YENİ VAHŞİ KAPİTALİZM, ÖZELLEŞTİRME VE TÜRKİYE: (1)


 

 


 

 
 

 
 
 


-İnsansız ve İnsafsız bir ekonomiye doğru


 
 
 
 
 
 
 
Uzun süredir uluslararası ve yerli sermaye tarafından gündemde tutulan özelleştirme, yakın zamandan beri burjuva gündemin tepe noktasına oturdu. Sermaye, başta yazılı ve görüntülü basını olmak üzere her türlü aracı kullanarak, özelleştirmenin yararlarını anlatan bir kampanya yürütüyor. Uluslararası finans kurumlan, çok uluslu danışmanlık şirketleri, holding yöneticileri ve tabii ki sözde bilim adamları(!), durmaksızın ve adeta bir ibadet yürütürcesine özelleştirme amentüsü okuyorlar. Bütün TV kanalları ve bütün burjuva gazeteler, her gün özelleştirme ayinleri düzenliyorlar. Gelinen yerde özelleştirme, tek taraflı yürütülen korkunç bir ideolojik saldın halini almış durumda. Yaratılan toplam tablo öyle bir manzara ortaya çıkarıyor ki, sanki bütün kötülüklerin sebebi devlete ait iktisadi kuruluşlardır ve bütün sorunların çözümü de bu kuruluşların bir an önce özel­leştirilmesinden geçiyor. Özelleştirmeye şu ya da bu nedenle karşı çıkanlar, hemen ortak bir paydada toplanarak bir suçlama kampanyası ile yüzyüze bırakılıyorlar. Çağdışı kalmak, uluslararası entegrasyon sürecini ve globalleşmeyi anlayamamak, başarısızlığı kanıtlanmış kamu mülkiyetini ve planlamayı hortlatmaya çalışmak bu ithamların en moda olanları...
Özelleştirme uygulamalarına tarihte yeni rastlanmıyor. Ne var ki, 1970'lerde başlayıp 1980'lerde iyiden iyiye yoğunlaşan bu yeni özelleştirme kampanyası diğerlerinden çok farklı. Bu kampanya, bugün, ideolojik, iktisadi ve sosyal planda kapsamlı ve yoğun bir uluslararası saldırı haline dönüşmüştür. Ağırlıkları farklı olmak üzere bu saldırıya tüm kapitalist dünyada rastlamak mümkün. Rusya, Doğu Avrupa, Latin Amerika, Avrupa vb. tüm kapitalist dünyada adeta bir özelleştirme heyulası kol gezmekte.
Genel bir saldırı haline dönüşmüş bulunan özelleştirme Türkiye'de de benzer bir yoğunlukla gündemdedir. Özelleştirme tartışmasının yoğunlaşmaya başladığı ilk tarih 12 Eylül rejimi ve onu izleyen Özal hükümetleri dönemidir. Bu dönemlerde özelleştirmenin iktisadi ve ideolojik altya­pısı oluşturulmuştur. IMF ve Dünya Bankası'nın, holdinglerin bu yöndeki ağırlığını daha da fazlalaştırmaya başladığı son Çiller hükümeti ise adeta bir özelleştirme hükümeti olarak kurulmuş, temel misyonunu "özelleştirme" üzerine oturtmuştur.

Genel ve yerel planda, özelleştirme sorununun sermayenin gündeminin baş sırasına oturmasının nedeni nedir? Özelleştirmeyle ne elde edilmek isteniyor? Özelleştirme ne tür sonuçlar doğuracaktır.

Sermayenin Krizi, Neo-Liberal Politikalar ve Özelleştirme

Özelleştirmenin uluslararası sermaye tarafından bu denli gündemde tutulmasının içice geçmiş pek çok nedeni var. Ama tüm bu nedenler bir tek ortak nedene, dünya kapi­talizminin 1970'lerden beri yaşadığı ve bugüne dek bir türlü de içinden çıkamadığı krize bağlıdırlar. Bu kriz, temelde bir karlılık ve pazar krizidir. Kar oranlarının düşmesi, yeni pazar alanları bulmakta çekilen güçlük, tek tek burjuva devletlerin içine yuvarlandığı mali kriz ve uluslararası borç krizi, tümü birlikte kapitalizmin içinde bulunduğu krizin birbirine bağlı çeşitli görünümlerini oluşturuyorlar. Özelleştirme politikası ise, uluslararası tekelci sermayenin bu krizden, krizin yükünü tümüyle işçi ve emekçilere yükleyerek çıkmak için kendi cephesinden dayattığı bir saldırı politikası oluyor.

Biz bu soruna yeniden ve daha ayrıntılı olarak döneceğiz. Bu soruna geçmeden önce, uluslararası sermaye düzeninin özelleştirme için oluşturduğu gerekçelere değinmek ve bunların ne denli gerçekdışı olduğunu göstermek zorunludur. Zira, bu gerekçeler sabah akşam tüm emekçilerin beynine özelleştirmenin nedenleri olarak şırıngalanmaktadır. Görünen o ki, tek taraflı ve oldukça yoğun olarak yürütülen bu propaganda, pek çok emekçinin zihninde önemli bulanıklıklar yaratmış bulunmaktadır. Pek çok emekçi, özel­leştirmenin sermayenin iddia ettiği nedenler yüzünden gündemde olduğunu düşünebilmektedir. Oysa tek tek bu gerekçelere bakıldığında, bunların tümünün ilkel ve bayağı bir yalandan, kaba çarpıtmalardan ibaret olduğunu görmek hiç de zor değildir.

