TÜRKİYE SOSYALİZMİ – BAŞLANGIÇTAN 1960’A-


 


 
A-   DOĞUŞUN SOSYAL-SİYASAL ORTAMI

 

türkiye’de sosyalizmin bir siyasal düşünce ve hareket olarak ortaya çıkışı  bir dizi içsel ve dışsal faktörün etkileri altında gerçekleşmiştir. Bu etkenlerden biri,  Osmanlı İmparatorluğun istikrarlı bir gerileme sürecine, daha doğru ve vurgulu bir ifadeyle bir çöküş sürecine girmesidir. İmparatorluk, askeri sanayi de içinde olmak üzere bütünsel bir sanayi atılımı yaşamış olan Avrupa karşısında  askeri,siyasi ve ekonomik alanlarda  sürekli mağlubiyetler almaya başlamış; bir zamanların “cihan imparatorluğu” olan Osmanlı  giderek bir yarı sömürgeleşme sürecine girmişti. Doğaldır ki bu süreçle paralel olarak,  İmparatorluğun bu kötü gidişten nasıl kurtulacağına ilişkin arayışlar da Osmanlı aydınları arasında giderek yoğunlaşmış ve bu arayış içinde Osmanlı aydınları değişik modern düşünce akımlarıyla tanışmışlardı.  Osmanlı topraklarına sosyalizmin henüz bir siyasal hareket olarak değilse bile, bir düşünce akımı olarak  girişi de, Osmanlı aydınları arasında yoğunlaşan  bu arayışların bir ürünü olarak değerlendirilebilir.

Osmanlı  Devleti ile Batılı  devletler arasındaki  siyasal ve ekonomik ilişkilerin artması, kaçınılmaz olarak  burjuva devrim düşüncelerinin  ve sosyalist ideolojinin  Osmanlı aydınlarını da  etkilemesine yol açmıştı. Bu aydınların bir kısmı zaten eğitimlerini Batı üniversitelerinde yapmışlardı.  19. yüzyılın ikinci yarısında bu batılı ülkeler, burjuva demokratik devrimlerini tamamlamış ve kapitalist düzene geçmişlerdi. Bu ülkelerde artık, egemen kapitalist sınıfla   işçi sınıfı arasında giderek  şiddetlenen bir sınıf kavgası sürmekteydi. Büyük çoğunlukla Osmanlı yönetici sınıfının çocukları olan bu genç aydınlar, buna karşın, Avrupa’da bulundukları sırada  hem geleceğin nerede olduğunu görmüşler, hem de düzenin değiştirilebilirliğine ilişkin çok somut bir pratiği gözlemlemişler, bu pratiğin derin etkisi altında kalmışlardı(Zarakolu,1990:25-26).

   Modern düşünce akımlarıyla ve kavramlarıyla ilk kez ve son derece yoğun bir şekilde yüz yüze gelen imparatorluk aydınlarının, döneme hakim olan pozitivist felsefe ve düşünce  sistemine karşı abartılı bir bağlanma yaşadıkları gözlenmektedir. Özellikle Jön Türk dönemi aydınlarının pek çoğu için, Auguste Comte ve Emile Durkheim’in  sosyolojik doktrinleri  “Osmanlıyı kurtaracak tek geçerli reçete” idi. Osmanlı imparatorluğu aydınlarının düşünsel yaşamına pozitivizmin bu hızlı ve kuvvetli girişi, bu aydınların marksizmin bilimsel gelişme teorisine yakınlık duymalarını kolaylaştıran bir faktör de oldu(Harris,1976:19-20).

K.Marks ve F.Engels’in  bir dizi eserinde temellendirilen  bilimsel sosyalizmi Osmanlı topraklarına ilk taşıyanlar da, Avrupa’da eğitim görmüş bu aydın kadroydu. Bu aydınların çoğu Fransa’da eğitim görmüş, hatta bazıları 1848 hareketine ve 1871  Paris Komünü’ne bizzat katılmışlardı (Zarakolu, 1990:25-26) Osmanlı topraklarına sosyalist düşüncenin ilk girişi bu tarihlere kadar götürülebilse de, sosyalizm uzun bir süre bir siyasal hareket düzeyine ulaşamamış ve 19. yüzyıl boyunca Osmanlı içindeki en zayıf düşünce akımlarından biri olarak varlığını sürdürmüştür.Sosyalizmin bir siyasal hareket haline gelişi 19. yüzyıl sonuna doğru mümkün olabilmişken, ancak 20. yüzyılın başlarında, özellikle de ulusal kurtuluş savaşı yıllarında ciddi bir  siyasal alternatif olarak sahnede rol alabilmiştir.

Osmanlı İmparatorluğu sınırları içerisinde bir siyasal hareket olarak sosyalizmin ilk ortaya çıktığı  kesim etnik ve dinsel azınlıklar, bölge ise Trakya bölgesi ve  Balkan coğrafyası idi. Her ne kadar  Osmanlı sosyalizmi ile ilgili yapılan pek çok değerlendirme de Osmanlı sosyalist hareketinin ortaya çıkışı ile işçi sınıfı  hareketi arasında bir nedensel ilişki olmadığı belirtilse de (Sayılgan,1972:34 ve Harris,1976:...), tarihi gelişim bu yargıyı doğrular nitelikte değildir.  Aksine mevcut tarihi veriler bize sosyalizmin ilk kez Osmanlı  topraklarında bir siyasal hareket hüviyeti kazanmaya başlaması ile  Osmanlı İmparatorluğu’nda kapitalist ilişkilerin - ve daha da önemli olarak bir işçi hareketinin- ortaya çıkışı arasında çok yakın bir  nedensel ilişki olduğunu göstermektedir. Osmanlı İmparatorluğu bir yandan Batı ile girdiği iktisadi ilişkilerin sonucu olarak giderek yarı sömürgeleşen bir kapitalistleşme süreci yaşarken, diğer yandan da Osmanlı’nın en büyük tüketici gücü olan Ordu’nun gereksinimleri doğrultusunda belli sanayi kolları  gelişmeye başlamıştı. Batı kapitalizminin ülkeye girmesinden sonra  demiryollarının yapımı hızlanmış, maden ocakları işletilmeye başlanmış, yeni bazı sanayi kuruluşları açılmıştı. Ancak bu işletmelerin pek çoğu  yabancıların denetimindeydi. Ayrıca Ordunun silah, cephane, giyecek, yiyecek gereksinimlerini karşılamak için özellikle İstanbul, Bursa, Selanik, İzmir, Selanik, İzmir, Şam gibi  büyük şehirlerde silah, maden, dokuma, dericilik ve gıda  sektöründe faaliyet gösteren bazı büyük işletmeler ve çok sayıda  atölye kuruldu ve ticaret gelişti..(Zarakolu,1990:20).  Bu gelişim Türk kökenli bir klasik ulusal burjuvazinin oluşumundan ziyade devlet otoritesini de elinde bulunduran yönetici-bürokratik kesimlerin burjuva ilişkiler içine girmesini ve yanı sıra da Rum, Ermeni,Slav, Yahudi gibi gayrimüslim unsurlardan oluşan bir burjuvazinin oluşumuna yolaçtı. Bu gelişim görece az sayıda olsa da, henüz büyük ölçüde meslek bilincini aşıp sınıf bilincine ulaşamamış olsalar da  Osmanlı’da bir işçi sınıfının, giderek de bir işçi hareketinin oluşumunu da sağlamıştı(Ahmad,2000:16). Nitekim, 1908’de Meşrutiyet’in yeniden kurulmasının hemen ardından, önce Rumeli ve Batı Demiryolu işçileri, sonra da bu bölgelerdeki diğer ulaştırma ve fabrika işçileri arasında tam anlamıyla bir grev dalgasının yaygınlaşmış bulunması bu gelişimin en somut ve tartışılamaz kanıtı oldu. Öyle ki bu grev hareketinin hızla yayılıp bir dalga haline dönüşmesi Jön Türkler’i telaşa düşürdü ve Jön Türk iktidarı  gelişmelerin ardından 8 Ekim 1908’de sınırla da olsa bir İş Kanunu çıkarma gereğini hissetti (Harris,1976:20). Sosyalizmin ilk kez azınlıklarının yoğun olarak yaşadığı bölgelerde bir siyasal akım hüviyetine kavuşması, bu bölgelerin Avrupa ile  coğrafi, siyasi ve kültürel olarak daha yakın temas içinde olmasının yanı sıra, kapitalist ilişkilerin, bir başka ifadeyle çağdaş burjuvazi ve işçi sınıfı ile modern aydın topluluğunun bu bölgede Osmanlı’nın diğer bölgelerine nazaran çok daha gelişmiş olmasıyla da ilintiliydi.

Sosyalist akım, bir iki istisna dışında,1908’e kadar büyük ölçüde  Elen (Rum-Yunan), Ermeni, Bulgar, Sırp ve Selanik Yahudileri  ile sınırlı bir akım hüviyeti taşıyordu (Ahmad,2000:13).Sosyalizmin Türk ve Müslüman kesim içinde  de net bir varlık kazanması ancak 1908 Devrimi sonrasında mümkün olabilmiştir. Daha sonra üzerinde özel bir biçimde durarak göstermeye çalışacağımız gibi, bu durum, Türkiye sosyalizminin şekillenmesini etkilemiş ve  O’na bazı kalıcı özellikler kazandırmıştır.

Bu anlatımın ortaya koyduğu gibi Osmanlı dönemi sosyalizminin gelişim tarihinde 1908 sonrasının özel bir önemi vardır. 1908 Devrimi’nde simgelenen iktidar mücadelesinin  yönetici kesimler arasında yarattığı  çatlakların ve bu devrim sürecinin (iktidar mücadelesinin) oluşturduğu nispi özgürlük ortamının sosyalizminin 1908 sonrasında nispeten daha yaygın ve örgütlü olarak ortaya çıkmasında ve Türk-Müslüman nüfus içinde de varlık kazanmasında  önemli bir rolü olduğu rahatlıkla söylenebilir. Aynı tarihlere denk düşen 1905  Rus Devrimi’nde,  Rus Komünist Hareketinin oynadığı özel rolün de bu gelişimi besleyen önemli bir dış etken olduğu söylenebilir(Şişmanov,1990:60).

Türkiye’de sosyalizmin  1908 sonrasından, en parlak dönemlerinden birini yaşadığı 1920’li yıllara uzanan tarihi,  bir dizi iç ve dış mücadele  ortasında, bir karışıklık ve yeniden şekillenme ortamında yaşanmıştır. Eski dönemde Osmanlı toprağı olan bir dizi ülke bu süreçte bağımsızlık kazanmış, böylece Osmanlı sosyalizminin en önemli unsurları arasında yer alan ve siyasal faaliyetleri boyunca “Osmanlı sosyalizmi ile milli bağımsızlıkçı kimlikleri” arasında salınıp duran azınlık sosyalist örgütlenmelerinin önemli bir bölümü,  Osmanlı sosyalizminin organik bir parçası olmaktan çıkmıştır. Böylece Osmanlı sosyalizmi çok önemli bir düşünsel ve örgütsel güç ile önemli bir deneyim birikimini kaybetmiştir. Üstelik Osmanlı sosyalizminin azınlıklarda simgelenen bu kesiminin kopuşu, Osmanlı işçi sınıfının parçalanması, O’nun en örgütlü, mücadeleci ve deneyimli kesiminin de - ve hatta Osmanlı işçi sınıfının ana gövdesinin – kopuşu anlamına gelmekteydi. Bu tarihten sonra, sosyalizm, Anadolu toprakları ve İstanbul merkezi ile sınırlanmış bir güç olarak gelişmesini sürdürmek zorundaydı. Bundan sonraki  sürecinin biri iç, diğeri dış olmak üzere iki önemli siyasal olayın belirleyiciliği altında  geliştiğini söyleyebiliriz. 1. Dünya Savaşı ve Anadolu’nun işgali bu siyasal olaylardan birinciyken; ikincisi ise, Rusya’da gerçekleşen Ekim Devrimi ve hemen ardından  2. Sosyalist Enternasyonalin parçalanarak 3. Enternasyonal’in kuruluşudur(Göksu,2003:9).

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

B-  TKP ÖNCESİNDE SOSYALİZM


 

Bizi bu çalışma kapsamında, 1960 sonrası sosyalist hareketlere olan etkileri açısından özellikle TKP’nin oluşumu ve geçirdiği evrim  ilgilendirmektedir. TKP’nin stratejik görüşlerinin oluşmasında 3. Enternasyonal’in (Komintern) çok özel bir rolü ve katkısı olsa da, TKP gerçeğini anlamak bakımından tek başına TKP-Komintern ilişkilerinin  analizi yeterli olmayacaktır. Türkiye Komünist Hareketinin birliğinin gerçekleştiği 1920 Bakü Kongresine kadar, sosyalist hareketin farklı kanallardan akarak TKP’nin oluşuna kaynaklık ettiğini biliyoruz. TKP gerçeğini daha iyi anlayabilmek açısından kısaca da olsa bu farklı kanallara değinmekte yarar olduğu kanaatindeyiz.

 

1)İLK SOSYALİST ÖRGÜTLENMELER YA DA “GAYRİMÜSLİM SOSYALİZMİ”

Sosyalist hareketin  Osmanlı topraklarındaki macerasının ilk dönemine baktığımızda, bu akımın daha çok gayrimüslim azınlıklar içinde etkili olduğunu görürüz. Bunun böyle olması, bir açıdan şaşılacak bir durum da değildir.  Zira azınlıkların yoğun olarak yaşadığı  bölgeler, Osmanlı topraklarının kapitalizmin nispeten en  fazla geliştiği  yerleri olduğu için, sosyalist akım açısından da  daha verimli topraklardı(Zürcher,2000: 9-10). Azınlık nüfus içinde sosyalizme temel oluşturabilecek asgari bir işçileşme yaşandığı gibi, bu aynı süreçte, sosyalizmin taşıyıcılığını yapabilecek küçümsenemez bir modern aydın birikimi de oluşmuştu. Osmanlı sınırları içinde sosyalizmin öncelikle ve daha yoğun olarak bu kesimler içinde güç ve etkinlik bulmasını açıklayan bir başka faktörde, bu kesimlerin Avrupa ile daha yoğun bir ilişki içinde olmalarından dolayı yaşlı kıtadaki fikir akımlarının azınlıklar arasında çok daha hızlı yankı bulmasıdır(Ahmad,2000:13).

