Kemalizm, Türk Muhafazakarlığı ve İlericilik ...

 

Öyle görünüyor ki, artık Türkiye’de “sapla samanı” birbirinden ayırt edebilmek için koşullar çok daha olgunlaşıyor. Türkiye’deki askeri vesayet rejiminin örttüğü gerçekler, demokrasi, ilericilik vb. kavramların da bir anlamda içi boşaltılmış ve çarpıtılmış bir yorumunun hakimiyet sağlaması için önemli bir kolaylaştırıcı etki yapmıştı.

Türkiye’de demokrasinin önündeki en büyük engelin askeri vesayet rejimi ve onun korumaya çalıştığı statükonun küreselleşme süreçlerine uyum sağlamakta yarattığı engeller olarak görüldüğü, dolayısıyla askeri vesayet rejimine karşı tutumu ve küreselleşme sürecine olan tarafgirliği ile İslamcı muhafazakar kesiminin demokrat ve ilerici ilan edildiği bir dönem  sessiz sedasız “tarih” olmaya başladı. Askeri vesayetin geriletilmesiyle demokrasi yerine AKP vesayeti oluşturulduğu, bunu zaten çok eskiden beri dillendiren bizim gibi sosyalist yazarların dışında  artık pek çok liberal ve hatta  bazı  İslamcı yazarlar  tarafından da açıkça teslim edilen çıplak bir gerçeklik halini almaya başladı. Pek çok yazar, biçimsel farklılıklar bir yana  askeri vesayetin devlet ve toplum algısıyla AKP  iktidarının devlet ve toplum algısı arasındaki özsel benzerliği keşfetmeye başladı.  Son söylenmesi gerekeni başta ve açıkça söylemek gerekirse  bu,   tarihi ve demokrasiyi asker-sivil,  merkez-çevre ikilemi üzerinden okuyan anlayışların  mağlubiyeti ve/fakat sınıfsal analizin bir zaferidir.

Türk muhafazakarlığı ve ilericilik...

Bugüne kadar pek çok tahlilin temel argümanlarından birini oluşturan toplum merkezli ve halkın değerleriyle bütünleşik, devlete (Kemalizme) karşı sivil toplumun temsilcisi olan ve dolayısıyla demokrat ve ilerici bir karakter taşıyan Türkiye  muhafazakarlığı   tasviri; giderek daha net olarak görülmektedir ki, öze ilişkin olmayan, kısmi ve geçici bazı verileri temel alan“kurgulanmış”, “üretilmiş” ve daha çok da  ulus devlet formunu geriletme ve küreselleşme sürecini popülerleştirme gereksinimine hizmet eden ideoloji yüklü bir söylemdi…
Her şeyden önce, Kemalist elit, ile dinsel Anadolu muhafazakarlığın çeliştiği/çatıştığı yanlar elbette vardı. Ama bu çelişkinin içeriği ve boyutu, Kemalist elitle bu muhafazakarlık arasında zamanla kurulmuş ve adeta kurumsallaştırılmış zımni ittifak görülmediği zaman doğru biçimde anlaşılamazdı ve anlaşılamamıştır da...

Kemalizm, Anadolu’yu tasallut altına alan ve/fakat büyük metropollerde yaşayan geniş kitleleri ekonomik, siyasal ve kültürel açıdan refahla ve haklarla donatan bir güç değildi. Tam tersine, Kemalist yönetim öncelikle büyük şehirlerde kapsamlı bir iktidar kuşatması yaratmıştı. Ne var ki, zayıf bir toplumsal ve kadrosal tabana sahip olduğu için taşradaki (Anadolu’daki) kurumsal yapılanma içerisinde hemen ve doğrudan etkili olamamış, çok uzun süre bu bölgeler devletin askeri ve ideolojik aygıtlarından ziyade, “çevrenin temsilcisi” yerel eşraf ve ağanın güç ve otoritesiyle, adeta yarı-özerk bölgeler gibi yönetilmişti. Menemen olaylarına kadar mevcut tarikat yapılanmalarına yönelik ciddi bir çatışma ve baskılama ilişkisi de sözkonusu olmamıştı.
1930’lu yıllara doğru durum değişmeye başlamış, devletin yeni ulus devlet formu içinde bu bölgelere yönelik müdahaleleri daha belirgin hale gelmeye başlamıştı. Fakat bu müdahalede de devlet, Kürt ağalarını ve aşiret reislerini ve Orta Anadolu’da da ağaları, eşrafları karşısına almamaya çalışmıştı. Tarikatlarla ilişkisi ise yalnızca “sopa” değil, aynı zamanda “havuç” politikası olmuştur.
Etnik aidiyetin varlığı ve nispeten geçmiş dönemde özerk yönetim deneyimlerinin varlığı nedeniyle Kemalist politikalara karşı dinsel temalarla da birleşen Kürt isyanları olmuştu ama örneğin Orta Anadolu ve Orta Doğu Anadolu’da dinsel yapıların tepkisi kısmi bir memnuniyetsizliğin ötesine taşmamıştı. Bunun temel nedeni ise Kemalist laiklik politikasının iki ayrı yüzünün bulunmasıdır. Kemalistlerin niyetleri, geleneksel dinsel ilişkiler de dahil olmak üzere, gelenekselliği tümüyle bertaraf edip modern bir toplum ve devlete bağlı modern bir din anlayışı oluşturmaktı. Ama niyet başka, gerçekleşen başkadır.