Önce şunu hatırlatmakta yarar var. KiT'ler ne dün halkın malıydılar, ne de koşullar sosyalizmden yana değişmedikçe yarın olacaklardır. Bu kuruluşların dünkü işlevi çeşitli yol ve yöntemlerle kapitalistlere kaynak aktarmak, kar oranlarının düşmesini engellemekti. Dolayısıyla bu kuruluşlar dünkü halleriyle de, halkın değil kapitalist sınıfın hizmetindeki kuruluşlardı. Dün ile bugün arasında değişen tek şey, bugün kapitalistlerin bu kuruluşların mülkiyetine de doğrudan sahip olmak istemeleri, bu yolla da tekelci güçle­rini artırmak amacında olmalarıdır. Peki, bu böyleyse, niçin işçi ve emekçiler özelleştirmeye karşı çıkmalıdır? Çünkü özelleştirme politikası, kapitalizm içinde gerçekleşen basit bir mülkiyet el değişiminden ibaret değildir. Bu politikanın işçi ve emekçiler için asıl önemli yanı, bu politika aracılığıyla uluslararası sermayenin ücretten örgütlenmeye kadar tüm kazanımlara yönelik bir saldırıyı örgütlemesidir. İşte biz burada, bu nedenle, sermayenin bu konudaki gerekçelerinin yalana dayalı olduğunu sergilemeye çalışıyoruz.

Bu kısa hatırlatmadan sonra şu soruyu sorabiliriz. Nedir uluslararası sermayenin özelleştirmenin nedeni olarak ortaya sürdüğü gerekçeler? Kısaca şöyle sıralayabiliriz: Kamu sektörü daha verimsizdir, özelleştirme ile verimlilik artacaktır. Özelleştirme ile tekellere karşı rekabet yaratılmış olacaktır. Özelleştirme ile devlet küçültülecek, bu yolla da demokrasi büyütülmüş olacaktır. Özelleştirme ile sermayenin tabana yayılması sağlanmış olacaktır. Özelleştirme ile mal ve hizmetlerin kalitesini yükseltmek, fiyatlarını ise düşürmek mümkün olacaktır. KiT'ler bütçe açığının, dolayısıyla mali krizin temel sorumlusudur; özelleştirme ile bu kriz ortadan kalkmış olacaktır vb. vb. Kısacası sermayeye göre KiT'ler bütün kötülüklerin kaynağı, özelleştirme ise bütün dertlere devadır! Bu, aynı zamanda, kapitalizmin krizinin gerçek nedeninin saklanması çabasıdır. Sermaye düzeni, bu demagoji sayesinde krizin özel mülkiyetin yeterince yaygınlaşmamış olmasından, "kamu mülkiyeti"nden kaynaklandığı görüntüsü vermektedir. Hatta akıllara durgunluk verecek bir iddia ile, krizin nedenini, kapitalist ülkelerde "sosyalist mülkiyet sisteminin ağırlıkta olması" gibi evlere şenlik bir gerekçeye bağlamaktadır. Böylece kapitalizm koşullarında tümüyle özel mülkiyet sisteminin ihtiyaçlarına uyarlanmış olan, bizzat kendisi de bir kapitalist mülkiyet biçiminden başka birşey olmayan kamu iktisadi kuruluşları, sanki kapitalizmden ayrık birşeymiş gibi gösterilerek ve krizin bütün sorumluluğu bu KiT'lere yüklenerek, krizin gerçek ve tek sorumlusu olan kapitalist düzen aklan­maya çalışılmaktadır.

Verimlilik sorunundan başlayalım. Burada ilk önce şunu belirtmek gerekir. Bugün KiT'ler burjuvazinin iddia ettiği gibi verimsiz kuruluşlar değildir. Ama KiT'leri tümüye verimsiz kuruluşlar haline dönüştürmek de mümkündür. Zira, kapitalizm koşullarında para-kredi, maliye, istihdam vb. tüm iktisadi politika araçları; tüm kaynaklar kapitalist sınıfın denetiminde ve kontrolündedir. O'nun çıkarları doğrultusunda kullanılmaktadır. Sermaye açısından dün bu tür kuruluşlar, kendi çıkartan açısından çok daha yararlı idiler. Dolayısıyla bu iktisadi politika araçları, KiT'lerin verimliliğini ve karlılığını artırmak için kullanılıyordu. Hatta bugün KiT'lerin özelleştirilmesini kredi için şart koşan IMF, Dünya Bankası vb. kuruluşlar, 1980 öncesinde ağırlıkla bu kuruluşlara kredi açıyorlardı. Bugün kapitalist sistemin çıkarları, aşağıda daha ayrıntılı olarak belirteceğimiz nedenler yüzünden, KiT'lerin özelleştirilmesini gerektirmektedir. Dolayısıyla tüm bu araçlar, KiT'lerin karlılığını ve verimliliğini gözetmeyen bir tarzda kullanılmaktadır. KiT'ler, özelleştirmenin önemli bir dirençle karşılaşılmadan gerçekleştirilebilmesi amacıyla, pek çok ülkede bilinçli bir politikayla zarar eden kuruluşlar haline getirilmektedirler. Özellikle 1980'lerden bu yana izlenen politika ile Türkiye'de de yapılan budur. Bundan dolayıdır ki KiT'ler, yakın zamandan beri karlılık ve verimlilik açısından geçmişe göre daha olumsuz göstergelere sahiptirler. KiT'lerin verimliliği ve karlılığı ancak sermaye yenilenmesi ve istihdam artışı gibi unsurlarla mümkündür. Hem sermaye yenilenmez, yeni-lenme-geliştirme yatırımları yapılmaz, hem de istihdamda bir artış sözkonusu olmazsa; bu hangi iktisadi kuruluş olursa olsun verimlilik ve karlılık göstergelerinde düşme olur. KiT'lerde gerçekleşen de budur. KiT'lerin sermaye birikimi bakımından, 1980'li yıllardan bugüne reel yatırımlar takriben %60-7Q civarında düşmüştür. Bu dönem boyunca istihdamda ise hemen hiçbir değişme yoktur. Bu, KiT'lerin bilinçli bir politikayla zarar eden kuruluşlar haline getirildiğinin en somut göstergesidir. Buna bir de 1986 yılından itibaren KiT'lere bindirilen yüksek faiz yükü eklenirse tablo çok daha açık hale gelir.

