TÜRKİYE SOSYALİZMİ – BAŞLANGIÇTAN 1960’A-
türkiye’de sosyalizmin bir siyasal düşünce ve
hareket olarak ortaya çıkışı bir dizi
içsel ve dışsal faktörün etkileri altında gerçekleşmiştir. Bu etkenlerden
biri, Osmanlı İmparatorluğun istikrarlı
bir gerileme sürecine, daha doğru ve vurgulu bir ifadeyle bir çöküş sürecine
girmesidir. İmparatorluk, askeri sanayi de içinde olmak üzere bütünsel bir
sanayi atılımı yaşamış olan Avrupa karşısında
askeri,siyasi ve ekonomik alanlarda
sürekli mağlubiyetler almaya başlamış; bir zamanların “cihan
imparatorluğu” olan Osmanlı giderek
bir yarı sömürgeleşme sürecine girmişti. Doğaldır ki bu süreçle paralel
olarak, İmparatorluğun bu kötü gidişten
nasıl kurtulacağına ilişkin arayışlar da Osmanlı aydınları arasında giderek
yoğunlaşmış ve bu arayış içinde Osmanlı aydınları değişik modern düşünce
akımlarıyla tanışmışlardı. Osmanlı
topraklarına sosyalizmin henüz bir siyasal hareket olarak değilse bile, bir düşünce
akımı olarak girişi de, Osmanlı aydınları
arasında yoğunlaşan bu arayışların bir
ürünü olarak değerlendirilebilir.
Osmanlı
Devleti ile Batılı devletler
arasındaki siyasal ve ekonomik
ilişkilerin artması, kaçınılmaz olarak
burjuva devrim düşüncelerinin ve
sosyalist ideolojinin Osmanlı
aydınlarını da etkilemesine yol açmıştı.
Bu aydınların bir kısmı zaten eğitimlerini Batı üniversitelerinde
yapmışlardı. 19. yüzyılın ikinci
yarısında bu batılı ülkeler, burjuva demokratik devrimlerini tamamlamış ve
kapitalist düzene geçmişlerdi. Bu ülkelerde artık, egemen kapitalist
sınıfla işçi sınıfı arasında
giderek şiddetlenen bir sınıf kavgası
sürmekteydi. Büyük çoğunlukla Osmanlı yönetici sınıfının çocukları olan bu genç
aydınlar, buna karşın, Avrupa’da bulundukları sırada hem geleceğin nerede olduğunu görmüşler, hem
de düzenin değiştirilebilirliğine ilişkin çok somut bir pratiği gözlemlemişler,
bu pratiğin derin etkisi altında kalmışlardı(Zarakolu,1990:25-26).
Modern
düşünce akımlarıyla ve kavramlarıyla ilk kez ve son derece yoğun bir şekilde
yüz yüze gelen imparatorluk aydınlarının, döneme hakim olan pozitivist felsefe
ve düşünce sistemine karşı abartılı bir
bağlanma yaşadıkları gözlenmektedir. Özellikle Jön Türk dönemi aydınlarının pek
çoğu için, Auguste Comte ve Emile Durkheim’in
sosyolojik doktrinleri “Osmanlıyı
kurtaracak tek geçerli reçete” idi. Osmanlı imparatorluğu aydınlarının
düşünsel yaşamına pozitivizmin bu hızlı ve kuvvetli girişi, bu aydınların
marksizmin bilimsel gelişme teorisine yakınlık duymalarını kolaylaştıran bir
faktör de oldu(Harris,1976:19-20).
K.Marks ve F.Engels’in bir dizi eserinde temellendirilen bilimsel sosyalizmi Osmanlı topraklarına ilk
taşıyanlar da, Avrupa’da eğitim görmüş bu aydın kadroydu. Bu aydınların çoğu
Fransa’da eğitim görmüş, hatta bazıları 1848 hareketine ve 1871 Paris Komünü’ne bizzat katılmışlardı (Zarakolu,
1990:25-26) Osmanlı topraklarına sosyalist düşüncenin ilk girişi bu
tarihlere kadar götürülebilse de, sosyalizm uzun bir süre bir siyasal hareket
düzeyine ulaşamamış ve 19. yüzyıl boyunca Osmanlı içindeki en zayıf düşünce
akımlarından biri olarak varlığını sürdürmüştür.Sosyalizmin bir siyasal hareket
haline gelişi 19. yüzyıl sonuna doğru mümkün olabilmişken, ancak 20. yüzyılın
başlarında, özellikle de ulusal kurtuluş savaşı yıllarında ciddi bir siyasal alternatif olarak sahnede rol
alabilmiştir.
Osmanlı İmparatorluğu sınırları içerisinde bir
siyasal hareket olarak sosyalizmin ilk ortaya çıktığı kesim etnik ve dinsel azınlıklar, bölge ise
Trakya bölgesi ve Balkan coğrafyası idi.
Her ne kadar Osmanlı sosyalizmi ile
ilgili yapılan pek çok değerlendirme de Osmanlı sosyalist hareketinin ortaya
çıkışı ile işçi sınıfı hareketi arasında
bir nedensel ilişki olmadığı belirtilse de (Sayılgan,1972:34 ve
Harris,1976:...), tarihi gelişim bu yargıyı doğrular nitelikte
değildir. Aksine mevcut tarihi veriler
bize sosyalizmin ilk kez Osmanlı
topraklarında bir siyasal hareket hüviyeti kazanmaya başlaması ile Osmanlı İmparatorluğu’nda kapitalist
ilişkilerin - ve daha da önemli olarak bir işçi hareketinin- ortaya
çıkışı arasında çok yakın bir nedensel
ilişki olduğunu göstermektedir. Osmanlı İmparatorluğu bir yandan Batı ile
girdiği iktisadi ilişkilerin sonucu olarak giderek yarı sömürgeleşen bir
kapitalistleşme süreci yaşarken, diğer yandan da Osmanlı’nın en büyük tüketici
gücü olan Ordu’nun gereksinimleri doğrultusunda belli sanayi kolları gelişmeye başlamıştı. Batı kapitalizminin
ülkeye girmesinden sonra demiryollarının
yapımı hızlanmış, maden ocakları işletilmeye başlanmış, yeni bazı sanayi
kuruluşları açılmıştı. Ancak bu işletmelerin pek çoğu yabancıların denetimindeydi. Ayrıca Ordunun
silah, cephane, giyecek, yiyecek gereksinimlerini karşılamak için özellikle
İstanbul, Bursa, Selanik, İzmir, Selanik, İzmir, Şam gibi büyük şehirlerde silah, maden, dokuma,
dericilik ve gıda sektöründe faaliyet
gösteren bazı büyük işletmeler ve çok sayıda
atölye kuruldu ve ticaret gelişti..(Zarakolu,1990:20). Bu gelişim Türk kökenli bir klasik ulusal
burjuvazinin oluşumundan ziyade devlet otoritesini de elinde bulunduran
yönetici-bürokratik kesimlerin burjuva ilişkiler içine girmesini ve yanı sıra
da Rum, Ermeni,Slav, Yahudi gibi gayrimüslim unsurlardan oluşan bir
burjuvazinin oluşumuna yolaçtı. Bu gelişim görece az sayıda olsa da, henüz
büyük ölçüde meslek bilincini aşıp sınıf bilincine ulaşamamış olsalar da Osmanlı’da bir işçi sınıfının, giderek de bir
işçi hareketinin oluşumunu da sağlamıştı(Ahmad,2000:16). Nitekim,
1908’de Meşrutiyet’in yeniden kurulmasının hemen ardından, önce Rumeli ve Batı
Demiryolu işçileri, sonra da bu bölgelerdeki diğer ulaştırma ve fabrika
işçileri arasında tam anlamıyla bir grev dalgasının yaygınlaşmış bulunması bu
gelişimin en somut ve tartışılamaz kanıtı oldu. Öyle ki bu grev hareketinin
hızla yayılıp bir dalga haline dönüşmesi Jön Türkler’i telaşa düşürdü ve Jön
Türk iktidarı gelişmelerin ardından 8
Ekim 1908’de sınırla da olsa bir İş Kanunu çıkarma gereğini hissetti (Harris,1976:20).
Sosyalizmin ilk kez azınlıklarının yoğun olarak yaşadığı bölgelerde bir siyasal
akım hüviyetine kavuşması, bu bölgelerin Avrupa ile coğrafi, siyasi ve kültürel olarak daha yakın
temas içinde olmasının yanı sıra, kapitalist ilişkilerin, bir başka ifadeyle
çağdaş burjuvazi ve işçi sınıfı ile modern aydın topluluğunun bu bölgede
Osmanlı’nın diğer bölgelerine nazaran çok daha gelişmiş olmasıyla da
ilintiliydi.
Sosyalist akım, bir iki istisna dışında,1908’e
kadar büyük ölçüde Elen (Rum-Yunan),
Ermeni, Bulgar, Sırp ve Selanik Yahudileri
ile sınırlı bir akım hüviyeti taşıyordu (Ahmad,2000:13).Sosyalizmin
Türk ve Müslüman kesim içinde de net bir
varlık kazanması ancak 1908 Devrimi sonrasında mümkün olabilmiştir. Daha sonra
üzerinde özel bir biçimde durarak göstermeye çalışacağımız gibi, bu durum,
Türkiye sosyalizminin şekillenmesini etkilemiş ve O’na bazı kalıcı özellikler kazandırmıştır.
Bu anlatımın ortaya koyduğu gibi Osmanlı dönemi
sosyalizminin gelişim tarihinde 1908 sonrasının özel bir önemi vardır. 1908
Devrimi’nde simgelenen iktidar mücadelesinin
yönetici kesimler arasında yarattığı
çatlakların ve bu devrim sürecinin (iktidar mücadelesinin) oluşturduğu
nispi özgürlük ortamının sosyalizminin 1908 sonrasında nispeten daha yaygın ve
örgütlü olarak ortaya çıkmasında ve Türk-Müslüman nüfus içinde de varlık
kazanmasında önemli bir rolü olduğu
rahatlıkla söylenebilir. Aynı tarihlere denk düşen 1905 Rus Devrimi’nde, Rus Komünist Hareketinin oynadığı özel rolün
de bu gelişimi besleyen önemli bir dış etken olduğu söylenebilir(Şişmanov,1990:60).
Türkiye’de sosyalizmin 1908 sonrasından, en parlak dönemlerinden
birini yaşadığı 1920’li yıllara uzanan tarihi,
bir dizi iç ve dış mücadele
ortasında, bir karışıklık ve yeniden şekillenme ortamında yaşanmıştır.
Eski dönemde Osmanlı toprağı olan bir dizi ülke bu süreçte bağımsızlık
kazanmış, böylece Osmanlı sosyalizminin en önemli unsurları arasında yer alan
ve siyasal faaliyetleri boyunca “Osmanlı sosyalizmi ile milli bağımsızlıkçı
kimlikleri” arasında salınıp duran azınlık sosyalist örgütlenmelerinin
önemli bir bölümü, Osmanlı sosyalizminin
organik bir parçası olmaktan çıkmıştır. Böylece Osmanlı sosyalizmi çok önemli
bir düşünsel ve örgütsel güç ile önemli bir deneyim birikimini kaybetmiştir.
Üstelik Osmanlı sosyalizminin azınlıklarda simgelenen bu kesiminin kopuşu,
Osmanlı işçi sınıfının parçalanması, O’nun en örgütlü, mücadeleci ve deneyimli
kesiminin de - ve hatta Osmanlı işçi sınıfının ana gövdesinin – kopuşu
anlamına gelmekteydi. Bu tarihten sonra, sosyalizm, Anadolu toprakları ve
İstanbul merkezi ile sınırlanmış bir güç olarak gelişmesini sürdürmek
zorundaydı. Bundan sonraki sürecinin
biri iç, diğeri dış olmak üzere iki önemli siyasal olayın belirleyiciliği
altında geliştiğini söyleyebiliriz. 1.
Dünya Savaşı ve Anadolu’nun işgali bu siyasal olaylardan birinciyken; ikincisi
ise, Rusya’da gerçekleşen Ekim Devrimi ve hemen ardından 2. Sosyalist Enternasyonalin parçalanarak 3.
Enternasyonal’in kuruluşudur(Göksu,2003:9).
B- TKP
ÖNCESİNDE SOSYALİZM
Bizi bu çalışma kapsamında, 1960 sonrası sosyalist
hareketlere olan etkileri açısından özellikle TKP’nin oluşumu ve geçirdiği
evrim ilgilendirmektedir. TKP’nin
stratejik görüşlerinin oluşmasında 3. Enternasyonal’in (Komintern) çok
özel bir rolü ve katkısı olsa da, TKP gerçeğini anlamak bakımından tek başına
TKP-Komintern ilişkilerinin analizi
yeterli olmayacaktır. Türkiye Komünist Hareketinin birliğinin gerçekleştiği
1920 Bakü Kongresine kadar, sosyalist hareketin farklı kanallardan akarak
TKP’nin oluşuna kaynaklık ettiğini biliyoruz. TKP gerçeğini daha iyi
anlayabilmek açısından kısaca da olsa bu farklı kanallara değinmekte yarar
olduğu kanaatindeyiz.
1)İLK SOSYALİST ÖRGÜTLENMELER YA DA “GAYRİMÜSLİM SOSYALİZMİ”
Sosyalist hareketin
Osmanlı topraklarındaki macerasının ilk dönemine baktığımızda, bu akımın
daha çok gayrimüslim azınlıklar içinde etkili olduğunu görürüz. Bunun böyle
olması, bir açıdan şaşılacak bir durum da değildir. Zira azınlıkların yoğun olarak yaşadığı bölgeler, Osmanlı topraklarının kapitalizmin
nispeten en fazla geliştiği yerleri olduğu için, sosyalist akım açısından
da daha verimli topraklardı(Zürcher,2000:
9-10). Azınlık nüfus içinde sosyalizme temel oluşturabilecek asgari bir
işçileşme yaşandığı gibi, bu aynı süreçte, sosyalizmin taşıyıcılığını
yapabilecek küçümsenemez bir modern aydın birikimi de oluşmuştu. Osmanlı
sınırları içinde sosyalizmin öncelikle ve daha yoğun olarak bu kesimler içinde
güç ve etkinlik bulmasını açıklayan bir başka faktörde, bu kesimlerin Avrupa
ile daha yoğun bir ilişki içinde olmalarından dolayı yaşlı kıtadaki fikir
akımlarının azınlıklar arasında çok daha hızlı yankı bulmasıdır(Ahmad,2000:13).
Osmanlı sınırları içerisinde faaliyete geçen ilk
sosyalist örgütlenmeler arasında yeralan Makedonya-Edirne Devrim Komitesi,
Hınçak, Taşnaksutyun, Selanik Sosyalist İşçiler Birliği, Sosyal Bilimler
Öğrenci Derneği gibi örgütlenmeler ya tümüyle
ya da önemli ölçüde azınlıklardan oluşuyordu.
Avrupa kesimindeki faaliyetleri 1908 Devrimi’nden çok öncelere dayanan
Makedonya-Edirne Devrim Komitesi’nin çalışmalarının Türk-Müslüman nüfus içinde
de belli bir etkisi ve yankısı olmakla birlikte, bu örgütün çalışmalarını
daha çok Bulgar halkı arasında yürüttüğü ve Bulgar Dar Sosyalistler
Partisi’nin çizgisini hayata geçirmeye çalıştığı gözlemlenmektedir(Şişmanov,1990:43-45).
Osmanlı İmparatorluğu’nda sosyalist fikirleri ilk
yayanlar arasında Ermeni Komitacıları da bulunmaktadır. Amaçları arasında
milliyetçi talepler de bulunan Ermeni komitacılar sosyalist fikirlerden de
önemli ölçüde etkilenmiş bulunmaktaydılar.1887’de İsviçre’nin Cenevre şehrinde
kurulan ilk Ermeni Komitası-Partisi olan Hınçak, programında ve propagandasında pek çok
sosyalist düşünce ve talebi dile getiren
bir örgüttü(Sayılgan,1972:34). 1890 yılında Kafkas Ermenileri tarafından
bir dizi çete ve komitenin birleştirilmesiyle oluşturulmuş olan Taşnaksutyun’un
da benzer bir niteliğe sahip olduğu görülmektedir(Sayılgan,1972:35) Yine
1909 yılında İstanbul’da kurulan Sosyal
Bilimler Öğrenci Derneği’de büyük çoğunlukla Bulgar öğrencilerin
örgütlü olduğu bir gençlik örgütlenmesiydi(Şişmanov,1990:43-45)
Bu örgütlenmelerin arasında 1909 yılında Selanik’te
kurulan Selanik İşçi Federasyonu’nun ayrı ve özel bir önemi vardır. Bu
önem, örgütün adında da zikredildiği gibi, bu örgütün ağırlıklı olarak bir işçi
örgütü olmasının yanı sıra; değişik azınlıklar içinde ortaya çıkan hareket ve örgütlenmeleri birleştirme gibi
bir iddia ve misyonu üslenmiş olmasından da kaynaklanır(Harris,1976:24).