Osmanlı sınırları içerisinde faaliyete geçen ilk sosyalist örgütlenmeler arasında yeralan Makedonya-Edirne Devrim Komitesi, Hınçak, Taşnaksutyun, Selanik Sosyalist İşçiler Birliği, Sosyal Bilimler Öğrenci Derneği gibi örgütlenmeler ya tümüyle  ya da önemli ölçüde azınlıklardan oluşuyordu.

Avrupa kesimindeki faaliyetleri  1908 Devrimi’nden çok öncelere dayanan Makedonya-Edirne Devrim Komitesi’nin çalışmalarının Türk-Müslüman nüfus içinde de belli bir etkisi ve yankısı olmakla birlikte, bu örgütün  çalışmalarını  daha çok Bulgar halkı arasında yürüttüğü ve Bulgar Dar Sosyalistler Partisi’nin çizgisini hayata geçirmeye çalıştığı  gözlemlenmektedir(Şişmanov,1990:43-45).

Osmanlı İmparatorluğu’nda sosyalist fikirleri ilk yayanlar arasında Ermeni Komitacıları da bulunmaktadır. Amaçları arasında milliyetçi talepler de bulunan Ermeni komitacılar sosyalist fikirlerden de önemli ölçüde etkilenmiş bulunmaktaydılar.1887’de İsviçre’nin Cenevre şehrinde kurulan ilk Ermeni Komitası-Partisi olan Hınçak,  programında ve propagandasında pek çok sosyalist düşünce ve talebi  dile getiren bir örgüttü(Sayılgan,1972:34). 1890 yılında Kafkas Ermenileri tarafından bir dizi çete ve komitenin birleştirilmesiyle oluşturulmuş olan Taşnaksutyun’un da benzer bir niteliğe sahip olduğu görülmektedir(Sayılgan,1972:35) Yine 1909 yılında İstanbul’da kurulan  Sosyal Bilimler Öğrenci Derneği’de büyük çoğunlukla Bulgar öğrencilerin örgütlü olduğu bir gençlik örgütlenmesiydi(Şişmanov,1990:43-45)

Bu örgütlenmelerin arasında 1909 yılında Selanik’te kurulan Selanik İşçi Federasyonu’nun ayrı ve özel bir önemi vardır. Bu önem, örgütün adında da zikredildiği gibi, bu örgütün ağırlıklı olarak bir işçi örgütü olmasının yanı sıra; değişik azınlıklar içinde ortaya çıkan  hareket ve örgütlenmeleri birleştirme gibi bir iddia ve misyonu üslenmiş olmasından da kaynaklanır(Harris,1976:24). Farklı farklı ulustan işçilerin ayrı ayrı örgütlenmesinden işverenlerin yararlanmaya ve işçileri bu temelde birbirlerine karşı kışkırtmaya başlamaları üzerine, Osmanlı toprakları içindeki azınlık örgütlenmeleri arasında, bu etnik bölünmüşlüğü sona erdirip farklı etnik kökenden işçi ve sosyalistleri tek bir çatı altında toplamaya yönelik eğilimler  giderek öne çıkmaya başlamış ve bu doğrultuda çeşitli girişimler sözkonusu olmuştu. Selanik İşçi Federasyonu’nun bu tür çabaların somutlaşmış bir ifadesi olarak kurulduğunu gözlemliyoruz(Şişmanov,1990:43-45). Öyle ki, Osmanlı topraklarında 1906 yılından itibaren birleşik işçi komiteleri ve kulüplerin kurulmaya başlandığını, 1908’den sonra bu tür çabaların daha da yoğunlaşarak benzeri birleşik örgütlenmelerin bir  çok büyük şehir ve kasabada oluşturulduğunu, 2 Ekim 1908’de,( Şişmanov bu tarihi 1909 yılı baharı olarak zikrediyor) ünlü Osmanlı sosyalistlerinden Abraham Benaroya’nın başkanlığındaki Yahudi Entellektüelleri Araştırma Gurubu’nun Selanik’te ki Bulgar sosyalistleriyle birleşmesiyle Selanik İşçi Kulübü’nün kurulduğunu ve  1909 yılı Mart ayının ortalarında benzer nitelikteki değişik komite ve kulüplerin birleşmesiyle, bu kulübün Selanik İşçi Federasyonu  adı altında daha ileri bir düzeyde yeniden örgütlendiğini görmekteyiz. Selanik Sosyalist İşçi Federasyonu’nun faaliyetleri süresince Osmanlı işçi sınıfını tek bir sosyalist çatı altında toplamaya çalıştı, bu amaç doğrultusunda örgüt tarafından Rumca, Bulgarca, Türkçe ve Ladino’ca (Selanik Yahudilerinin konuştuğu İspanyolca ve İbranice karışımı bir dil) olmak üzere 4 ayrı dilde Amele isimli bir gazete çıkarıldı(Harris,1976:24).

Fakat sonuçta  tek ve birleşik bir Osmanlı sosyalist hareketi ve örgütlenmesi yaratmak doğrultusundaki bu girişim ve çabalar yetersiz kaldı. Süreç içinde bu girişimlerle amaçlanın tersine, Osmanlı işçi ve sosyalist hareketinin  etnik temelde büyük bir bölünme ve kopuş yaşadığını görüyoruz.

Osmanlı sosyalistleri Osmanlı Meclis-i Mebusanı içinde de temsil olanağı bulmuşlardı. Erzurum milletvekili Varteks,Sivas milletvekili Dr. Nazret Dagavaryan, İstanbul milletvekili Zöhrab ve Kozan milletvekili  Muradyan gibi milletvekilleri Hıncak ve Taşnaksutyun’un;  Selanik milletvekili Vlahof, Dalçef ve Pavlof Efendi ise  Bulgar sosyalist hareketinin etkisindeydiler(Tevetoğlu,1967: 36). Gayri müslim unsurlardan oluşan bu  milletvekilleri milliyetçi eğilimler taşısalar da, sosyalist düşünceden de büyük ölçüde etkilenmişlerdi ve bu nitelikleri  nedeniyle Meclis-i Mebusan’da pek çok sosyalist öneri ve önlemleri savunabilmişlerdi. Fakat buna karşın bu milletvekilleri  ne kendi aralarında ne de Türk-Müslüman sosyalistlerle sıkı bir örgütsel ve düşünsel birlik sağlayamadılar ve  sonuçta milliyetçi gelişmelere büyük ölçüde teslim olmak zorunda kaldılar.

 Olayların bu şekilde gelişmiş olmasının bir dizi önemli nedeni olduğunu söyleyebiliriz. Bu nedenlerden birincisi, Osmanlı sosyalist hareketinin başlangıçtan itibaren milliyetçi ideoloji ile koyun koyuna gelişmiş olmasıdır. Azınlık toplulukları içinde yalnızca sosyalizm değil, hatta ondan daha önce ve çok daha yoğun olarak milliyetçi ideolojiler  yaygınlık kazanmış bulunmaktaydı. Milliyetçi akım 19. yüzyılın başlarında Elen (Rum-Yunan) ve Sırp toplulukları içinde, geçen yüzyılın ortalarından itibaren Bulgarlar, 1880’lerden beri Ermeniler arasında canlı bir güçtü. Osmanlı yurtseverliğinden ayrı bir güç olarak Türk milliyetçiliğinin  ortaya çıkması ise 20. yüzyılın başlarına, Arap milliyetçiliği ise biraz daha geç bir tarihe denk düşmektedir (Zürcher,2000:9-10). Bu koşullar altında gelişecek bir sosyalist hareketin tek tek etnik kimlikleri  kendi tekil milliyetçi kimliklerinin üstüne çıkacak bir ortak kimlikte örgütleyebilecek birikim ve yeteneğe sahip olabilmesi gerekiyordu. Avusturya, Rusya vb. gibi ortak sosyalist örgütlenmeyi başarmış  çok etnikli  diğer toplumların yaşadığı deneyimlerde, bu görevin başarıya ulaşmasının toplumun çoğunluğunu oluşturan ulusal topluluğun, daha henüz örgütsel temelde  etnik bölünmeler ortaya çıkmadan, gelişkin, ortak ve enternasyonalist bir sosyalist örgütlenme yaratabilmelerinden geçtiğini görüyoruz Ayrıca yine benzer deneyimlerden kalkarak bu sürecin birleşik bir hareketin yaratılabilmesiyle sonuçlanabilmesi açısından, hareketin ana gövdesinin, Rusya’da bağımsız Yahudi örgütlenmesi olarak kurulmaya çalışılan Bund örneğinde olduğu gibi, etnik temeli esas alan bu tür örgütlenme çabalarına karşı da kuvvetle karşı koyabilmeyi başarmaları gerektiğini görüyoruz. Oysa Osmanlı’da çoğunluğu kapsayabilecek bir Osmanlı yurtseverliği oluşturulmasında son derece geç kalındığı gibi, ana unsuru oluşturan Türk nüfus içinde milliyetçilik ve sosyalizm  gibi akımlar azınlıklara göre düşünce ve örgütlenme alanında daha geç, daha sınırlı ve daha sığ bir biçimde ortaya çıkmıştır(Ahmad,2000:13). Zaten milliyetçi eğilimleri de içlerinde kuvvetle taşıyan Osmanlı içindeki herhangi bir -ya da birkaç- azınlığın böylesi bir görevi başarması ise oldukça zordu. Nitekim  bu zorluk aşılamadı da.

 

 

 

 

 

 

2. OSMANLI SOSYALİST FIRKASI’NDAN  TÜRKİYE SOSYALİST FIRKASI’NA

 

1908 Jön Türk Devrimi’ne kadar  Osmanlı sınırları içerisinde  sosyalizm faaliyeti ve propagandası  genellikle Türk olmayan  unsurların aydınları tarafından yürütülüyordu. 1908 Devrimi ile birlikte sosyalizm faaliyetleri  Türk-Müslüman unsurları da  kapsayarak gelişti. 1910 yılında kurulan Osmanlı Sosyalist Fırkası, Osmanlı sınırları içerisinde Türk-Müslüman unsurların baskın olduğu ilk sosyalist örgütlenmedir. Bu parti ancak üç yıl boyunca, H.Hilmi’nin İttihat Terakki tarafından 1913 yılında tutuklanıp  ardından Sinop’a sürgün edilmesine kadar faaliyet yürütebilecek, yeniden faaliyete geçmesi ise  ancak, altı yıl sonra, 1919’da, yani mütarake yılları sırasında söz konusu olabilecekti. Parti 1919 Şubat’ında yine Hüseyin Hilmi önderliğinde fakat bu sefer Türkiye Sosyalist Fırkası adıyla faaliyete geçebilecekti(Tekin,2002:174-175;Tevetoğlu,1967:56-57).

Osmanlı’nın ilk önemli materyalisti olmak sıfatıyla tanınan dönemin önemli düşünce adamlarından Baha Tevfik’in teşvikiyle, eski “Kanun Neferi (Polis)” olan Hüseyin Hilmi tarafından 1910 yılının Eylül ayında kurulan OSF(daha sonraki adıyla TSF), gerek ilk sosyalist parti olması, gerek liderinin kişiliği, gerekse de 2. Enternasyonal çizgisinin Osmanlı’daki en kuvvetli temsilcisi olması bakımından dikkate değer bir sosyalist oluşumdur.  3.Enternasyonal çizgisindeki sosyalistlerin  ve  sosyalist hareketin tarihi üzerine eserler veren sağcı yazarların tuhaf bir biçimde yok saymaya ve küçümsemeye çalıştığı (Sayılgan,1972:76 ve Şişmanov,1990:49-50), H.Hilmi’nin sosyalist partileri Türkiye sosyalizmi üzerine sanıldığından büyük etkiler yaratmış ve temsil ettiği çizgi, belli kırılmalara karşın, 1960’lı yılların sonuna kadar varlığını ve etkisini sürdürmüştür.

H.Hilmi ve arkadaşları çağdaşı Osmanlı sosyalistlerinin pek çoğu gibi – hatta buna sosyalist olmayan Osmanlı aydınları da dahildir- bir Jean Jaures hayranıydı. Jean Jaures’in önderi olduğu Fransız Sosyalist Partisi’nin ve Clarte hareketinin Hilmi ve arkadaşlarının sosyalizm anlayışını çok yakından etkilediği söylenebilir. Bazı kaynaklarda H.Hilmi’nin bir ara Paris’e gittiği, Orada Jaures’le görüştüğü ve dönerken de  kendi partisinin programını hazırlarken yararlanmak maksadıyla Fransız Sosyalist Partisi’nin programını getirdiği iddia edilirken, bazı kaynaklar da ise H.Hilmi’nin Paris’e gittiğine dair hiçbir belirti olmadığı belirtilmektedir. Fakat bütün bunlar bir yana, H.Hilmi’nin Jaures ve Fransız Sosyalist Partisi ile ilişkileri kesindir. Nitekim, Jaures’in H.Hilmi’ye gönderdiği ve Fransız partisinin OSF’yi her açıdan destek sunacağını ifade eden son derece dostane bir mektup, partinin yayın organı İştirak’da yayınlanmıştır(Harris,1976:28-29).   Jean Jaures , Osmanlı aydınlarınca“ılımlı, insancıl ve demokratik” bir sosyalizmin temsilcisi gibi görülüyordu. Jeaures’in sosyalistlerin nüfuz sağladıkları ve belli kazanımlar elde ettikleri  parlamenter sistemi sürdürmek ve liberallerle işbirliği yapmak eğilimi, Türkiye sosyalizminin belli temsilcileri üzerinde önemli izler bırakmıştı.Türkiye sosyalizminin içinde, gizli ya da açık, 2. Enternasyonalci Avrupa sosyalizmini,  3. Enternasyonalci Bolşevik sosyalizme yeğ tutan bir kesim olmuştur ve bu akımın başlangıcını H.Hilmi’nin OSF’siyle başlatmak yanlış olmaz. Nitekim H.Hilmi’nin TSF’si 2. Enternasyonal ve 3. Enternasyonal bölünmesinden sonra da ilişkilerini 2. Enternasyonalle sürdürmüş, bazı kaynaklara da göre 2. Enternasyonal’in üyesi olmuştur(Şişmanov,1990:55-57).Türkiye sosyalizminin bir bölüğü -ve giderek de ana gövdesi- en genel çizgileriyle ifade edecek olursak, bağımsızlıkçı-kalkınmacı bir çizgide bir sosyalizm anlayışı oluşturmuşken, diğer bölüğü de liberal demokratik değerlere daha fazla önem veren evrimci bir sosyalizm anlayışını benimsemişlerdi. Bağımsızlıkçı-kalkınmacı çizgi, İttihadçılıkla ve Kemalizmle hep daha barışık olmuşken, diğer kesim koyu bir anti- ittihatçı  olmuş ve İttihatçılığın muhalifi Hürriyet ve İhtilaf’a daha hayırhah bir yaklaşım göstermiştir. İşte Hüseyin Hilmi çizgisi – bazı kaynaklar H.Hilmi’nin sürgüne gönderildikten sonra  her ne kadar bir ara İttihatçıların partisine girmiş olduğunu iddia etseler de,Şişmanov , Sayılgan, H.Hilmi’nin sürgünden sonra  İttihat ve Terakki Partisi’ne değil, Hürriyet ve İtilaf Fırkasına girdiğini belirtir (Şişmanov,1990:52 ve Sayılgan,1972:76)- bu ikinci ılımlı, evrimci, liberal yanları ağır basan çizginin, bu anlamda da 2. Enternasyonalciliğin Osmanlı-Türkiye sosyalizmindeki ilk temsilcisi olarak değerlendirilebilir. OSF-TSF’nin, siyasal hayatı boyunca Jön Türklere ve İttihatçılara karşı sürekli ve istikrarlı bir muhalif tutum benimsedi ve Jön Türk ve İttihatçı hareketini devrimci bir hareketten ziyade darbeci ve despot bir hareket olarak gördü (Şişmanov,1990:50). Bu mücadele nedeniyle İttihat Terakki yönetimi bir süre sonra H.Hilmi ve bir kısım parti yöneticilerini sürgün etti  ve böylece OSF’nin faaliyetleri de 1919 yılında, parti TSF adıyla yeniden kuruluncaya kadar sona ermiş oldu(Şişmanov,1990:52).