KiT'ler, sermayenin iddia ettiği gibi doğası gereği zarar eden verimsiz kuruluşlar olduğu için özelleştirilmek istenmiyor. Tam tersine, özeîleştirilmek istendiği için Verimsiz ve zarar eden kuruluşlar haline getirilmek isteniyor. KiT'lerin doğası gereği verimsiz ve zarar eden kuruluşlar olduğu gerekçesi, burjuva iktisadı açısından dahi hiçbir değer taşımayan, tümüyle ideolojik bir iddiadır. Bu konuda bizzat kapitalist devletin kendi kuruluşlarının, örneğin Milli Prodüktivite Merkezi'nin (MPM) araştırmaları bu iddiayı çürütür niteliktedir. 1986'dan bu yana KiT'ler, yukarıda bahsedilen bilinçli politika ile zararlı hale getirilmiş olma­sına karşın, burjuvazinin iddiasının aksine hala verimli kuruluşlardır. 500 büyük sanayi kuruluşu içinde KiT'lerin milli gelire katkısı %50 civarındadır. Ayrıca özel­leştirildikten sonra verimlilik ve karlılıklarında ciddi bir artış gerçekleşen herhangi bir KİT sözkonusu değilken, ÇİTOSAN örneğinde tam tersi sonuçların ortaya çıktığı görülmektedir. Bu kuruluşların özelleştirmenin ardından karlılık ve verimliliklerinde önemli düşüşler yaşanmıştır.

Dolayısıyla sermaye tarafından ileri sürülen bu iddia tümüyle yalana dayalı gerçek dışı bir iddiadır. Daha önce de belirttiğimiz gibi KiT'ler kapitalizm koşullarında verimli ve karlı kuruluşlar da olabilir, verimsiz ve zarar eden kuruluşlar haline de gelebilir, getirilebilir. Bu, tümüyle, sermayenin içinde bulunduğu koşullara ve onun çıkarlarına bağlı bir durumdur.

Özelleştirme ile tekelciliğin önleneceği, tekeller arası bir rekabet ortamının yaratılacağı yönündeki özelleştirme gerekçesi de, ancak yukarıdaki gerekçe kadar gerçeklerle bağdaşabilir. Özelleştirme, tekelciliği önlemek bir yana, tam aksi sonuçlar doğurmakta ve zaten bu amaçla da gündeme getirilmektedir. Örneğin bizde bugünlerde çok sık örnek olarak gösterilen Arjantin'de, özelleştirilen işletmelerin büyük bir bölümü dört büyük sermaye grubuna satılmıştır. Bu, korkunç bir ekonomik güç yoğunlaşması demektir. Türkiye'de yapılan özelleştirme uygulamalarına bakınca benzer bir sonucu görmek mümkündür. Özelleştirilen işlet meler ya ALCATEL, Française Cement vb. gibi yabancı tekellere ya da Koç, Sabancı, Uzanlar, YİBİTAŞ gibi büyük holdinglere satılmıştır. Sermayenin iddiasının aksine, özel­leştirme ile mevcut tekellerin gücü daha da artırılmaktadır. Sermaye tarafından, en az bunun kadar bayağı bir yalan olan bir özelleştirme gerekçesi daha ileri sürülmektedir. Bu da, özelleştirme ile sermayenin tabana yayılmasının ve böylece de ekonomik demokrasinin sağlanacak olmasıdır. Burjuva iktisadı tarafından bile amacı ve asli işlevi "küçük ve orta boy tasarruf sahiplerinin tasarruflarım merkezileştirmek" olarak tanımlanan borsa ise, bu uygulamanın ana aracı olarak sunulmaktadır. Kapitalizmde şirket paylarının "taban"a yayılmasının, temelde tek bir nedeni vardır. Bu da "ekonomik demokrasi"nin sağlanması değil, tersine tekelci egemenliğin güçlendirilmesi, sermayenin giderek daha az elde toplanması, merkezileştirilmesidir. Küçük hisseler ise, küçük tasarrufları toplayarak tekellerin hizmetine sunmanın bir yöntemidir yalnızca. İstisnasız tüm özelleştirme uygulamaları da bunun böyle olduğunu kanıtlar niteliktedir. Pek çok özelleştirme uygulamasında, özelleştirmeyi daha cazip kılmak, daha uygulanabilir hale getirmek için ilk başta küçük pay senetleri nispeten daha geniş alıcı kitlesine satılmaktadır. Böylece kitlelerin "büyük gelir" düşleri ile özelleştirmeye evet demesi sağlanmaya çalışılmaktadır. Ne var ki, bu zenginleşme ve kapitalistleşme düşlerinin ömrü çok uzun olmamaktadır. Özelleştirme uygulamaları, bu hisselerin kısa sürede giderek sınırlı ellerde toplandığının sayısız örnekleriyle doludur. Öyle ki, bugün Avrupa'da toplam hisse senedi paylarının %50'si hisse senedine yatırım yapanların %rinin elinde toplanmış bulunmaktadır. İngiltere'deki pek çok özelleştirme örneği de, özelleştirilen işletmelerde henüz daha bir yıl dolmadan çok ciddi bir hisse senedi yoğunlaşmasının yaşandığım gösterir niteliktedir. (İngiltere'de, Şubat 1981'de özelleştirilen British Aerospace'in hisseleri toplam 157.329 kişiye ait bulunmaktaydı; Ocak 1983'e gelindiğinde ise hisse sahiplerinin toplam sayısı yalnızca 21.175'ten ibaret. Yine İngiltere'de British Telecom'da yaşa­nanlar da buna çok benzer niteliktedir.)

