almasının bu süreci hızlandırdığı ve bu kesimin bazı diri öğelerinde devrimci sosyalist bir tavrın netleşmesi yolunda etki yaptığı çeşitli yazılarda vurgulanmıştı.
Esasen, 1970’li yılların ortalarından sonra TKP’den İşçinin Sesi, TSİP’ten TKP-B gibi grupların ortaya çıkması, Türkiye’de hareketin canlılık gösterdiği ve “sosyalizmin anavatanının” Türkiye’de devrim istemediği bir dönemin sıkışıklığının bir sonucuydu. İşte bu sıkışıklık, örgütlenme-çalışma tarzı konusunda daha devrimci bir zemine oturan bir kopuşmayı doğurdu. Fakat öte yanıyla gerek politik alanda legalizmin (yasalcılığın) etkilerini tam olarak aşamamak, gerekse de ideolojik alanda bürokratik revizyonizmle hesaplaşamamış olmak bu hareketlerin ciddi zaaflar içerisinde olmalarını daha baskın hale getiriyordu.
Bugün aynı kesimde, ‘70’lerde yaşanan sıkışmanın benzeri üstelik çok daha etkili bir biçimde yaşanıyor. Bu kesimlerin az çok örgütlü mücadele deneyimi olan unsurları, kendilerini sınıfsal mücadele zemininde tanımlayabildikleri ölçüde, liberal dalganın dışında kalabilme şansları oluyor. Fakat, şu saptamayı da bu noktada yapmak gerekiyor: Bu kesimlerin yukarıda ifade ettiğimiz, gerek bürokratik revizyonizmin etkilerinden arınamamaları, gerekse de (ki bu nokta daha öne çıkıyor) politik-örgütsel alandaki zaafları, onların liberal dalgaya karşı daha acık ve daha az dirençli olmalarını koşullandırıyor.
TKP-B ve İşçinin Sesi’nde liberal dalgaya karşı başlangıçtaki sert çıkışlar, yerini “dengeli ve sürece yayılmış” bir uyuma terk ediyor. Örneğin, kısa bir süre önce İşçinin Sesi gazetesinde yayımlanan, R. Yürükoğlu’nun TKP’nin 70. yılı dolayısıyla yaptığı konuşma bu harekette de bir sağa savrulmanın ilk işaretlerini veriyor. Bu konuşmasında temel olarak R. Yürükoğlu bir “ricat”ın gerekliliğinden söz etmekte, Sol Komünizm Bir Çocukluk Hastalığı'nın bu dönem bir başucu kitabı haline getirildiğinin ipuçlarını vermekte ve “en geniş ittifak” arayışını bir politik “esnek”liğin gereği olarak sunduktan sonra, hareketin ana sorunlarından biri olarak legal olanakların genişletilmesi gereğinden sözetmektedir.
Bu argümanların arka arkaya sıralandığını gören ortalama bir Türkiyeli devrimci, bu hareketin nereye yöneldiği hakkında az çok doğru bir fikir yürütebilir. Daha düne kadar “devrimin merkezinin Türkiye’ye” kaydığını belirten ve işçi sınıfının “kendisi için bir sınıf” olarak davrandığını söyleyen İşçinin Sesi çevresini, bugün “ricat” etmeye sevk eden nedenler neler olabilir? Bu savrulmanın içinden çıkageldiği “gelenekle” hesaplaşmasını köklü bir ideolojik-politik hesaplaşma haline getirememesiyle ilgisi olmadığı düşünülebilir mi?
Bir de Gelenek dergisi çevresi var. Bu çevre bütün manevralarında başarısız olmasına karşın bir legal parti projesinden hiç vazgeçeceğe benzemiyor. Bu çevrenin aktüel-politik yayın organı Siyaset gazetesi ile teorik yayın organı Gelenek çok önemli bir gayretle legal partinin “düzendışı” olmaya engel olmadığını kanıtlamaya çalışıyorlar. 1970-80 döneminin TKP’si ise kanıtlamanın nesnesini oluşturuyor. Öyle ya, bu tarihlerin TKP’si illegal bir yapıda olmasına karşın sağcı reformist bir çizgi izlemiştir. Gelenekçilere göre illegal olmak kimseye devrimciliği hediye etmediği gibi, legalite de kimseyi kendiliğinden reformist kılmaz.