Farklı farklı ulustan işçilerin ayrı ayrı örgütlenmesinden işverenlerin
yararlanmaya ve işçileri bu temelde birbirlerine karşı kışkırtmaya başlamaları
üzerine, Osmanlı toprakları içindeki azınlık örgütlenmeleri arasında, bu etnik
bölünmüşlüğü sona erdirip farklı etnik kökenden işçi ve sosyalistleri tek bir
çatı altında toplamaya yönelik eğilimler
giderek öne çıkmaya başlamış ve bu doğrultuda çeşitli girişimler
sözkonusu olmuştu. Selanik İşçi Federasyonu’nun bu tür çabaların somutlaşmış
bir ifadesi olarak kurulduğunu gözlemliyoruz(Şişmanov,1990:43-45). Öyle
ki, Osmanlı topraklarında 1906 yılından itibaren birleşik işçi komiteleri ve
kulüplerin kurulmaya başlandığını, 1908’den sonra bu tür çabaların daha da
yoğunlaşarak benzeri birleşik örgütlenmelerin bir çok büyük şehir ve kasabada oluşturulduğunu,
2 Ekim 1908’de,( Şişmanov bu tarihi 1909 yılı baharı olarak zikrediyor)
ünlü Osmanlı sosyalistlerinden Abraham Benaroya’nın başkanlığındaki Yahudi
Entellektüelleri Araştırma Gurubu’nun Selanik’te ki Bulgar sosyalistleriyle
birleşmesiyle Selanik İşçi Kulübü’nün kurulduğunu ve 1909 yılı Mart ayının ortalarında benzer
nitelikteki değişik komite ve kulüplerin birleşmesiyle, bu kulübün Selanik İşçi
Federasyonu adı altında daha ileri bir
düzeyde yeniden örgütlendiğini görmekteyiz. Selanik Sosyalist İşçi
Federasyonu’nun faaliyetleri süresince Osmanlı işçi sınıfını tek bir sosyalist
çatı altında toplamaya çalıştı, bu amaç doğrultusunda örgüt tarafından Rumca,
Bulgarca, Türkçe ve Ladino’ca (Selanik Yahudilerinin konuştuğu İspanyolca ve
İbranice karışımı bir dil) olmak üzere 4 ayrı dilde Amele isimli bir
gazete çıkarıldı(Harris,1976:24).
Fakat sonuçta
tek ve birleşik bir Osmanlı sosyalist hareketi ve örgütlenmesi yaratmak
doğrultusundaki bu girişim ve çabalar yetersiz kaldı. Süreç içinde bu
girişimlerle amaçlanın tersine, Osmanlı işçi ve sosyalist hareketinin etnik temelde büyük bir bölünme ve kopuş
yaşadığını görüyoruz.
Osmanlı sosyalistleri Osmanlı Meclis-i Mebusanı
içinde de temsil olanağı bulmuşlardı. Erzurum milletvekili Varteks,Sivas
milletvekili Dr. Nazret Dagavaryan, İstanbul milletvekili Zöhrab ve Kozan
milletvekili Muradyan gibi
milletvekilleri Hıncak ve Taşnaksutyun’un;
Selanik milletvekili Vlahof, Dalçef ve Pavlof Efendi ise Bulgar sosyalist hareketinin etkisindeydiler(Tevetoğlu,1967:
36). Gayri müslim unsurlardan oluşan bu
milletvekilleri milliyetçi eğilimler taşısalar da, sosyalist düşünceden
de büyük ölçüde etkilenmişlerdi ve bu nitelikleri nedeniyle Meclis-i Mebusan’da pek çok
sosyalist öneri ve önlemleri savunabilmişlerdi. Fakat buna karşın bu
milletvekilleri ne kendi aralarında ne
de Türk-Müslüman sosyalistlerle sıkı bir örgütsel ve düşünsel birlik
sağlayamadılar ve sonuçta milliyetçi
gelişmelere büyük ölçüde teslim olmak zorunda kaldılar.
Olayların bu
şekilde gelişmiş olmasının bir dizi önemli nedeni olduğunu söyleyebiliriz. Bu
nedenlerden birincisi, Osmanlı sosyalist hareketinin başlangıçtan itibaren
milliyetçi ideoloji ile koyun koyuna gelişmiş olmasıdır. Azınlık toplulukları
içinde yalnızca sosyalizm değil, hatta ondan daha önce ve çok daha yoğun olarak
milliyetçi ideolojiler yaygınlık
kazanmış bulunmaktaydı. Milliyetçi akım 19. yüzyılın başlarında Elen
(Rum-Yunan) ve Sırp toplulukları içinde, geçen yüzyılın ortalarından itibaren
Bulgarlar, 1880’lerden beri Ermeniler arasında canlı bir güçtü. Osmanlı
yurtseverliğinden ayrı bir güç olarak Türk milliyetçiliğinin ortaya çıkması ise 20. yüzyılın başlarına,
Arap milliyetçiliği ise biraz daha geç bir tarihe denk düşmektedir (Zürcher,2000:9-10).
Bu koşullar altında gelişecek bir sosyalist hareketin tek tek etnik
kimlikleri kendi tekil milliyetçi
kimliklerinin üstüne çıkacak bir ortak kimlikte örgütleyebilecek birikim ve
yeteneğe sahip olabilmesi gerekiyordu. Avusturya, Rusya vb. gibi ortak
sosyalist örgütlenmeyi başarmış çok
etnikli diğer toplumların yaşadığı deneyimlerde,
bu görevin başarıya ulaşmasının toplumun çoğunluğunu oluşturan ulusal
topluluğun, daha henüz örgütsel temelde
etnik bölünmeler ortaya çıkmadan, gelişkin, ortak ve enternasyonalist
bir sosyalist örgütlenme yaratabilmelerinden geçtiğini görüyoruz Ayrıca yine
benzer deneyimlerden kalkarak bu sürecin birleşik bir hareketin yaratılabilmesiyle
sonuçlanabilmesi açısından, hareketin ana gövdesinin, Rusya’da bağımsız Yahudi
örgütlenmesi olarak kurulmaya çalışılan Bund örneğinde olduğu gibi, etnik
temeli esas alan bu tür örgütlenme çabalarına karşı da kuvvetle karşı
koyabilmeyi başarmaları gerektiğini görüyoruz. Oysa Osmanlı’da çoğunluğu
kapsayabilecek bir Osmanlı yurtseverliği oluşturulmasında son derece geç
kalındığı gibi, ana unsuru oluşturan Türk nüfus içinde milliyetçilik ve
sosyalizm gibi akımlar azınlıklara göre
düşünce ve örgütlenme alanında daha geç, daha sınırlı ve daha sığ bir biçimde
ortaya çıkmıştır(Ahmad,2000:13). Zaten milliyetçi eğilimleri de
içlerinde kuvvetle taşıyan Osmanlı içindeki herhangi bir -ya da birkaç-
azınlığın böylesi bir görevi başarması ise oldukça zordu. Nitekim bu zorluk aşılamadı da.
2. OSMANLI
SOSYALİST FIRKASI’NDAN TÜRKİYE SOSYALİST
FIRKASI’NA
1908 Jön Türk Devrimi’ne kadar Osmanlı sınırları içerisinde sosyalizm faaliyeti ve propagandası genellikle Türk olmayan unsurların aydınları tarafından
yürütülüyordu. 1908 Devrimi ile birlikte sosyalizm faaliyetleri Türk-Müslüman unsurları da kapsayarak gelişti. 1910 yılında kurulan
Osmanlı Sosyalist Fırkası, Osmanlı sınırları içerisinde Türk-Müslüman
unsurların baskın olduğu ilk sosyalist örgütlenmedir. Bu parti ancak üç yıl
boyunca, H.Hilmi’nin İttihat Terakki tarafından 1913 yılında tutuklanıp ardından Sinop’a sürgün edilmesine kadar
faaliyet yürütebilecek, yeniden faaliyete geçmesi ise ancak, altı yıl sonra, 1919’da, yani mütarake
yılları sırasında söz konusu olabilecekti. Parti 1919 Şubat’ında yine Hüseyin
Hilmi önderliğinde fakat bu sefer Türkiye Sosyalist Fırkası adıyla faaliyete
geçebilecekti(Tekin,2002:174-175;Tevetoğlu,1967:56-57).
Osmanlı’nın ilk önemli materyalisti olmak sıfatıyla
tanınan dönemin önemli düşünce adamlarından Baha Tevfik’in teşvikiyle, eski “Kanun
Neferi (Polis)” olan Hüseyin Hilmi tarafından 1910 yılının Eylül ayında
kurulan OSF(daha sonraki adıyla TSF), gerek ilk sosyalist parti olması,
gerek liderinin kişiliği, gerekse de 2. Enternasyonal çizgisinin Osmanlı’daki
en kuvvetli temsilcisi olması bakımından dikkate değer bir sosyalist
oluşumdur. 3.Enternasyonal çizgisindeki
sosyalistlerin ve sosyalist hareketin tarihi üzerine eserler
veren sağcı yazarların tuhaf bir biçimde yok saymaya ve küçümsemeye çalıştığı (Sayılgan,1972:76
ve Şişmanov,1990:49-50), H.Hilmi’nin sosyalist partileri Türkiye sosyalizmi
üzerine sanıldığından büyük etkiler yaratmış ve temsil ettiği çizgi, belli
kırılmalara karşın, 1960’lı yılların sonuna kadar varlığını ve etkisini
sürdürmüştür.
H.Hilmi ve arkadaşları çağdaşı Osmanlı
sosyalistlerinin pek çoğu gibi – hatta buna sosyalist olmayan Osmanlı
aydınları da dahildir- bir Jean Jaures hayranıydı. Jean Jaures’in önderi
olduğu Fransız Sosyalist Partisi’nin ve Clarte hareketinin Hilmi ve
arkadaşlarının sosyalizm anlayışını çok yakından etkilediği söylenebilir. Bazı
kaynaklarda H.Hilmi’nin bir ara Paris’e gittiği, Orada Jaures’le görüştüğü ve
dönerken de kendi partisinin programını
hazırlarken yararlanmak maksadıyla Fransız Sosyalist Partisi’nin programını
getirdiği iddia edilirken, bazı kaynaklar da ise H.Hilmi’nin Paris’e gittiğine
dair hiçbir belirti olmadığı belirtilmektedir. Fakat bütün bunlar bir yana,
H.Hilmi’nin Jaures ve Fransız Sosyalist Partisi ile ilişkileri kesindir.
Nitekim, Jaures’in H.Hilmi’ye gönderdiği ve Fransız partisinin OSF’yi her
açıdan destek sunacağını ifade eden son derece dostane bir mektup, partinin
yayın organı İştirak’da yayınlanmıştır(Harris,1976:28-29). Jean Jaures , Osmanlı aydınlarınca“ılımlı,
insancıl ve demokratik” bir sosyalizmin temsilcisi gibi görülüyordu.
Jeaures’in sosyalistlerin nüfuz sağladıkları ve belli kazanımlar elde
ettikleri parlamenter sistemi sürdürmek
ve liberallerle işbirliği yapmak eğilimi, Türkiye sosyalizminin belli
temsilcileri üzerinde önemli izler bırakmıştı.Türkiye sosyalizminin içinde,
gizli ya da açık, 2. Enternasyonalci Avrupa sosyalizmini, 3. Enternasyonalci Bolşevik sosyalizme yeğ
tutan bir kesim olmuştur ve bu akımın başlangıcını H.Hilmi’nin OSF’siyle
başlatmak yanlış olmaz. Nitekim H.Hilmi’nin TSF’si 2. Enternasyonal ve 3.
Enternasyonal bölünmesinden sonra da ilişkilerini 2. Enternasyonalle sürdürmüş,
bazı kaynaklara da göre 2. Enternasyonal’in üyesi olmuştur(Şişmanov,1990:55-57).Türkiye
sosyalizminin bir bölüğü -ve giderek de ana gövdesi- en genel
çizgileriyle ifade edecek olursak, bağımsızlıkçı-kalkınmacı bir çizgide bir
sosyalizm anlayışı oluşturmuşken, diğer bölüğü de liberal demokratik değerlere
daha fazla önem veren evrimci bir sosyalizm anlayışını benimsemişlerdi.
Bağımsızlıkçı-kalkınmacı çizgi, İttihadçılıkla ve Kemalizmle hep daha barışık
olmuşken, diğer kesim koyu bir anti- ittihatçı
olmuş ve İttihatçılığın muhalifi Hürriyet ve İhtilaf’a daha hayırhah bir
yaklaşım göstermiştir. İşte Hüseyin Hilmi çizgisi – bazı kaynaklar
H.Hilmi’nin sürgüne gönderildikten sonra
her ne kadar bir ara İttihatçıların partisine girmiş olduğunu iddia
etseler de,Şişmanov , Sayılgan, H.Hilmi’nin sürgünden sonra İttihat ve Terakki Partisi’ne değil, Hürriyet
ve İtilaf Fırkasına girdiğini belirtir (Şişmanov,1990:52 ve
Sayılgan,1972:76)- bu ikinci ılımlı, evrimci, liberal yanları ağır
basan çizginin, bu anlamda da 2. Enternasyonalciliğin Osmanlı-Türkiye
sosyalizmindeki ilk temsilcisi olarak değerlendirilebilir. OSF-TSF’nin, siyasal
hayatı boyunca Jön Türklere ve İttihatçılara karşı sürekli ve istikrarlı bir
muhalif tutum benimsedi ve Jön Türk ve İttihatçı hareketini devrimci bir
hareketten ziyade darbeci ve despot bir hareket olarak gördü (Şişmanov,1990:50).
Bu mücadele nedeniyle İttihat Terakki yönetimi bir süre sonra H.Hilmi ve
bir kısım parti yöneticilerini sürgün etti
ve böylece OSF’nin faaliyetleri de 1919 yılında, parti TSF adıyla
yeniden kuruluncaya kadar sona ermiş oldu(Şişmanov,1990:52).
OSF’nin ilk kuruluşu sırasında parti kadroları
arasında Refik Nevzad, Namık Hasan, Pertev Tevfik, İsmail Faik ve Hamit Suphi
gibi isimler bulunmaktaydı. Baha Tevfik’in partiyle düşünsel bağlantısı kesin
olmakla beraber, partiye üye olup olmadığı konusu tartışmalıdır. OSF’nin
Paris’te Refik Nevzad yönetiminde bir yurtdışı bürosu vardı. Parti’nin İstanbul
dışında Kastamonu ve Ankara’da da temsilcilikler açtığı bilinmektedir(Akdere
ve Karadeniz,1998:26). OSF programının daha sonra bu partinin devamı olarak
kurulacak olan TSF’nin programına göre daha az sosyalizan ve daha fazla
liberal-özgürlükçü bir program olduğu söylenebilir. OSF’nin İştirak
Gazetesi’nde yayınlanan kuruluş beyannamesi ve programında yer alan taleplerin,
işçilerin çalışma şartlarının düzeltilmesi, adil bir vergi sistemi gibi sosyal
taleplerin yanı sıra, bir çoğu özgür ve
güvenli bir ortamda genel seçimlerin yapılması, özgür bir basın rejiminin
kurulması vb. gibi siyasal özgürlüklerin
genişletilmesi kapsamına giren taleplerdir. OSF, İttihat Terakki’nin baskılarının
artmasına paralel olarak, özellikle de gazeteci Ahmet Samim’in öldürülmesini
izleyen baskı günlerinde, işçi sorunlarına olan ilgisini daha da azaltmış ve
hukuk devleti, basın ve örgütlenme özgürlüğü gibi siyasal özgürlük kapsamında
değerlendirilebilecek sorunları izlediği politikalarda çok daha başat hale
getirmiştir(Tekin,2002:174).
1919 Şubat’ında OSF, TSF adıyla yeniden kurulurken
H.Hilmi’nin yanında bu kez Mustafa Fazıl (Çun), Mehmet Ali (Bilişin) ve Hasan
Sadi (Birkök) gibi ideolojik kurmaylar bulunmaktaydı. Artan uluslar arası
ilişkiler, çeşitli düşünce akımlarına yönelik olarak ülke içinde yaygınlaşan
tartışmalar nedeniyle sosyalizmin ülke
koşulları içinde daha fazla ve daha doğru bilinir olması gibi etkenlerin
yanısıra, bu yeni kurmayların etki ve
birikimlerinin de bir ürünü olarak TSF’nin yeni programı ve çizgisi OSF’ye
nazaran daha belirgin bir sosyalizan nitelik taşıyordu. Yeni kurulan partinin
programında sosyalizmin amacı, eşitsizlik ve adaletsizliğe dayanan sistemin ana kurumlarını değiştirmek,
ve bunu da üretim araçlarını devletleştirmek suretiyle gerçekleştirmek olarak
tanımlanıyordu(Tekin,2002:176). Bu
ikinci dönemde sosyalizm ile ilgili makalelerde işçi sınıfı, burjuvazi, sınıf
savaşı, sömürü, sınıf bilinci ve bu temelde işçi sınıfının birleşip
örgütlenerek burjuvaziye karşı mücadele etmesi gibi tanımlar artık daha net ve
daha ağırlıklı biçimde kullanılmaya başlanmıştı. Sosyalizmi bütün insanlığa
eşitlik ve özgürlük getirmenin bir aracı olarak gören TSF’ye göre, sosyalizme
ulaşmak için işçi sınıfının ve diğer ezilen kesimlerin birleşerek örgütlenmesi
ve mücadele etmesi gerekiyordu. Fakat TSF’nin sosyalizme geçiş için bir devrim
öngördüğüne ilişkin hiç bir veri bulunmamaktadır. Aksine İştirak’te yayınlanan
makaleler, TSF’nin sosyalizme geçiş sorununu, parlamenter mücadele ekseninde
gelişen evrimci bir sürecin ürünü olarak
gördüğünü ortaya koyar niteliktedir(Tekin,2002:182).