Bu yalanı Türkiye'de yaşanan örnekler de yeterli açıklıkta ortaya sermektedir. TELETAŞ firması, 1983 yılında Fransız ALCATEL firmasının Belçika'daki şirketi olan Bell Telephone ile PTT'nin ortaklığı sonucu kurulmuştur. Bell, başlangıçta TELETAŞ'm yalnızca %39 hissesine sahipti, bugünse %65'ine sahiptir. Yine NETAŞ, Çukurova Elektrik gibi kuruluşlarda yaşananlar da benzerdir. Özellikle Çukurova Elektrik hisselerinin Uzanlar'ın elinde toplanması hayli sansasyonel bir olaya dönüştüğü için herkesin hatmndadır.

"Tekelleşmenin önlenmesi", "sermayenin tabana yayılması" vb. özelleştirme argümanlarının gerçek dışı niteliği, bir diğer özelleştirme argümanı olan "kalitenin yükselmesi ve fiyatların düşmesi" gerekçesinin de gerçek dışılığmın kendi başına yeterli kanıtıdır. Zira, bu iddia diğer iddiaların, özellikle de "rekabet ortamının yaratılması" iddiasının zorunlu sonucu olarak ortaya atılmaktadır zaten. Ne var ki, özelleştirme ile artan, rekabet değil tekelcileşme olduğu için, fiyat ve kaliteye ilişkin özelleştirme iddialan da kendiliğinden havada kalmaktadır. Nitekim özelleştirme uygulamaları da, gerçek hayatta bu iddianın tam tersinin yaşan­dığını gösterir niteliktedir. Yine o çok beğenilen ve çok sık örnek gösterilen Arjantin'den başlayacak olursak; Arjantin'de en önemli özelleştirme alanları olan telefon, havayolları ve taşımacılık sektöründe, özelleştirme sonucunda gerçekleşen kalite yükselişi ve fiyat düşüşü değil, tam tersi önemli bir kalite düşüşü ve fiyat artışıdır. Türkiye'deki özelleştirme uygulamalarından ise çarpıcı olması nedeniyle ÇİTOSAN'ı örnek verebiliriz. Çimento sektöründe 9 fabrikadan 5'ini özelleştirme sonucu ele geçiren Fransız firması, bu sektörde neredeyse tek hakim tekel konumuna yükselmiştir. Pazarı büyük ölçüde denetlemen Fransız tekeli piyasa fiyatlarını da doğrudan belirler bir konuma ulaşmıştır. Sonuç, özelleştirme uygulamalarının ardından çimento fiyatlarının tam üç misli artışıdır. Bu aynı süreçte üretim kalitesinde de önemli bir düşüş gerçekleşmiştir.

Gelelim son iki yalana, yani, devleti küçültüp demokrasiyi büyütmek iddiasına ve KiT'lerin kamu açıklarının, dolayısıyla krizin temel nedeni olduğu yolundaki sözde özelleştirme gerekçesine...

Olaylar bize göstermektedir ki, özelleştirme uygu­lamaları, nerede, hangi ülkede uygulanmışsa, bu ülkelerde demokrasinin gelişmesi bir yana işçi ve emekçilerin geçmişe ait tüm kazammlarma saldırılmış, tüm demokratik haklar törpülenmek istenmiştir. Bugün Türkiye'de, işçi ve emek­çilerin kazammlan nasıl tehdit altındaysa, işçi ve emekçileri ezmek ve sindirmek için nasıl ara rejim, askeri darbe arayışları yoğunlaşmışsa, bütün diğer örneklerde de benzer süreçler yaşanmıştır. Pinochet Şili'si, 12 Eylül Türkiye'si, Teacher İngiltere'si, Menem Arjantin'i ve Fujimori Peru'su, özelleştirme uygulamaları ile "demokrasi" arasındaki ilişkiyi en gerçek ve en çarpıcı biçimde ortaya koyan örneklerdir.

Kamu açıkları ile KiT'ler, dolayısıyla ekonomik kriz ile KiT'ler arasında kurulan bağlantı da somut olgularla açıkça çelişen, onlar tarafından kolaylıkla yalanlanabilen benzer türden bir ideolojik gerekçedir. KiT'lerin neden olduğu kamu açıklan tüm kamu açıklarının yalnızca dörtte biri oranındadır. Bu, krizin gerçek nedenlerini, dolayısıyla da özelleştirmenin gerçek muhtevasını gizlemek için uydurulmuş bir başka ideolojik yalandan ibarettir.