Gelenek’in pek çok kere değişik vesilelerle vurguladığı gibi, radikalizm (ya da devrimcilik) eylem biçimlerinin sertliğine, illegal örgütlenmeye değil, program sorununa göre biçimlenir. İçi, dışı, her tarafı insanı bıktıracak denli “siyaset” sözcüğüyle dolu, bu biri aktüel-politik, diğeri teorik iki yayın organı, tam da en kritik noktaya gelindiğinde siyasetin rolünü ve anlamını unutuyorlar.
Doğrusu ilginç bulmamak mümkün değil. Burası tam da Marksizm'in kendini sınıflar mücadelesinde yeniden üreteceği alan, yani 11. tez’in alanıdır. İdeolojik-teorik-programatik olan, politika dolayımıyla yaşayan-canlı bir organizma haline dönüşür. Politika soyut bir iktidar perspektifi de değildir; örgüt ve çalışma tarzı sürecinin tümünü kapsar.
Kuşkusuz burada tartışılan yalnızca illegalite/legalite sorunu değildir. Kuşkusuz TKP örneğinden kalkarak, ilegalite/legalite sorunu tartışılamaz. İlk olarak, ilegalite sorununu örgüt ve çalışma tarzı alanından soyutlayarak, tekil bir olgu olarak ele alıp buradan bir devrimcileşme beklemek Gelenek’in yöntemine dahi yakışmamaktadır. TKP, adının getirdiği bir zorunluluğun gereği olarak “ilegal” olmak durumunda kalmıştır. Zorunda kalmıştır ifadesini bilinçli olarak kullanıyoruz. Çünkü TKP’nin tarihine tamamen legale çıkma arzusu damgasını vurmuştur, yoksa kimilerinin iddia ettiği gibi “ilegalite fetişizmi” değil, ilegalite, TKP’nin kendi geleneğinin diğer yapılarından farklı olduğunu iddia etmek için kullandığı yapay bir ayrım noktasıdır. Hepsi o kadar. Nitekim, TKP’nin işçi sınıfı ve diğer sosyal kesimler içersindeki çalışma anlayışı tamamıyla sendikalist-legalist bir anlayıştır. Perspektifi burjuva partileriyle ittifaktır. TKP içinden çıkan bir devrimci, H.Yurtsever, TKP'nin parti çalışmasının sendikaları ve kitle örgütlerini yönlendiremediğini, aksine sendika ve kitle örgütlerinin parti faaliyetinin kendisini yönlendirdiğini anlatıyor. TKP, 1977 seçimlerinde iktidara gelmesini beklediği CHP'nin kendisine yasallık sağlayacağını düşünerek, Türkiye'de parti binası arıyor. (H. Yurtsever, Sınıf ve Parti, Dönem Yay.)
Ve onun “ilegalite”sinin anlamı tüm bu unsurlarla beraber anlaşılabilir. TKP’ye legalizmin ne denli yerleşik bir yapı olduğu, TKP’nin “yasallaşma” talebinin örgüt içinde hiç bir ciddi kaynaşmaya yol açmamasıyla da kendini bir kez daha göstermiştir. TKP içerisindeki ilk kıpırdanışlar (küçük boyutlu da olsa) partinin yasallaşmasıyla ilgili değil, programın tartışılmaya başlamasıyla oldu. Gelenek, TKP’yi kendi bakış acısıyla bir yere oturtamamanın sancısını bu noktada da yaşıyor.
Bir yandan ilegalitenin TKP’yi sağcı-teslimiyetçi çizgiden kurtaramadığını söylüyor, diğer yandan da yasallaşmasnın değil programının TBKP’yi reformist yaptığını söylüyor. Doğrusu şudur: TKP her zaman legalizm eğiliminin belirlediği bir hareket olmuştur. TKP’yi reformist yapan yalnızca ve temelde TBKP programı değildir... 
Reformist kanaldan kopuşu köklü bir tarzda gerçekleştiremeyenlerde, şöyle bir ortak eğilim saptamak mümkün. Bu çevreler  devrimcilik sorununu program sorunundan ibaret sayıyorlar. Örgüt ve politika yapış tarzından yalıtıyorlar. Oysa reformizm, kendini en çok devrimci politika yapış tarzını reddederek gösteriyor. Saf reformizm devrimi açıktan reddediyor; kapitalizm içinde barışçıl bir ilerlemeyle nihai hedefe varılacağını söylüyor. Sosyal reformizmin ise devrimi aynı açıklıkta reddettiği söylenemez. Reformizmin “programatik” düzeyde “devrim ve sosyalizm”i hedef olarak kabul ediyor olması ve merkeze “işçi sınıfı”nı alıyor olması, onları devrimci demokratlardan daha “devrimci” yapmıyor.