Kemalistler mevcut güç ilişkileri içerisinde girmek zorunda kaldıkları ittifakların bir sonucu olarak, geleneksel dine karşı da cepheden ve yok etmeye yönelik bir tutum sergileyememişler; geleneksel din ile devlet arasında zımni bir uzlaşma alanı oluşturmaya çalışmışlardı. Geleneksel dinsel kurumları önce pasifize ve ardından reforme etmeye yönelik politikalarla; devlete bağlı ve milliyetçilik yanı güçlendirilmiş bir yapıya dönüştürmek istemişlerdir.
Çok partili hayata geçilmesiyle birlikte Kemalizm’in bu eklektik, ikili politikasının ilk bölümünü bürokratik-seçkinci CHP’li Kemalistler; diğer bölümünü ise sağ-muhazafakar Kemalistler (Atatürkçüler) üstlendi. Geleneksel dinsel kurumlar bu durumdan kısmen memnuniyetsizlik duysalar da, bu uzlaşmayı kabul edilebilir buldular ve zaman içerisinde tarikatlar “devletleşirken”, devlet de geleneksel İslam’ın temsilcilerine daha fazla alan açtı. Hatta bu geleneksel İslamcı güçler büyük metropollerdeki “Kemalist iktidarı zorlayan ilerici muhalefete” karşı Kemalistlerce vurucu güç olarak kullanıldı.
Kısacası bugünkü biçimiyle taşradaki dinsel muhafazakarlığı, Cumhuriyetin ilkelerini buralara zorla yaymak isteyen Kemalistlerin baskılarına direnen bir sivil toplum inisiyatifinin ifadesi olarak nitelemek tarihsel verilerle pek uyuşmamaktadır.
Sözkonusu olan “Kemalist baskı politikalarına” karşı devletten bağımsız bir “sivil toplum tepkisi” değil; sopa ve havuç politikalarının bileşkesiyle dönüştürülen ve yeniden üretilen devlete bağlı milliyetçi, anti- komünist bir “tampon dincilik” di.. Bu tampon dincilik, tarikat bağlantıları üzerinden, DP ve AP iktidarlarınca bilinçli bir şekilde daha da güçlendirilmiştir.
Orta Anadolu ve Orta Doğu Anadolu’daki klasik muhafazakarlığın da uzun yıllar boyunca ne “tarikat İslamı” ile ne de taşra burjuvazisi ile belirleyici bir ilişkisi olmamıştır. Bu bölgede egemen olan muhafazakârlıkla, bugünkü İslamcı muhafazakârlık tarihsel nedenleri ve özellikleri itibariyle birbirinden oldukça farklıdır. Orta Anadolu ve Orta Doğu Anadolu’da oluşan muhafazakarlığın arkasında, devlet eliyle mülk edinmek, azınlıkların mallarına el koymak ve mezhepsel farklılıkların yaratığı ayrışma çok önemli olmuştur ve bugün de öyledir. Dolayısıyla bu bölgedeki muhafazakarlığın da ilericilikle ve devlete muhalif olmakla hiçbir ilgisi yoktur. Bu bölgedeki dindarlık-muhazafakarlık Kemalist rejime ilerici muhalefetin değil; Alevi ve gayri Müslim varlığına karşı oluşmuş saldırgan-milliyetçi öz taşıyan pragmatist bir dindarlığın göstergesidir. Nitekim bölgenin uzun yıllar boyunca MHP gibi “devlet merkezli” bir partiye taban oluşturması, buradaki İslamcılığın “çevre tepkisi”nden ziyade “Sünni devlet” yandaşlığı üzerinde yükseldiğinin açık bir ifadesidir.
Taşra burjuvazisi neyi ne kadar değiştirdi?
Taşra burjuvazisinin kendi sınıfsal tepkisini dinsel motiflerle sosyal ve siyasal alanda ifade etmesi ise, çok daha geç bir tarihte, 1960’lı yılların sınıfsal dinamizm ve ayrışma dönemlerinde ortaya çıkmış bir durumdur. İslamcı kesimler içinde devletten ve Kemalizm’den nispeten bağımsız bir oluşum tarikatlar eliyle değil, gerçekten de bu taşra burjuvazisi marifetiyle geliştirilmeye çalışılmıştır.. Ne var ki, sermaye içindeki bu ayrışma da, yaygın biçimde iddia edildiği gibi, taşra burjuvazisinin merkezden tümüyle dışlanması sonucunu doğurmamış; 1970’li yıllarda MC Hükümetleri’nin vazgeçilmez ortağı olan MSP aracılığıyla, eşitsiz de olsa, devletten nemalanmaya devam etmişlerdir. Fakat 12 Eylül’ün, 28 Şubat’ın ve önemli tarikat yapılanmalarının “içten”; küreselleşme sürecinin “dıştan” müdahalesiyle bu kesimler yeniden merkeze doğru çekilmiş ve hatta bugün  merkezin göbeğine yerleşmişlerdir. Taşra burjuvazisinin sürece ayak uyduramayanlarının tasfiyesi; devlet ve sistem ile kısmi sorunları bulunan tarikat dışı siyasal İslam örgütlenmelerinin ise atomize edilmesi süreciyle paralel giden bu gelişmelerin sonucunda da bu kesimlerin (AKP, tarikat ve taşra burjuvazisi ittifakının) sistemle ve  “ceberrut devlet” örgütlenmesi ile  hiçbir temel sorunları kalmamıştır.