Buraya kadar özelleştirme için sermayenin ileri sürdüğü gerekçelerin ne denli gerçek dışı olduğunu göstermeye çalıştık. Bu iki açıdan gerekliydi. İlkin, bu gerekçelerin sahteliği hakkında aydınlanmak temeldeki gerçek nedenlerin kavra-nabilmesini de kolaylaştıracaktır. İkinci olarak, yukarıdaki gerekçeler burjuva medya tarafından o kadar yaygın bir şekilde işlenmiştir ki, bu kampanya pek çok emekçinin zihninde önemli bulanıklıklar oluşmasına neden olmuştur. Dolayısıyla, gelinen yerde, sermayenin bu sahte gerekçelerini çürütmek, özelleştirme saldırısına karşı müca­delenin başlıbaşma önemli bir alanı haline dönüşmüştür. Bu gerekçelerin gerçekdışılığı ne kadar yaygın bir şekilde işlenir ve kuvvetli bir tarzda ortaya konulursa, kitlelerin, burju­vazinin ve burjuva devletin karakteri konusunda, onun ideo­lojik aygıtlarının işlevi konusunda aydınlanmaları da o denli sağlanmış olacaktır.

Şimdi artık özelleştirmenin gerçek nedenlerine geçebiliriz. Devletin ekonomide ağırlığının olmadığı bir pir-ü pak serbest piyasa ekonomisi tarihte hiçbir zaman olmadı. Bu yalnızca burjuva iktisatçıların kafalarında mevcuttur. Serbest piyasa ilişkilerinin, rekabetin kendini en fazla hissettirdiği 19. yüzyılda bile, devletin ekonomide her zaman belirli bir ağırlığı olmuş; kapitalist devlet mülkiyetinin çeşitli türlerine bu dönemde de rastlanmıştır. Ama devletin ekonomik hayatta ağırlığının belirleyici bir biçimde artması, kapitalist devlet mülkiyetinin kapitalist ekonomi açısından son derece önemli bir olgu haline gelmesi, 1929 bunalımını izleyen yıllara rastlar. 2. Emperyalist Savaş'ın ertesinde ise çok daha belirleyici bir önem kazanır. Kapitalist özel mülkiyet düzeninde kapitalist devlet mülkiyetinin yoğunlaşmasını, devletin tüm ekonomik süreç üzerindeki rolünün artmasını sağlayan çok çeşitli faktörler sözko-nusudur. Kapitalizmin devresel bunalımlarının kapitalist ekonomiyi ardı ardına çöküş tehlikeleriyle yüzyüze getirmiş olması, kapitalist devletin, bu bunalımların etkisini azaltmak için ekonomiye giderek artan oranda müdahalesini zorunlu hale getirmiştir. Kapitalist devletin kapitalist ekonomi üzerindeki müdahaleci rolünü artıran bir diğer neden ise, kriz içindeki kapitalistlerin tek tek üstesinden gelemeyecekleri, ama kapitalist ekonominin kendini yeniden üretebilmesi için zorunlu olan büyük ölçekli, sermaye yoğun yatırımların devlet aracılığıyla yapılmasıdır. Devlet ayrıca haberleşme, ulaşım, hammadde, ara malı vb. altyapı yatı-nmlannı üstlenerek de kapitalist birikim sürecinin önünü açmaya çalışmıştır. Bugün özelleştirme çığlıkları atan, kapi­talist devlet mülkiyetinin (onlar kasıtlı olarak "kamu mülkiyeti" diyor) zararlarım anlatmakla bitiremeyen kapitalist gruplar, bu yıllarda ise devletin ekonomiye giderek artan oranda müdahalesini talep ediyor, bunun gönüllü propagandacılığını üstleniyorlardı. Üçüncü önemli neden ise, devletin bu tarihten sonra gerek talep yetersizliğini ortadan kaldırmak, gerekse sınıf mücadelesini dizginlemek amacıyla, "geliri yeniden dağıtıcı" bir işlevle ekonomik süreçlere, bölüşüm ilişkilerine artan oranda müdahale etmeye başla­masıdır. Bu müdahalelerle bir yandan kar oranlan yüksel­tilebilmiş, diğer yandan da emek-sermaye mücadelesi yumu-şatılabilmiştir.

Bu üç temel nedenle kapitalizm, özellikle 2. Emperyalist Savaş'm ardından devletin ekonomik süreçler üzerindeki ağırlığının giderek artmaya başladığı bir döneme girdi. Bu aynı dönemde yalnızca gelişmiş kapitalist ülkelerde değil, aynı zamanda azgelişmiş ülkelerde de benzer bir süreç yaşandı. Ama nedenlerinde bazı farklılıklar vardı. Azgelişmiş ülkelerde devletin ekonomideki belirleyici öneminin temel nedeni, bu ülkelerdeki sermaye birikiminin sınırlı olmasıydı. Bu nedenle devlet, bizzat kapitalist gelişmenin temel motoru olarak rol oynamak zorunda kaldı. Kapitalizm, sözkonusu dönemde, 2. Emperyalist Savaş ile '70'li yıllar arasında daha önce benzeri görülmemiş ve hemen herkesi şaşırtan bir büyüme dönemine girdi. Hayli uzun bir sürece yayılan bir büyüme dönemi oldu bu. Öyle ki, bu süreç kapitalizmin ideolojik-politik etkinliğinide umulmadık derecede kuvvetlendirdi. Sosyalizm mücadelesi açısından ise, tersinden büyük handikaplar yarattı. Devlet, kapitalizmin devresel krizlerini çeşitli müdahale araçlarını kullanarak sınırlayabildi. Bu aynı dönemde tekelcileşmede korkunç boyutlara ulaştı. Giderek etkinliğini ve gücünü > uluslararası plana taşıdı. 1950'lerde ABD'de, 1960'larda Avrupa'da ve nihayet '70'lerde de Japonya'da pek çok uluslararası tekel oluştu. Tekelciliğin bu denli boyutlanması, kar oranlarının düşüşü, pazar vb. sorunların artışını da beraberinde getirdi. Ayrıca, devletin kapitalist ekonominin devresel krizlerini önlemek için uyguladığı klasik araçları işlevsizleştirdi.