Programatik çerçevenin burjuva demokratik karakterine ve teorik olarak bunların bir devrime gerek olmadan elde edilebilir olmasına rağmen, devrimci demokratizm, bu programını devrimle elde etme yönündeki isteğine ve buna uygun bir çalışma tarzı/örgüt anlayışına sahip olması nedeniyle devrimci olabiliyor. Programatik çerçeve, bu devrimciliğin niteliğini ve tutarlılığını belirler. Fakat, devrimcilik programatik ilkelerden öte çalışma tarzıyla ilgili olan bir şeydir. Reformculuk kendisini daha çok çalışma tarzı ve örgüt sorununda ele verir. Reformculuğun sloganı “Gerekirse nihai hedefler üzerine marksist söylevler çek, programlar hazırla, ama kesinlikle seni o hedefe taşıyacak yöntem ve araçlardan uzak dur” şeklinde ifade edilebilir.
Bugün geçmişin TKP-TİP, TSİP kanadının sosyal-demokratlaşma sürecine girmesiyle, onlardan doğan boşluğu, eski Dev-Yol, Kurtuluş grubunun bir takım unsurlarıyla, Troçkistlerin birliğini temsil eden DSB projesinin sahipleri doldurma çabasındadır.
DSB eğilimi, yukarıda tanımladığımız, özelliklere tamıtamına denk düşmektedir. Bütün “toplumsal devrim”, “sınıf”, “sınıf mücadelesi” ve “proletarya iktidarı” vurgularına rağmen, DSB “devrimcileşememektedir”. DSB'nin kilitlendiği ve zaafiyetin kendini ele verdiği yer tam da örgüt ve çalışma tarzı konularıdır. DSB'nin Ağustos toplantısında bu “açmaz” kendini ele vermiş, hiçbir örgütsel ifade yaratılamadığı gibi, alınan “güç ve eylem birliği” kararının bugüne kadar hayata geçirildiği de görülememiştir. Reformizm, bir değiştirme iktidarsızlığı ise, DSB bütün “toplumsal devrim” ve hatta “ilegalite” vurgularına rağmen reformizm hastalığıyla malul bir legal aydın çevresinin tartışma kulübüdür; örgütsel yetenekleri, tartışma toplantıları “örgütlemekten” ibarettir.
Buraya kadar söylenenleri destekleyecek bir ek yapmak gerekirse, TBKP surecinden ayrılan eski TKP’liler içerisinden tekil olarak devrimci proleter sosyalist harekete katılmalar bir yana, bu eski TKP’liler kendilerini önce Devrimci Sosyalist Blok’da, daha sonra da Gelenek’ in başlattığı legal parti projesinde ifade etmişlerdir. Bütün bunların, soldaki bir kanalın yaratabildiği siyasal imkanların sınırı ile ilgili değil de, yalnızca bir rastlantı olduğunu düşünmek pek mümkün olmasa gerek.
Şimdi bunca söylenilen şeyin ardından, konunun birlik sorununun bizim açımızdan aldığı güncel haliyle bağlantılarını kurmaya çalışarak, bazı sonuçlar çıkarmak daha imkanlı hale geliyor.
“Kurtuluş Hareketi”, geçirdiği evrimle, reformizm kanalının yaratabildiği siyasal imkanlar hakkında daha net bir fikre ulaşmamızı gittikce daha kolay bir hale getirmektedir. “Kurtuluş Hareketinin kendi iç evriminin başlangıcı, 1978’de TİP’de yaşanan ayrışmaya dayandırılabilir. 1978’de bu ayrışmanın kendisi yine programatik bazı sorunlar üzerine oturmuştu. TİP’in “sosyalist devrim” anlayışını tam anlamıyla liberal, sınıf uzlaşmacı bir teorik-programatik zemine oturtması, parti icindeki bazı aydın kadroları “teorinin iğdiş edilmesi” noktasında rahatsız etmiş ve bu kadrolar ayrılarak ayrı bir dergi çevresinde teorik bir hesaplaşma başlatmışlardır.