OSF’nin ilk kuruluşu sırasında parti kadroları arasında Refik Nevzad, Namık Hasan, Pertev Tevfik, İsmail Faik ve Hamit Suphi gibi isimler bulunmaktaydı. Baha Tevfik’in partiyle düşünsel bağlantısı kesin olmakla beraber, partiye üye olup olmadığı konusu tartışmalıdır. OSF’nin Paris’te Refik Nevzad yönetiminde bir yurtdışı bürosu vardı. Parti’nin İstanbul dışında Kastamonu ve Ankara’da da temsilcilikler açtığı bilinmektedir(Akdere ve Karadeniz,1998:26). OSF programının daha sonra bu partinin devamı olarak kurulacak olan TSF’nin programına göre daha az sosyalizan ve daha fazla liberal-özgürlükçü bir program olduğu söylenebilir. OSF’nin İştirak Gazetesi’nde yayınlanan kuruluş beyannamesi ve programında yer alan taleplerin, işçilerin çalışma şartlarının düzeltilmesi, adil bir vergi sistemi gibi sosyal taleplerin yanı sıra, bir çoğu  özgür ve güvenli bir ortamda genel seçimlerin yapılması, özgür bir basın rejiminin kurulması vb. gibi  siyasal özgürlüklerin genişletilmesi kapsamına giren taleplerdir. OSF, İttihat Terakki’nin baskılarının artmasına paralel olarak, özellikle de gazeteci Ahmet Samim’in öldürülmesini izleyen baskı günlerinde, işçi sorunlarına olan ilgisini daha da azaltmış ve hukuk devleti, basın ve örgütlenme özgürlüğü gibi siyasal özgürlük kapsamında değerlendirilebilecek sorunları izlediği politikalarda çok daha başat hale getirmiştir(Tekin,2002:174).

1919 Şubat’ında OSF, TSF adıyla yeniden kurulurken H.Hilmi’nin yanında bu kez Mustafa Fazıl (Çun), Mehmet Ali (Bilişin) ve Hasan Sadi (Birkök) gibi ideolojik kurmaylar bulunmaktaydı. Artan uluslar arası ilişkiler, çeşitli düşünce akımlarına yönelik olarak ülke içinde yaygınlaşan tartışmalar nedeniyle  sosyalizmin ülke koşulları içinde daha fazla ve daha doğru bilinir olması gibi etkenlerin yanısıra,  bu yeni kurmayların etki ve birikimlerinin de bir ürünü olarak TSF’nin yeni programı ve çizgisi OSF’ye nazaran daha belirgin bir sosyalizan nitelik taşıyordu. Yeni kurulan partinin programında sosyalizmin amacı, eşitsizlik ve adaletsizliğe  dayanan sistemin ana kurumlarını değiştirmek, ve bunu da üretim araçlarını devletleştirmek suretiyle gerçekleştirmek olarak tanımlanıyordu(Tekin,2002:176).  Bu ikinci dönemde sosyalizm ile ilgili makalelerde işçi sınıfı, burjuvazi, sınıf savaşı, sömürü, sınıf bilinci ve bu temelde işçi sınıfının birleşip örgütlenerek burjuvaziye karşı mücadele etmesi gibi tanımlar artık daha net ve daha ağırlıklı biçimde kullanılmaya başlanmıştı. Sosyalizmi bütün insanlığa eşitlik ve özgürlük getirmenin bir aracı olarak gören TSF’ye göre, sosyalizme ulaşmak için işçi sınıfının ve diğer ezilen kesimlerin birleşerek örgütlenmesi ve mücadele etmesi gerekiyordu. Fakat TSF’nin sosyalizme geçiş için bir devrim öngördüğüne ilişkin hiç bir veri bulunmamaktadır. Aksine İştirak’te yayınlanan makaleler, TSF’nin sosyalizme geçiş sorununu, parlamenter mücadele ekseninde gelişen  evrimci bir sürecin ürünü olarak gördüğünü ortaya koyar niteliktedir(Tekin,2002:182).

H.Hilmi’nin OSF ve TSF’si, siyasal faaliyetinin hedef kitlesi olarak istikrarlı sayılabilecek biçimde  işçi sınıfını almış olmasına ve  programatik  olarak giderek daha sosyalizan bir nitelik kazanmasına karşın, başlangıçtan  sonuna kadar, pragmatik ve eklektik siyaset anlayışının bu partinin daha baskın bir özelliği olduğu söylenebilir. H.Hilmi  özellikle yabancı kampanyalarda çalışan işçiler içinde başarılı çalışmalar yapmakla ve dönemin bir çok önemli grevinin arkasındaki isim olmakla nam salmışsa da; O’nu bir başka açıdan siyasette başarı için her türlü işbirliğini mübah sayan  makyevelist siyaset anlayışının Türkiye sosyalizmi içindeki ilk temsilcisi  olarak  nitelendirmek de olanaklıdır. Örneğin TSF tarafından organize edilen en önemli grevler arasında bulunan Tramvay işçilerinin grevi sırasında H.Hilmi’nin Tramvay işletmesinin Fransızlara ait olması nedeniyle İngiliz işgal kuvvetleri tarafından desteklendiği, H.Hilmi’nin iaşe yardımını da içeren bu tür destekleri kabul etmeyi sosyalizm anlayışı bakımından sakıncalı bulmadığı anlaşılmaktadır(Akdere ve Karadeniz;1998:31).TSF ayrıca Dabbağhane, Tersane grevlerinde de büyük başarı göstermiş ve bu grevlerin ardından partiye yığınsal bir işçi ilgisi oluşmuştur.1921 yılı 1 Mayıs gösterileri TSF açısından adeta bir gövde gösterisine dönüşmüş, bu gösterilerin ardından, Sadrazam kendisini partiden gelen talebi kabul ederek  H.Hilmi’yi makamında kabul etmek zorunda hissetmiştir. Ne var ki TSF’nin bu güçlenme süreci kalıcı hale getirilememiş, parti, çok değil bir yıl sonra kitlesel gücünü büyük ölçüde yitirmiştir(Tuncay,1991:40-41).  Öte yandan aynı pragmatist siyaset anlayışının bir ifadesi olarak, OSF-TSF çizgisinin islami argümünları başlangıçtan itibaren partinin propaganda faaliyetlerinde  özenle ve önemle kullandığı görülmektedir. OSF’nin  programının  daha ilk cümlesinde  harekete dini bir referans bulma endişesinin varlığı  dikkati çekmektedir. Programın ilk cümlesinde sosyalizmin İslam’la çelişmeyip aksine büyük bir uyuşma gösterdiğini vurgulamak için zekat müessesine atıfta bulunulmaktadır. İştirak Gazetesi’nde yayınlanan pek çok yazıda da benzeri bir kaygının varlığını rahatlıkla saptamak olasıdır(Tekin,2002:174).

Gerek OSF gerekse TSF hiçbir zaman Osmanlı Meclis-i Mebusan’ında  temsilci bulundurabilecek bir güce ulaşamadı. Parti 1919 seçimlerine İstanbul’dan iki aday göstererek katıldıysa bir varlık gösteremedi. (Şişmanov,1990:55-57). Buna karşın partiyle yakın ilişkileri olan ve İştirak’te de zaman zaman yazılar yazan İttihat Terakki milletvekili Mecdi Efendi ile Ahali Fırkası, Ermeni Sosyal Demokrat Partisi(Taşnak) ve bazı solcu gayri müslim milletvekilleri ile sürekli temas içinde olmaya ve onlar aracılığıyla meclis çalışmalarını etkilemeye gayret göstermiştir(Tuncay,1991:33).

OSF-TSF çizgisinin serüveni 1922 yılı sonlarında H.Hilmi’nin karanlık bir cinayete kurban gitmesinin ardından hazin bir şekilde son bulmuştur(Tuncay,1991:41).

 

 

 

 

 

 

3. Ş.HÜSNÜ’NÜN TİÇSF’Sİ YA DA GELECEĞİN TKP’SİNİN  ANA DAMARI

22 Eylül 1919’da resmen kurulan TİÇSF’nin  esas çekirdeğini, Almanya’da eğitim gören  aydınlar ile yine de Almanya’da çalışan işçiler oluşturuyordu. Partinin yayın organları Kurtuluş ve Aydınlık dergileriydi.

1. Dünya Savaşı sırasında  Almanya’ya giden  üç bin kadar işçinin büyük çoğunluğu Almanya’da devrimci işçi hareketiyle karşılaşmışlar, Spartaküstlerin ayaklanmasına , savaşa karşı yapılan işçi gösterilerine katılmışlardı. Almanya’daki bu işçiler  1918 yılında bir işçi sosyalist kulübü kurmuşlardı. İşte Almanya’da böylesi bir deneyimden geçmiş olan işçiler TİÇSF’yi bina eden kolonlardan birini oluşturuyorlardı (Şişmanov,1990:71).

 Partinin ikinci önemli kolonunu ise aynı dönemlerde Almanya’da eğitimlerini tamamlamakta olan genç Osmanlı aydınları oluşturmaktaydı. Bu aydınların büyük bir bölümü o dönem Almanya’da faaliyet gösteren başkanlığını Hamdullah Suphi (Tanrıöver) ile sekreterliğini Mehmet Vehbi (Sarıdal)’ın yaptığı milliyetçi “Türk Kulübüne” devam etmekteydiler.  Bu gençler arasında Vedat Nedim (Tör), Nizameddin Ali Sav, Ethem Nejat, İsmail Hakkı gibi daha sonraki yıllarda sosyalist harekette önemli mevkiler ve roller üstlenecek isimlerde bulunmaktaydı. Bu gençler bu ortamın doğal sonucu olarak hem milliyetçilikle  yakın tanışıklık içindeydiler ve hem de Almanya’da yükselen sosyalist harekette de  onlar üzerinde derin etkiler yaratıyordu. Sözkonusu aydınlar bu karmaşık etkilenme sürecinin bir ürünü olarak  Kurtuluş Dergisi’nin ilk sayısını Berlin’de çıkarmışlar ve çok geçmeden Türkiye İşçi ve Çiftçi Partisi’nin kuruluşunu ilan etmişlerdi(Sayılgan,1972:103). Sosyalizmle Almanya’da ve Spartaküst ayaklanması günlerinde tanıştıkları için “Spartaküstler” adı verilen bu aydın gurubunun, sırf bu nedenlerle Spartaküstlerden etkilendikleri ve bu etkiyi Türkiye’ye taşıdıkları iddia edilse de, Harris’in haklı olarak ifade ettiği gibi, gerçekte bu isimlendirme gelişigüzel yapılmış bir yakıştırmadan başka bir şey değildi (1976:47).  Bir iki istisna dışında  bu aydınların Spartaküst hareketiyle, düşünsel ve eylemsel planda bir benzerlikleri mevcut değildi. Onlar Spartaküst hareketinin ünlü liderleri Rosa Lüksemburg ve Karl Liebnecht’in  milliyetçilik karşıtı sınıfsal radikalizmlerinden daha çok Almanya’da tanıştıkları sosyalist hareketle, siyasi tedrisatlarında önemli bir yeri olan “Türk Kulübü”nün milliyetçiliğinin sentezini temsil ediyorlardı.Nitekim Almanya’da yayınlanan Kurtuluş Dergisi’nin ilk sayısında yer alan  ve “Bütün Memleketlerin Proletaryasına” başlığını taşıyan bildiride, sınıfsal bakışın ağırlığından ziyade; Türklerle Proletaryayı, Antant Devletleriyle de burjuvaziyi bir tutan güçlü bir milliyetçi hava hemen göze çarpıyordu. Parti kurucularını birleştiren en temel unsur,  Türkiye’yi Batı hakimiyetinden kurtarmak ve uluslar arası alanda itibarlı bir konuma sahip olmasını sağlamak gibi sosyalizm ile milliyetçilik arasındaki ince çizgiydi. Bu parti üyelerinden Mehmet Vehbi Sarıdal, Nurullah Esat Sümer gibilerinin ise sosyalist olmaktan çok,Türkiye’nin modernleşmesini başat sorunları kabul eden ilerici milliyetçiler oldukları son derece kesindir. Bunlar sonraları Kemalist hareketin en önde gelen kadroları arasında yer alacaklardı (Harris,1976:52).