1970'li yılların başında kapitalizm,  etkileri  bugüne kadar süren derin bir bunalıma sürüklendi. Büyüme oranları , geriledi, yatırımlar ve kapasite kullanım oranları düştü, işsizlik ve enflasyon birlikte artış gösterdi. Giderek kapi-talist devletler mali krizle yüzyüze geldi, "sosyal devlet" uygulamasından  uzaklaşılmaya  başlandı.   Ücretler   eridi, sosyal güvenlik haklan, işçi sınıfı ve emekçilerin elinden tek tek geri alınmaya başlandı.

Bunalım, temelde, kar oranlarının düşüşü ve pazar sorunu ile kendisini ifade ediyordu. Ama buna bağlı başka bazı görünümleri de vardı. Kapitalist devletlerin yaşadığı mali kriz ve uluslararası planda yaşanan borç krizi...

1970'lerin krizi aynı zamanda, belirttiğimiz gibi, kapitalist devletlerin mali krizim de beraberinde getirdi. '70'li  yıllara kadar sürdürülen yüksek ücretlere ve sosyal güvenliğe dayalı artık değer birikim süreci, bunalımla beraber tıkanmaya başladı. Bunalım kapitalist devletin gelirlerim azaltırken, harcamaların eskisi gibi sürmesi, gelir ve harcamalar arasındaki açığın büyümesi sorununu doğurdu. Kapitalist devlet, sınıf karakteri gereği, bu açığı sermaye kesiminden daha yüksek vergi alarak kapatmaya gitmedi. Aksine, sermaye kesimlerinin içinde bulunduğu karlılık krizi nedeniyle, sermaye kesiminden daha az vergi alınması yoluna gidildi. Sermaye kesiminden giderek daha az vergi alınması ise, gelir ve harcamalar arasındaki açığı daha da büyüterek, kapitalist devletlerin mali krizini iyice derin­leştirdi.

Bu dönemde aynı zamanda, uluslararası planda ilk önce bir borç ve kredi patlamasının, daha sonra ise bu alanda da derinleşen bir krizin yaşandığına tanık olundu. 1970'li yıllarda gelişmiş kapitalist ülkelerde yaşanan durgunluk, bu ülke­lerde birikmiş aşırı sermaye yoğunlaşmasının kendine yeni alanlar aramasına neden oldu. Bu arayış ise karşılığım, doğrudan yatırımlardan ziyade daha karlı olan spekülatif alanda buldu. Çokuluslu ticari bankalar, 1970'li yıllardan sonra çılgınlık derecesine varan bir spekülasyon ortamı yarattı. Azgelişmiş ülkelere "borç" adı altında yoğun bir kredi akışı oldu. Ardından ise, bu azgelişmiş ülkelerin yüksek faizli bu borçlan geri ödeme güçlükleriyle karşılaşması ve dolayısıyla uluslararası bir borç krizi gündeme geldi.

Kapitalist devletlerin mali krizi ve uluslararası borç krizi ise, belirttiğimiz gibi, kaynağım temeldeki karlılık ve pazar krizinden alıyordu. Bu temel krizin kısa dönemli sonuçlarıydılar. Uluslararası kapitalist sistem, bu krizden kurtulmanın tek çaresinin kendisine yeni karlılık alanları açmak, yeni pazarlar yaratmak olduğunu kuşkusuz ki biliyordu. Ne var ki, dünya pazarlarının paylaşılmış konumu, burada oluşmuş dengeleri kısa sürede değiştirmenin güçlük leri, kapitalist ülkeleri, zorunlu olarak bu doğrultuda yeni çözüm yolları aramaya kanalize etti. İşte özelleştirme, bu krizi, krizin faturasını işçi ve emekçilere dayatarak aşmak için oluşturulmuş çok kapsamlı bir saldırı politikasının önemli halkalarından biridir. Sermaye, özelleştirme politikasıyla karlılık ve pazar sorununa kısa vadede bir çözüm bulmak istemektedir. Bunun bir yolu ise, kendi ülke­lerindeki dev, karlı ve tekel konumundaki devlet işletmelerini "uygun bir fiyatla" kendi özel mülkü haline getirmektir. Ayrıca şu ana kadar pazar ilişkilerine fazlasıyla konu olmamış, dolaylı yoldan sermayenin maliyetlerini düşürmeyi hedefleyen sağlık, eğitim, haberleşme, tele* komünikasyon, sosyal güvenlik, vb. tüm alanları kar oran­larındaki düşüşü engellemek amacıyla, tümüyle pazar iliş­kilerinin içine çekmektir. Bunun bir diğer yolu ise, bu aynı amacı, azgelişmiş ülkelerdeki telekomünikasyon, enerji, madencilik vb. önemli KiT'leri alarak gerçekleştirmektir. Yeni pazar alanları bulmakta zorlanan uluslararası tekeller, bu sorunun kısa vadedeki en pratik çözüm yolunun buradan geçtiğini düşünmektedirler. Dünya Bankası, IMF, Ulus­lararası Finans Kurumu gibi kuruluşların, yabancı ticari bankalann özelleştirme konusundaki ısrarlarının; kredi için özelleştirmeyi şart koşmalarının; özelleştirmeyi önerilen "istikrar programları"nm en temel unsuru haline getir­melerinin temel nedeni budur.