Oysa TİP’in 1978’de geldiği nokta, bir yol değiştirmenin değil, doğal evriminin bir durağını ifade ediyordu. Esasen bu değişiklik TİP’in politik- örgütsel kavrayışını ve ideolojik konumunu ilgilendirmemiş, teori alanında bazı düzeltmelerle kendisini tanımlamıştır. Netice itibarıyla TİP, 1978 öncesinde de, sonrasında da aynı reformist politik hattın temsilciliğini yapmıştır.
1978 kopuşunu yaşayanlar, meselenin bu yanıyla hiç ilgilenmemişler, kopuşu gerek ideolojik gerekse politik-örgütsel alanda köklü bir hesaplaşmaya götürememişlerdir. “Geleneksel solun” teslimiyetçi, sağcı konumundan rahatsızlıkları hep teorinin olarak görülmüş, bu kanalla ideolojik-politik bağlar çarpık bir “tarih bilinci” yörüngesinde ısrarla korunmaya çalışılmıştır.
“Kurtuluş Hareketi”, 1980 sonrasında, bu kanalın güç devşirmek amacıyla devrimci demokrasiye pragmatist bir tarzda yaklaşan bir eğiliminin üzerinde şekillendirilmeye çalışılmıştır. Bu yaklaşım niyetteki “pragmatizm”den öte, reformist kanalın bu eğiliminin bir sıçrama yapma şansı açısından daha avantajlı hale geldiği yönünde izlenimler yaratabilmiştir. Bu çevreye belirli bir örgütlü mücadele geleneğine sahip devrimci demokrat alandan kadroların gelmesiyle, bu eğilimin politik-örgütsel alandaki zaaflarının ve tutarsız yapısının ortaya çıkmasını sağlayacak olanaklar da ortaya çıkmış oluyordu.
Kendi geleneksel politik eğiliminin bir sonucu olarak başından beri bir “açık parti” çabasında gözüken bu cevre, belirli bir donem “acık parti” girişimlerinin fiilen dışında kalmak zorunluluğuyla karşılaşmış ve “Kurtuluş Hareketinin kurulmasından sözedilmeye başlanmıştır. Lafızda dahi gelinebilen noktanın formülasyonu şuydu: Acık, gizli ve yurtdışı kanatları olan bir parti!
Sıra pratik adım atmaya gelmişti. Daha ilk pratik adımda ortaya çıkan sorun tabi ki politik-örgütsel
alanda kendisini gösteriyordu. Önümde bir grup “Kurtuluş Hareketi” mensubunun hazırlamış olduğu “Likidasyona Hayır!” başlıklı bir bildiri duruyor. Bu bildirideki şu ifadeler sorunu herşeyden daha açık biçimde ortaya koyuyor;
"Söylemde illegal partinin gerekliliğini yineleyen, ama sıra bu yönde pratik adımlar atmaya gelince sert bir dönüş yaparak yan çizen; örgütlenmeyi kağıt üstünde reddetmeyen, ama can alıcı tercih ve davranışlarıyla örgütsüzlüğü bir yaşam biçimi durumuna getiren, bizim daha yakından tanıdığımız inceltilmiş likidatör eğilimin yaşadığı serüven ve bugün vardığı nokta ise ilginç ve ibret vericidir. Bu eğilimin belirgin özellikleri, kendi varoluş biçim ve konumlarını mutlaklaştırması ve teorize etmesi; yan örgütlenmeleri, vazgeçilmez ama geçici çalışma alanlarını esas ve stratejik olanların yerine geçirmesi, üstelik bu alanlarda bile asgari bir örgütlülük yaratamayarak kendisine çektiği güçleri dağıtıp savurmasıdır.
Kurtuluş Hareketi* nin oluşum ve içinden likide edilme süreçlerini Türkiye devrimci hareketine dayatılan ve yukarıda özetlenen likidasyon hareketiyle ilişkisi içinde ele almak gerekiyor. “
Aynı bildirinin değişik yerlerinde şu tip ifadeler de yer alıyor;
"...Klasik tanımıyla likidasyon, illegal bir partinin legale çıkmak için kendini tasfiye etmesidir. Ancak bu tanım bugünkü likidasyon hareketinis anlatmaya yetmiyor. Örgütlenmeden kaçışın kendisi ve temel olan illegal örgütlenmeninyerine başka ve tali türden örgütlenmelerin ikamesi çabaları da likidatör bir içerik taşıyor. Mollaların bile illegal örgütlendiği bir Türkiye' de, illegal bir komünist partisi yaratma görevinden söylemde ya da eylemde yan çizmek tasfiyeciliktir."