Partinin çizgisine yön veren en önemli kolon ise Türkiye sosyalizminin kaderini yıllar boyunca birinci dereceden etkileyecek olan bir isim, Dr. Şefik Hüsnü Değmer’dir. Selanik doğumlu Yahudi asıllı bir Türk olan Ş.Hüsnü Türkiye’de eğitimini tamamladıktan sonra Paris’e gitti ve  Fen ve Tıp Fakülteleri’nde eğitimini tamamladıktan sonra  ruh ve sinir hastalıkları uzmanı oldu. Gençlik yıllarında ateşli bir Jön Türk olan Ş,Hüsnü, 1907 yıllarında Ahmet Rıza  ve  Prens Sabahattin gibi Jön Türk’lerin Paris’te düzenlediği  -ve  ağırlıkla Abdülhamid’i devirmenin yol ve yöntemlerinin konuşulduğu-  toplantıların müdavimleri arasındaydı. Bir müddet sonra, siyasal yaşamın pratiği içinde Jön Türk hareketinin sınırlarını ve yenilgisini gözlemledikten sonra, Paris’te Jean Jaures hareketinden etkilenerek sempati duymaya başladığı sosyalist görüşlere daha fazla bağlandı. Bundan sonra ölüm tarihi olan 1959 yılına kadar, yaşamını Türkiye sosyalizminin en önemli simalarından biri -ve belki de en önemlisi- olarak, parti faaliyetleri  mesaisi içinde sürdürdü. 1959 yılında öldüğünde  hala TKP’nin Genel Sekreteri, yani birinci adamı durumundaydı.

Yurtdışından  döndüğünde, İstanbul’a dönüp siyasal faaliyetler içine giren Berlin Gurubu ile, arkadaşı Abdülhak Şinasi (Hisar) aracılığıyla bağlantı kurdu. Bu beraberliğin ürünü olarak Almanya’da kurulan Türkiye İşçi Çiftçi Fırkası, yeniden ve bu kez İstanbul’da ve ismine “Sosyalist” sıfatı eklenerek 1919 yılında kuruldu (Sayılgan,1972:103-104).

Türkiye İşçi Çiftçi Sosyalist Fırkası’nın kurulur kurulmaz gerçekleştirdiği ilk icraat, Dr. Şefik Hüsnü imzasıyla,  partinin Kurtuluş Savaşını gönülden  destek verdiğine ilişkin TBMM’ne bir telgraf yollamak oldu (Şişmanov,1990:106) .

 

 

 

 

 

 

 

 

 

4-MUSTAFA SUPHİ VE RUSYA OKULU

Türkiye sosyalizminin şekillendiği en önemli damarlardan biri de, temelleri  Rusya’da ki Türk savaş esirleri ve işçileri arasında atılan, Üçüncü Enternasyonalci komünist oluşumdu. Rusya okulu,Türkiye sosyalizminin dağınık okullarının tek bir parti çatısı altında toplanmasında da belirleyici bir rol oynamıştı. Rusya Okulu’nun mimarı, sosyalizmin Anadolu topraklarındaki oluşumunda oynağı büyük rol ve trajik ölümü nedeniyle, Türkiye sosyalizminin simgesel isimlerinden biri olmuş olan Mustafa Suphi’ydi.

1883 yılında Trabzon vilayetine bağlı Giresun ilçesinde doğan M.Suphi’nin babası birçok ilde vali olarak görev yapmış Ali Rıza Bey ve annesi de  Samsun Sancağı Belediye Reisi Hüseyin Hilmi Bey’in kızı Memnune Hanım’dı. M.Suphi iyi eğitim görmüş genç bir Osmanlı aydınıydı. İstanbul Galatasaray Lisesini’ bitirdikten sonra, yüksek eğitimini İstanbul Hukuk Fakültesi’nde tamamladı. Ardından, 1905 yılında Paris’e gidip Ecole des Scienes Politiques (Siyasal Bilgiler Okulu)’nda okudu ve bitirme tezi olarak “Türkiye’de İtibari Zirai Teşkilatın Hal ve İstikbali”isimli bir çalışma hazırladı (Harris,1976:68).

M.Suphi Paris’te bulunduğu sıralar, bir yandan öğrenciliğini sürdürürken diğer yandan da, İstanbul’da yayınlanan ve başyazarı Hüseyin Cahit’in siyasi kimliğine atfen “İttihatçıların Gazetesi” olarak değerlendirilen Tanin Gazetesi’nin muhabirliğini yapıyordu. M. Suphi bu dönemde her ne kadar Fransız sosyalizminin etkisi altında kalmışsa da, TKP tarihinin “resmi tarihçilerinin” iddia ettiği gibi bir sosyalist değil, milliyetçiydi. Hatta O’nun aynı dönemde sosyalizme yönelik eleştirel makaleleri de vardır( Akdere ve Karadeniz,1996:100).

M. Suphi, 1912’de  Milli Meşrutiyetperver Fırkası”nı kurmak amacıyla, arkadaşı Ahmet Ferit Tek ile birlikte “İfham” adlı bir gazete yayımlamaya başladı(Sayılgan,1972:116). Gazetenin başlıca hedefi iktidardaki İttihat ve Terakki Fırkası idi. Bu gazetede ilk yayınlandığında sosyalist bir çizgide değil, demokrat çizgidedir. İfham ilk yayınından ancak yedi yıl sonra sosyalist nitelik kazanmaya başlamıştır(Akdere ve Karadeniz,1996:101).

Mustafa Suphi, Paris yıllarından Sinop’a sürgün edildiği  tarihe kadar geçen süre de ağırlıklı olarak mali-iktisadi konulara yönelik yazılar kaleme almıştı. Bu makalelerin   halkçı ve özgürlükçü içeriklerine karşın, kesinlikle sosyalist olmadığı söylenebilir.  M. Suphi siyasi hayatına bir Osmanlı liberal demokratı olarak başlamış; sosyalizme kesin tarzda yönelişi ise Rusya’daki sürgün yıllarında gerçekleşmiştir (Akdere ve Karadeniz, 1996:101).

14 Haziran 1914’de  Sadrazam Mahmut Şevket Paşa’ya yapılan suikastten sonra gelen baskı rejimi döneminde yüzlerce aydın gibi, O’da sürgüne gönderildi. Sürgün edildiği Sinop’tan kaçmak için iki kez girişimde bulunmuş ve ikincisinde başarılı olarak Rusya’ya geçmiştir.(Sayılgan,1972:117). Kendisiyle birlikte kaçan 12 kişiden biri olan Ahmet Bedevi Kuran anılarında, Rusya’ya giderken M. Suphi’nin aklında hala  Türkçü, milliyetçi bir gazete çıkarmak olduğunu söyler . Görüldüğü gibi M. Suphi henüz bu tarihte bile sosyalist ideolojiyi benimsemiş değildir.

Çarlık Rusyası Osmanlı’dan gelen bu sığınmacıları düşman ittifakına üye  ülkelerin yurttaşları olduğu için  önce Faluga iline, savaş patlayınca da “savaş esiri” statüsüyle Ural’a sürer.M. Suphi işte bu üçüncü sürgün hayatında Bolşeviklerle ve Türkçe konuşan sosyalist aydınlarla tanışır ve sosyalist düşünceleri benimsemesi de bu zaman dilimi içerisinde gerçekleşir.

1917 Devrimi’nden sonra, 1918 yılında Moskova’ya gelen M.Suphi, burada Tatar-Başkırt kökenli Bolşeviklerle birlikte  Türkçe olarak “Yeni Dünya” isimli bir sosyalist gazete yayınlamaya başlar. Bolşevik Devrimi’nin önderleri, Rusya’daki Müslüman nüfusun devrime kazanılması amacıyla  özel bir örgütlenme olarak Doğu Halkları Örgütlenmeleri Merkez Bürosu’nu oluşturur. Bu örgütlenmenin başına  Bütün Rusya Kurucu Meclis’inde Başkırdistan  temsilcisi olarak görev yapan Şerif Manatov getirilir; Suphi’de bu büroda görev alan yönetici komitenin içerisinde, Türk seksiyonu başkanı olarak yer alır(Harris, 1976:71-76 ve Akdere ve Karadeniz,1996:110). Suphi’nin bu dönemdeki faaliyetleri , esas olarak, Rusya’daki Türk topluluklarıyla ve Rusya’da savaş esiri olarak bulunan Türk askerleriyle bağlantılıdır. Mustafa Suphi, 1918’de Moskova’da Türk Sol Sosyalistleri  Birinci Kongresi’nin toplanması  ve Moskova, Kazan, Samara, Saratov, Rezan, Astrahan gibi merkezlerde  Türk Komünist örgütlenmelerinin yaratılması doğrultusunda aktif gayret göstermiştir(Akdere ve Karadeniz,1996:109).

20 Temmuz 1918’de Moskova’da toplanan  Türk Sosyalistleri Birinci Kongresi, bir parti örgütlenmesi kararı alır ve bu örgütlenme hazırlıklarını yürütmek amacıyla Türk Komünist Teşkilatları (TKT) adında bir örgütlenme kurur. TKT kendisine bir Merkez Komitesi seçerek ağırlıkla Rusya’daki savaş esirleri içinde ve kısmen de Türkiye’de parti kuruluş çalışmalarını hızlandırır. 10 Eylül’de Bakü’de gerçekleşecek olan TKP Birlik Kongresi’nin  gerçekleşmesinde bu örgütün belirleyici bir rolü vardır(Göksu,2003:10).

Bu çalışmaların  meyvesi olarak 14 Temmuz 1919’da  ilk TKP Kurucu Komitesi oluşturuldu. Bu komitede Mustafa Suphi ile birlikte  Maksut Ekşi, Ali Rıza Keskin, Osman Topçuoğlu, Mustafa Börklüce, Murat Sarı ve Kadir  Erzurumlu bulunuyordu(Topçuoğlu,1976a:9). Bu komitenin oluşturulmasından sonra  Suphi 1920’de Bakü’ye geldi ve burada yeni partinin son hazırlıkların tamamladı.

 

5-ANADOLU MERKEZLİ TKP

Hem Bakü merkezli komünist hareketin, hem de Türkiye’de bulunan Sovyet temsilcilerinin etkisiyle  Anadolu’da da bir komünist hareket oluşmuştu. Anadolu’daki komünist hareket, bir yandan Bakü Partisi ile ilişkilerini sürdürürken, öte yandan da bu partiden örgütsel planda bağımsız olarak Eskişehir ve Ankara ağırlıklı olarak Türkiye Komünist Partisi adıyla (Bu partiden Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası belgelerinde “Türkiye Komünist-Bolşevik Partisi” olarak sözedilmektedir.)  bir örgütlenmeye gitmişti. Bu partinin örgütlenmesinde Sovyet temsilcilerinin, özellikle 1919 ortalarında Anadolu’ya gizlice giren Şerif Manatov’un çok özel bir katkısı olmuştu(Göksu,2003:11). Anadolu merkezli Komünist Partisi’nin kurucuları arasında Şerif Manatov’un yanısıra Ziynetullah Nevşirman, Salih Hacıoğlu ve Arif Oruç’un  bulunduğu bazı kaynaklarca ifade edilmektedir(Tevetoğlu,1967:186). Kimi araştırmacılar, TİÇSF’nın da giderek Şerif Manatov aracılığıyla Anadolu TKP’sine  bağlandığını iddia etmektedirler(Aslan,1997:101).  N. Menekşe, Türkiye’de Komünizm adlı kitabında Dimitr Şişmanov’un konuyla ilgili hazırladığı bir raporda, bu parti hakkında şu bilgilere yer verdiğini belirtmektedir: :” Zonguldak ve Ereğli kömür havzası’nda, Ankara silah fabrikası’nda (imalat-ı harbiye’de), Eskişehir demiryolu işçileri arasında , Adana çırçır dokuma fabrikalarında, Trabzon, Rize, Samsun, İnebolu liman işçileri arasında, kayık ve deniz işçileri arasında, Balya madeninde, İzmir Halkapınar fabrikalarında  komünist gurupları kuruldu. Trabzon komünistlerinin çıkardığı Eş gazetesi, Rusya’dan gelenlerin bu gurupların kurulmasında büyük bir rol oynadıkları belirtilmişti. İstanbul ve Anadolu’da  artık teşkilatlanmış olan bu guruplar kendi aralarında bağlantı kurmaya giriştiler. Fakat İstanbul işgal altında bulunduğu için İstanbul teşkilatıyla  Anadolu’daki  komünist  teşkilatlarını  bir merkez etrafında toplamak kolay olmuyordu. Bundan dolayı ilk önce Anadolu’daki komünist teşkilatlarını bir merkez altında toplamak işine başlandı. TKP, böylece 14 temmuz 1920’de  Ankara’da kurulmuş oldu. Ankara, Sivas, Eskişehir, Kayseri,Kastamonu, Samsun, Bolu, Konya gibi vilayetlerde çalışan on iki komünist teşkilatı TKP’yle birleşti. TKP’nin kuruluşundan hemen sonra işçi, köylü ve askerlere hitaben bir beyanname yayınlandı. (akt.Tuncay, 176)

 

 

 

 

 

C-BAKÜ BİRLİK KONGRESİ VE TKP’NİN KURULUŞU

Şu ana kadarki anlatımlarımızdan açık bir biçimde anlaşılabileceği  gibi, başlangıcı daha önceki tarihlere uzanmakla beraber, 10 Eylül 1920 tarihi, TKP’nin kuruluş tarihi olarak anılır. Zira bu tarihte gerçekleşen Bakü Kongresi, sosyalist faaliyetlerin ve örgütlenmenin Anadolu’daki değişik damarlarının birleştirilerek tek bir parti çatısı altında toplanmasını sağlamıştır. Bu tarihten sonra yaklaşık 40 yıl, Türkiye’deki sosyalist hareket, tek bir partinin, TKP’nin örgütsel çatısı altında birleşik bir faaliyet yürütecektir.

Bakü Kongresi’nde Ethem Nejat ve Hakkı Hilmi’nin önerisiyle çeşitli sosyalist çevrelerin birleştirilmesi kararı alındı. Bu çerçevede  Türkiye sosyalizminin o ana kadar farklı kanallarını oluşturan Türkiye İşçi Çiftçi Sosyalist Fırkası (TİÇSF)*, Anadolu merkezli Türkiye Komünist Partisi ve Bakü merkezli Türkiye Komünist Partisi, tek bir parti çatısı altında, Türkiye Komünist Partisi  (TKP) ismiyle birleşti. Savaş koşulları nedeniyle Kongreye Adana ve İzmir delegelerinin katılamadığı  Bakü Kongresi’ne, İstanbul, Ankara, Zonguldak, Ereğli, Trabzon, Samsun, Rize, Sivas, Kars, Erzurum, Eskişehir ve Konya’dan toplam 125 delege katılmıştı, bu delegelerden  51’i  ise  misafir delege statüsündeydi. TKP, bundan sonra İstanbul dışına taşarak, Kurtuluş Savaşı’nın kalbi durumunda olan Anadolu içinde de etkili bir iktidar alternatifi olacaktı.