Gelişmiş kapitalist ülkelerde kar oranlarının düşmesi ve pazar sorunu biçiminde kendini ortaya koyan kriz, kar oran­larının düşmesini engellemek ve yeni pazar alanları bulmak isteyen sermayenin ucuz işgücü cenneti olan bu ülkelere doğru genişlemesini getirmektedir. Bu nedenle, uluslararası sermaye bu ucuz işgücü cenneti ülkelerde kendisi için en uygun koşulların oluşturulmasını istemektedir. Altyapı sorunu olmayan büyük şirketleri satın almakla yetinmemekte,aynı zamanda karlılık oranlarını yükseltecek tüm koşulların oluşturulmasını da dayatmaktadır. Bu ülkelerde yoğunlaşarak gündeme getirilen sendikasızlaştırma, taşeronlaştırma, gümrük duvarlarını indirme vb. ise bu gelişmenin önündeki engellerin tek tek ortadan kaldırılması olmaktadır.

Özelleştirme, aynı zamanda, kapitalist devletlerin mali krizini atlatmak açısından da, uluslararası sermayenin önerdiği bir yoldur. Bu, yalnızca KiT'lerin satışından elde edilecek gelirle, gelir-harcama açığının kısmen kapatılması ile ilgili bir sorun değildir. Sorunun bu yanı son derece talidir. Asıl önemli olan, böylece devletin "yüksek ücret" ve "sosyal güvenlik" vb. gibi yüklerden tümüyle kurtulacak olmasıdır. KiT'lerin özelleştirilmesinin her yerde işsizliğin artışıyla gündeme gelmesi rastlantı değildir. Bu yolla, genel olarak sermayenin düşük ücret politikası uygulayabilmesinin zemini yaratılırken, devlet de geçmişteki "yüksek ücret" yükün­den kurtulmuş olmaktadır. Ayrıca sağlık, eğitim, haber­leşme, ulaşım vb. alanlardaki özelleştirmelerle tüm bu alanlara yönelik harcamalar azaltılmış, bu yolla da kapitalist devletin mali krizden kurtulması sağlanmış olacaktır. Plan­lar bu yöndedir.Tüm bunların, işçi ve emekçilerin geçmiş tüm kazammlannın tırpanlanması anlamına geldiği ise açıktır.

Özelleştirme saldırısının gerçek nedenlerinden bir diğeri de, uluslararası borç krizini hafifletmeye çalışmaktır. Bu politikanın bir IMF politikası olduğu sır değil; IMF 1980'den sonra dış kredi için başvuran ülkelere özelleştirmeyi şart koşuyor. Bunun nedenlerinden birine yukarıda değindik, diğer neden özelleştirmenin dış borçların ödenebilmesi için bir kaynak da olması...

Tümüyle bir borç batağı içine saplanmış olan azgelişmiş kapitalist ülkeler, üretimde düşüşün ve ihracatta tıkanmanın başgösterdiği her kriz döneminde borçlarını ödeyemez bir konuma düşmektedirler. Bu durumda iki kaynak sözkonusu olabilir: Ya sermayeden daha fazla vergi almak, ki bu sermaye çevrelerinin karlılık krizini daha da derinleştireceği için sistem açısından kolayca kabul edilebilir bir çözüm değildir; ya da buna alternatif olarak borçlan ödeyebilmek için özelleştirme aracılığıyla kaynak sağlamak!.. Sermaye, bugünkü güç dengelerinin emek güçleri aleyhine olmasından da yararlanarak, aşağı yukarı tüm kapitalist ülkelerde bu ikinci alternatifi uygulamaktadır.

îşte, '80'li yıllardan sonra kapitalist dünyada esen özel­leştirme rüzgarının gerçek nedenleri bunlardır. Özelleştirme ile, krizin iyiden iyiye derinleştiği bir dönemde sermaye için daha da katlanılmaz hale gelen sosyal devlet yükü bir tarafa atılmaktadır. Kar oranlarını artırmanın ilk yolu sömürüyü artırmak olduğu için, özelleştirme ile işçi sınıfı işsizlikle "terbiye" edilecek; örgütsüzlükle atomize edilecek; kendi içinde rekabete sürüklenecek; tüm bu yollarla da düşük ücret politikası sonuna kadar uygulanarak sömürü en son sınırına kadar artırılmış olacaktır. Birer kapitalist devlet kuruluşu olan KiT'lerin, uzun yıllardır Türkiye'nin kapitalist ekonomisinde son derece belirleyici bir ağırlığı vardır. Büyük sanayi üretiminin nere­deyse %80'i KiT'ler tarafından gerçekleştirilmektedir. Tüm azgelişmiş kapitalist ülkelerde olduğu gibi, Türkiye'de de, kapitalist devlet kuruluşlarının bu özel ağırlığının en temel nedeni başlangıçtaki sermaye birikimi zayıflığıdır. Türki­ye'deki kapitalistleşme sürecinde motor rolü devlet, dola­yısıyla KiT'ler oynamıştır. Cılız burjuvazinin güçlen­dirilmesi, kapitalist gelişmenin altyapısının oluşturulması, bizzat devletin üstlendiği bir roldür. İşte KiT'ler bu süreçte, bu temel amaca, yani burjuvaziyi güçlendirme ve kapi­talizmi geliştirme amacına hizmet eden kuruluşlardır.