"Güçlü bir illegal temele dayanmayan her türlü legal çıkış ve oluşumun likidasyon açmazına düşmesi kaçınılmazdır.”
Bu görüşlerin reformist kanaldan devrimciliğe doğru sıçramada ciddi bir noktayı ifade ettiği acık. Devrimci mücadele ve örgüt sorununun temel halkası doğru yakalanmıştır. Şimdi sorun daha ziyade reformist kanalla ve onun teoride en ileri noktası olan aydın oportunizmi ile hesaplaşmayı sonuna kadar götürebilmektir.
Bu noktada bizim icin açıklanma ihtiyacı doğuran bir somut olay vardır. En azından Kurtuluş Hareketi "nin bir kesimi devrimci proleter sosyalizme doğru atılım için az çok sağlam politik- örgütsel bir arka plan oluşturabilmişlerdir.
Türkiye’de sosyalist iktidara taşıyacak bir partinin oluşturulması yönündeki birlik arayışlarında, yaşanacak harmanlanmanın olanaklarını değerlendirirken, bu gelişimi de layık olduğu yere oturtmak zorundayız.
Soru şudur: Kurtuluş Hareketi'nin bu kesimi, reformizmin kendi iç imkanlarının yarattığı bir
ürün müdür?
Bu nokta da tartışılabilir olmakla birlikte şunlar soylenebilir.
Bu süreç, Kurtuluş Hareketi'ne katılan devrimci demokrat kadroların, kendilerini “iyi bir aydın” olarak ifade edebilmekten ziyade “iyi bir mücadeleci” olarak ifade edebilmelerine ve az cok şekilli bir örgüt yaşantısıyla kişilik bulma ozelliklerine, yine hayatını reformizmin örgüt pratiğine yakın kesimlerinde geçiren ve devrimci demokrat kökenli çevre ile rezonansa gelebilen reformist kanal çıkışlı bireylerin buluşmasının bir ürünü olarak değerlendirilebilir.
Şu ana kadar söylenenleri özetle tekrarlayacak olursak, kısaca şu sonuçları çıkarmak mümkündür.Reformist kanalın ileri sıcramanın dinamiklerini gosterememesi, devrimciliğin programla ve soyut bir iktidar perspektifiyle gercekleşeceğini iddia ederek politik-orgutsel alanda bir kopuşu bloke etmesi, sosyalist devrimi ve iktidarı oluşturabilecek bir orgut ve calışma tarzı anlayışından uzak olması ve bu anlamıyla “likidatorluğun” ifadesi olmasındandır.
Reformist kanal kendi icinde geriye duşerek TBKP’yi, orgutsel alanda ileri giderek İşcinin Sesi ve TKP-B gibi akımlan, teorik alanda ileri giderek aydın oportunizminin temsilcileri olan Gelenek ve Toplumsal Kurtuluş dergileri cevresini yaratmıştır.
Kapitalizmin gelişkinliğini gormek konusunda “Legal Marksizm”in daha avantajlı olduğu soylenebilir. Narodnikler, köylü kitleler arasında devrimci faaliyet sürdürürken ve köylülüğün devrimci dinamizmini temsil ederken, Struve, Rusya'nın iktisadi gelişkinliğini bir akademisyen olarak nesnel göstergelere dayalı olarak açıklıyor. Struve'un devrimci süreçlerin dışından bakan birinin “avantajlarını” kullanarak yaptığı bu analiz, ancak Plekhanov ve Lenin'in aracılığıyla devrimci bir anlam kazanıyor. Ne Yapmalı aynı zamanda "Legal Marksizm "den kesin bir kopuştur. Kapitalizmin gelişkinliğini görmek Legal Marksistlere Ne Yapmalı 'yı kavrayacak bir anlayışı kendiliğinden sağlamıyor.
Legal Marksizm, kendisini bu alanda üretemez ve değiştirme gücünden yoksun olmak onun temel karakteristiğidir.Bu anlamda Lenin 'in programatik sorunlarda Legal Marksistlerden, örgüt konusunda Narodyo Volya'dan yararlanması da hic şaşırtıcı değildir.