H.Hilmi’nin OSF ve TSF’si, siyasal faaliyetinin
hedef kitlesi olarak istikrarlı sayılabilecek biçimde işçi sınıfını almış olmasına ve programatik
olarak giderek daha sosyalizan bir nitelik kazanmasına karşın,
başlangıçtan sonuna kadar, pragmatik ve
eklektik siyaset anlayışının bu partinin daha baskın bir özelliği olduğu
söylenebilir. H.Hilmi özellikle yabancı
kampanyalarda çalışan işçiler içinde başarılı çalışmalar yapmakla ve dönemin
bir çok önemli grevinin arkasındaki isim olmakla nam salmışsa da; O’nu bir
başka açıdan siyasette başarı için her türlü işbirliğini mübah sayan makyevelist siyaset anlayışının Türkiye
sosyalizmi içindeki ilk temsilcisi
olarak nitelendirmek de
olanaklıdır. Örneğin TSF tarafından organize edilen en önemli grevler arasında
bulunan Tramvay işçilerinin grevi sırasında H.Hilmi’nin Tramvay işletmesinin
Fransızlara ait olması nedeniyle İngiliz işgal kuvvetleri tarafından
desteklendiği, H.Hilmi’nin iaşe yardımını da içeren bu tür destekleri kabul
etmeyi sosyalizm anlayışı bakımından sakıncalı bulmadığı anlaşılmaktadır(Akdere
ve Karadeniz;1998:31).TSF ayrıca Dabbağhane, Tersane grevlerinde de büyük
başarı göstermiş ve bu grevlerin ardından partiye yığınsal bir işçi ilgisi
oluşmuştur.1921 yılı 1 Mayıs gösterileri TSF açısından adeta bir gövde
gösterisine dönüşmüş, bu gösterilerin ardından, Sadrazam kendisini partiden
gelen talebi kabul ederek H.Hilmi’yi
makamında kabul etmek zorunda hissetmiştir. Ne var ki TSF’nin bu güçlenme
süreci kalıcı hale getirilememiş, parti, çok değil bir yıl sonra kitlesel
gücünü büyük ölçüde yitirmiştir(Tuncay,1991:40-41). Öte yandan aynı pragmatist siyaset anlayışının
bir ifadesi olarak, OSF-TSF çizgisinin islami argümünları başlangıçtan itibaren
partinin propaganda faaliyetlerinde
özenle ve önemle kullandığı görülmektedir. OSF’nin programının
daha ilk cümlesinde harekete dini
bir referans bulma endişesinin varlığı
dikkati çekmektedir. Programın ilk cümlesinde sosyalizmin İslam’la
çelişmeyip aksine büyük bir uyuşma gösterdiğini vurgulamak için zekat
müessesine atıfta bulunulmaktadır. İştirak Gazetesi’nde yayınlanan pek çok
yazıda da benzeri bir kaygının varlığını rahatlıkla saptamak olasıdır(Tekin,2002:174).
Gerek OSF gerekse TSF hiçbir zaman Osmanlı Meclis-i
Mebusan’ında temsilci bulundurabilecek
bir güce ulaşamadı. Parti 1919 seçimlerine İstanbul’dan iki aday göstererek
katıldıysa bir varlık gösteremedi. (Şişmanov,1990:55-57). Buna karşın
partiyle yakın ilişkileri olan ve İştirak’te de zaman zaman yazılar yazan
İttihat Terakki milletvekili Mecdi Efendi ile Ahali Fırkası, Ermeni Sosyal
Demokrat Partisi(Taşnak) ve bazı solcu gayri müslim milletvekilleri ile sürekli
temas içinde olmaya ve onlar aracılığıyla meclis çalışmalarını etkilemeye
gayret göstermiştir(Tuncay,1991:33).
OSF-TSF çizgisinin serüveni 1922 yılı sonlarında
H.Hilmi’nin karanlık bir cinayete kurban gitmesinin ardından hazin bir şekilde
son bulmuştur(Tuncay,1991:41).
3.
Ş.HÜSNÜ’NÜN TİÇSF’Sİ YA DA GELECEĞİN TKP’SİNİN
ANA DAMARI
22 Eylül 1919’da resmen kurulan TİÇSF’nin esas çekirdeğini, Almanya’da eğitim
gören aydınlar ile yine de Almanya’da
çalışan işçiler oluşturuyordu. Partinin yayın organları Kurtuluş ve Aydınlık
dergileriydi.
1. Dünya Savaşı sırasında Almanya’ya giden üç bin kadar işçinin büyük çoğunluğu
Almanya’da devrimci işçi hareketiyle karşılaşmışlar, Spartaküstlerin
ayaklanmasına , savaşa karşı yapılan işçi gösterilerine katılmışlardı.
Almanya’daki bu işçiler 1918 yılında bir
işçi sosyalist kulübü kurmuşlardı. İşte Almanya’da böylesi bir deneyimden
geçmiş olan işçiler TİÇSF’yi bina eden kolonlardan birini oluşturuyorlardı (Şişmanov,1990:71).
Partinin
ikinci önemli kolonunu ise aynı dönemlerde Almanya’da eğitimlerini tamamlamakta
olan genç Osmanlı aydınları oluşturmaktaydı. Bu aydınların büyük bir bölümü o
dönem Almanya’da faaliyet gösteren başkanlığını Hamdullah Suphi (Tanrıöver) ile
sekreterliğini Mehmet Vehbi (Sarıdal)’ın yaptığı milliyetçi “Türk Kulübüne”
devam etmekteydiler. Bu gençler arasında
Vedat Nedim (Tör), Nizameddin Ali Sav, Ethem Nejat, İsmail Hakkı gibi daha
sonraki yıllarda sosyalist harekette önemli mevkiler ve roller üstlenecek
isimlerde bulunmaktaydı. Bu gençler bu ortamın doğal sonucu olarak hem
milliyetçilikle yakın tanışıklık
içindeydiler ve hem de Almanya’da yükselen sosyalist harekette de onlar üzerinde derin etkiler yaratıyordu.
Sözkonusu aydınlar bu karmaşık etkilenme sürecinin bir ürünü olarak Kurtuluş Dergisi’nin ilk sayısını Berlin’de
çıkarmışlar ve çok geçmeden Türkiye İşçi ve Çiftçi Partisi’nin kuruluşunu ilan
etmişlerdi(Sayılgan,1972:103). Sosyalizmle Almanya’da ve Spartaküst
ayaklanması günlerinde tanıştıkları için “Spartaküstler” adı verilen bu
aydın gurubunun, sırf bu nedenlerle Spartaküstlerden etkilendikleri ve bu
etkiyi Türkiye’ye taşıdıkları iddia edilse de, Harris’in haklı olarak ifade
ettiği gibi, gerçekte bu isimlendirme gelişigüzel yapılmış bir yakıştırmadan
başka bir şey değildi (1976:47).
Bir iki istisna dışında bu
aydınların Spartaküst hareketiyle, düşünsel ve eylemsel planda bir
benzerlikleri mevcut değildi. Onlar Spartaküst hareketinin ünlü liderleri Rosa
Lüksemburg ve Karl Liebnecht’in
milliyetçilik karşıtı sınıfsal radikalizmlerinden daha çok Almanya’da
tanıştıkları sosyalist hareketle, siyasi tedrisatlarında önemli bir yeri olan “Türk
Kulübü”nün milliyetçiliğinin sentezini temsil ediyorlardı.Nitekim
Almanya’da yayınlanan Kurtuluş Dergisi’nin ilk sayısında yer alan ve “Bütün Memleketlerin Proletaryasına”
başlığını taşıyan bildiride, sınıfsal bakışın ağırlığından ziyade; Türklerle
Proletaryayı, Antant Devletleriyle de burjuvaziyi bir tutan güçlü bir
milliyetçi hava hemen göze çarpıyordu. Parti kurucularını birleştiren en temel
unsur, Türkiye’yi Batı hakimiyetinden
kurtarmak ve uluslar arası alanda itibarlı bir konuma sahip olmasını sağlamak
gibi sosyalizm ile milliyetçilik arasındaki ince çizgiydi. Bu parti üyelerinden
Mehmet Vehbi Sarıdal, Nurullah Esat Sümer gibilerinin ise sosyalist olmaktan
çok,Türkiye’nin modernleşmesini başat sorunları kabul eden ilerici
milliyetçiler oldukları son derece kesindir. Bunlar sonraları Kemalist
hareketin en önde gelen kadroları arasında yer alacaklardı (Harris,1976:52).
Partinin çizgisine yön veren en önemli kolon ise
Türkiye sosyalizminin kaderini yıllar boyunca birinci dereceden etkileyecek
olan bir isim, Dr. Şefik Hüsnü Değmer’dir. Selanik doğumlu Yahudi asıllı bir
Türk olan Ş.Hüsnü Türkiye’de eğitimini tamamladıktan sonra Paris’e gitti ve Fen ve Tıp Fakülteleri’nde eğitimini
tamamladıktan sonra ruh ve sinir
hastalıkları uzmanı oldu. Gençlik yıllarında ateşli bir Jön Türk olan Ş,Hüsnü,
1907 yıllarında Ahmet Rıza ve Prens Sabahattin gibi Jön Türk’lerin Paris’te
düzenlediği -ve ağırlıkla Abdülhamid’i devirmenin yol ve
yöntemlerinin konuşulduğu- toplantıların müdavimleri arasındaydı. Bir
müddet sonra, siyasal yaşamın pratiği içinde Jön Türk hareketinin sınırlarını
ve yenilgisini gözlemledikten sonra, Paris’te Jean Jaures hareketinden etkilenerek
sempati duymaya başladığı sosyalist görüşlere daha fazla bağlandı. Bundan sonra
ölüm tarihi olan 1959 yılına kadar, yaşamını Türkiye sosyalizminin en önemli
simalarından biri -ve belki de en önemlisi- olarak, parti
faaliyetleri mesaisi içinde sürdürdü.
1959 yılında öldüğünde hala TKP’nin
Genel Sekreteri, yani birinci adamı durumundaydı.
Yurtdışından
döndüğünde, İstanbul’a dönüp siyasal faaliyetler içine giren Berlin
Gurubu ile, arkadaşı Abdülhak Şinasi (Hisar) aracılığıyla bağlantı kurdu. Bu
beraberliğin ürünü olarak Almanya’da kurulan Türkiye İşçi Çiftçi Fırkası,
yeniden ve bu kez İstanbul’da ve ismine “Sosyalist” sıfatı eklenerek
1919 yılında kuruldu (Sayılgan,1972:103-104).
Türkiye İşçi Çiftçi Sosyalist Fırkası’nın kurulur
kurulmaz gerçekleştirdiği ilk icraat, Dr. Şefik Hüsnü imzasıyla, partinin Kurtuluş Savaşını gönülden destek verdiğine ilişkin TBMM’ne bir telgraf
yollamak oldu (Şişmanov,1990:106) .
4-MUSTAFA SUPHİ VE RUSYA OKULU
Türkiye sosyalizminin şekillendiği en önemli
damarlardan biri de, temelleri Rusya’da
ki Türk savaş esirleri ve işçileri arasında atılan, Üçüncü Enternasyonalci
komünist oluşumdu. Rusya okulu,Türkiye sosyalizminin dağınık okullarının tek
bir parti çatısı altında toplanmasında da belirleyici bir rol oynamıştı. Rusya
Okulu’nun mimarı, sosyalizmin Anadolu topraklarındaki oluşumunda oynağı büyük
rol ve trajik ölümü nedeniyle, Türkiye sosyalizminin simgesel isimlerinden biri
olmuş olan Mustafa Suphi’ydi.
1883 yılında Trabzon vilayetine bağlı Giresun
ilçesinde doğan M.Suphi’nin babası birçok ilde vali olarak görev yapmış Ali
Rıza Bey ve annesi de Samsun Sancağı
Belediye Reisi Hüseyin Hilmi Bey’in kızı Memnune Hanım’dı. M.Suphi iyi eğitim
görmüş genç bir Osmanlı aydınıydı. İstanbul Galatasaray Lisesini’ bitirdikten sonra,
yüksek eğitimini İstanbul Hukuk Fakültesi’nde tamamladı. Ardından, 1905 yılında
Paris’e gidip Ecole des Scienes Politiques (Siyasal Bilgiler Okulu)’nda
okudu ve bitirme tezi olarak “Türkiye’de İtibari Zirai Teşkilatın Hal ve
İstikbali”isimli bir çalışma hazırladı (Harris,1976:68).
M.Suphi Paris’te bulunduğu sıralar, bir yandan
öğrenciliğini sürdürürken diğer yandan da, İstanbul’da yayınlanan ve başyazarı
Hüseyin Cahit’in siyasi kimliğine atfen “İttihatçıların Gazetesi” olarak
değerlendirilen Tanin Gazetesi’nin muhabirliğini yapıyordu. M. Suphi bu
dönemde her ne kadar Fransız sosyalizminin etkisi altında kalmışsa da, TKP
tarihinin “resmi tarihçilerinin” iddia ettiği gibi bir sosyalist değil,
milliyetçiydi. Hatta O’nun aynı dönemde sosyalizme yönelik eleştirel makaleleri
de vardır( Akdere ve Karadeniz,1996:100).
M. Suphi, 1912’de
“Milli Meşrutiyetperver Fırkası”nı kurmak amacıyla, arkadaşı
Ahmet Ferit Tek ile birlikte “İfham” adlı bir gazete yayımlamaya
başladı(Sayılgan,1972:116). Gazetenin başlıca hedefi iktidardaki İttihat
ve Terakki Fırkası idi. Bu gazetede ilk yayınlandığında sosyalist bir çizgide
değil, demokrat çizgidedir. İfham ilk yayınından ancak yedi yıl sonra sosyalist
nitelik kazanmaya başlamıştır(Akdere ve Karadeniz,1996:101).
Mustafa Suphi, Paris yıllarından Sinop’a sürgün
edildiği tarihe kadar geçen süre de
ağırlıklı olarak mali-iktisadi konulara yönelik yazılar kaleme almıştı. Bu
makalelerin halkçı ve özgürlükçü
içeriklerine karşın, kesinlikle sosyalist olmadığı söylenebilir. M. Suphi siyasi hayatına bir Osmanlı liberal
demokratı olarak başlamış; sosyalizme kesin tarzda yönelişi ise Rusya’daki
sürgün yıllarında gerçekleşmiştir (Akdere ve Karadeniz, 1996:101).
14 Haziran 1914’de
Sadrazam Mahmut Şevket Paşa’ya yapılan suikastten sonra gelen baskı
rejimi döneminde yüzlerce aydın gibi, O’da sürgüne gönderildi. Sürgün edildiği
Sinop’tan kaçmak için iki kez girişimde bulunmuş ve ikincisinde başarılı olarak
Rusya’ya geçmiştir.(Sayılgan,1972:117). Kendisiyle birlikte kaçan 12
kişiden biri olan Ahmet Bedevi Kuran anılarında, Rusya’ya giderken M. Suphi’nin
aklında hala Türkçü, milliyetçi bir
gazete çıkarmak olduğunu söyler . Görüldüğü gibi M. Suphi henüz bu tarihte bile
sosyalist ideolojiyi benimsemiş değildir.
Çarlık Rusyası Osmanlı’dan gelen bu sığınmacıları
düşman ittifakına üye ülkelerin
yurttaşları olduğu için önce Faluga
iline, savaş patlayınca da “savaş esiri” statüsüyle Ural’a sürer.M.
Suphi işte bu üçüncü sürgün hayatında Bolşeviklerle ve Türkçe konuşan sosyalist
aydınlarla tanışır ve sosyalist düşünceleri benimsemesi de bu zaman dilimi
içerisinde gerçekleşir.
1917 Devrimi’nden sonra, 1918 yılında Moskova’ya
gelen M.Suphi, burada Tatar-Başkırt kökenli Bolşeviklerle birlikte Türkçe olarak “Yeni Dünya” isimli bir
sosyalist gazete yayınlamaya başlar. Bolşevik Devrimi’nin önderleri, Rusya’daki
Müslüman nüfusun devrime kazanılması amacıyla
özel bir örgütlenme olarak Doğu Halkları Örgütlenmeleri Merkez
Bürosu’nu oluşturur. Bu örgütlenmenin başına Bütün Rusya Kurucu Meclis’inde Başkırdistan temsilcisi olarak görev yapan Şerif Manatov
getirilir; Suphi’de bu büroda görev alan yönetici komitenin içerisinde, Türk
seksiyonu başkanı olarak yer alır(Harris, 1976:71-76 ve Akdere ve
Karadeniz,1996:110). Suphi’nin bu dönemdeki faaliyetleri , esas olarak,
Rusya’daki Türk topluluklarıyla ve Rusya’da savaş esiri olarak bulunan Türk
askerleriyle bağlantılıdır. Mustafa Suphi, 1918’de Moskova’da Türk Sol
Sosyalistleri Birinci Kongresi’nin
toplanması ve Moskova, Kazan, Samara,
Saratov, Rezan, Astrahan gibi merkezlerde
Türk Komünist örgütlenmelerinin yaratılması doğrultusunda aktif gayret
göstermiştir(Akdere ve Karadeniz,1996:109).
20 Temmuz 1918’de Moskova’da toplanan Türk Sosyalistleri Birinci Kongresi, bir
parti örgütlenmesi kararı alır ve bu örgütlenme hazırlıklarını yürütmek
amacıyla Türk Komünist Teşkilatları (TKT) adında bir örgütlenme kurur.