KiT'ler bu süreçteki rollerini çok çeşitli biçimlerde yeri­ne getirmişlerdir: Özel sektöre ucuz girdi ve ara malı sağla­mak, özel sektörün ürettiği ürünleri piyasa fiyatları üzerinde bir fiyatla satın almak, ihale ve aracılık yöntemiyle özel sektörün sermaye birikim sürecini hızlandırmak, özel sektörü KiT'lere son derece elverişli koşullarla ortak ederek palazlandırmak ve başka yollarla özel sektöre kaynak aktarmak... Bugünün olayları üzerinden bu işleyişe örnek verecek olursak: Örneğin: TTK, Demir-Çelik işletmelerine son derece ucuz fiyatlarla girdi sağlar. Demir-Çelik İşletmesi ise bunu işlenmiş hale getirerek yine dünya piyasa fiyatlarının çok altında bir fiyatla, özel sektöre aktarır. Böylece özel sektörün maliyet kalemi düşürülmüş, daha fazla kar elde etmesi sağlanmış olur. KiT'ler yalnızca bu yolla değil, Asil Çelik, TransTürk, Vestel vb. örneklerinde görüldüğü gibi, özel sektörün batık şirketlerinin zararlarını çeşitli biçimlerde üstlenerek de kapitalistlere kaynak aktarır. (KiT'lerin zarar ettiği için özelleştirileceği demagojisinin gerçek dişiliğini gösteren ek olgulardır bunlar.)

n Türkiye vb. ülkelerde KiT'lerin özelleştirilmesi tartışmalarının başlamasının temel

nedenlerinden biri, KiT'lerin artık bu işlevlerini temelde tamamlamış olma­larıdır. Geçen 50

60 yıllık süre içerisinde, Türkiye'de küçümsenmeyecek bir güce sahip, tekelci özellikler

gösteren bir sermaye sınıfı oluşmuştur. Bugün Sermaye sınıfı, KiT'lerin artık yalnızca

kendisine kaynak aktarmasıyla yetinmemekte, bu kuruluşların en azından bir kısmının

bizzat mülkiyetine de sahip olmak istemektedir. 70'lerde yaşanan ve genel olarak kar

oranlarının düşüşüne neden olan krizden sonra, sermaye temsilcileri KiT'lerin kendilerine

"uygun fiyatlar"la devredilmesi isteğini daha güçlü bir biçimde dile getirmeye

başlamışlardır. Aynı dönemde, yine bugünkü gibi bir mali krizle karşı karşıya kalan burjuva

devletin de gündemine, mali krizden kurtulabilmenin bir yolu olarak özelleştirme sorunu

girmeye başlamıştır. Ne var ki, sermaye ve onun devleti, özelleştirme tutkusundan hiç

vazgeçmemesine karşın, bu sorunu bugüne kadar ertelemek durumunda kalmışlardır. Bunun bir

nedeni, bu sürecin, özelleştirmenin ekonomik ve ideolojik altyapısını oluşturma clönemi

olarak kullamlmasıydı. Bu ertelemenin ikinci ve daha önemli nedeni ise, sermayenin bu

süreçte bunalımdan kısmen çıkarak kar oranlarını büyük ölçüde artırabilmiş olmasıydı.

Sermaye, 1970'li yılların sonunda önemli bir mali krizle karşı karşıyaydı. Dış borç bulmakta

güçlük içindeydi. Türkiye ekonomisi önemli ölçüde dış kaynağa bağlı olduğu için, bu kriz,

sonuçlarını hızla üretim alanında da göstermişti. Kapasite kullanımında ve yatırımlarda

düşüş ve bunlara bağlı olarak işsizlikte yığınsal artışlar, bu borç kriziyle içice geçmişti. Bu

bunalımı 24 Ocak ve 12 Eylül izledi. Bu dönemde sermaye, dış borçları ödeyebilir duruma

gelerek kaynak sorununu yeniden çözümleyebilmek için, "ihracata yönelik" bir çizgi izledi.

Sermaye, bu politikada iki nedene bağlı olarak kısmen başarılı oldu. Ücretler, işçi sınıfından

ciddi bir tepki gelmediği için en alt düzeye çekilebildi. Dış konjonktür, özellikle de

Ortadoğu'daki durum ihracat açısın­dan elverişli bir pazar alanı yarattı. Tüm bu avantajlar saye

sinde sermaye, krizi hafifletebildi, kar oranlarını artırabildi. Bundan dolayı da özelleştirme

sorunu ertelenebilir bir soruna dönüştü.

Ne var ki, bu süreç, başarıyı sağlayan iki etkendeki değişiklikle bir süre sonra tıkanmaya

aşladı. İşçiler, 1987'den başlayarak, düşük ücret politikasına tepkilerini ortaya koymaya

başladılar. Ve 1989 eylemleri ile ücretlerde belirgin bir artış sağlayabildiler. Öte yandan

sermaye, dış konjonktürdeki ihracatı sınırlayan gelişmeler nedeniyle ihra­catta daralma

sorunuyla karşılaştı.

İşte bu koşullardadır ki, özelleştirme yeniden, çok da.ha yoğun bir biçimde ve pratik bir sorun

olarak burjuvazinin gündemine girdi. Özelleştirme, krizden kurtulmanın tekelci çözümü olarak

topluma dayatılmaya başlandı. Buna, ulus­lararası sermaye adına IMF, Dünya Bankası gibi

kuruluşların bu yöndeki baskıları da eklendi.

Kısacası, Türkiye'de özelleştirme, uluslararası ve yerli sermayeye yeni kar alanları açmak,

devletin mali krizini kısmen de olsa gidermek ve dış borçların bir kısmini ödeye­bilmek

amacıyla sermaye tarafından dayatılan bir saldırı politikasıdır.

 

 

 

 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

PAPAZIN BAĞI: BİR CENNET PARÇASININ HİKAYESİ...

ANKARA’NIN İKİ YÜZYILANA DAMGA VURMUŞ BİR TARİHİ YAPIT: ABİDİNPAŞA KÖŞKÜ

şarap,kadın,şiir...-şiir-