TİP içindeki bir takım aydınlar Turkiye'de kapitalizmin gelişkinliğine dair güclü yargılara sahiptiler. Ayrıca, uvriyerist-liberal M.Ali Aybar'ın parti içindeki etkinliği bu yargılarla birleşince, TİP'in “sosyalist devrim” anlayışı Leninist anlamının dışında kullanılmaya başlıyor. Politika alanına dönüldüğünde TİP'in “sosyalist devrim” anlayışını liberal-halkçı bir anlayış olarak tanımlamak mümkün. TİP, “küçük esnafı” bile “sosyalist devrimin” esaslı bileşenleri arasında değerlendiriyor. Bunu TİP'in legalist-parlamenterist anlayışından bağımsız düşünemeyiz. 1978'e gelindiğinde, TİP, bu anlayışını teorik-programatik alanda daha net olarak ifade ediyor. Aslında bu bir “iç tutarlılık” sağlama gayretir de.
Bu surecte, TİP'in teoriyi bozduğunu düşünen bir kısım aydın, partiden kopuyor. TİP, Sovyetler Birliği'ni, halk icerisindeki sınıfsal çelişkileri gizleyen “halkın devleti” anlayışı temelinde rasyonalize etmeye çalışırken; aydın oportunizmi, Sovyet “sosyalizmi”nin kitlelerden kopuk bürokratik yapısını, “azınlık devrimini”, “yöneten-yönetilen ayrımının bütün tarihi dönemleri kapsayan bir gerceklik olduğunu” vb. savunarak rasyonalize etmeye calıştı.
Bu bize Legal Marksizm'in kendi icinde ileri ve geri noktalan olduğunu gosteriyor. Bunu belirtmeyi bugünkü Türkiye'nin siyasal manzarası da zorunlu kılmaktadır. Legal Marksizm'in geri noktası TBKP'dir. ll.tez'i tümden reddediyor. Toplumsal Kurtuluş, Gelenek ve benzeri cevreler Legal Marksizm'in ileri noktalannı temsil ediyorlar. 11. tez'in Marksizmin kritik belirleyeni olduğunu teorik olarak kavramak, fakat hala Legal Marksizm ile köklü bağların korunuyor olması nedeniyle bir örgütsel iktidarsızlıkla da malul olmak.
Aydın oportunizmi, “azınlık devrimi” vurgusuyla Blanquizm bile uretemedi. Blanquizm, az çok örgütlü bir iradi müdahaleyi simgelerken, aydın oportunizmi “örgütsel” iradeden yoksunluğu simgeliyor.
Bu noktada şu söylenebilir: reformizmden ve aydın oportunizminden tutarlı kopuş, bütün siyaset ve iktidar vurgusuna karşın, neden örgütsel iktidarsızlıktan kurtulunamadığını sorgulamaksızın mümkün değildir. Aydın oportünizmi, teoride nispi ilerililiğine ve soyut bir örgüt ve iktidar perspektifine karşın, 13 yıldır bir kez bile örgütsel ifadesini bulamayan bir olguyu anlatıyor. Bütün sosyalist devrim ve örgüt vurgularına rağmen, bütün “siyasetin önemi” vurgularına rağmen, sınıftan uzak durmayı ve en fazla legal örgüt perspektifini edinebilme yeteneğini anlatıyor.
Şu ana kadar yaşanan sürecin ortaya koyduğu somutluk üzerinden, şu saptama yapılabilir: Reformist kanalın örgütte ilerlemeyi ve teoride ilerlemeyi ifade eden kanalları arasındaki yakınlaşma, kendi dışlarında etkili devrimci sosyalist inisiyatifin varlığı halinde, bu kanaldan proleter partinin yaratılmasına yönelik güç akımını yaratacak gibi gözükmektedir.
 
Devrimci Demokrasi ve iki kanal
Devrimci Demokratizm programının tutarlı eylemcileri olarak kendini üreten kesiminin en ileri temsilcisi Devrimci Sol, en geri kesimi ise DevrimciYol ve Kurtuluş’tur.
Kücük-burjuva devrimciliği için Türkiye’de hala uygun nesnel koşulların varlığı ve Dev Sol’-un bu kesimlerin radikal taleplerine cevap verme yeteneği acısından kendini oldukça sağlam temellerde rasyonalize etmesi nedeniyle, bu kesimden radikal kopuşların genellikle kendi icine yonelik ya da liberal kopuşların “acık parti”ye, SHP’ye vb. yonelik olması ihtimali daha fazla.
Bu nedenle bu kanaldan devrimci sosyalizme doğru eğilimsel kopuşların değil, kişisel kopuşların olacağını söylemek bugünden daha gerçekçi gözükmektedir.