 

 

 

* Topçuoğlu’nun verdiği bilgilere göre, TKP’nin resmi Kuruluş Kongresi olan Bakü Kongresi’ne TİÇSF adına Ethem Nejat, Mustafa Mermi ve Sadrettin Celal katıldılar. Şefik Hüsnü ise katılmadı. Şefik Hüsnü’nün katılmaması üzerine Kongre Ş.Hüsnü’ye haber yollayarak ya kongreye kişisel olarak katılması ya da göndereceği üçüncü bir delege  ile birlikte Kongre kararlarına uyacağına ilişkin bir taahhütnameyi Kongreye iletmesi istendi. Şefik Hüsnü gelmek yerine sözkonusu taahütnameyle birlikte Sadrettin Celal’i üçüncü delege olarak Kongreye gönderdi. Kongre’de Ş.Hüsnü gıyabında yeni Merkez Komitesi’ne seçildi(1976a:65-66). Fakat R.Nuri İleri, TKP tarihi ile ilgili Topçuoğlu ile girdiği “sert polemikte” Topçuoğlu’nun TKP tarihi ile ilgili verdiği bir çok bilginin olduğu gibi bu bilginin de amaçlı ve çarpıtılmış bir bilgi olduğunu ve gerçekle ilişkisi olmadığını ifade etmektedir(İleri,....:...). Ayrıca Tunçay’ın birinci elden kaynaklara dayanarak yaptığı çalışmanın ortaya koyduğu bilgiler de Topçuoğlu’nu yanlışlar niteliktedir(Tunçay,...:...).

 

1-TKP’NİN PROGRAMATİK YAPISI

1920 yılında kabul edilen TKP’nin ilk programına M.Suphi çizgisinin ağırlıkla damga vurduğu görülür.TKP’nin en özgün yanlarından birini partinin programatik yapısı oluşturur.  TKP programının hazırlanışı 3. Enternasyonalin kuruluş günlerine denk düşer ve 2. Enternasyonalle  hesaplaşmanın bu en sıcak günlerinde 3.Enternasyonale hakim olan “enternasyonalist devrimci sınıf siyaseti” rüzgarının bütün coşkusunu ve kararlılığını TKP Programında görmek olasıdır.

Bu coşku içinde hazırlanan ve kabul edilen programın sunuş konuşmasını yapan M.Suphi, emperyalizm, devrim, iktidar ve sosyalizmin kuruluşu konularında şu görüşleri dile getirir:

“ Toplumsal devrim gibi; devrimin bütün dünya burjuvazisi üzerindeki  zaferinden çıkan komünizm uygulaması da evrensel içerik taşır...Doğu’nun hammaddesiyle  Batı’nın sanayi ürünleri de yine öyle bir bütün teşkil ediyor, onun için Komünizm uygulaması da evrensel bir içerik ve zorunluluk vardır...Son kırk yıllık sömürgecilik faaliyeti neticesinde  ve bilhassa Avrupa Genel Savaşı’ndan sonra, siyasal sınırları bir kat daha belirmiş olan bu şartlar içinde, burjuvaziye dayanarak geliştirilen herhangi bir hareket, Doğu’nun zavallı  millet ve memleketlerini kurtarmak yeteneğini kaybetmiştir”(Göksu,65-67).

Bu kısa ama özlü alıntıdan anlaşılabileceği gibi, TKP, sosyalizmin kuruluşunu bir dünya devrimi genel sorunsalı içinde ele almaktadır; sömürge ve yarı sömürge ülkelerdeki devrimle sanayileşmiş ülkelerdeki devrimi tek bir proleter dünya devriminin parçası olarak görmektedir; geri ülkelerin sömürgecilik karşıtı mücadelesinde burjuvazinin temsilcilerine güvenilemeyeceğini ve inisiyatifi komünistlerin ele alması gerektiğini belirtmektedir.

1920 Programı’nın  İlke ve Esaslar” başlığını taşıyan ve 11 maddeden oluşan ilk bölümü M.Suphi’nin yukarıda kısa bir bölümünü alıntıladığımız program sunuş konuşmasının, program diliyle yinelenmesidir adeta. “İlke ve Esaslar” bölümünün 1. maddesi  kapitalizm hakkında, ikinci bölümü emperyalizm ve sömürgecilik-yarı sömürgecilik hakkında partinin tahlillerinin özetini yansıtırken, 3.maddesinde “kapitalizmin artık gericileşerek üretici güçlerin önünde bir engel oluşturmaya başladığı” ve 4.maddesinde de “ Kapitalizmin tüm bu nedenlerle bir toplumsal devrimle yıkılması gerektiği” vurgulanmaktadır. 5. maddesinde bu toplumsal devrimin zorunlu olarak evrensel-enternasyonal bir karakter taşıması gerektiği ifade edilirken, programın 6. maddesinde dünya işçi ve emekçilerinin sınıf savaşlarının bu enternasyonal karakterine karşın “ulusal çerçevede de büyük fedakarlıklar yapılması gerektiği” vurgulanmaktadır. 7. madde de  sorunun çözümünün özel mülkiyetin kaldırılıp üretim araçlarının devlete aktarılmasıyla olanaklı olduğu söylenmekte ve 8. maddede partinin devrim stratejisinin temelini oluşturan görüşler aynen şu şekilde ifade edilmektedir:

“8-Toplumsal devrim gibi  devrimin burjuvaziye karşı galip gelmesi ve zafer kazanmasından doğan komünizm uygulaması da dünya çapında bir içerik taşır. Tarih gösteriyor ki, yeryüzünde yaşayan toplumsal oluşumların bir kısmı derebeylikten  burjuvazi dönemine yeni giriyor. Diğer kısmı burjuva devrimine girmiş proletarya hareketinin değişik evrelerini yaşıyor. Üçüncü bir kısmı ise, burjuvazi döneminden, proletaryanın egemenlik dönemine  geçmiş bulunuyor. Ulusların içinden geçmekte oldukları  ekonomik gelişimin, tarihi ve politik koşulların, toplumsal devrimin bir an önce başlaması ve yaygınlaşmasıyla büyük bir ilişkisi olmakla birlikte, devrim başladıktan sonra, ulus ve ülkeleri birbirinden ayırmak doğru değildir. Bugün proletaryanın egemenlik dönemine ayak basmış Rusya’da komünizmin icraat ve uygulamalarının  başarısı ekonomik olarak ilerlemiş  diğer batı  ülkelerindeki  toplumsal devrimin ortaya çıkışına bağlı olduğu kadar, bugün batıda yaygınlaşacak komünizm uygulamasının da ekonomik olarak farklı evreler gösteren  doğudaki devrimci hareketle  ilişkisi çok önemli ve yaşamsaldır. Doğu ve batıdaki bu hareketler dünya ekonomisinin özünde burjuva saltanatı ve yayılmacılığının tekelci bir karakter almasından dolayı, birbirlerinden doğar ve birbirlerini tamamlarlar.”(Göksu,2003:38).

Programın 9.ve 10. maddeleri ise bu genel yaklaşımı Türkiye özelinde somutlar niteliktedir. 9.maddede, Türkiye’nin politik ve ekonomik bakımdan genellikle doğu ülkelerine oranla daha gelişkin olmasına  ve memleketin değişik bölgelerine yayılmış bazı büyük fabrikaların varlığına karşın, yine de gelişkin bir proletaryanın varlığından söz edilemeyeceği ama bu ülkede işçisi, köylüsü, askeri, işsizi ile her türlü üretim aracından yoksun ve gelecekten ümidini kesmiş milyonlarca yoksul emekçi bulunduğu saptanılmakta ve 10. maddede de “...bugünkü yönetim biçimi ve tarzıyla burjuva demokrasisine ayak basmış olan Türkiye’de sınıf savaşımı ilkel gelişim dönemini yaşamaktadır: Bugün Türkiye’de egemen ve yağmacı Antanta devletlerine karşı  devam eden ulusal kurtuluş hareketine yoksul sınıfların katılması, ‘düşmanın düşmanı’ ile, yani yabancı kapitalizmin egemenliğine karşı, kendi içindeki vurguncu  ve yağmacı küçük burjuvazi ile birlikte savaşım içeriğine bürünmektedir” denildikten sonra şu önemli saptama yapılmaktadır: “ Bununla birlikte  bir taraftan emperyalistlere karşı yürütülen  savaşın devamı, diğer taraftan özellikle toplumsal devrimin Avrupa’da yayılması, sınıf bilincinin  olgunlaşması ve gelişmesini önemli ölçüde etkileyerek Türkiye’deki hareketlerin toplumsal bir içerik almasına yardım etmekte ve sosyalizmi temel alan işçi ve yoksul şuraları cumhuriyetinin kurulmasına uygun şartları hazırlamaktadır.”(Göksu,2003:39-40)

TKP’nin  programatik olarak Türkiye Devrimi’ni enternasyonalist bir ruh ve bakış açısıyla ele aldığını gösteren bir başka önemli belgede TKP Merkez Komitesi tarafından  Haziran 1920 tarihinde yayınlanan TKP Genel Yönetmeliği’dir. Baştan sona Türkiye devrimini dünya devrimi genel şemsiyesi altında değerlendiren bu yönetmeliğin 18.maddesinde aynen şu ifadeler yer almaktadır:” Türkiye Bolşevikleri sosyalistliği kabul eden diğer milletler ile  Türkiye arasında  politik usul gereğince  sınır ve gümrük işlerini kaldırırlar.” (Göksu,60). Yine programda ulusal kurtuluş savaşının önderliğini yapan Kemalist harekete ilişkin tutumu daha da somutlaştıran ve  pekiştiren ifadelere  Bakü Komünist Partisi ile bağlantılı olarak Anadolu’da kurulan Komünist Partisi’nin yayınladığı 14 Temmuz 1920 tarihli Kuruluş Beyannamesi’nde rastlamaktayız. Bu beyanname de TKP’nin diğer hareketlerden bağımsızlığını vurgulamak maksadıyla şunlar söylenmektedir:  “ ...İstanbul Hükümeti, esas itibariyle eski mutlakiyet yanlısı  ve aristokratik bir idareden, yani eski sultanlık devrinin korunmasına çalışan bir heyetten başka bir şey değildir... Mustafa Kemal tarafından vücuda getirilen Kuvay-i Milliye Hükümeti’ne gelince:Saray Hükümeti’nin aldığı bu korkunç vaziyet üzerine, memleket dahilindeki milliyetperverler memleketin demokratik burjuva sınıfına dayanarak, adı geçen kişinin etrafında toplanarak  Anadolu’nun İstanbul Hükümeti’ne karşı milli ayaklanmasını ve milletin bütün işlerine el koyan Büyük Millet Meclisi’ni meydana getirdiler... Fakat burjuva elinde olan bu hükümet de aldatma siyasetini bırakmadı. Burjuvaların etkisi altında milliyetperverlikten uzaklaşmadığı gibi, Rusya’daki cereyanı da alkışlamaktan vazgeçmedi... Sonuç olarak: Yukarıda zikrolunan gerekçelere dayanarak Türkiye Komünist Partisi, mevcut koşullarda: Bir tarafta despot, diğer tarafta aldatan iki siyasi oluşumun mevcut egemenler olduğuna, daha açık bir ifade ile bir tarata İngiliz siyasetine alet olan Hürriyet ve İhtilafçılar, diğer taraftan halk için onlardan hiçbir farkı olmayan  ve fakat maske ile meydana çıkan eski İttihatçılar olduğuna kanaat ve bu kanaati resmen ilan ve her iki hükümetle de hiçbir alakası olmadığını beyan eder.” (Göksu,2003:62-63).  Programın dikkat çeken  önemli maddeleri arasında “Hükümet Biçimi, “Ulus ve Din” ve “Ekonomik Tedbirler” başlıklarını  taşıyan maddeler Programın dikkat çeken önemli maddeleri arasında yer alıyor.” Hükümet Biçimi” başlıklı maddede “Mutlak idarelerde işçi halk, baskıcı hükümdar ve memurlarının zulmü  altında ezildiği gibi, demokratik denilen burjuva demokrasilerinde de iktidar, parlamentarizm ve halkçılık adı altında ayrıcalıklı tabakalar, yine vali ve hanların temsil ettikleri zenginler elinde tekelci bir yönetim haline geliyor” denildikten sonra, TKP kendisinin amaçladığı hükümet biçiminin “İşçi ve Köylü Şuraları” olduğunu ve bu yönetim biçiminin asalak sınıflar hariç halkın büyük çoğunluğunu temsil eden bir yönetim  olacağı vurgulanıyor. Şuralar Cumhuriyetinin kapitalizmden komünizme geçiş sürecine özgü bir hükümet biçimi olduğunun ise programda özel bir önemle vurgulandığını görüyoruz(Göksu,2003:40-41).  “Ulus ve Din” başlıklı maddede ise TKP , çok etnikli bir toplumda diğer guruplara karşı yaklaşımını açıklarken aynı zamanda dine karşı tutumunu ve laiklik anlayışını ortaya koyuyor. Programın TKP’nin laiklik anlayışını ortaya koyan  maddelerinde “dini içerikteki terbiye, eğitim ve ibadet işlerinin  dinsel toplulukların iç işi olarak güvenceye alınacağı”; “dinsel kurumların devletten ayrılarak dinsel topluluklar halinde bırakılacağı”,” ve  fakat dinlerin ve milliyetlerin insanlar arasında nefret ve düşmanlık doğuran gerici masallarına karşı savaşım verileceği” ifade edilmektedir(Göksu,2003:41). Programın aynı başlık altındaki 7.maddesinde ise “ TKP değişik uluslara mensup devrimci  işçi ve köylü sınıfları arasındaki  eski düşmanlıkları kaldırmak  için aşağıdaki en kesin çözümlere girişir:” denildikten sonra bu çözümler: “Dil ve kültür açısından her türlü ayrıcalığın ortadan kaldırılması ve her ulusun bu konularda tam özgür olmasının sağlanması”; “devlet örgütlenmesinde her ulusun temsil edilmesini sağlayacak bir federasyon sisteminin kurulması”; “uluslararasında çıkacak muhtemel sorunların kanlı çatışmalara yol açmaması için ‘plebisit’ yöntemiyle, genel oya başvurarak çözülmesi” olarak sıralanmaktadır(Göksu,2003:41-42). Bu konuyla ilgili  olarak Program sunuş konuşmasında Suphi’nin söylediği şu sözler TKP’nin bu soruna ilişkin yaklaşımının daha net ve bütünlüklü olarak anlaşılmasını kolaylaştırır niteliktedir. Suphi, bu konuşmada, etnik guruplara ilişkin partinin izleyeceği politikayla ilgili olarak şunları söylüyor:

“ Partimiz özgürlüğü yolunda  uluslar arası toplumsal devrim hareketine dayanma zorunluluğunun dayattığı işçi  halkımız arasındaki örgütlenmesini de uluslar arası esasta yapmak zorundadır.Partimiz Türk işçi  ve yoksul köylülerini gerici  İttihad ve İtilafcılar veya hain sosyalistlerin etkisinden kurtarmaya ne derece zorunlu ise, Türkiye’de yaşayan Rum, Ermeni,Kürt milletlerinin mağdur sınıflarını da Etniki Eterya, Taşnak ve Bedirhan  teşkilatlarından ayırarak, çıkar ve amaç ortaklığı olan bir sınıf  halinde hem içteki sömürücülere hem de işgalci dış kuvvetlere karşı birleştirip ayaklandırmak göreviyle yükümlüdür” (Göksu,2003:65).