TKT kendisine bir Merkez Komitesi seçerek ağırlıkla Rusya’daki savaş esirleri
içinde ve kısmen de Türkiye’de parti kuruluş çalışmalarını hızlandırır. 10
Eylül’de Bakü’de gerçekleşecek olan TKP Birlik Kongresi’nin gerçekleşmesinde bu örgütün belirleyici bir
rolü vardır(Göksu,2003:10).
Bu çalışmaların
meyvesi olarak 14 Temmuz 1919’da
ilk TKP Kurucu Komitesi oluşturuldu. Bu komitede Mustafa Suphi ile
birlikte Maksut Ekşi, Ali Rıza Keskin,
Osman Topçuoğlu, Mustafa Börklüce, Murat Sarı ve Kadir Erzurumlu bulunuyordu(Topçuoğlu,1976a:9).
Bu komitenin oluşturulmasından sonra
Suphi 1920’de Bakü’ye geldi ve burada yeni partinin son hazırlıkların
tamamladı.
5-ANADOLU MERKEZLİ TKP
Hem Bakü merkezli komünist hareketin, hem de
Türkiye’de bulunan Sovyet temsilcilerinin etkisiyle Anadolu’da da bir komünist hareket oluşmuştu.
Anadolu’daki komünist hareket, bir yandan Bakü Partisi ile ilişkilerini sürdürürken,
öte yandan da bu partiden örgütsel planda bağımsız olarak Eskişehir ve Ankara
ağırlıklı olarak Türkiye Komünist Partisi adıyla (Bu partiden Türkiye
Halk İştirakiyun Fırkası belgelerinde “Türkiye Komünist-Bolşevik Partisi” olarak
sözedilmektedir.) bir örgütlenmeye
gitmişti. Bu partinin örgütlenmesinde Sovyet temsilcilerinin, özellikle 1919
ortalarında Anadolu’ya gizlice giren Şerif Manatov’un çok özel bir katkısı
olmuştu(Göksu,2003:11). Anadolu merkezli Komünist Partisi’nin kurucuları
arasında Şerif Manatov’un yanısıra Ziynetullah Nevşirman, Salih Hacıoğlu ve
Arif Oruç’un bulunduğu bazı kaynaklarca
ifade edilmektedir(Tevetoğlu,1967:186). Kimi araştırmacılar, TİÇSF’nın
da giderek Şerif Manatov aracılığıyla Anadolu TKP’sine bağlandığını iddia etmektedirler(Aslan,1997:101). N. Menekşe, Türkiye’de Komünizm
adlı kitabında Dimitr Şişmanov’un konuyla ilgili
hazırladığı bir raporda, bu parti hakkında şu bilgilere yer verdiğini
belirtmektedir: :” Zonguldak ve
Ereğli kömür havzası’nda, Ankara silah fabrikası’nda (imalat-ı harbiye’de),
Eskişehir demiryolu işçileri arasında , Adana çırçır dokuma fabrikalarında,
Trabzon, Rize, Samsun, İnebolu liman işçileri arasında, kayık ve deniz işçileri
arasında, Balya madeninde, İzmir Halkapınar fabrikalarında komünist gurupları kuruldu. Trabzon
komünistlerinin çıkardığı Eş gazetesi, Rusya’dan gelenlerin bu gurupların
kurulmasında büyük bir rol oynadıkları belirtilmişti. İstanbul ve
Anadolu’da artık teşkilatlanmış olan bu
guruplar kendi aralarında bağlantı kurmaya giriştiler. Fakat İstanbul işgal
altında bulunduğu için İstanbul teşkilatıyla
Anadolu’daki komünist teşkilatlarını bir merkez etrafında toplamak kolay
olmuyordu. Bundan dolayı ilk önce Anadolu’daki komünist teşkilatlarını bir
merkez altında toplamak işine başlandı. TKP, böylece 14 temmuz 1920’de Ankara’da kurulmuş oldu. Ankara, Sivas,
Eskişehir, Kayseri,Kastamonu, Samsun, Bolu, Konya gibi vilayetlerde çalışan on
iki komünist teşkilatı TKP’yle birleşti. TKP’nin kuruluşundan hemen sonra işçi,
köylü ve askerlere hitaben bir beyanname yayınlandı. (akt.Tuncay, 176)
Şu ana kadarki anlatımlarımızdan açık bir biçimde
anlaşılabileceği gibi, başlangıcı daha
önceki tarihlere uzanmakla beraber, 10 Eylül 1920 tarihi, TKP’nin kuruluş
tarihi olarak anılır. Zira bu tarihte gerçekleşen Bakü Kongresi, sosyalist
faaliyetlerin ve örgütlenmenin Anadolu’daki değişik damarlarının
birleştirilerek tek bir parti çatısı altında toplanmasını sağlamıştır. Bu
tarihten sonra yaklaşık 40 yıl, Türkiye’deki sosyalist hareket, tek bir
partinin, TKP’nin örgütsel çatısı altında birleşik bir faaliyet yürütecektir.
Bakü Kongresi’nde Ethem Nejat ve Hakkı Hilmi’nin
önerisiyle çeşitli sosyalist çevrelerin birleştirilmesi kararı alındı. Bu
çerçevede Türkiye sosyalizminin o ana
kadar farklı kanallarını oluşturan Türkiye İşçi Çiftçi Sosyalist Fırkası
(TİÇSF)*, Anadolu merkezli Türkiye Komünist Partisi ve Bakü merkezli Türkiye
Komünist Partisi, tek bir parti çatısı altında, Türkiye Komünist Partisi (TKP) ismiyle birleşti. Savaş koşulları
nedeniyle Kongreye Adana ve İzmir delegelerinin katılamadığı Bakü Kongresi’ne, İstanbul, Ankara,
Zonguldak, Ereğli, Trabzon, Samsun, Rize, Sivas, Kars, Erzurum, Eskişehir ve
Konya’dan toplam 125 delege katılmıştı, bu delegelerden 51’i
ise misafir delege statüsündeydi.
TKP, bundan sonra İstanbul dışına taşarak, Kurtuluş Savaşı’nın kalbi durumunda
olan Anadolu içinde de etkili bir iktidar alternatifi olacaktı.
* Topçuoğlu’nun verdiği bilgilere göre, TKP’nin
resmi Kuruluş Kongresi olan Bakü Kongresi’ne TİÇSF adına Ethem Nejat, Mustafa
Mermi ve Sadrettin Celal katıldılar. Şefik Hüsnü ise katılmadı. Şefik Hüsnü’nün
katılmaması üzerine Kongre Ş.Hüsnü’ye haber yollayarak ya kongreye kişisel
olarak katılması ya da göndereceği üçüncü bir delege ile birlikte Kongre kararlarına uyacağına
ilişkin bir taahhütnameyi Kongreye iletmesi istendi. Şefik Hüsnü gelmek yerine
sözkonusu taahütnameyle birlikte Sadrettin Celal’i üçüncü delege olarak
Kongreye gönderdi. Kongre’de Ş.Hüsnü gıyabında yeni Merkez Komitesi’ne seçildi(1976a:65-66).
Fakat R.Nuri İleri, TKP tarihi ile ilgili Topçuoğlu ile girdiği “sert
polemikte” Topçuoğlu’nun TKP tarihi ile ilgili verdiği bir çok bilginin
olduğu gibi bu bilginin de amaçlı ve çarpıtılmış bir bilgi olduğunu ve gerçekle
ilişkisi olmadığını ifade etmektedir(İleri,....:...). Ayrıca Tunçay’ın
birinci elden kaynaklara dayanarak yaptığı çalışmanın ortaya koyduğu bilgiler
de Topçuoğlu’nu yanlışlar niteliktedir(Tunçay,...:...).
1-TKP’NİN PROGRAMATİK YAPISI
1920 yılında kabul edilen TKP’nin ilk programına
M.Suphi çizgisinin ağırlıkla damga vurduğu görülür.TKP’nin en özgün yanlarından
birini partinin programatik yapısı oluşturur.
TKP programının hazırlanışı 3. Enternasyonalin kuruluş günlerine denk
düşer ve 2. Enternasyonalle hesaplaşmanın
bu en sıcak günlerinde 3.Enternasyonale hakim olan “enternasyonalist
devrimci sınıf siyaseti” rüzgarının bütün coşkusunu ve kararlılığını TKP
Programında görmek olasıdır.
Bu coşku içinde hazırlanan ve kabul edilen
programın sunuş konuşmasını yapan M.Suphi, emperyalizm, devrim, iktidar ve
sosyalizmin kuruluşu konularında şu görüşleri dile getirir:
“ Toplumsal devrim gibi; devrimin bütün dünya
burjuvazisi üzerindeki zaferinden çıkan
komünizm uygulaması da evrensel içerik taşır...Doğu’nun hammaddesiyle Batı’nın sanayi ürünleri de yine öyle bir
bütün teşkil ediyor, onun için Komünizm uygulaması da evrensel bir içerik ve
zorunluluk vardır...Son kırk yıllık sömürgecilik faaliyeti neticesinde ve bilhassa Avrupa Genel Savaşı’ndan sonra,
siyasal sınırları bir kat daha belirmiş olan bu şartlar içinde, burjuvaziye
dayanarak geliştirilen herhangi bir hareket, Doğu’nun zavallı millet ve memleketlerini kurtarmak yeteneğini
kaybetmiştir”(Göksu,65-67).
Bu kısa ama özlü alıntıdan anlaşılabileceği gibi,
TKP, sosyalizmin kuruluşunu bir dünya devrimi genel sorunsalı içinde ele
almaktadır; sömürge ve yarı sömürge ülkelerdeki devrimle sanayileşmiş
ülkelerdeki devrimi tek bir proleter dünya devriminin parçası olarak
görmektedir; geri ülkelerin sömürgecilik karşıtı mücadelesinde burjuvazinin
temsilcilerine güvenilemeyeceğini ve inisiyatifi komünistlerin ele alması
gerektiğini belirtmektedir.
1920 Programı’nın
“İlke ve Esaslar” başlığını taşıyan ve 11 maddeden oluşan ilk
bölümü M.Suphi’nin yukarıda kısa bir bölümünü alıntıladığımız program sunuş
konuşmasının, program diliyle yinelenmesidir adeta. “İlke ve Esaslar”
bölümünün 1. maddesi kapitalizm
hakkında, ikinci bölümü emperyalizm ve sömürgecilik-yarı sömürgecilik hakkında
partinin tahlillerinin özetini yansıtırken, 3.maddesinde “kapitalizmin artık
gericileşerek üretici güçlerin önünde bir engel oluşturmaya başladığı” ve
4.maddesinde de “ Kapitalizmin tüm bu nedenlerle bir toplumsal devrimle
yıkılması gerektiği” vurgulanmaktadır. 5. maddesinde bu toplumsal devrimin
zorunlu olarak evrensel-enternasyonal bir karakter taşıması gerektiği ifade
edilirken, programın 6. maddesinde dünya işçi ve emekçilerinin sınıf
savaşlarının bu enternasyonal karakterine karşın “ulusal çerçevede de büyük
fedakarlıklar yapılması gerektiği” vurgulanmaktadır. 7. madde de sorunun çözümünün özel mülkiyetin kaldırılıp
üretim araçlarının devlete aktarılmasıyla olanaklı olduğu söylenmekte ve 8.
maddede partinin devrim stratejisinin temelini oluşturan görüşler aynen şu
şekilde ifade edilmektedir:
“8-Toplumsal devrim gibi devrimin burjuvaziye karşı galip gelmesi ve
zafer kazanmasından doğan komünizm uygulaması da dünya çapında bir içerik
taşır. Tarih gösteriyor ki, yeryüzünde yaşayan toplumsal oluşumların bir kısmı
derebeylikten burjuvazi dönemine yeni
giriyor. Diğer kısmı burjuva devrimine girmiş proletarya hareketinin değişik
evrelerini yaşıyor. Üçüncü bir kısmı ise, burjuvazi döneminden, proletaryanın
egemenlik dönemine geçmiş bulunuyor.
Ulusların içinden geçmekte oldukları
ekonomik gelişimin, tarihi ve politik koşulların, toplumsal devrimin bir
an önce başlaması ve yaygınlaşmasıyla büyük bir ilişkisi olmakla birlikte,
devrim başladıktan sonra, ulus ve ülkeleri birbirinden ayırmak doğru değildir.
Bugün proletaryanın egemenlik dönemine ayak basmış Rusya’da komünizmin icraat
ve uygulamalarının başarısı ekonomik
olarak ilerlemiş diğer batı ülkelerindeki
toplumsal devrimin ortaya çıkışına bağlı olduğu kadar, bugün batıda
yaygınlaşacak komünizm uygulamasının da ekonomik olarak farklı evreler
gösteren doğudaki devrimci
hareketle ilişkisi çok önemli ve
yaşamsaldır. Doğu ve batıdaki bu hareketler dünya ekonomisinin özünde burjuva
saltanatı ve yayılmacılığının tekelci bir karakter almasından dolayı,
birbirlerinden doğar ve birbirlerini tamamlarlar.”(Göksu,2003:38).
Programın 9.ve 10. maddeleri ise bu genel yaklaşımı
Türkiye özelinde somutlar niteliktedir. 9.maddede, Türkiye’nin politik ve
ekonomik bakımdan genellikle doğu ülkelerine oranla daha gelişkin olmasına ve memleketin değişik bölgelerine yayılmış
bazı büyük fabrikaların varlığına karşın, yine de gelişkin bir proletaryanın
varlığından söz edilemeyeceği ama bu ülkede işçisi, köylüsü, askeri, işsizi ile
her türlü üretim aracından yoksun ve gelecekten ümidini kesmiş milyonlarca
yoksul emekçi bulunduğu saptanılmakta ve 10. maddede de “...bugünkü yönetim
biçimi ve tarzıyla burjuva demokrasisine ayak basmış olan Türkiye’de sınıf
savaşımı ilkel gelişim dönemini yaşamaktadır: Bugün Türkiye’de egemen ve
yağmacı Antanta devletlerine karşı devam
eden ulusal kurtuluş hareketine yoksul sınıfların katılması, ‘düşmanın
düşmanı’ ile, yani yabancı kapitalizmin egemenliğine karşı, kendi içindeki
vurguncu ve yağmacı küçük burjuvazi ile
birlikte savaşım içeriğine bürünmektedir” denildikten sonra şu önemli
saptama yapılmaktadır: “ Bununla birlikte
bir taraftan emperyalistlere karşı yürütülen savaşın devamı, diğer taraftan özellikle
toplumsal devrimin Avrupa’da yayılması, sınıf bilincinin olgunlaşması ve gelişmesini önemli ölçüde
etkileyerek Türkiye’deki hareketlerin toplumsal bir içerik almasına yardım
etmekte ve sosyalizmi temel alan işçi ve yoksul şuraları cumhuriyetinin
kurulmasına uygun şartları hazırlamaktadır.”(Göksu,2003:39-40)
TKP’nin
programatik olarak Türkiye Devrimi’ni enternasyonalist bir ruh ve bakış
açısıyla ele aldığını gösteren bir başka önemli belgede TKP Merkez Komitesi
tarafından Haziran 1920 tarihinde
yayınlanan TKP Genel Yönetmeliği’dir. Baştan sona Türkiye devrimini dünya
devrimi genel şemsiyesi altında değerlendiren bu yönetmeliğin 18.maddesinde
aynen şu ifadeler yer almaktadır:” Türkiye Bolşevikleri sosyalistliği kabul
eden diğer milletler ile Türkiye
arasında politik usul gereğince sınır ve gümrük işlerini kaldırırlar.” (Göksu,60).
Yine programda ulusal kurtuluş savaşının önderliğini yapan Kemalist harekete
ilişkin tutumu daha da somutlaştıran ve
pekiştiren ifadelere Bakü
Komünist Partisi ile bağlantılı olarak Anadolu’da kurulan Komünist Partisi’nin
yayınladığı 14 Temmuz 1920 tarihli Kuruluş Beyannamesi’nde rastlamaktayız. Bu
beyanname de TKP’nin diğer hareketlerden bağımsızlığını vurgulamak maksadıyla
şunlar söylenmektedir: “ ...İstanbul
Hükümeti, esas itibariyle eski mutlakiyet yanlısı ve aristokratik bir idareden, yani eski
sultanlık devrinin korunmasına çalışan bir heyetten başka bir şey değildir...