Devrimci demokrasinin bu kesiminin örgüt ve devrimci faaliyete yaklaşımı, dağılgan yapısını açıklayıcı faktorlerden biridir. Bu kesim -ozellikle Dev Yol ve Dev-Sol- kendini politikada kısmi, günlük ekonomik-demokratik taleplerle ifade ettiği icin, faaliyetlerinin sınırı “devrimci demokratik kitle örgütleri” yaratmayla sınırlı kalıyor. Harekete karakterini veren özellik bu olduğu icin devrimciliğin korunduğu durumlarda dahi, örgütsel yapı geniş, şekilsiz bir demokratik kitle örgütünü aşamıyor. Dolayısıyla bu perspektif zorunlu olarak legalizmle ciddi bir biçimde malul olmayı getiriyor. Bu kesim içerisinde “radikal devrimci faaliyeti” önemseyen Dev-Sol'un bile, “politikleştirilmiş asker savaşı”nı bir yana bırakırsak, bütün siyasi faaliyeti düzeniçi bir alandadır..
Bu yapılar, örgütsel bir gelenek yaratamadıkları ve yalnızca “eylem- hareket” geleneği yaratabildikleri için, çalışma tarzı ve örgütsel faaliyet konularında Leninist normların oldukça dışına düşmüşlerdir.
Bu hareketler doğuş itibarı ile, Leninizmle aralarına sınır çizdiler. “Üçüncü Bunalım Dönemi” anlayışı ve “Türkiye'nin özgünlüğü”ne yapılan vurgular, bu kanalın kendiliğinden Leninizmin sınıf, örgüt ve çalışma tarzı anlayışından uzaklaşmasını doğurdu. Bu hareketler gelişkin “halk muhalefeti” dönemleri dışında kendini bir tek koşulla radikal olarak sürdürebiliyorlar; silahlı militanların aktivitesi. Bu ikisi de yoksa, ortaya cıkan bayağı bir liberalizm olabiliyor.
Bu kesim icersinde Devrimci Yol ve özellikle Kurtuluş içinde kaynaşma ve yeni arayışlar görülmekle beraber, bunların her biri şu ana kadar hep geriye doğru olmuştur.
 
Devrimci demokrasinin "dogmatik" kanadı...
Bu kanal şu anda en fazla kaynaşmanın yaşanacağı alan olarak gözükmekte. Bu gruplar, zaten belirli bir süredir ideolojik-teorik alanda açılım yapamama noktasına gelmişti ve bunun yarattığı sorunları, politika ve örgüt sorunlarında  sahip oldukları nispi ilerililiğin avantajını kullanarak bloke etmeye calışıyorlardı.
Teoride “dogmatik” “geri” bir tutum ile, politik- örgütsel faaliyetlerin nispi ilerililiğinin bu hareketlerde yarattığı gerilim ve gerilimin neden olduğu sorunlar, orgut geleneğinin yarattığı değerler harekete gecirilerek ve liberal dalganın kadrolarında yarattığı devrimci karşı tepki istismar edilerek giderilmeye çalışılıyordu.
Artık bu “politika”nın “başarılı” olmasını sağlayan koşullar ortadan kalkmıştır. Bu kanalda yeni açılım ihtiyacı her zamankiyle kıyaslanmayacak derecede yakıcıdır.
Bu anlamda sosyalist hareket her zamankinden daha fazla bu kesimin kadroları açısından dikatle izlenen bir “şans”tır.
Bu  kanalın şimdiye kadar, diğer kanallarla kıyaslandığında esasen liberal karakterli politik arayışlara imkan tanımamış olması da, buradaki yönelişin geriye değil, ileriye doğru olmasını daha olanaklı kılıyor..
“Arnavutlukçu” olarak tanımlanan bu gelenek, kendine özgü bir yapı gosteriyor. Pek cok kişinin zannettiği gibi, bu gelenek “önce Çin'ci, sonra Arnavutluk'cu” olmamıştır. İşci sınıfına bakış,işci sınıfı ile diğer sınıflar arasındaki ilişkiler, calışma tarzı ve örgüt soranlarında bu kesim, Maoculuğun liberal yorumu TIKP ve radikal yorumu TKP-ML 'den belirgin bir farklılık taşımıştır.
Bu yapıların Üç Dünya Teorisi ve Mao Zedung Duşuncesini reddettikleri donemlerde (meselenin önemiyle kıyaslandığında) ciddi bir sarsıntı geçirmemeleri biraz da bu özellikleriyle ilgilidir.