Parti Programı’nın “Ekonomik Tedbirler” başlığını taşıyan bölümünde ise, TKP’nin “bütün kaynak ve üretim araçlarını, kendi emeğiyle  yaşayan üreteci sınıfın ortak malı haline getireceği”, “ bu amaca varmak için öncelikle büyük üretim yöntemiyle idare edilen kurumlardan başlanacağı”, “Küçük üreticilere ise hükümetin mali destek ve sipariş vererek bunların kalkınması için çaba sarf edeceği ve bu kesimlerin kendi denetimleri altında çalışan üretim kooperatiflerinde bir araya gelmelerinin teşvik edileceği, bu kesimlerde makineleşmenin ve modern üretim tekniklerinin yaygınlaştırılmaya çalışılacağı” ve tüm bunlarla birlikte “Planlı ekonomiyle ekonomik faaliyetlerin birleştirileceği, çeşitli sanayi dallarının  ve başka uluslarla iktisadi ilişkilerin bu plan dahilinde geliştirileceği” ifade edilmektedir(Göksu,2003:42).

1920 Programının, 1926 TKP programı da dahil olmak üzere, bu yıllardan sonra tüm  sosyalist harekete hakim olan programatik anlayıştan  oldukça farklı bir düşünce sistematiğinin ürünü olduğu görülmektedir. 1920 Programı’nda öngörülen devrim anlayışı, kendisinden sonra hakim olacağı gibi, devrimi ulusal plandaki ekonomik ve sosyal gelişme düzeyinden kalkarak değil, bunu da gözeterek, fakat esas vurguyu dünya sistemi anlayışına yaparak oluşturulmuş bir devrim anlayıştır. TKP’nin 1920 Programına göre, ulusal düzeydeki farklılıklar devrimin seyrini, hızını, zorluk derecesini etkileyebilen unsurlar olmakla birlikte, dünya da kapitalist sistemin hegomanyasının kurulduğu bir evrede, her ülkede işçi köylü şuralarının iktidara gelebileceği devrimler gerçekleştirilebilir; bu devrimin dayanağı ise dünya sosyalist sistemi ve hareketi olacaktır. Programdaki ifadeyle “Bugün proletaryanın egemenlik dönemine ayak basmış Rusya’da komünizmin icraat ve uygulamalarının  başarısı ekonomik olarak ilerlemiş  diğer batı  ülkelerindeki  toplumsal devrimin ortaya çıkışına bağlı olduğu kadar, bugün Batıda yaygınlaşacak komünizm uygulamasının da ekonomik olarak farklı evreler gösteren  doğudaki devrimci hareketle  ilişkisi çok önemli ve yaşamsaldır. Doğu ve batıdaki bu hareketler dünya ekonomisinin özünde burjuva saltanatı ve yayılmacılığının tekelci bir karakter almasından dolayı, birbirlerinden doğar ve birbirlerini tamamlarlar.”ve devrimin gerçekleşmesinden sonra sosyalizmin kuruluşu açısından soruna bakıldığında da, “ Toplumsal devrim gibi; devrimin bütün dünya burjuvazisi üzerindeki  zaferinden çıkan komünizm uygulaması da evrensel içerik taşır...Doğu’nun hammaddesiyle  Batı’nın sanayi ürünleri de yine öyle bir bütün teşkil ediyor, onun için Komünizm uygulaması da evrensel bir içerik ve zorunluluk vardır.” ve “ Türkiye Bolşevikleri sosyalistliği kabul eden diğer milletler ile  Türkiye arasında  politik usul gereğince  sınır ve gümrük işlerini kaldırırlar.” ifadelerinden de açık biçimde anlaşılacağı üzere TKP,  sosyalizmin kuruluş ve uygulanış  sorununa da tek tek ülke sınırları içinden değil, fakat, evrensel sosyalist sistem açısından yaklaşma eğilimindedir.

TKP’nin  devrim stratejisini oluştururken, Türkiye’deki proletaryanın  zayıf gelişme düzeyini bildiği, fakat bu konuyu önemli görmekle beraber belirleyici olarak değerlendirmediği de anlaşılmaktadır. TKP işçi sınıfı partisi olmaya özel bir önem vermekle beraber, devrimi gerçekleştirmek açısından bu sınıfın dışında yer alan “ülkenin üretim araçlarından önemli ölçüde yoksun, gelecekten ümidini kesmiş milyonlarca yoksul emekçisini” son derece önemli bir güç olarak değerlendirmektedir. Belli ki yalnızca Türkiye işçi sınıfının değil, yanı sıra uluslararası işçi hareketinin ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin önderliğinde, o günkü koşullarda dahi, Türkiye’de bir “İşçi Köylü Şuraları Cumhuriyeti” kurulabileceği düşünülmektedir. Programdaki şu ifadeler bu görüşün net bir açıklaması sayılabilir niteliktedir. “ Bununla birlikte  bir taraftan emperyalistlere karşı yürütülen  savaşın devamı, diğer taraftan özellikle toplumsal devrimin Avrupa’da yayılması, sınıf bilincinin  olgunlaşması ve gelişmesini önemli ölçüde etkileyerek Türkiye’deki hareketlerin toplumsal bir içerik almasına yardım etmekte ve sosyalizmi temel alan işçi ve yoksul şuraları cumhuriyetinin kurulmasına uygun şartları hazırlamaktadır.”

TKP Programı ve belgelerinden yansıyan bir başka önemli konu da partinin, bütün yukarıda aktarılan yaklaşımlarla tutarlı olarak, Kemalizmle kendi arasına kesin bir sınır çizme konusunda özel bir duyarlılık gösterdiğidir. TKP, Kemalist harekete şartlı bir destek sunmakla birlikte, Kurtuluş Savaşını bir “İşçi Köylü Şuraları” iktidarı ile sonlandırabilmek için de gerekli uyanıklığa sahip olmak, gerekli girişimleri gösterebilmek eğiliminde olduğu gözükmektedir.Zira TKP’ye göre, “Son kırk yıllık sömürgecilik faaliyeti neticesinde  ve bilhassa Avrupa Genel Savaşı’ndan sonra, siyasal sınırları bir kat daha belirmiş olan bu şartlar içinde, burjuvaziye dayanarak geliştirilen herhangi bir hareket, Doğu’nun zavallı  millet ve memleketlerini kurtarmak yeteneğini kaybetmiştir” ve  TKP’ye  göre “...bugünkü yönetim biçimi ve tarzıyla burjuva demokrasisine ayak basmış olan Türkiye’de sınıf savaşımı ilkel gelişim dönemini yaşamaktadır: Bugün Türkiye’de egemen ve yağmacı Antanta devletlerine karşı  devam eden ulusal kurtuluş hareketine yoksul sınıfların katılması, ‘düşmanın düşmanı’ ile, yani yabancı kapitalizmin egemenliğine karşı, kendi içindeki vurguncu  ve yağmacı küçük burjuvazi ile birlikte savaşım içeriğine bürünmektedir .

“ Bununla birlikte  bir taraftan emperyalistlere karşı yürütülen  savaşın devamı, diğer taraftan özellikle toplumsal devrimin Avrupa’da yayılması, sınıf bilincinin  olgunlaşması ve gelişmesini önemli ölçüde etkileyerek Türkiye’deki hareketlerin toplumsal bir içerik almasına yardım etmekte ve sosyalizmi temel alan işçi ve yoksul şuraları cumhuriyetinin kurulmasına uygun şartları hazırlamaktadır.”

 

 

 

 

 

 

 

 

2-KURTULUŞ SAVAŞI YILLARINDA TKP ÖRGÜTLENMESİ VE EYLEMİ

TKP’nin programdaki net perspektifine ve stratejisine karşın Kurtuluş Savaşı yıllarındaki örgütlenme ve eylemi son derece karmaşık bir görüntü arz etmektedir. Gerek TKP’nin çok parçalı yapıdan tek bir örgütlenmeye geçmeye yeni başlayan, dolayısıyla bu dağınıklığın etkilerini henüz bütünüyle aşamamış bir parti olmasının; gerekse de ulusal kurtuluş savaşına katılan bazı yerel çete güçleriyle kurulmaya çalışılan ittifak politikasının ve  bütün bunların yanı sıra Kemalizme şartlı desteğin ve Türk-Sovyet ilişkilerindeki olumlu seyrin, bu karmaşık görüntünün oluşmasında belirleyici etkileri vardır.

Tüm bu nedenlerle  farklı sosyalist kanalların birbiriyle ilişkilerinin, yine sosyalist hareketin çete güçleriyle ve Kemalist örgütlenmelerle ilişkilerinin ne düzeyde olduğunu, nerede başlayıp nerede bittiğini saptamak son derece zorlaşmaktadır. Bütün bu karmaşık görüntüden anlaşıldığı üzere, gerçekleşen birlik kongresine karşın, TKP’nin Kurtuluş Savaşı yıllarındaki faaliyeti net ve tek bir partisel formda yürüyen bir çalışma olmaktan ziyade  farklı örgütlere dağılmış, bazen hedef ve söylem olarak birbiriyle farklılıklar da arz eden bir  siyasal faaliyettir.

Bu nedenle TKP’nin 1920’li yıllarından sonraki faaliyetlerini analiz edebilmek için Yeşil Ordu, Halk İştirakiyun Fırkası, Çerkes Ethem başta olma üzere çete güçleri   ve İstanbul kanadı (eski TİÇSF kadroları)  ile  TKP arasındaki ve bütün bunlarla da Kemalizm arasındaki ilişkiyi doğru biçimde değerlendirebilmek zorunlu gözükmektedir.

 

a-Yeşil Ordu ve TKP ile ilişkileri


Yeşil Ordu hareketinin efsane bir tarafı vardı. Yeşil Ordu’nun binlerce, on binlerce atlılarıyla Anadolu’ya yürüdüğü yönündeki şayiyalar halk arasında çok yaygındı. Söylence esin kaynağını  ırkçı-Turancı politikalarını gerçekleştirmek amacıyla  Türkistan’a giden Enver Paşa’nın  serüvenlerinin Türkiye’ye şekil değiştirerek  ulaşmasını izleyen günlerde, “esir Türkler’in”, “Anadolu’daki “Türk ulusu”nu  kurtarmak üzere Kafkaslar’dan ülkeye  girmeye hazırlanan bir Yeşil Ordu’nun  halk üzerinde uyandırdığı mistik etkiden almıştı(Akdere ve Karadeniz,1996:86).

Yeşil ordu, kurtuluş savaşının en karmaşık örgütlenmelerinden biridir. Kimileri bu hareketin sosyalist ideolojiden belli ölçülerde etkilenmiş olmasından ve giderek de bu etkinin daha belirgin bir hal almasından kalkarak, bu örgütü başlangıçtan itibaren komünizm ideolojisine yakınlaşmış askeri-siyasi bir örgütlenme olarak tanımlarken (Şişmanov,1990:70, Sayılgan,1972: ..:..,Tevetoğlu,1967:136), kimileri de bu örgütü,merkezinde de her dönem Kemalistlerin bazı önemli isimlerinin bulunmasından kalkarak, sonradan denetimden çıkmaya başlayan  fakat başlangıçta belli taktiksel nedenlerle Kemalistler tarafından kurulan paravan bir örgütlenme olarak nitelemektedirler(Akdere ve Karadeniz,1996:86). Yeşil ordu ile ilgili farklı değerlendirmelerin olduğu konulardan biri de bu örgütün sınıfsal temeli ve askeri bir nitelik taşıyıp taşımadığı ile ilgilidir. Şişmanov, bu örgütün  askeri nitelikler taşıdığını ve köylü sınıfının bir örgütü olduğunu ifade ederken(1990:70) Harris, bu örgütün adındaki ordu ifadesine rağmen askeri bir nitelik taşımadığını ve halkı örgütlemekten ziyade seçkinler arasında örgütlü bulunduğunu belirtmektedir(1976:97). Bütün bu karışık ve çelişkili nitelendirmeler  kurtuluş savaşındaki pek çok örgütlenmenin henüz çok  yeni kurulan ve birbirleriyle farklı olmalarına rağmen, yeni ve bu nedenle ideolojik ve örgütsel sınırları belirginleşmemiş örgütlenmeler olmaları dolayısıyla çoğu zaman iç içe bir görünüm arz edebilmelerinden  kaynaklanmaktadır. Yeşil Ordu, kuruluşu itibariyle Anadolu’daki çete gruplarının birleşik bir örgütü niteliğini taşımamıştır ama yaşamı boyunca bu çete güçleriyle ilişkisi olmuş ve bu yapılar çoğu zaman birbirleriyle paralel, birbirini destekleyen işler yapmışlardır. Dolayısıyla Yeşil Ordu ve çete güçleri arasındaki bu iç içe geçmiş görüntüyü veri alarak Yeşil Orduyu askeri bir köylü örgütü olarak nitelendirmek olanaklı olduğu gibi, iki yapının örgütsel ve kadrosal yapılarındaki farklılıklarını esas alarak Yeşil Ordu’yu siyasi bir seçkin örgütü olarak nitelendirmekte olasıdır.