Mustafa Kemal tarafından vücuda getirilen Kuvay-i Milliye Hükümeti’ne
gelince:Saray Hükümeti’nin aldığı bu korkunç vaziyet üzerine, memleket
dahilindeki milliyetperverler memleketin demokratik burjuva sınıfına dayanarak,
adı geçen kişinin etrafında toplanarak
Anadolu’nun İstanbul Hükümeti’ne karşı milli ayaklanmasını ve milletin
bütün işlerine el koyan Büyük Millet Meclisi’ni meydana getirdiler... Fakat
burjuva elinde olan bu hükümet de aldatma siyasetini bırakmadı. Burjuvaların
etkisi altında milliyetperverlikten uzaklaşmadığı gibi, Rusya’daki cereyanı da
alkışlamaktan vazgeçmedi... Sonuç olarak: Yukarıda zikrolunan gerekçelere
dayanarak Türkiye Komünist Partisi, mevcut koşullarda: Bir tarafta despot,
diğer tarafta aldatan iki siyasi oluşumun mevcut egemenler olduğuna, daha açık
bir ifade ile bir tarata İngiliz siyasetine alet olan Hürriyet ve İhtilafçılar,
diğer taraftan halk için onlardan hiçbir farkı olmayan ve fakat maske ile meydana çıkan eski
İttihatçılar olduğuna kanaat ve bu kanaati resmen ilan ve her iki hükümetle de
hiçbir alakası olmadığını beyan eder.” (Göksu,2003:62-63). Programın dikkat çeken önemli maddeleri arasında “Hükümet Biçimi,
“Ulus ve Din” ve “Ekonomik Tedbirler” başlıklarını taşıyan maddeler Programın dikkat çeken
önemli maddeleri arasında yer alıyor.” Hükümet Biçimi” başlıklı maddede “Mutlak
idarelerde işçi halk, baskıcı hükümdar ve memurlarının zulmü altında ezildiği gibi, demokratik denilen
burjuva demokrasilerinde de iktidar, parlamentarizm ve halkçılık adı altında ayrıcalıklı
tabakalar, yine vali ve hanların temsil ettikleri zenginler elinde tekelci bir
yönetim haline geliyor” denildikten sonra, TKP kendisinin amaçladığı
hükümet biçiminin “İşçi ve Köylü Şuraları” olduğunu ve bu yönetim
biçiminin asalak sınıflar hariç halkın büyük çoğunluğunu temsil eden bir
yönetim olacağı vurgulanıyor. Şuralar
Cumhuriyetinin kapitalizmden komünizme geçiş sürecine özgü bir hükümet biçimi
olduğunun ise programda özel bir önemle vurgulandığını görüyoruz(Göksu,2003:40-41). “Ulus ve Din” başlıklı maddede ise TKP
, çok etnikli bir toplumda diğer guruplara karşı yaklaşımını açıklarken aynı
zamanda dine karşı tutumunu ve laiklik anlayışını ortaya koyuyor. Programın
TKP’nin laiklik anlayışını ortaya koyan
maddelerinde “dini içerikteki terbiye, eğitim ve ibadet
işlerinin dinsel toplulukların iç işi
olarak güvenceye alınacağı”; “dinsel kurumların devletten ayrılarak
dinsel topluluklar halinde bırakılacağı”,” ve fakat dinlerin ve milliyetlerin insanlar
arasında nefret ve düşmanlık doğuran gerici masallarına karşı savaşım
verileceği” ifade edilmektedir(Göksu,2003:41). Programın aynı başlık
altındaki 7.maddesinde ise “ TKP değişik uluslara mensup devrimci işçi ve köylü sınıfları arasındaki eski düşmanlıkları kaldırmak için aşağıdaki en kesin çözümlere girişir:”
denildikten sonra bu çözümler: “Dil ve kültür açısından her türlü
ayrıcalığın ortadan kaldırılması ve her ulusun bu konularda tam özgür olmasının
sağlanması”; “devlet örgütlenmesinde her ulusun temsil edilmesini
sağlayacak bir federasyon sisteminin kurulması”; “uluslararasında
çıkacak muhtemel sorunların kanlı çatışmalara yol açmaması için ‘plebisit’
yöntemiyle, genel oya başvurarak çözülmesi” olarak sıralanmaktadır(Göksu,2003:41-42).
Bu konuyla ilgili olarak Program sunuş
konuşmasında Suphi’nin söylediği şu sözler TKP’nin bu soruna ilişkin
yaklaşımının daha net ve bütünlüklü olarak anlaşılmasını kolaylaştırır
niteliktedir. Suphi, bu konuşmada, etnik guruplara ilişkin partinin izleyeceği
politikayla ilgili olarak şunları söylüyor:
“ Partimiz özgürlüğü yolunda uluslar arası toplumsal devrim hareketine
dayanma zorunluluğunun dayattığı işçi
halkımız arasındaki örgütlenmesini de uluslar arası esasta yapmak zorundadır.Partimiz
Türk işçi ve yoksul köylülerini
gerici İttihad ve İtilafcılar veya hain
sosyalistlerin etkisinden kurtarmaya ne derece zorunlu ise, Türkiye’de yaşayan
Rum, Ermeni,Kürt milletlerinin mağdur sınıflarını da Etniki Eterya, Taşnak ve
Bedirhan teşkilatlarından ayırarak,
çıkar ve amaç ortaklığı olan bir sınıf
halinde hem içteki sömürücülere hem de işgalci dış kuvvetlere karşı
birleştirip ayaklandırmak göreviyle yükümlüdür” (Göksu,2003:65).
Parti Programı’nın “Ekonomik Tedbirler”
başlığını taşıyan bölümünde ise, TKP’nin “bütün kaynak ve üretim araçlarını,
kendi emeğiyle yaşayan üreteci sınıfın
ortak malı haline getireceği”, “ bu amaca varmak için öncelikle büyük
üretim yöntemiyle idare edilen kurumlardan başlanacağı”, “Küçük
üreticilere ise hükümetin mali destek ve sipariş vererek bunların kalkınması
için çaba sarf edeceği ve bu kesimlerin kendi denetimleri altında çalışan
üretim kooperatiflerinde bir araya gelmelerinin teşvik edileceği, bu kesimlerde
makineleşmenin ve modern üretim tekniklerinin yaygınlaştırılmaya çalışılacağı”
ve tüm bunlarla birlikte “Planlı ekonomiyle ekonomik faaliyetlerin
birleştirileceği, çeşitli sanayi dallarının
ve başka uluslarla iktisadi ilişkilerin bu plan dahilinde
geliştirileceği” ifade edilmektedir(Göksu,2003:42).
1920 Programının, 1926 TKP programı da dahil olmak
üzere, bu yıllardan sonra tüm sosyalist
harekete hakim olan programatik anlayıştan
oldukça farklı bir düşünce sistematiğinin ürünü olduğu görülmektedir.
1920 Programı’nda öngörülen devrim anlayışı, kendisinden sonra hakim olacağı
gibi, devrimi ulusal plandaki ekonomik ve sosyal gelişme düzeyinden kalkarak
değil, bunu da gözeterek, fakat esas vurguyu dünya sistemi anlayışına yaparak
oluşturulmuş bir devrim anlayıştır. TKP’nin 1920 Programına göre, ulusal
düzeydeki farklılıklar devrimin seyrini, hızını, zorluk derecesini etkileyebilen
unsurlar olmakla birlikte, dünya da kapitalist sistemin hegomanyasının
kurulduğu bir evrede, her ülkede işçi köylü şuralarının iktidara gelebileceği
devrimler gerçekleştirilebilir; bu devrimin dayanağı ise dünya sosyalist
sistemi ve hareketi olacaktır. Programdaki ifadeyle “Bugün proletaryanın
egemenlik dönemine ayak basmış Rusya’da komünizmin icraat ve
uygulamalarının başarısı ekonomik olarak
ilerlemiş diğer batı ülkelerindeki
toplumsal devrimin ortaya çıkışına bağlı olduğu kadar, bugün Batıda
yaygınlaşacak komünizm uygulamasının da ekonomik olarak farklı evreler
gösteren doğudaki devrimci
hareketle ilişkisi çok önemli ve
yaşamsaldır. Doğu ve batıdaki bu hareketler dünya ekonomisinin özünde burjuva
saltanatı ve yayılmacılığının tekelci bir karakter almasından dolayı,
birbirlerinden doğar ve birbirlerini tamamlarlar.”ve devrimin gerçekleşmesinden sonra sosyalizmin
kuruluşu açısından soruna bakıldığında da, “ Toplumsal devrim gibi; devrimin
bütün dünya burjuvazisi üzerindeki
zaferinden çıkan komünizm uygulaması da evrensel içerik taşır...Doğu’nun
hammaddesiyle Batı’nın sanayi ürünleri
de yine öyle bir bütün teşkil ediyor, onun için Komünizm uygulaması da evrensel
bir içerik ve zorunluluk vardır.” ve “ Türkiye Bolşevikleri
sosyalistliği kabul eden diğer milletler ile
Türkiye arasında politik usul
gereğince sınır ve gümrük işlerini
kaldırırlar.” ifadelerinden de açık biçimde anlaşılacağı üzere TKP, sosyalizmin kuruluş ve uygulanış sorununa da tek tek ülke sınırları içinden
değil, fakat, evrensel sosyalist sistem açısından yaklaşma eğilimindedir.
TKP’nin
devrim stratejisini oluştururken, Türkiye’deki proletaryanın zayıf gelişme düzeyini bildiği, fakat bu
konuyu önemli görmekle beraber belirleyici olarak değerlendirmediği de
anlaşılmaktadır. TKP işçi sınıfı partisi olmaya özel bir önem vermekle beraber,
devrimi gerçekleştirmek açısından bu sınıfın dışında yer alan “ülkenin
üretim araçlarından önemli ölçüde yoksun, gelecekten ümidini kesmiş milyonlarca
yoksul emekçisini” son derece önemli bir güç olarak değerlendirmektedir.
Belli ki yalnızca Türkiye işçi sınıfının değil, yanı sıra uluslararası işçi
hareketinin ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin önderliğinde, o günkü
koşullarda dahi, Türkiye’de bir “İşçi Köylü Şuraları Cumhuriyeti”
kurulabileceği düşünülmektedir. Programdaki şu ifadeler bu görüşün net bir
açıklaması sayılabilir niteliktedir. “ Bununla birlikte bir taraftan emperyalistlere karşı
yürütülen savaşın devamı, diğer taraftan
özellikle toplumsal devrimin Avrupa’da yayılması, sınıf bilincinin olgunlaşması ve gelişmesini önemli ölçüde
etkileyerek Türkiye’deki hareketlerin toplumsal bir içerik almasına yardım
etmekte ve sosyalizmi temel alan işçi ve yoksul şuraları cumhuriyetinin
kurulmasına uygun şartları hazırlamaktadır.”
TKP Programı ve belgelerinden yansıyan bir başka
önemli konu da partinin, bütün yukarıda aktarılan yaklaşımlarla tutarlı olarak,
Kemalizmle kendi arasına kesin bir sınır çizme konusunda özel bir duyarlılık
gösterdiğidir. TKP, Kemalist harekete şartlı bir destek sunmakla birlikte,
Kurtuluş Savaşını bir “İşçi Köylü Şuraları” iktidarı ile
sonlandırabilmek için de gerekli uyanıklığa sahip olmak, gerekli girişimleri
gösterebilmek eğiliminde olduğu gözükmektedir.Zira TKP’ye göre, “Son kırk
yıllık sömürgecilik faaliyeti neticesinde
ve bilhassa Avrupa Genel Savaşı’ndan sonra, siyasal sınırları bir kat
daha belirmiş olan bu şartlar içinde, burjuvaziye dayanarak geliştirilen
herhangi bir hareket, Doğu’nun zavallı
millet ve memleketlerini kurtarmak yeteneğini kaybetmiştir” ve TKP’ye
göre “...bugünkü yönetim biçimi ve tarzıyla burjuva demokrasisine
ayak basmış olan Türkiye’de sınıf savaşımı ilkel gelişim dönemini yaşamaktadır:
Bugün Türkiye’de egemen ve yağmacı Antanta devletlerine karşı devam eden ulusal kurtuluş hareketine yoksul
sınıfların katılması, ‘düşmanın düşmanı’ ile, yani yabancı kapitalizmin
egemenliğine karşı, kendi içindeki vurguncu
ve yağmacı küçük burjuvazi ile birlikte savaşım içeriğine bürünmektedir
.
“ Bununla birlikte
bir taraftan emperyalistlere karşı yürütülen savaşın devamı, diğer taraftan özellikle
toplumsal devrimin Avrupa’da yayılması, sınıf bilincinin olgunlaşması ve gelişmesini önemli ölçüde
etkileyerek Türkiye’deki hareketlerin toplumsal bir içerik almasına yardım
etmekte ve sosyalizmi temel alan işçi ve yoksul şuraları cumhuriyetinin
kurulmasına uygun şartları hazırlamaktadır.”
2-KURTULUŞ SAVAŞI YILLARINDA TKP ÖRGÜTLENMESİ VE
EYLEMİ
TKP’nin programdaki net perspektifine ve
stratejisine karşın Kurtuluş Savaşı yıllarındaki örgütlenme ve eylemi son
derece karmaşık bir görüntü arz etmektedir. Gerek TKP’nin çok parçalı yapıdan
tek bir örgütlenmeye geçmeye yeni başlayan, dolayısıyla bu dağınıklığın
etkilerini henüz bütünüyle aşamamış bir parti olmasının; gerekse de ulusal
kurtuluş savaşına katılan bazı yerel çete güçleriyle kurulmaya çalışılan
ittifak politikasının ve bütün bunların
yanı sıra Kemalizme şartlı desteğin ve Türk-Sovyet ilişkilerindeki olumlu
seyrin, bu karmaşık görüntünün oluşmasında belirleyici etkileri vardır.
Tüm bu nedenlerle
farklı sosyalist kanalların birbiriyle ilişkilerinin, yine sosyalist
hareketin çete güçleriyle ve Kemalist örgütlenmelerle ilişkilerinin ne düzeyde
olduğunu, nerede başlayıp nerede bittiğini saptamak son derece zorlaşmaktadır.
Bütün bu karmaşık görüntüden anlaşıldığı üzere, gerçekleşen birlik kongresine
karşın, TKP’nin Kurtuluş Savaşı yıllarındaki faaliyeti net ve tek bir partisel
formda yürüyen bir çalışma olmaktan ziyade
farklı örgütlere dağılmış, bazen hedef ve söylem olarak birbiriyle
farklılıklar da arz eden bir siyasal
faaliyettir.
Bu nedenle TKP’nin 1920’li yıllarından sonraki
faaliyetlerini analiz edebilmek için Yeşil Ordu, Halk İştirakiyun Fırkası,
Çerkes Ethem başta olma üzere çete güçleri
ve İstanbul kanadı (eski TİÇSF kadroları) ile
TKP arasındaki ve bütün bunlarla da Kemalizm arasındaki ilişkiyi doğru
biçimde değerlendirebilmek zorunlu gözükmektedir.
a-Yeşil Ordu ve TKP ile ilişkileri
Yeşil Ordu hareketinin efsane bir tarafı vardı.
Yeşil Ordu’nun binlerce, on binlerce atlılarıyla Anadolu’ya yürüdüğü yönündeki
şayiyalar halk arasında çok yaygındı. Söylence esin kaynağını ırkçı-Turancı politikalarını gerçekleştirmek
amacıyla Türkistan’a giden Enver
Paşa’nın serüvenlerinin Türkiye’ye şekil
değiştirerek ulaşmasını izleyen
günlerde, “esir Türkler’in”, “Anadolu’daki “Türk ulusu”nu kurtarmak üzere Kafkaslar’dan ülkeye girmeye hazırlanan bir Yeşil Ordu’nun halk üzerinde uyandırdığı mistik etkiden
almıştı(Akdere ve Karadeniz,1996:86).
Yeşil ordu, kurtuluş savaşının en karmaşık
örgütlenmelerinden biridir. Kimileri bu hareketin sosyalist ideolojiden belli
ölçülerde etkilenmiş olmasından ve giderek de bu etkinin daha belirgin bir hal
almasından kalkarak, bu örgütü başlangıçtan itibaren komünizm ideolojisine
yakınlaşmış askeri-siyasi bir örgütlenme olarak tanımlarken (Şişmanov,1990:70,
Sayılgan,1972: ..:..,Tevetoğlu,1967:136), kimileri de bu örgütü,merkezinde
de her dönem Kemalistlerin bazı önemli isimlerinin bulunmasından kalkarak,
sonradan denetimden çıkmaya başlayan
fakat başlangıçta belli taktiksel nedenlerle Kemalistler tarafından
kurulan paravan bir örgütlenme olarak nitelemektedirler(Akdere ve
Karadeniz,1996:86). Yeşil
ordu ile ilgili farklı değerlendirmelerin olduğu konulardan biri de bu örgütün
sınıfsal temeli ve askeri bir nitelik taşıyıp taşımadığı ile ilgilidir.
Şişmanov, bu örgütün askeri nitelikler
taşıdığını ve köylü sınıfının bir örgütü olduğunu ifade ederken(1990:70)
Harris, bu örgütün adındaki ordu
ifadesine rağmen askeri bir nitelik taşımadığını ve halkı örgütlemekten ziyade
seçkinler arasında örgütlü bulunduğunu belirtmektedir(1976:97). Bütün bu karışık ve çelişkili nitelendirmeler kurtuluş savaşındaki pek çok örgütlenmenin
henüz çok yeni kurulan ve birbirleriyle
farklı olmalarına rağmen, yeni ve bu
nedenle ideolojik ve örgütsel sınırları belirginleşmemiş örgütlenmeler olmaları
dolayısıyla çoğu zaman iç içe bir görünüm arz edebilmelerinden kaynaklanmaktadır. Yeşil Ordu, kuruluşu
itibariyle Anadolu’daki çete gruplarının birleşik bir örgütü niteliğini
taşımamıştır ama yaşamı boyunca bu çete güçleriyle ilişkisi olmuş ve bu yapılar
çoğu zaman birbirleriyle paralel, birbirini destekleyen işler yapmışlardır.
Dolayısıyla Yeşil Ordu ve çete güçleri arasındaki bu iç içe geçmiş görüntüyü
veri alarak Yeşil Orduyu askeri bir köylü örgütü olarak nitelendirmek
olanaklı olduğu gibi, iki yapının örgütsel ve kadrosal yapılarındaki
farklılıklarını esas alarak Yeşil Ordu’yu siyasi bir seçkin örgütü olarak
nitelendirmekte olasıdır.