Nasıl AEP, ÇKP'yi “uluslararası komunist hareketin onderi” olarak nitelediği dönemde dahi ÇKP'den farklı bir cizgiyi temsil ediyorsa, bu gruplar da “Maocu” gruplar arasında farklı bir çizgiyi temsil ediyorlardı.
Bu grupların bazı temel karakteristikleri şöyle sıralanabilir:
* İşçi sınıfına bakışta Leninist kavramlara daha yakındılar.
* Geri teorileri ile nispeten ileri politik-pratikleri bu örgütlerde daima bir çelişki olmuştur.
* Çalışma tarzı konusunda maceracı çizgilerle araya sınır çizmişler, illegal örgütlenmeye önem vermişler, nispeten ileri bir örgüt anlayışını temsil etmişlerdir.
* Teoride dogmatizm ile devrimciliği birlikte taşıyan örgütlerdir. Parti-cephe, TİP, MDD gibi akımlar özgün bir teorik çerçeve sunma iddiası ile Leninist kavramların dışına düşerken, bu gruplar teori konusundaki tutucu yaklaşımlarıyla Leninist kavramlara daha yakın bir pozisyona oturdular.
* Bu gruplar, Maoculuğun reddi ile demokratik devrim anlayışını İki Taktik'teki formulasyonlara dayanarak acıklama gayretine yönelmişlerdir. Bu, demokratik devrim anlayışlarını, bugünün Turkiye'sinde iç tutarlılıktan iyice yoksun bırakmıştır.
* Bu grupların, kadrosal bileşimi ağırlıklı olarak yoksul köylü ve yan-proleter öğelerden meydana geliyordu...
Lenin iki tip marksistten bahseder. Biri, formülasyonlara sıkı sıkıya bağlı, her yeni olayı da bu formülasyonlara dayanarak açıklamaya çalışanlar, yani dogmatik-marksistler. Dogmatik Marksizmin, geri Marksizmdir.
İkinci tip marksist, bu formülasyonlan her yeni durumda yeniden üretebilen ve böylece Marksizmi dünyayı acıklamada ve değiştirmede etkin olarak kullanabilen marksistler.
Enver Hoca ve AEP, ÇKP ile beraber “modem revizyonizme” karşı bir direnç oluşturdular. ÇKP sosyalizmi inşa surecinde gittikce Buharinci tezlerle birleşti. AEP tek başına bu noktada direndi. Bu direnç dogmatiktir. AEP, modern revizyonizmi ortaya çıkaran dinamikleri araştırıp kendi sosyalizm pratiğine taşıyamadı. Bir yoldaşın ifadesiyle bu direnç “olduğu yerde durarak yapılan bir direnme”ydi. Bu direnmenin kendisi dogmatikti, bu nedenle ideolojik-teorik düzeyde Marksizm 1956'daki duzeyinde kaldı ve bazı partiler 1956 ve öncesinin formulasyonlanna sıkı sıkıya bağlı kalarak, politikada bir “geri Marksizm”in ifadesi olabildiler. Türkiye'deki Amavutlukcular bu tavrın bizim coğrafyamızdaki temsilcileridir.
1989'a kadar Arnavutluk 1956'nın formulasyonlanyla kendini az çok tutarlı şekilde üretebiliyordu.
Bu durum ise Turkiye'deki bu akımlara, teorik geriliklerini politikada ciddi bir krize dönuşmesini engelleme konusunda bir dayanak oluşturuyordu.
Şimdi bu akımlar kendi 1957'lerine gelmişlerdir ve “tutuculukla” “devrimciliğin” bir arada varolmasını sağlayan dayanaklar da artık yitirilmiştir.
Türkiye’de proletaryanın devrimci partisinin yaratılması yonunde tüm bu kriterleri ve imkanları göz  önüne alan bir birlik tartışması ve çabasının sağlıklı sonuçlara ulaşmada belirleyici önemi olduğu açıktır.
Mesele bir de bu yönüyle düşünülmelidir. (Şubat, 1991)

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

PAPAZIN BAĞI: BİR CENNET PARÇASININ HİKAYESİ...

ANKARA’NIN İKİ YÜZYILANA DAMGA VURMUŞ BİR TARİHİ YAPIT: ABİDİNPAŞA KÖŞKÜ

şarap,kadın,şiir...-şiir-