Yeşil Ordu’nun, Merkez Örgütünün yanı sıra  Ankara ve Eskişehir’de birer bölge örgütlenmesi de bulunmaktaydı. Yeşil Ordu’nun Bursa, Afyon, Kayseri, Elazığ ve Mersin gibi bazı illerde de örgütlenme çalışması yaptığı iddia edilmektedir(Tevetoğlu,1967:146).Arif Oruç ve Mustafa Nuri tarafından Eskişehir’de yayınlanan Yeni Dünya Gazetesi’nin Yeşil Ordu’nun yayın organı olduğu genel bir kabul görmektedir.

Yeşil Ordu ile ilgili belirtilmesi gereken önemli özelliklerden biri de, bu örgütlenmenin içerisinde çok sayıda milletvekilinin de yer aldığıdır. Yeşil Ordu’nun bünyesinde yer alan 14 milletvekili şu isimlerden oluşuyordu: Sıhhiye ve daha sonra Dahiliye  Vekili ve Meclis Başkanvekili Adnan Adıvar, Dahiliye ve Maliye Vekili Hakkı Behiç, eski valilerden Tokat milletvekili Nazım, Muğla milletvekili Yunus Nadi, Saruhan milletvekilleri  İbrahim Süreyya ve Reşid (Çerkez Ethem’in ağabeyi), Eskişehir milletvekili Eyüp Sabri, İzmit milletvekilleri   Sırrı Bey ve Hamdi Namık, Dersim milletvekili  Dr. Mustafa Bey, Bursa milletvekili Şeyh Servet Efendi, Eskişehir milletvekili  Hüsrev Sami ve Bursa milletvekili Muhittin Baha (Pars) (Tevetoğlu,1967:146)

Yeşil Ordu’nun komünist hareketle de son derece karmaşık bir ilişkisi sözkonusudur.[1] Yeşil Ordu’nun ilk dönemine ait belgelerinde bu örgütün sosyalizan özellikler de taşıdığı izlenimi yaratan kuvvetli emareler vardır. Bu belgelerde anti-emperyalizm, anti-feodalizm, sömürgeciliğe düşmanlık gibi  genel anti-emperyalist, anti-feodal söylemler dışında, Ekim Devrimine sempati, bolşevizm yandaşlığı ve anti kapitalist argümanlar gibi daha sosyalizan söylemlere de  rastlanmaktadır(Şişmanov,1990:78). Fakat o dönemlerde bu tür söylemleri pragmatist nedenlerle Kemalistlerin ve bazı eski İttihatçı çevrelerin de kullanabildiği göz önünde tutulacak olursa, bu söylemleri tek başına  bu örgütün sosyalizan niteliğine kanıt sayabilmek olanaklı gözükmemektedir. Bunun yanı sıra Yeşil Ordu’nun sosyalizan niteliğini tartışmalı kılan -şovenizmi zorlayan bir milliyetçilik, abartılı islami vurgular gibi- başka unsurlardan söz etmek de olanaklıdır.

Bizce Yeşil Ordu çete güçlerinden bağımsız olarak,  çete güçlerini kendilerine bağlamak ya da en azından denetimden çıkmalarını önlemek amacıyla Kemalistlerin izniyle kurulmuş, fakat başlangıçtan itibaren Kemalistlerin tam ve kesin denetiminde olmayan, bolşevizmden de belli ölçülerde etkilenmiş olarak kurulan, çete güçleriyle ilişkili olarak faaliyet yürütmüş, fakat amaçlanın tersine giderek çete güçlerinin ve komünistlerin Yeşil Ordu içindeki ağırlıklarının artmasıyla beraber Kemalizm için ciddi bir tehlike oluşturmaya başlamış ve bu nedenle de faaliyetleri sona erdirilmiş bir örgütlenmedir.

 

 

b- Yeşil Ordu’nun Dağıtılması, Resmi TKP ve Halk İştirakiyun Fırkası

Yeşil Ordu’nun giderek çete güçleriyle komünist hareket arasında bir birleşme köprüsü niteliği taşımaya, aynı nedenle Kemalistler açısından bir tehdit unsuru oluşturmaya başlaması nedeniyle kapatılmasının ardından hareketin farklı unsurlarının bu kez kendilerini iki ayrı örgütlenme çerçevesinde ifade etmeye başladığını görüyoruz. Bunlardan birincisi “Resmi TKP”’dir. Kemalistler Yeşil Ordu’nun dağıtılmasının ardından gerek Sovyetler Birliği ile sıcak ilişkileri korumak gerekse de Anadolu’daki bolşevizm sempatisinin bağımsız bir alternatif olarak hayat bulmasının önüne set çekmek amacıyla bizzat kendi elleriyle ve bu kez çok daha yakından denetledikleri bir Komünist Partisi oluşturmuşlardır. Yeşil Ordu’nun  bu gelişmeden rahatsız olan ve sosyalizmle ilişkileri çok daha sahici bir nitelik taşıyan unsurları ise Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası’nın şemsiyesi altına toplanmayı tercih etmişlerdir.

 

b1-“Resmi” ya da “Muvazaalı” TKP


Bolşevizm sempatisinin Anadolu hareketi içinde giderek artması Kemalist Hükümeti  11 Eylül 1920’de “Hiyanet-i Vataniye Kanunu”nu askeri bozgunculuk olduğu kadar siyasi yıkıcılığı da kapsayacak şekilde genişleterek bu hareketler üzerinde baskıcı-yasaklayıcı önlemler almaya sevk etti.  Arkasından 4 Ekim 1920’de Cemiyetler Kanunu değiştirilip hükümete kamu hukuku ve devlet politikalarına ters düşen  örgütlenmeleri yasaklama yetkisi verildi. Fakat Atatürk’ün komünist hareketin gelişmesine karşı  kullanmaya çalıştığı bir başka silah çok daha orijinal ve cesurca idi. Bu da kendi “Resmi TKP”sini kurmaktı(Harris,1976:122).

Atatürk, 1920 Eylül’ünün sonunda Hakkı Behiç’le kendisine bağlı  olan öteki kişilere  hep birlikte Yeşil Ordu’dan çıkmaları talimatını verdi. Ve bunlar 18 Kasım 1920’de doğrudan doğruya Atatürk’ün kontrolünde bir resmi TKP kurdular(Harris,1976:114-115).  Partinin kuruluşundaki hedefin bir yandan Sovyetler Birliği ile ilişkileri bozmadan bu ülkeden gelen yardımların sürmesini sağlamak, öte yandan da komünist hareketin gelişmesinin denetimden çıkmasını engellemek olduğu görülüyor(Tevetoğlu,1967:303). Partinin kuruluş bildirisinden anlaşıldığı üzere partinin ilk yönetici komitesi 30 kişiden oluşuyordu. Aralarında Kılıç Ali, Hakkı Behiç, Eski Bahriye Vekili İhsan, Refik Koraltan, Eskişehir milletvekili Eyüp Sabri,Süreyya (Yiğit), Fevzi Çakmak, Ali Fuad Cebesoy, İsmet İnönü, Mahmut Celal Bayar, Adnan Adıvar,Yunus Nadi, Tevfik Rüştü Aras gibi M.Kemal’in çok yakın arkadaşları vardı. Partinin Genel Sekreterliği’ne Hakkı Behiç getirildi(Sayılgan,1972:178). Parti kurulduktan sonra M.Kemal, Tevfik Rüştü Aras’ı  Moskova’ya göndermiş ve hatta Aras partinin 3.Enternasyonel’e üyeliği için başvuruda bulunmuş, fakat bu başvuru kabul edilmemişti(Sayılgan,1972:180).

Ankara Hükümeti  resmi TKP’nin kuruluşundan sonra  “meşru Türk Komünizmi” ile “gayri meşru Sovyet Komünizmi (Bolşevizm)” arasında bir mücadele başlattı. Bu mücadelenin ilk ürünlerinden biri olarak Kemalistlerin yayın organı olan Hakimiyet-i Milliye Gazetesi’nin 12 Ekim 1920 tarihli nüshasında “İki Komünizm” başlıklı bir yazı yayınlandı. Bunu birkaç gün sonra yayınlanan “Rus Bolşevizmi, Türk Komünizmi” başlıklı bir başka yazı izledi. Resmi Komünist Partisi’nin resmi yayın organı, Yunus Nadi’nin Gazetesi Anadolu’da Yeni Gün aynı türküyü  çağıran bir dizi yazıyla  Hakimiyet-i Milliye Gazetesi’ni takip etti(Harris,1976:117). Resmi Komünist Partisi ile Gerçek Komünist Partisi  arasındaki mücadelenin şiddetlendiği bir sırada Ankara Hükümeti Halk İştirakiyun ve Yeşil Ordu üyelerini mahkemeye verdi. Böylece resmi TKP’de , Çerkez Ethem’in  ve komünist örgütlenmelerin tasfiyesinin ardından kendiliğinden tasfiye olup kısa dönemli ama son derece ilginç siyasi macerasını tamamlamış oldu(Sayılgan,1972:182-183).

 

b2-Türkiye Halk İştirakiyun Partisi (THİP)


resmi tkp’nin kuruluşu aracılığıyla hükümetin komünist hareketi saptırma çabalarına girişmesi üzerine  Manatov ekibi ayrı bir parti kurma teşebbüsüne yöneldi. Bu doğrultuda Ziynetullah Nevşirvanov ile  Tokat milletvekili Nazım 1920 Kasım’ı sonlarına doğru Türkiye Halk İştirakiyun Partisi’ni örgütlemeye başladılar. Resmi TKP’ye bir tepki niteliği taşımasına ve gerek Bakü’deki Komünist Partisi ile gerekse Türkiye’deki Sovyet temsilcileriyle son derece yakın bir ilişki içinde bulunmasına karşın Ankara Hükümeti bu partinin kuruluşuna izin verdi(Harris.1976:122). Bu durumun arkasında yine nazik bir denge içinde bulunun Türk-Sovyet ilişkilerinin önemli bir faktör olduğu görülmektedir. Öyle ki  bu partinin aynı zamanda Sovyet Hükümeti ve Bakü’deki Komünist Partisi ile Ankara Hükümeti arasındaki karşılıklı diyalogların bir ürünü olarak kurulduğu da görülmektedir. O zaman ki Büyükelçi Aralov anılarında Sovyet elçiliğinin THİP’nin hayatında her zaman önemli bir rol oynadığını ve kendisinin sık sık Nazım ve yoldaşlarıyla görüşmeler yaptığını anlatmaktadır(Harris.1976:158). Aynı zamanda THİP’nın kuruluşunun öngünlerinde hem Mustafa Suphi’nin Türkiye’ye gelişinin  hem de THİP’nın kuruluşunun hazırlıkları doğrultusunda M. Suphi çevresi ile hükümet arasındaki gayri resmi diplomatik trafiğin yoğunlaştığını gözlemlemekteyiz. 1. Dünya Savaşı sıralarında Ruslar’a esir düşen ve Bolşevik Devrimi’nin gelişmesiyle beraber sosyalist fikirleri benimseyen eski bir Osmanlı Asteğmeni yeni bir TKP yöneticisi olan Süleyman Sami yanında Mustafa Suphi imzalı bir mektupla 1920’de Trabzon’a gelerek, TKP MK adına Ankara Hükümeti ile bazı dolaylı temaslarda bulunmuştu. Süleyman Sami’den bir ay sonra yine TKP-MK üyelerinden Salih Zeki  Trabzon’a gelerek  Ankara Hükümeti ile temasa geçmek istedi. Fakat Salih Zeki  Bakü Doğu Halkları Kurultayı”na yetişemeyebileceği endişesiyle Ankara’ya gitmekten vazgeçerek, 3.Kafkas Komutanlığı aracılığıyla Ankara Hükümeti’ne bir mektup göndermekle yetindi. M.Suphi’nin Türkiye’ye geliş kararı almasında olduğu gibi THİP’nın resmen ve legal olarak kuruluşunda da bu girişimlerin bir payı olduğu görülüyor. Zira tam da Süleyman Sami ve Salih Zeki’nin girişimlerinin hemen ardından Tokat milletvekili Nazım Bey ile Bursa milletvekili Şeyh Sait Servet Efendi ve arkadaşlarının THİP’nın kurulduğunu açıklamaları ve kuruluşun resmen tanınması için Ankara Hükümeti’ne başvurmaları  bu tür bir yargıyı kuvvetlendirir niteliktedir(Sayılgan,1972:168-169).


Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası’nın genel programatik yaklaşımı TKP ile paralellik taşımaktadır. Bu partinin de Kemalist Hareketi, burjuva hareketin feodal aristokrasiye ve emperyalizme karşı milliyetçi ve yüzeysel bir savaşımı olarak nitelendirdiği  ve   Kemalist harekete belli bir destek vermekle beraber, Anadolu’da bir sosyal devrim gerçekleştirmeyi öncelikli bir görev olarak değerlendirdiği görülmektedir. Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası’nın Anadolu’nun geniş köylü yığınları ile birleşilmesi sorununa daha özel bir önem verdiği  gündemdeki  sosyal devrimin ön önemli unsurunu bir “Tarım Devrimi”nin gerçekleştirilmesi olarak saptadığı görülmektedir. Belli ki köylü hareketiyle bağ kurmanın en kestirme ve pratik yolu olarak mevcut çete hareketiyle olan bağların çok daha güçlü hale getirilmesi hedeflenmektedir. Daha sonraki yıllarda THİP Anadolu’nun en güçlü çete hareketi olan Çerkez Ethem hareketiyle olan bağlarını ısrarla reddetmesine karşın, bunun bir gerçekliği yansıtmaktan ziyade, Çerkez Ethem’in yenilgisi ve Yunanlılara sığınmasının ardından oluşan (ve aslında biraz da Kemalistlerin özel çabasıyla oluşturulan) kötü şöhretin olumsuz etkilerinden sıyrılmak amacıyla  gerçekleşen bir tutum olduğunu söylemek daha doğru bir saptama olarak gözükmektedir(Harris,1976:124).