Yeşil Ordu’nun, Merkez Örgütünün yanı sıra Ankara ve Eskişehir’de birer bölge
örgütlenmesi de bulunmaktaydı. Yeşil Ordu’nun Bursa, Afyon, Kayseri, Elazığ ve
Mersin gibi bazı illerde de örgütlenme çalışması yaptığı iddia edilmektedir(Tevetoğlu,1967:146).Arif
Oruç ve Mustafa Nuri tarafından Eskişehir’de yayınlanan Yeni Dünya Gazetesi’nin
Yeşil Ordu’nun yayın organı olduğu genel bir kabul görmektedir.
Yeşil Ordu ile ilgili belirtilmesi gereken önemli
özelliklerden biri de, bu örgütlenmenin içerisinde çok sayıda milletvekilinin
de yer aldığıdır. Yeşil Ordu’nun bünyesinde yer alan 14 milletvekili şu
isimlerden oluşuyordu: Sıhhiye ve daha sonra Dahiliye Vekili ve Meclis Başkanvekili Adnan Adıvar,
Dahiliye ve Maliye Vekili Hakkı Behiç, eski valilerden Tokat milletvekili
Nazım, Muğla milletvekili Yunus Nadi, Saruhan milletvekilleri İbrahim Süreyya ve Reşid (Çerkez Ethem’in
ağabeyi), Eskişehir milletvekili Eyüp Sabri, İzmit milletvekilleri Sırrı Bey ve Hamdi Namık, Dersim
milletvekili Dr. Mustafa Bey, Bursa
milletvekili Şeyh Servet Efendi, Eskişehir milletvekili Hüsrev Sami ve Bursa milletvekili Muhittin
Baha (Pars) (Tevetoğlu,1967:146)
Yeşil Ordu’nun komünist hareketle de son derece
karmaşık bir ilişkisi sözkonusudur.[1] Yeşil
Ordu’nun ilk dönemine ait belgelerinde bu örgütün sosyalizan özellikler de
taşıdığı izlenimi yaratan kuvvetli emareler vardır. Bu belgelerde
anti-emperyalizm, anti-feodalizm, sömürgeciliğe düşmanlık gibi genel anti-emperyalist, anti-feodal söylemler
dışında, Ekim Devrimine sempati, bolşevizm yandaşlığı ve anti kapitalist
argümanlar gibi daha sosyalizan söylemlere de
rastlanmaktadır(Şişmanov,1990:78). Fakat o dönemlerde bu tür
söylemleri pragmatist nedenlerle Kemalistlerin ve bazı eski İttihatçı
çevrelerin de kullanabildiği göz önünde tutulacak olursa, bu söylemleri tek
başına bu örgütün sosyalizan niteliğine kanıt
sayabilmek olanaklı gözükmemektedir. Bunun yanı sıra Yeşil Ordu’nun sosyalizan
niteliğini tartışmalı kılan -şovenizmi zorlayan bir milliyetçilik, abartılı
islami vurgular gibi- başka unsurlardan söz etmek de olanaklıdır.
Bizce Yeşil Ordu çete güçlerinden bağımsız
olarak, çete güçlerini kendilerine
bağlamak ya da en azından denetimden çıkmalarını önlemek amacıyla Kemalistlerin
izniyle kurulmuş, fakat başlangıçtan itibaren Kemalistlerin tam ve kesin
denetiminde olmayan, bolşevizmden de belli ölçülerde etkilenmiş olarak kurulan,
çete güçleriyle ilişkili olarak faaliyet yürütmüş, fakat amaçlanın tersine
giderek çete güçlerinin ve komünistlerin Yeşil Ordu içindeki ağırlıklarının
artmasıyla beraber Kemalizm için ciddi bir tehlike oluşturmaya başlamış ve bu nedenle
de faaliyetleri sona erdirilmiş bir örgütlenmedir.
b- Yeşil Ordu’nun Dağıtılması, Resmi TKP ve Halk
İştirakiyun Fırkası
Yeşil Ordu’nun giderek çete güçleriyle komünist
hareket arasında bir birleşme köprüsü niteliği taşımaya, aynı nedenle Kemalistler
açısından bir tehdit unsuru oluşturmaya başlaması nedeniyle kapatılmasının
ardından hareketin farklı unsurlarının bu kez kendilerini iki ayrı örgütlenme
çerçevesinde ifade etmeye başladığını görüyoruz. Bunlardan birincisi “Resmi
TKP”’dir. Kemalistler Yeşil Ordu’nun dağıtılmasının ardından gerek
Sovyetler Birliği ile sıcak ilişkileri korumak gerekse de Anadolu’daki
bolşevizm sempatisinin bağımsız bir alternatif olarak hayat bulmasının önüne
set çekmek amacıyla bizzat kendi elleriyle ve bu kez çok daha yakından
denetledikleri bir Komünist Partisi oluşturmuşlardır. Yeşil Ordu’nun bu gelişmeden rahatsız olan ve sosyalizmle
ilişkileri çok daha sahici bir nitelik taşıyan unsurları ise Türkiye Halk
İştirakiyun Fırkası’nın şemsiyesi altına toplanmayı tercih etmişlerdir.
b1-“Resmi” ya da “Muvazaalı” TKP
Bolşevizm sempatisinin Anadolu hareketi içinde
giderek artması Kemalist Hükümeti 11
Eylül 1920’de “Hiyanet-i Vataniye Kanunu”nu askeri bozgunculuk olduğu
kadar siyasi yıkıcılığı da kapsayacak şekilde genişleterek bu hareketler
üzerinde baskıcı-yasaklayıcı önlemler almaya sevk etti. Arkasından 4 Ekim 1920’de Cemiyetler Kanunu
değiştirilip hükümete kamu hukuku ve devlet politikalarına ters düşen örgütlenmeleri yasaklama yetkisi verildi. Fakat
Atatürk’ün komünist hareketin gelişmesine karşı
kullanmaya çalıştığı bir başka silah çok daha orijinal ve cesurca idi.
Bu da kendi “Resmi TKP”sini kurmaktı(Harris,1976:122).
Atatürk, 1920 Eylül’ünün sonunda Hakkı Behiç’le
kendisine bağlı olan öteki kişilere hep birlikte Yeşil Ordu’dan çıkmaları
talimatını verdi. Ve bunlar 18 Kasım 1920’de doğrudan doğruya Atatürk’ün
kontrolünde bir resmi TKP kurdular(Harris,1976:114-115). Partinin kuruluşundaki hedefin bir yandan
Sovyetler Birliği ile ilişkileri bozmadan bu ülkeden gelen yardımların
sürmesini sağlamak, öte yandan da komünist hareketin gelişmesinin denetimden
çıkmasını engellemek olduğu görülüyor(Tevetoğlu,1967:303). Partinin
kuruluş bildirisinden anlaşıldığı üzere partinin ilk yönetici komitesi 30
kişiden oluşuyordu. Aralarında Kılıç Ali, Hakkı Behiç, Eski Bahriye Vekili
İhsan, Refik Koraltan, Eskişehir milletvekili Eyüp Sabri,Süreyya (Yiğit), Fevzi
Çakmak, Ali Fuad Cebesoy, İsmet İnönü, Mahmut Celal Bayar, Adnan Adıvar,Yunus
Nadi, Tevfik Rüştü Aras gibi M.Kemal’in çok yakın arkadaşları vardı. Partinin
Genel Sekreterliği’ne Hakkı Behiç getirildi(Sayılgan,1972:178). Parti
kurulduktan sonra M.Kemal, Tevfik Rüştü Aras’ı
Moskova’ya göndermiş ve hatta Aras partinin 3.Enternasyonel’e üyeliği
için başvuruda bulunmuş, fakat bu başvuru kabul edilmemişti(Sayılgan,1972:180).
Ankara Hükümeti
resmi TKP’nin kuruluşundan sonra “meşru
Türk Komünizmi” ile “gayri meşru Sovyet Komünizmi (Bolşevizm)”
arasında bir mücadele başlattı. Bu mücadelenin ilk ürünlerinden biri olarak
Kemalistlerin yayın organı olan Hakimiyet-i Milliye Gazetesi’nin 12 Ekim
1920 tarihli nüshasında “İki Komünizm” başlıklı bir yazı yayınlandı.
Bunu birkaç gün sonra yayınlanan “Rus Bolşevizmi, Türk Komünizmi”
başlıklı bir başka yazı izledi. Resmi Komünist Partisi’nin resmi yayın organı,
Yunus Nadi’nin Gazetesi Anadolu’da Yeni Gün aynı türküyü çağıran bir dizi yazıyla Hakimiyet-i Milliye Gazetesi’ni takip
etti(Harris,1976:117). Resmi Komünist Partisi ile Gerçek Komünist
Partisi arasındaki mücadelenin
şiddetlendiği bir sırada Ankara Hükümeti Halk İştirakiyun ve Yeşil Ordu
üyelerini mahkemeye verdi. Böylece resmi TKP’de , Çerkez Ethem’in ve komünist örgütlenmelerin tasfiyesinin
ardından kendiliğinden tasfiye olup kısa dönemli ama son derece ilginç siyasi
macerasını tamamlamış oldu(Sayılgan,1972:182-183).
b2-Türkiye Halk İştirakiyun Partisi (THİP)
resmi tkp’nin kuruluşu aracılığıyla hükümetin komünist hareketi
saptırma çabalarına girişmesi üzerine
Manatov ekibi ayrı bir parti kurma teşebbüsüne yöneldi. Bu doğrultuda
Ziynetullah Nevşirvanov ile Tokat
milletvekili Nazım 1920 Kasım’ı sonlarına doğru Türkiye Halk İştirakiyun
Partisi’ni örgütlemeye başladılar. Resmi TKP’ye bir tepki niteliği taşımasına
ve gerek Bakü’deki Komünist Partisi ile gerekse Türkiye’deki Sovyet temsilcileriyle
son derece yakın bir ilişki içinde bulunmasına karşın Ankara Hükümeti bu
partinin kuruluşuna izin verdi(Harris.1976:122).
Bu durumun
arkasında yine nazik bir denge içinde bulunun Türk-Sovyet ilişkilerinin önemli
bir faktör olduğu görülmektedir. Öyle ki
bu partinin aynı zamanda Sovyet Hükümeti ve Bakü’deki Komünist Partisi
ile Ankara Hükümeti arasındaki karşılıklı diyalogların bir ürünü olarak
kurulduğu da görülmektedir. O zaman ki Büyükelçi Aralov anılarında Sovyet
elçiliğinin THİP’nin hayatında her zaman önemli bir rol oynadığını ve
kendisinin sık sık Nazım ve yoldaşlarıyla görüşmeler yaptığını anlatmaktadır(Harris.1976:158). Aynı zamanda THİP’nın kuruluşunun öngünlerinde hem
Mustafa Suphi’nin Türkiye’ye gelişinin
hem de THİP’nın kuruluşunun hazırlıkları doğrultusunda M. Suphi çevresi
ile hükümet arasındaki gayri resmi diplomatik trafiğin yoğunlaştığını
gözlemlemekteyiz. 1. Dünya Savaşı sıralarında Ruslar’a esir düşen ve Bolşevik
Devrimi’nin gelişmesiyle beraber sosyalist fikirleri benimseyen eski bir
Osmanlı Asteğmeni yeni bir TKP yöneticisi olan Süleyman Sami yanında Mustafa
Suphi imzalı bir mektupla 1920’de Trabzon’a gelerek, TKP MK adına Ankara
Hükümeti ile bazı dolaylı temaslarda bulunmuştu. Süleyman Sami’den bir ay sonra
yine TKP-MK üyelerinden Salih Zeki
Trabzon’a gelerek Ankara Hükümeti
ile temasa geçmek istedi. Fakat Salih Zeki
“Bakü Doğu Halkları Kurultayı”na yetişemeyebileceği endişesiyle
Ankara’ya gitmekten vazgeçerek, 3.Kafkas Komutanlığı aracılığıyla Ankara
Hükümeti’ne bir mektup göndermekle yetindi. M.Suphi’nin Türkiye’ye geliş kararı
almasında olduğu gibi THİP’nın resmen ve legal olarak kuruluşunda da bu
girişimlerin bir payı olduğu görülüyor. Zira tam da Süleyman Sami ve Salih
Zeki’nin girişimlerinin hemen ardından Tokat milletvekili Nazım Bey ile Bursa
milletvekili Şeyh Sait Servet Efendi ve arkadaşlarının THİP’nın kurulduğunu
açıklamaları ve kuruluşun resmen tanınması için Ankara Hükümeti’ne
başvurmaları bu tür bir yargıyı
kuvvetlendirir niteliktedir(Sayılgan,1972:168-169).
Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası’nın genel
programatik yaklaşımı TKP ile paralellik taşımaktadır. Bu partinin de Kemalist
Hareketi, burjuva hareketin feodal aristokrasiye ve emperyalizme karşı
milliyetçi ve yüzeysel bir savaşımı olarak nitelendirdiği ve
Kemalist harekete belli bir destek vermekle beraber, Anadolu’da bir
sosyal devrim gerçekleştirmeyi öncelikli bir görev olarak değerlendirdiği
görülmektedir. Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası’nın Anadolu’nun geniş köylü
yığınları ile birleşilmesi sorununa daha özel bir önem verdiği gündemdeki
sosyal devrimin ön önemli unsurunu bir “Tarım Devrimi”nin
gerçekleştirilmesi olarak saptadığı görülmektedir. Belli ki köylü hareketiyle
bağ kurmanın en kestirme ve pratik yolu olarak mevcut çete hareketiyle olan
bağların çok daha güçlü hale getirilmesi hedeflenmektedir. Daha sonraki
yıllarda THİP Anadolu’nun en güçlü çete hareketi olan Çerkez Ethem hareketiyle
olan bağlarını ısrarla reddetmesine karşın, bunun bir gerçekliği yansıtmaktan
ziyade, Çerkez Ethem’in yenilgisi ve Yunanlılara sığınmasının ardından oluşan (ve
aslında biraz da Kemalistlerin özel çabasıyla oluşturulan) kötü şöhretin
olumsuz etkilerinden sıyrılmak amacıyla
gerçekleşen bir tutum olduğunu söylemek daha doğru bir saptama olarak
gözükmektedir(Harris,1976:124).
TKP’nin Anadolu örgütlenmesinin legal kolu olan
THİP, kuruluşundan kısa bir süre sonra, Çerkez Ethem’in yenilmesindeni izleyen
dönemde Çerkez Ethem ile bağlantılı olduğu gerekçesiyle, 2 Şubat 1920’de kapatıldı. Bu parti 29 Mart 1922’de ikinci kez faaliyete geçtiyse de 12 Ekim 1922’de tekrar
kapatıldı. 36 kişi mahkemeye verildi. Yöneticilerinden pek çoğu hüküm giydi.
Partinin yayın organı 1922’de bir süre yayınlanan “Yeni Hayat”tı(Sayılgan,1972:175).
Yukarıdaki aktarımlardan TKP’nin Kurtuluş
Savaşı yıllarındaki faaliyetinin İstanbul merkezli olmaktan çıkarak giderek
Anadolu merkezli çalışma haline dönüştüğünü saptayabiliyoruz. Bu yıllarda
İstanbul’daki bir çok sosyalist kadronun
Kurtuluş Savaşını desteklemek ve bu savaşın merkezine yakın olmak
amacıyla siyasal faaliyetlerini yürütmek
için Anadolu’ya geçtiğini
biliyoruz. İstanbul’da kalanların ise büyük ölçüde illegaliteye geçtiğini,
sürdürdükleri sınırlı faaliyetin ise işçi sınıfının yoğun olarak yaşadığı
İstanbul’u Kurtuluş Savaşının en temel üssü ya da üslerinden biri haline
getirmek perspektifi taşımadığını; İstanbul’da yürütülen faaliyetin
Anadolu’daki Kurtuluş Savaşı’nı destekleyen bir cephe gerisi faaliyet olarak
düşünülüp örgütlendiğini gözlemliyoruz. İstanbul’da yürütülen faaliyet bir
yandan İstanbul kökenli TİÇSF’ndan gelen kadrolarla yürütüldüğü gibi, bu ile,
Kurtuluş Savaşı yıllarında M.Suphi kanadından çok sayıda kadro ve taraftar da
gönderilmişti. Örneğin bazı kaynaklara göre, İstanbul’daki çalışmalara 1919
yılında başlarında Baba Mehmet’in
bulunduğu Rusya’dan gelen 516 kişilik
bir güç katılmıştı (Göksu,2003:12). M.Suphi ile ilişkileri olan Baba Mehmet’in liderliğindeki bu taze güçler
daha çok Anadolu’ya silah ve tezgah kaçırıyor, cepheye işçi yolluyor ve “Yeni
Dünya” Gazetesi’nin dağıtımı yapıyordu. Bu grubun bir diğer önemli
faaliyetini ise işgalci güçlere karşı
sabotajlar düzenlemek oluşturuyordu. Kaldı ki tarihsel veriler bize, bu
güçlerin de bir süre sonra Anadolu’ya
geçerek bizzat çete faaliyetleri içerisinde yer aldıklarını göstermektedir. İstanbul’daki sosyalistlerin
çalışmaları için de işçileri sendikalaştırmak, grevler örgütlemek gibi
etkinlikler de bulunmakla birlikte, işçi merkezli eylemlerin çoğunlukla
H.Hilmi’nin TSF’ı marifetiyle gerçekleştiğini de belirtmek gerekir. Örneğin
İstanbul’da 1921 tarihinde gerçekleşen kitlesel 1 Mayıs gösterisinin
organizasyonunda TSF’nın özel bir rolü olduğu
görülmektedir(Akdere ve Karadeniz,1996:31) TKP kadroları ise
iktidar merkezli programatik bakış açıları önemli ölçüde korumakla beraber, bu
mücadeleyi İstanbul ve dolayısıyla işçi sınıfı merkezli bir hareket olarak
yürütmek yerine, Anadolu merkezli ve odağında çete güçlerinin -sınıfsal
ifadesiyle de silahlı köylü guruplarının bulunduğu- bir mücadele olarak
organize etmeyi tercih etmişlerdir.