“İhracata yönelik olmakla”, “demokratik olmak” arasında kurulan nedensel ilişki de tarihsel verilerle örtüşmemektedir. Aksine tarihsel süreç bizlere, iç pazara yönelik üretim dönemlerinde -ücretin yalnızca maliyet değil talep unsuru olması ve devletin iç pazar içindeki rekabeti denetleyip yönlendirebilmesi nedeniyle- burjuvazinin demokratik talepler konusunda daha fazla esneme marjına sahip olduğunu gösterirken; dış pazara yönelik dönemlerde ise -uluslararası pazarlardaki rekabeti hiçbir ulusal devletin denetlemeye ve yönlendirmeye gücünün yetmemesi ve kıran karana dış pazar rekabeti nedeniyle ücretlerin maliyet yönünün çok fazla önem kazanması nedeniyle- burjuvazinin daha baskıcı ve otoriter politikalara yöneldiğini göstermektedir.
Taşra burjuvazisinin serbest piyasanın ürünü ve savunucusu olduğu için daha demokrat ve ilerici olduğu tezinin de, inandırıcılık derecesi son derece düşüktür. Burjuva demokrasisi piyasanın artan serbestliği üzerinde değil; bilakis bu serbestliğin sınırlanması üzerinde yükselir. Burjuvazinin kendi iç çelişkilerine ve tekil çıkarlarına sistemin genel çıkarları adına yapılan sınırlamalar burjuva biçimsel (liberal) demokrasisinin; daha genel kamusal denge ve çıkarlar lehine yapılan sınırlamalar ise burjuva sosyal demokrasisinin varlık nedeni olmuştur. Her iki durumda da demokrasinin varlık koşulu rekabetin serbestliği değil, sınırlanması olmuştur. Daha fazla karı ve büyümeyi esas alan, bunun için de her türlü hukuksal, kurumsal ve toplumsal engeli aşmaya dayalı piyasa mekanizması dizginsiz bırakıldığında, siyasal otoriterlikten başka bir sonuç üretmemektedir. Reagan Amerika’sının, Thatcher İngiltere’sinin ve bir “liberal-muhafazakar ve ordu” ortak yapımı olan Evren-Özal 12 Eylül Türkiye'sinin kendinden önceki dönemlere göre daha gelişkin bir demokrasiyi temsil ettiğini söylemek, (eğer buradaki “demokrasi”den kasıt Halit Narin’in işçileri kastederek “20 yıldır onlar gülüyordu şimdi sıra bizde” sözündeki serbestlik değilse) olanaksızdır.
Bu dönemlerde sendikal örgütlenmeler başta olmak üzere hak arama örgütlenmelerinin zayıfladığını, başkanlık sistemi vb. arayışlarla yürütmenin güçlendirildiğini ve güçler ayrılığı ilkesinin bertaraf edildiğini; hak ve özgürlüklerin ise toplumsal demokrasiden ziyade daha çok orta ve üst sınıflar için kullanım değeri taşıyan biçimsel demokrasiye ya da en fazlasından kimliksel bazı haklara özgü olabildiğini gözlemliyoruz. 12 Eylül’de asker-liberal/muhafazakar işbirliğiyle başlayan bu süreç bugün AKP iktidarı tarafından derinleştirilerek sürdürülmektedir. En geniş kitlelerin yararlanabildiği ekonomik, sosyal ve siyasal haklar ise ya tümüyle rafa kaldırılmakta ya da pratikte kullanılamaz hale getirilmekte; bu kesimlere düşen ise din, etnik kimlik, aile, gelenek ve yardım paketleri olmaktadır.
Nitekim taşra burjuvazisinin de küreselleşme sürecinin önemli bir aktörü olacak güçlü yürütme ve güçlü bir militer aygıt savunuculuğunu yaptığını çok sayıda örnekle gösterebilmek mümkündür.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

PAPAZIN BAĞI: BİR CENNET PARÇASININ HİKAYESİ...

ANKARA’NIN İKİ YÜZYILANA DAMGA VURMUŞ BİR TARİHİ YAPIT: ABİDİNPAŞA KÖŞKÜ

şarap,kadın,şiir...-şiir-