Yine yukarıda aktarmaya çalıştığımız tablo, Türkiye
sosyalist hareketinin tek bir parti çatısı altında birleşme kararına karşın Kurtuluş
Savaşı yıllarında TKP’nin örgütsel ve ideolojik ve programatik bakımdan ortak
bakış açısını ve hareketi garanti altına alacak düzeyde bir homojenleşme
yaşamadığını ortaya koymaktadır. Öyle ki partinin M.Suphi kanadı ile Yeşil Ordu
kökenli kadroları arasında ve tüm bunlarla TİÇSF kaynaklı kadrolar arasında ki
geçmişten gelen anlayış farklılıkları partinin TKP programı ekseninde gerekli
ölçüde tek vücut davranışını engellemiş, parti programı ile pratiği arasında “Kemalizme
desteğin niteliği ve işçi köylü
şuralarını hedef alan sosyal devrimin öncelikli bir hedef olarak görülmesi”
konularında tam anlamıyla tutarlı bir
ilişki inşa edilememiştir. Şen’in Komintern tarihçilerinden ve KUTV
öğretmenlerinden Cemil Saydamedof’un bir incelemesine dayanarak ortaya koyduğu
tarihsel veriler bize, özellikle TİÇSF kökenli kadroların,TKP programının
ortaya koyduğu “Anadolu’da süren
Kurtuluş Savaşı hareketinden işçi köylü şuralarını hedefleyen bir sosyal devrim yaratma” önceliğini
gerçekçi görmeyerek sıcak bakmadıklarını ve
“Kemalist hareketin başarılı olmasını sağlamaya yönelik bir
politikayı” kendilerine daha yakın gördüklerini ortaya koymaktadır(Şen,1998:47).
Bütün bu tablo bize gösteriyor ki, Sovyetler
Birliği’nden ülkeye dönerken M.Suphi ve arkadaşlarının Trabzon’da
öldürülmeleri, başka bir anlatımla TKP’nin Bakü gurubunun Anadolu’ya geçerek hareketi bizzat yönetme, yönlendirme
amaçlarının sona ermesi -ve aynı
süreçte THİF’nın kapatılması ve Çerkez
Ethem güçlerinin dağıtılması- Anadolu Komünist hareketi için yalnızca
önemli bir güç yitimine uğramak anlamına gelmemiş, TKP’nin 1920 Programı’nın
rafa kaldırılmasına, yani ciddi bir yön ve eksen değişimine de yol açan bir
olay olmuştur. Fakat bu yön değişiminde son derece önemli olmakla birlikte bu
içsel faktörlerin tek neden olmadığını, ileri de ayrıntılarıyla gösterileceği
gibi, Komintern’de başlayan çizgi değişikleri ve SSCB ile Ankara Hükümeti
arasındaki reel siyaset dengeleri de, Aadolu Komünist hareketindeki bu “eksen
kayması” sürecini kolaylaştırmıştır.
D- KEMALİST İKTİDAR KOŞULLARINDA SOSYALİST HAREKET
Kemalist iktidarın kuruluşundan 1960’lı yıllara
kadar geçen süreç içinde, her ne kadar
ilerleyen bölümlerde daha ayrıntılı olarak ele alacağımız gibi 1947 yılında
Esat Adil Müstecaplı önderliğinde
kurulan Türkiye Sosyalist Partisi
ve 1957 yılında Dr. Hikmet Kıvılcımlı tarafından kurulan Vatan
Partisi gibi kısa süreli deneyimler söz konusu olmuşsa da, Türkiye
sosyalist hareketinin tarihi büyük ölçüde TKP’nin tarihidir.1923’den 1960’lı
yıllara kadar süren sosyalist faaliyete damgasını vuran şahsiyet Şefik Hüsnü,
çizgi ise TKP’nin üç ana damarından birini oluşturan İstanbul T.İ.Ç.S.F’nın
Kominternin uyarıları karşısında kısmen revize edilmiş çizgisidir(Tevetoğlu,1967:380).
TKP’nin bu tarihler arasındaki siyasal evrimini üç ana bölüm halinde
incelemenin daha doğru olacağını düşünüyoruz. Cumhuriyetin ilk yıllarından
1925’lere kadar olan dönem, 1925 ile 1935 yılları arasında Komintern’in “sınıfa
karşı sınıf” ya da “bolşevizasyon” taktiği ekseninde yaşanan yeniden
yapılanma süreci ve 1935’den sonra yine Komintern’in saptadığı “Faşizme
Karşı Birleşik Cephe Politikaları” ekseninde politikaların izlendiği dönem.
1- “BURJUVA DEVRİMİN KAZANIMLARI İÇİN İKTİDARA DESTEK,
BURJUVA DEVRİMİNİN İLERLETİLMESİ İÇİN İKTİDARA MUHALEFET”
Yukarıdaki başlık
TKP’nin 1925’e kadar izlediği politikayı en özlü biçimde yansıtmaktadır.
Artık TKP’nin çizgisine egemen olan 1920 programının dünya devrimi sürecinin
bir parçası olarak Türkiye’de sosyal devrimi güncel bir sorun olarak gören çizgisi
değil, TİÇSF gurubunun ekonomist evrimci çizgisidir. Komintern’in
Avrupa’da -ve özellikle de Almanya ‘da- bir proleter devriminin olabileceğine ilişkin
öngörülerinin kısa vadede gerçekleşmeyeceğinin anlaşılması üzerine, dünya
devriminin kışkırtılması yerine Sovyetler Birliği’nde gerçekleşen devrimi
koruma kaygılarının ön plana geçmeye başlaması da, Şefik Hüsnü ekolünde
ifadesini bulan bu evrimci-ekonomist mantığın Türkiye sosyalist hareketi içinde
galebe çalmasını kolaylaştıran çok önemli bir faktör oldu. Şefik Hüsnü çizgisi
özet olarak Türkiye’de sosyalist politikalara yönelen bir devrim için
koşulların olgunlaşmamış bulunduğunu, bugünkü koşullarda yapılması gerekenin
ülkede emperyalizmden bağımsız ve feodalizmi tasfiyeye yönelen bir kapitalist
gelişmenin sağlanması için Kemalist iktidarın desteklenmesi olduğunu
düşünüyordu. Komünist hareket elbette Kemalistlerin bu çizgiden sapmaması ve bu
gelişme için gerekli adımların hızla ve kararlılıkla atılması doğrultusunda
Kemalist iktidara karşı etkin bir muhalefet yürütecekti. Ama sosyalizm için
ülke koşulları hazır hale gelinceye kadar bu muhalefetin amacı devrim yoluyla
iktidarı ele geçirmek olmayacaktı. Şefik Hüsnü’nün dönem içinde yazdığı pek çok
makale de TKP’ye hakim olan bu evrimci stratejinin ayak izlerini en belirgin
haliyle görmek olanaklıdır. Birkaç örnek vermek gerekirse: “ ...Cumhuriyet Hükümeti’ni ileri atılmaya
teşvik etmek ve zorlamak bulunduğumuz
dönemde işçi sınıfının ihmal
edilemeyecek bir görevidir.”(Hüsnü,...:150), “Kazanılmış hakları
eylem ve uygulama alanına aktarmak için birinci ve üçüncü siyaset (Kemalistler
ve sosyalistler-bn.) uzun süre el ele hareket edebilecek...”(Hüsnü,...:139),
“ Bütün geri ülkelerde burjuva halkçılığın eylem alanına çıkarmak ve derebeylik artık ve döküntülerini
silip süpürme işini, henüz kapitalistleşmemiş
genç burjuvazinin üzerine alacağı deneyle sabit olmuştur.”(Hüsnü,...:156).
TKP’nin 1925’e kadar izlediği politika, devrim
yoluyla iktidarı alma perspektifini büyük ölçüde dışta bırakan ve ileride sosyalizm için koşulları uygun
hale getireceği düşünülen Kemalist hareketi, bu yol açıcı tarihsel görevinde
desteklemeye dayalı olan bir politikaydı.
Hatta zaman zaman bu politikanın
en uç noktalarına kadar götürüldüğü,
Kemalizmin uyguladığı devletçi
ekonomik politikalar sayesinde sosyalizme yönelişin alt yapısını oluşturduğunun
düşünüldüğü bir “üçüncü yol”cu anlayışa ulaşıldığı da olmuştur.Nitekim
parti içinde bu yaklaşımın daha fazla somutluk kazandığı ve her biri partinin
önemli yöneticileri arasında bulunan kadrolar 1925’den sonra Komintern’in
müdahaleleri ile oluşan yeni çizgiye direnerek partiden ayrılmışlar ve Kadro
hareketini oluşturmuşlardır.
TKP bu süreçte tereddütsüz biçimde seçimler dahil
her platformda “gericilik” karşısında Kemalist harekete coşkulu ve
militan bir destek sunmuştur. Fakat, parti, Ş.Hüsnü’nün makalelerinde ifadesini
bulduğu gibi “kara gericiliğe karşı” Kemalistlerin tarafını tutma politikasını
büyük bir sadakatle uygulamasına karşın, Kemalist iktidarın 1923 yılındaki
tutuklama ve yargılamalarından nasibini almaktan da muaf olamamıştır. Öte
yandan bu gözaltı ve tutuklamalar, büyük ölçüde Türkiye-Sovyetler Birliği
ilişkilerindeki nazik dengenin bir ürünü olarak, her bir defasında kısa süre
içindeki salıvermelerle sona ermiştir.
1- 1925-1935 ARASI DÖNEM: PROGRAM, TAKTİK VE ÖRGÜTSEL
SOLA KAYIŞ
3.Enternasyonal’in (Komintern), Ekim Devrimi’nin
etkisiyle ve Bolşevik Partisi’nin önderliğiyle
2. Enternasyonal’den kopan eski sosyal demokrat partilerin bir araya gelmesiyle oluştuğunu biliyoruz.
Bu partilerin pek çoğu Ekim Devriminden etkilenmelerine ve Bolşevik
Partisi’ne sempati duymalarını karşın
Komintern’in ilk kuruluş yılları itibariyle 2. Enternasyonal
çizgisinden getirdikleri pek çok özelliği de henüz aşmış, değiştirmiş
değillerdi. Komintern yönetimi de, ilk yıllarda Komintern’e üyelik konusunda
daha esnek davranarak bu partilerin “ilkesel ve örgütsel zaaflarını”
üyelik açısından sorun yapmamıştı. Fakat bir dönem sonra Komintern, sözkonusu partilerin eski
zaaflarını aşıp, yeni döneme ve yeni çizgiye uyum sağlayabilmeleri amacıyla bir
“bolşevizasyon” kampanyası başlattı.
Başlatılan Bolşevizasyon kampanyası sırasında
Komintern tarafından mercek altına alınan partilerden biri de Türkiye Komünist
Partisi idi. Bu süreç içinde Komintern, TKP’nin programatik ve örgütsel
ilkelerinde pek çok “sağ-menşevik anlayış” bulunduğu saptamasını yaparak
TKP’nin “bolşevizmin ilkeleri” doğrultusunda yeniden yapılandırılması
sorununu gündeme getirdi.
Programatik yeniden yapılanmanın en önemli unsurunu
TKP’nin Kemalist iktidarla ilişkileri
oluşturuyordu. Komintern’e göre TKP Kemalist iktidarın “burjuva niteliğini”
yeterince gözetmiyor ve bu durum da partiyi Kemalizmle uzlaşmaya, bir başka
ifadeyle sınıfsal uzlaşma çizgisine sürüklüyordu. Komintern’e göre, TKP’nin
yapması gereken artık iktidara geçmiş bulunan ve uluslararası kapitalist
sistemle entegre olma yolunu tutmuş bulunan Kemalist burjuvaziyi herhangi bir
biçimde desteklemek değil, proletaryanın bağımsız sınıfsız programı ekseninde devrimci bir muhalefet
çizgisi izlemekti.
Komintern’in örgütsel düzeydeki eleştirileri ise
iki ana noktada toplanıyordu. Bunlardan birincisi partinin sınıf çalışması
konusundaki yetersizlikleriydi. Komintern’e göre, parti faaliyetlerini fabrika
hücreleri temelinde yükselen bir sınıf örgütlenmesi perspektifinde yürütmüyor,
sınıf çalışması alanında güçlenmek bir yana giderek daha da zayıflıyordu.
Faaliyetin ağırlığı sınıf dışı aydın kesimlere yönelmişti. Partinin yayın
organı Aydınlık ise işçi sınıfına seslenen bir yayın organı olmaktan çok
aydınlara seslenen bir yayın organı olarak, parti çalışması açısından son
derece yetersiz kalmaktaydı. Aynı alandaki ikinci eleştiri ise, partinin Kemalizme
duyulan aşırı güven sonucunda disiplinden son derece uzak, fazlasıyla açık ve
disiplinsiz bir şekilde örgütlenmiş bulunmasıydı. Bu durum parti kadrolarının “devrimci
görevlere” uygun biçimde dönüşümlerini engellediği gibi, partiyi sık sık
gerçekleşen polis operasyonları karşısında savunmasız bırakıyor, parti
faaliyetinin sürekliliği bir türlü güvence altına alınamıyordu(Şen,1998:31-37).
1925 yılından sonra TKP Komintern’in bu görüşleri
doğrultusunda program ve örgütlenme alanında yeniden yapılanmaya yöneldi. Daha
önceleri temelde Kemalist iktidarı destekleyen politikalar izleyen TKP,
Kemalist iktidara karşı daha etkin bir muhalefet yürütmeye başladı. Parti
yazınında daha önceleri ekseriyetle “devrimci küçük burjuvazi” nitelemesiyle anılan Kemalist hareketten bu
tarihten sonra “Kemalist burjuvazi” nitelemesiyle söz edilmeye başlandı(Harris,1976:199).
Parti 1926 yılında Çalışma Programı adıyla bir program benimsedi. Bu
program 1920 Programı’na göre, devrimi daha uzak ve “aşamalı bir süreç”olarak
görmek bakımından daha “sağ” bir niteliğe sahip olmakla birlikte,
partinin Şefik Hüsnü önderliğine geçişinden 1925 yılına kadar izlenen politikayı esinleyen
programatik felsefeyle karşılaştırıldığında ise kesin bir “solculaşmayı” ifade
ediyordu. M.Suphi TKP’si ile Ş.Hüsnü TKP’si arasında oluşan bu ciddi eksen
kayması yalnızca bir partinin kendi iç
evrimi ile ilgili bir sorun olmayıp, dünya sosyalist hareketindeki köklü
konsept değişimi ile daha yakından ilgiliydi. M.Suphi TKP’si ve 1920 Programı
bir “dünya devrimi” konseptinin ürünüydüler. Ş.Hüsnü TKP’si ise giderek ağırlığını hissettiren “Tek
Ülkede Sosyalizm” konseptinin ürünüydü. 1925 öncesi TKP bu konseptin en sağ
varyasyonlarından birini temsil ederken, 1925’de başlayan ve 1926 Programı ile
somutlanan TKP çizgisi ise bu konseptin içindeki bir solculaşmayı ifade
etmekteydi. Fakat bu solculaşmanın hem köklü biçimde gerçekleşmediği ve hem de
çok kısa sürerek, 1930’lı yılların ortalarından itibaren yeni bir sağcılaşma
süreciyle kesildiği gözlemlenmektedir.
1926 yılında Ş.Hüsnü tarafından kaleme alınan ve
Komintern tarafından da onaylandığı anlaşılan Çalışma Programı,
emperyalizm ve enternasyonalizme ilişkin yaklaşımlarda ve bunlara bağlı olarak
saptanan devrim stratejilerinde partinin 1925 öncesi izlediği politikalarla önemli farklılıklara sahip bulunuyordu. 1926
Programının kurulması hedeflenen
iktidarın niteliği, sınıf bileşimi ve görevlerinin anlatıldığı bölümde şunlar
söylenmektedir: “ Türkiye Komünist Partisi, Komünist Enternasyonel’in bir
üyesi sıfatıyla... işçi ve köylülüğün bir sovyet idaresi şeklinde kendi
diktatörlüklerini gerçekleştirmek için
gerekli şartları hazırlar. Ancak böyle bir diktatörlük, burjuva halk devriminin
görevlerini yerine getirebilir (= Ancak böyle bir diktatörlük, milli
demokratik devrimi gerçekleştirilebilir) bu devrimin kazançlarını
düzenleyebilir.”( Hüsnü,...:255).
Bu yaklaşım 1925 öncesi çizgiden oldukça farklıdır.
Zira artık bu noktada Kemalist iktidarın burjuva halk devriminin görevlerini
tamamlayamayacağı, bu devrimin görevlerinin ancak bir sovyet iktidarı
koşullarında tam ve kesin olarak yerine
getirilebileceği, böyle bir iktidarı kurmak için de işçi-köylü ittifakına
dayalı olarak bir milli demokratik devrim aracılığıyla Kemalist iktidarın
yıkılması gerektiği görüşü dile getirilmektedir. 1925 öncesinin burjuva
devrimin tamamlanması için Kemalist iktidara eleştirel bir destek vermeyi
öngören çizgisinden, burjuva devrimin tamamlanması için Kemalist iktidarın
yıkılmasını öngören bir çizgiye geçiştir burada söz konusu olan. Dolayısıyla
TKP açısından “radikal” bir yön değişimine işaret etmektedir.
1926 Programının dikkate değer yanlarından ve 1920
programı ile farklılıklarından biri de “Ulusal
Sorun”ile ilgili yaklaşımıdır. 1926 Programında ulusal sorun ile ilgili
madde büyük ölçüde 1920 programının tekrarı niteliğindedir. Fakat iki önemli
değişiklikte göze çarpmaktadır. Birincisi 1926 Programında 1920 Programından
farklı olarak “Ayrılma Hakkı”ndan daha açık ifadelerle söz edilmekte ve
fakat bir başka değişiklikte de bazen ulusal hareketlerin “hiyanet”
şeklinde gelişebileceğinden sözedilmektedir(Göksu,2003:23-24). TKP’nin
1925 Şubat aylarında gelişen Şeyh Sait isyanına, Daha sonraları gerçekleşen
Ağrı ve Dersim isyanlarına karşı çıkışı ve bu isyanlar karşısında Kemalist
iktidarı desteklemesi belli ki bu “hiyanet”
koşuluna bağlı olarak saptanmış ve
uygulanmış politikalardır. Fakat bu tavır pek çok çevre tarafından o
günden bugüne kadar, Komintern’in Kemalizm’den kopuşma yönünde yapılan
müdahalesine TKP’nin uyum sağlayamaması
ve hatta örtülü bir direnç göstermesi şeklinde de yorumlanagelmiştir(Akdere
ve Karadeniz,1996:158-160; Göksu,2003:23-25).
Komintern’in TKP’ye yönelik örgütsel alandaki
müdahalelerine ilişkinde yeni yönelime uygun bazı adımlar atılmış, bu tarihten
sonra parti faaliyetleri fabrikalar üzerinde güç kazanmak ve grevler örgütlemek
doğrultusunda bir ağırlık kazanmaya başlamış, Aydınlık Gazetesi’nin yanı sıra
işçilere seslenmeye daha elverişli olacağı düşünülen Orak Çekiç Gazetesi
yayınlanmaya başlamıştır. Yanı sıra parti örgütlenmesi ve gizlilik kurallarını
içeren ve Komintern tarafından TKP için özel olarak hazırlanan yönergeler ve
değişik ülke deneyimlerini anlatan broşürler çevrilerek kadrolara dağıtılmış,
bu konuyu işleyen makalelere parti basınında daha fazla yer verilir olmuştur(Şen,1998:32).
Partinin bu yeni ve önemli yön değişimi, parti içinde de önemli tartışma ve
ayrışmalara yol açmıştır. Bu yeni yönelimin ardından parti yönetimi kendi “sağ”ından ve kendi “sol”undan
önemli muhalefet hareketleriyle yüz yüze kalmıştır.
a- “Sola” Kayışa “Üçüncü Yolcu” Bir Tepki: Kadro
Hareketi
Komintern’in yaptığı “Bolşevizasyon”
müdahalesine karşı TKP içinden ve yönetiminden ciddi bir karşı koyuş
gerçekleşti. Partinin lideri Şefik Hüsnü
yurt dışında bulunduğu için partinin örgütsel yönetimi Vedat Nedim Tör
eliyle gerçekleştiriliyordu. Tör, 1927 yılına kadar partinin Komintern çizgisi
doğrultusunda bir dönüşüm yaşamasına fiili olarak engel olmaya çalışan bir
yönetim gösterdi. Tör’ün bu yaklaşımlarındaki ısrarı nedeniyle, 1927 yılına
gelindiğinde parti de ilk ciddi bölünmenin yaşanması artık kaçınılmaz hale
gelmişti.
Dr.Şefik Hüsnü, uzun süreden beri devam eden parti
içindeki bu ihtilafı kesin bir sonuca bağlamak amacıyla yurtdışından geldi ve
ardından Vedat Nedim’in evinde Merkez Komitesi’nin tam katılımlı bir toplantısı
gerçekleştirildi. Bu toplantı da Vedat Nedim’in yeni çizgiye karşı uzlaşmaz
tavrı devam edince, Vedat Nedim’in tasfiyesi kararlaştırıldı ve Komintern
çizgisine uyum sağlayabilecek yeni bir Merkez Komitesi oluşturuldu. Fakat parti
içindeki bu ihtilaf Vedat Nedim Tör’ün Şefik Hüsnü de dahil partinin pek çok
kadrosunu polise ihbar ederek, TKP’yi uzun süre çalışamaz hale getirmesiyle
sonuçlandı(Sayılgan,1972:195-196).
Taraflardan birinin devletle işbirliği sonucunu
yaratan parti içerisindeki bu gerilim ve bölünmenin ardından Vedat Nedim Tör,
yine TKP’nin önemli isimlerinden biri olan Şevket Süreyya ile birlikte TKP’den
kesin biçimde yollarını ayırdı. Ş.Süreyya’da parti içindeki muhalefette V.Nedim
ile aynı çizgide yer alıyor, bırakalım, Kemalist iktidarı devrim yoluyla
yıkmayı hedefleyen bir Milli Demokratik Devrim stratejisini benimsemeyi, uzun süredir Türkiye’de gelişkin
bir işçi sınıfı olmadığı için sınıf mücadelesine dayalı bir siyasetin yanlış
olduğunu düşünüyor ve CHP’ye girerek ve
bu partiyi ele geçirerek sosyalist önlemler alınabileceğini savunuyordu(Çulhaoğlu,1998:93).
Bu ikili kendilerine bir kısmı Kemalist olan bazı aydınların da katılmasıyla
birlikte, etkisi ve yaklaşımları kısa ömrüyle kıyaslanmayacak ölçüde büyük ve
uzun süreli olan ve haklı olarak pek çok
aydın tarafından Cumhuriyet tarihinin en önemli entelektüel akımlarından biri ve ilki sıfatıyla anılan Kadro Dergisi’ni
yayınlamaya başladılar.
1932-35 yılları arasında yayınlanan Kadro
Dergisi’nin yazarları ağırlıkla TKP
tarafından “dönek” olmakla suçlanan aydınlardı. Fakat doğrusu Kadro yazarları işin özünden bakılacak olursa
bu sıfatı pek fazla haketmiyorlardı. Aslında onların Kadro Dergisi ile
geliştirmeye çalıştıkları kuramsal yaklaşımların, 1925 öncesi TKP çizgisi ile
köklü bir farklılaşmadan ziyade kuvvetli bir mantıksal tutarlılık içinde olduğu
söylenebilirdi. Kadrocular yalnızca 1925 öncesi TKP çizgisine de zaman zaman
hakim olan üçüncü yolcu bakış açısını mantıksal sınırlarına götürerek, Kemalistleri
kapitalist ve sosyalist olmayan, her iki sistemin kötü yanlarını atıp iyi
yanlarını alan, bir üçüncü sistemin kurucusu kendilerini de bu sistemin
kuramsal mimarları olarak görüyorlardı. Kadrocuların bu yaklaşımı 1929
krizinden sonra Türkiye’de ve dünyanın başka yörelerindeki devlet ağırlıklı
birikim modeline yönelme genel eğilimiyle de örtüştüğü için, bu hareket en
azından başlangıçta Kemalistlerin tepkisini çekmek bir yana desteklenmişlerdi
de. Fakat zaman içinde kendilerine olan ihtiyaç azalınca ve belki de onların
kuvvetli anti kapitalist vurgular da taşıyan üçüncü yolcu perspektiflerinin güç
kazanmasının orta vade de sistem açısından sakıncalar doğuracağının da
görülmesi üzerine, Kemalist iktidarın geçici sempatisini kaybettiler ve yayın
hayatına son vermek zorunda kaldılar. Sonuçta onlar, kuramsal çabaları belirli
bir nesnelliği açıklama çabasından beslenmesine karşın, ileride onlara hakim
olan bu “üçüncü yolcu” yaklaşımlar, bir başka konjonktürde “kapitalist
olmayan kalkınma yolu”, “bağlantısızlar hareketi” vb. “Baas”
ve “Nasırcılık” gibi isim ve
biçimler halinde yeniden ve kuvvetli biçimde ortaya çıkmasına karşın, sonuçta
onlar belirli bir nesnellikten beslenen kuramsal çabalarını geliştiremeden,
pratikte Kemalist iktidarın uyguladığı devletçi politikaların basit bir
destekçisi ve muhakkak ki hiç istemedikleri halde, kapitalist gelişmenin
gereksinimlerinin entelektüel aleti olmaktan öteye geçemeden yayın hayatına son
vermek zorunda kaldılar(Eralp,1992:116). 1960’lı yıllara öz olarak
onların çizgisini yeni bir dönemde ve yeni bir içerikte üretmeye soyunan YÖN
Hareketi ise, Kadro Hareketi ile bu
özsel benzerliklerine karşın, muhtemelen üçüncü yolcu çizginin dünya üzerinde
daha ağırlık kazanması, bizzat sosyalist hareket içinden kopuşmamış olmak ve söylemlerindeki sosyalizan vurguların daha
ağırlıklı olması nedeniyle, garip bir
biçimde, sosyalistler nezdinde Kadro Hareketine karşı daha itibarlı bir yer
tuttular ve tutmaya da devam ediyorlar.
b- TKP’ye Nazım
Hikmet Muhalefeti
[1] Şen’in Komintern belgelerini tarayarak ulaştığı bazı bilgiler Yeşil Ordu
ile komünist hareket arasındaki ilişki hakkında aydınlatıcı bazı ipuçları
sunmaktadır. 1919 yılı yazında Şerif Manatov,
Rusya’dan İstanbul’a geliyor. Ama İstanbul’a inişinden bir süre sonra Fransız işgal polisi tarafından Bolşevik propagandacısı diye tutuklanıyor.Manatov
hapiste uzun süre kalmıyor, bir fırsatını bulup kaçmayı başarıyor. Bu kez hedef
Eskişehir:bu bölgedeki hemşehrileri ile ilişki kuruyor.gazetelere komünizmi
tanıtan yazılar, makaleler yazıyor. Daha sonra Ankara’ya geçiyor. 12 haziran
1920’de Şerif Manatov Ankara Şehir
Bahçesi’nde Bolşevizm üzerine bir konferans veriyor. Dinleyiciler arasında
bulunan Salih Hacıoğlu konferans bitince Manatov ile tanışıyor. Üç gün sonra
yine aynı bahçede Harputlu Vakkas Ferit’te sosyalizm üzerine bir konferans
veriyor. Bu konferansı da dinleyen Hacıoğlu Vakkas Ferit’le de tanışıyor.
Hacıoğlu Vakkas Ferit’e Manatov ve Eğitim Bakanlığı’nın eski memurlarından Nuri ile birlikte kurmayı düşündükleri
“Bolşevik Komünist Partisi” ile ilgili bilgi veriyor.Bu sözleri şüpheyle
dinleyen Vakkas Ferit bir süre sonra
Hacıoğlu’na böyle bir partinin zaten kurulmuş olduğunu söylüyor, ki bu parti Yeşil Ordu’dur.
Vakkas Ferit, Hacıoğlu ve Nuri’yi Yeşil
Ordu’nun Genel Sekreteri Tokatlı Nazım ile tanıştırıyor. Nazım bu iki
ziyaretçiye okuyup bilgi sahibi olmaları için
Yeşil Ordu’nun Tüzüğü’nü veriyor.Salih Hacıoğlu ve Şerif Manatov tüzüğü
okuyup “komünizme aykırı” gördükleri yerleri redakte ediyorlar, ayrıca bir
program taslağı hazırlıyorlar ve Yeşil Ordu’nun Ankara örgütünü kurmak için
kolları sıvıyorlar. Ne var ki, Yeşil Ordu yöneticileri Tüzük’te yapılan
değişiklikleri ve hazırlanan program taslağını kabul etmiyorlar. Bunun üzerine
Salih Hacıoğlu, Şerif Manatov ve Ahmet Mustafa üçlüsü, yanlarına daha önce
İstanbul’da kurulan Sosyal Demokrat Parti’nin sol kanat üyelerinden Ziynetullah
Nevşirvanov’u da alarak kurdukları Ankara Örgütü’nün bağımsızlığını ilan ederek
“Türkiye Komünist Bolşevik Partisi”nin kuruluşunu ilan ediyorlar(1998:54-55).
[4] Karaca ise tam tersi bir bilgi vermektedir: “
TSP yönetimi zaten suni olarak yaratılan ve pek emin olmayan bir özgürlük
ortamında legal faaliyete
giriştiklerinin bilincindeydiler. Bunun için yer altındaki bir çok
devrimciyi ortaya çıkararak
harcanmalarına neden olabilecek politik teşkilatlanmalardan çok, sendikalar
kurarak, işçilerin geniş şekilde bu sendikalarda toplanmasını istiyorlardı(Karaca,
1988:1930). Fakat 1946
yılında kapatıldıktan sonra, 1950 yılında yeniden yasal olarak kurulana kadar
ve ondan sonraki süreçlerde bu partinin yöneticilerinin yasal parti dışında hiç
bir örgütsel oluşum çabasına girmemeleri Karaca’nın TSP’nin gizli örgütlenmenin
önemi konusunda son derece hassas olduğu iddiasını hayli zayıflatmaktadır.
Bizim edindiğimiz izlenime göre TSP’nin ilk kuruluş yıllarındaki bu hassasiyeti
illegal kadroların deşifre olmamasını ve gizli faaliyetin kesintisizce yürütülmesini sağlamaktan çok, illegal partiden gelmesi muhtemel müdahalelere karşı bir kuramsal kalkan oluşturma gayretidir.
[5] TSP ve TSEKP’nin
örgütlendiği işkolları, Güzel’in R.Nuri İleri, Kemal Sülker ve kendi
araştırmalarına dayaranak belirttiği gibi çok büyük ağırlıkla bu iki partinin
kısa süreli siyaset hayatlarında ulaşıp örgütlendikleri işkolları olmayıp
1908’den beri süregelen sosyalist çalışmaların birikimleridir. Bu
işkollarında sosyalizme ilgi ve işçi örgütlenmesi konularında bir deneyim birikimi ve
süreklilik söz konusudur (2003:297).
[6] Yalçın Küçük, Türkiye Üzerine Tezler isimli
eserinin ikinci cildinde bazı arşiv belgelerine dayanarak, Sovyetler
Birliği’nin Türkiye’den bu yönde isteklerde bulunduğu iddiasının gerçek dışı
olduğunu belirtmektedir(Küçük,...:...).
[7] 1951 Operasyonları sırasında İzmir’de 1947 yılında kurulan İl Komitesi’ne Şükrü Dinsel adında bir ajanın
sızdığı, daha sonra da İzmir örgütüne bu ajanın yardımıyla İbrahim Turan ve
Behçet Şener adlı ajanların girdiği; Ankara örgütüni ise 1946 yılında Necdet
Günçakın ve 1948’de Sabahattin Orbay adlı ajanların sızdığı ortaya çıkmıştır(Şen,1998:20-22).
[8] Suphi’nin
öldürülmesi ve Ankara’da Halk İştirakiyun
Partisi’nin kapatılması ve bunlar karşısında Komintern ve SSCB tarafının
benimsediği suskunluk bu sırada
Komintern toplantısı’nda bulunan Türk delegeler için şok etkisi yarattı. Bu
durumu protesto eden Türk delegelerine seslenen SBKP MK ve Komintern Yürütme
Kurulu üyesi olan Radek şunları söylüyordu. “ Türk komünistlerine partiyi
kurduktan sonra ilk ödevlerinin Anadolu’daki Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı desteklemek olduğunu
söylememizden ötürü bir an bile pişman olmadık...kendinizi baskılara karşı
koruyun... fakat unutmayın ki kesin savaşa girişeceğimiz an henüz gelmemiştir,
daha çok yolumuz var” (Zarakolu,1988:1865).SSCB Dışişleri Bakanı Çiçerin
ise aynı tarihlerde Suphi’lerin ölümünün bir “kaza” olduğunu belirten resmi bir
açıklama yapmıştır(Sayılgan,1972:182).
[9] Fakat artık, bu uygun
koşullar sadece Türkiye içindeki güç dengesi
olmaktan çıkmış ve Türkiye-SSCB ilişkilerinin gözetilmesi ve “aceleci hamlelerle” riske edilmemesi de bu uygun
koşullara dahil olmuş oluyordu.
[10] O dönemin Komintern Başkanı Zinovyev, Komünist
Enternasyonal Yürütme Kurulu (KEYK)’nun
25 Mart 1925 tarihli Genişletilmiş Toplantısı’nda “Dünya Devrimi ve İzleyeceği Yol” üzerine
düşüncelerini belirtirken dünya devrimi açısından devrimci durumun varlığını
koruduğunu ve fakat zincirin zayıf halkasının Doğu’ya kaydığını ve Doğu’daki
devrimci gelişmelerin Komintern tarafından aktif biçimde desteklenmesi gerektiği saptamasını yapmıştır(Şen,1998:74-77).
Yorumlar
Yorum Gönder