TKP’nin Anadolu örgütlenmesinin legal kolu olan THİP, kuruluşundan kısa bir süre sonra, Çerkez Ethem’in yenilmesindeni izleyen dönemde Çerkez Ethem ile bağlantılı olduğu gerekçesiyle, 2 Şubat 1920’de  kapatıldı. Bu parti  29 Mart 1922’de ikinci kez  faaliyete geçtiyse de 12 Ekim 1922’de tekrar kapatıldı. 36 kişi mahkemeye verildi. Yöneticilerinden pek çoğu hüküm giydi. Partinin yayın organı 1922’de bir süre yayınlanan “Yeni Hayat”tı(Sayılgan,1972:175).

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

3- m.Suphi ve arkadaşlarının öldürülmesine kadar kurtuluş savaşı pratiği üzerine bazı gözlemler

 

Yukarıdaki aktarımlardan TKP’nin Kurtuluş Savaşı yıllarındaki faaliyetinin İstanbul merkezli olmaktan çıkarak giderek Anadolu merkezli çalışma haline dönüştüğünü saptayabiliyoruz. Bu yıllarda İstanbul’daki bir çok sosyalist kadronun  Kurtuluş Savaşını desteklemek ve bu savaşın merkezine yakın olmak amacıyla siyasal faaliyetlerini yürütmek  için  Anadolu’ya geçtiğini biliyoruz. İstanbul’da kalanların ise büyük ölçüde illegaliteye geçtiğini, sürdürdükleri sınırlı faaliyetin ise işçi sınıfının yoğun olarak yaşadığı İstanbul’u Kurtuluş Savaşının en temel üssü ya da üslerinden biri haline getirmek perspektifi taşımadığını; İstanbul’da yürütülen faaliyetin Anadolu’daki Kurtuluş Savaşı’nı destekleyen bir cephe gerisi faaliyet olarak düşünülüp örgütlendiğini gözlemliyoruz. İstanbul’da yürütülen faaliyet bir yandan İstanbul kökenli TİÇSF’ndan gelen kadrolarla yürütüldüğü gibi, bu ile, Kurtuluş Savaşı yıllarında M.Suphi kanadından çok sayıda kadro ve taraftar da gönderilmişti. Örneğin bazı kaynaklara göre, İstanbul’daki çalışmalara 1919 yılında  başlarında Baba Mehmet’in bulunduğu  Rusya’dan gelen 516 kişilik bir güç katılmıştı (Göksu,2003:12). M.Suphi ile ilişkileri olan  Baba Mehmet’in liderliğindeki bu taze güçler daha çok Anadolu’ya silah ve tezgah kaçırıyor, cepheye işçi yolluyor ve “Yeni Dünya” Gazetesi’nin dağıtımı yapıyordu. Bu grubun bir diğer önemli faaliyetini ise  işgalci güçlere karşı sabotajlar düzenlemek oluşturuyordu. Kaldı ki tarihsel veriler bize, bu güçlerin de bir süre sonra  Anadolu’ya geçerek bizzat çete faaliyetleri içerisinde yer aldıklarını  göstermektedir. İstanbul’daki sosyalistlerin çalışmaları için de işçileri sendikalaştırmak, grevler örgütlemek gibi etkinlikler de bulunmakla birlikte, işçi merkezli eylemlerin çoğunlukla H.Hilmi’nin TSF’ı marifetiyle gerçekleştiğini de belirtmek gerekir. Örneğin İstanbul’da 1921 tarihinde gerçekleşen kitlesel 1 Mayıs gösterisinin organizasyonunda TSF’nın özel bir rolü olduğu  görülmektedir(Akdere ve Karadeniz,1996:31) TKP kadroları ise iktidar merkezli programatik bakış açıları önemli ölçüde korumakla beraber, bu mücadeleyi İstanbul ve dolayısıyla işçi sınıfı merkezli bir hareket olarak yürütmek yerine, Anadolu merkezli ve odağında çete güçlerinin -sınıfsal ifadesiyle de silahlı köylü guruplarının bulunduğu- bir mücadele olarak organize etmeyi tercih etmişlerdir.

Yine yukarıda aktarmaya çalıştığımız tablo, Türkiye sosyalist hareketinin tek bir parti çatısı altında birleşme kararına karşın Kurtuluş Savaşı yıllarında TKP’nin örgütsel ve ideolojik ve programatik bakımdan ortak bakış açısını ve hareketi garanti altına alacak düzeyde bir homojenleşme yaşamadığını ortaya koymaktadır. Öyle ki partinin M.Suphi kanadı ile Yeşil Ordu kökenli kadroları arasında ve tüm bunlarla TİÇSF kaynaklı kadrolar arasında ki geçmişten gelen anlayış farklılıkları partinin TKP programı ekseninde gerekli ölçüde tek vücut davranışını engellemiş, parti programı ile pratiği arasında “Kemalizme desteğin niteliği  ve işçi köylü şuralarını hedef alan sosyal devrimin öncelikli bir hedef olarak görülmesi” konularında tam anlamıyla  tutarlı bir ilişki inşa edilememiştir. Şen’in Komintern tarihçilerinden ve KUTV öğretmenlerinden Cemil Saydamedof’un bir incelemesine dayanarak ortaya koyduğu tarihsel veriler bize, özellikle TİÇSF kökenli kadroların,TKP programının ortaya koyduğu  Anadolu’da süren Kurtuluş Savaşı hareketinden işçi köylü şuralarını hedefleyen  bir sosyal devrim yaratma” önceliğini gerçekçi görmeyerek sıcak bakmadıklarını ve   Kemalist hareketin başarılı olmasını sağlamaya yönelik bir politikayı” kendilerine daha yakın gördüklerini ortaya koymaktadır(Şen,1998:47).

Bütün bu tablo bize gösteriyor ki, Sovyetler Birliği’nden ülkeye dönerken M.Suphi ve arkadaşlarının Trabzon’da öldürülmeleri, başka bir anlatımla TKP’nin Bakü gurubunun  Anadolu’ya geçerek  hareketi bizzat yönetme, yönlendirme amaçlarının sona ermesi  -ve aynı süreçte THİF’nın kapatılması  ve Çerkez Ethem güçlerinin dağıtılması- Anadolu Komünist hareketi için yalnızca önemli bir güç yitimine uğramak anlamına gelmemiş, TKP’nin 1920 Programı’nın rafa kaldırılmasına, yani ciddi bir yön ve eksen değişimine de yol açan bir olay olmuştur. Fakat bu yön değişiminde son derece önemli olmakla birlikte bu içsel faktörlerin tek neden olmadığını, ileri de ayrıntılarıyla gösterileceği gibi, Komintern’de başlayan çizgi değişikleri ve SSCB ile Ankara Hükümeti arasındaki reel siyaset dengeleri de, Aadolu Komünist hareketindeki bu “eksen kayması  sürecini kolaylaştırmıştır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

D- KEMALİST İKTİDAR KOŞULLARINDA SOSYALİST HAREKET

Kemalist iktidarın kuruluşundan 1960’lı yıllara kadar  geçen süreç içinde, her ne kadar ilerleyen bölümlerde daha ayrıntılı olarak ele alacağımız gibi 1947 yılında Esat Adil Müstecaplı önderliğinde  kurulan Türkiye Sosyalist Partisi  ve 1957 yılında Dr. Hikmet Kıvılcımlı tarafından kurulan Vatan Partisi gibi kısa süreli deneyimler söz konusu olmuşsa da, Türkiye sosyalist hareketinin tarihi büyük ölçüde TKP’nin tarihidir.1923’den 1960’lı yıllara kadar süren sosyalist faaliyete damgasını vuran şahsiyet Şefik Hüsnü, çizgi ise TKP’nin üç ana damarından birini oluşturan İstanbul T.İ.Ç.S.F’nın Kominternin uyarıları karşısında kısmen revize edilmiş çizgisidir(Tevetoğlu,1967:380). TKP’nin bu tarihler arasındaki siyasal evrimini üç ana bölüm halinde incelemenin daha doğru olacağını düşünüyoruz. Cumhuriyetin ilk yıllarından 1925’lere kadar olan dönem, 1925 ile 1935 yılları arasında Komintern’in “sınıfa karşı sınıf” ya da “bolşevizasyon” taktiği ekseninde yaşanan yeniden yapılanma süreci ve 1935’den sonra yine Komintern’in saptadığı “Faşizme Karşı Birleşik Cephe Politikaları” ekseninde politikaların izlendiği dönem.

 

1-    “BURJUVA DEVRİMİN KAZANIMLARI İÇİN İKTİDARA DESTEK, BURJUVA DEVRİMİNİN İLERLETİLMESİ İÇİN İKTİDARA MUHALEFET”

Yukarıdaki başlık  TKP’nin 1925’e kadar izlediği politikayı en özlü biçimde yansıtmaktadır. Artık TKP’nin çizgisine egemen olan 1920 programının dünya devrimi sürecinin bir parçası olarak Türkiye’de sosyal devrimi güncel bir sorun olarak gören  çizgisi  değil, TİÇSF gurubunun ekonomist evrimci çizgisidir. Komintern’in Avrupa’da -ve özellikle de Almanya ‘da-  bir proleter devriminin olabileceğine ilişkin öngörülerinin kısa vadede gerçekleşmeyeceğinin anlaşılması üzerine, dünya devriminin kışkırtılması yerine Sovyetler Birliği’nde gerçekleşen devrimi koruma kaygılarının ön plana geçmeye başlaması da, Şefik Hüsnü ekolünde ifadesini bulan bu evrimci-ekonomist mantığın Türkiye sosyalist hareketi içinde galebe çalmasını kolaylaştıran çok önemli bir faktör oldu. Şefik Hüsnü çizgisi özet olarak Türkiye’de sosyalist politikalara yönelen bir devrim için koşulların olgunlaşmamış bulunduğunu, bugünkü koşullarda yapılması gerekenin ülkede emperyalizmden bağımsız ve feodalizmi tasfiyeye yönelen bir kapitalist gelişmenin sağlanması için Kemalist iktidarın desteklenmesi olduğunu düşünüyordu. Komünist hareket elbette Kemalistlerin bu çizgiden sapmaması ve bu gelişme için gerekli adımların hızla ve kararlılıkla atılması doğrultusunda Kemalist iktidara karşı etkin bir muhalefet yürütecekti. Ama sosyalizm için ülke koşulları hazır hale gelinceye kadar bu muhalefetin amacı devrim yoluyla iktidarı ele geçirmek olmayacaktı. Şefik Hüsnü’nün dönem içinde yazdığı pek çok makale de TKP’ye hakim olan bu evrimci stratejinin ayak izlerini en belirgin haliyle görmek olanaklıdır. Birkaç örnek vermek gerekirse:  “ ...Cumhuriyet Hükümeti’ni ileri atılmaya teşvik etmek ve zorlamak  bulunduğumuz dönemde  işçi sınıfının ihmal edilemeyecek bir görevidir.”(Hüsnü,...:150),Kazanılmış hakları eylem ve uygulama alanına aktarmak için birinci ve üçüncü siyaset (Kemalistler ve sosyalistler-bn.) uzun süre el ele hareket edebilecek...”(Hüsnü,...:139), Bütün geri ülkelerde burjuva halkçılığın eylem alanına  çıkarmak ve derebeylik artık ve döküntülerini silip süpürme işini, henüz kapitalistleşmemiş  genç burjuvazinin üzerine alacağı deneyle sabit olmuştur.”(Hüsnü,...:156).

TKP’nin 1925’e kadar izlediği politika, devrim yoluyla iktidarı alma perspektifini büyük ölçüde dışta bırakan  ve ileride sosyalizm için koşulları uygun hale getireceği düşünülen Kemalist hareketi, bu yol açıcı tarihsel görevinde desteklemeye dayalı olan bir politikaydı.  Hatta zaman zaman bu politikanın  en uç noktalarına kadar götürüldüğü,  Kemalizmin uyguladığı  devletçi ekonomik politikalar sayesinde sosyalizme yönelişin alt yapısını oluşturduğunun düşünüldüğü bir “üçüncü yol”cu anlayışa ulaşıldığı da olmuştur.Nitekim parti içinde bu yaklaşımın daha fazla somutluk kazandığı ve her biri partinin önemli yöneticileri arasında bulunan kadrolar 1925’den sonra Komintern’in müdahaleleri ile oluşan yeni çizgiye direnerek partiden ayrılmışlar ve Kadro hareketini oluşturmuşlardır.

TKP bu süreçte tereddütsüz biçimde seçimler dahil her platformda “gericilik” karşısında Kemalist harekete coşkulu ve militan bir destek sunmuştur. Fakat, parti, Ş.Hüsnü’nün makalelerinde ifadesini bulduğu gibi “kara gericiliğe karşı” Kemalistlerin tarafını tutma politikasını büyük bir sadakatle uygulamasına karşın, Kemalist iktidarın 1923 yılındaki tutuklama ve yargılamalarından nasibini almaktan da muaf olamamıştır. Öte yandan bu gözaltı ve tutuklamalar, büyük ölçüde Türkiye-Sovyetler Birliği ilişkilerindeki nazik dengenin bir ürünü olarak, her bir defasında kısa süre içindeki salıvermelerle sona ermiştir.

 

1-    1925-1935 ARASI DÖNEM: PROGRAM, TAKTİK VE ÖRGÜTSEL SOLA KAYIŞ

3.Enternasyonal’in (Komintern), Ekim Devrimi’nin etkisiyle ve Bolşevik Partisi’nin önderliğiyle  2. Enternasyonal’den kopan eski sosyal demokrat partilerin  bir araya gelmesiyle oluştuğunu biliyoruz. Bu partilerin pek çoğu Ekim Devriminden etkilenmelerine ve Bolşevik Partisi’ne sempati duymalarını karşın  Komintern’in ilk kuruluş yılları itibariyle 2. Enternasyonal çizgisinden getirdikleri pek çok özelliği de henüz aşmış, değiştirmiş değillerdi. Komintern yönetimi de, ilk yıllarda Komintern’e üyelik konusunda daha esnek davranarak bu partilerin “ilkesel ve örgütsel zaaflarını” üyelik açısından sorun yapmamıştı. Fakat bir dönem sonra  Komintern, sözkonusu partilerin eski zaaflarını aşıp, yeni döneme ve yeni çizgiye uyum sağlayabilmeleri amacıyla bir “bolşevizasyon” kampanyası başlattı.

Başlatılan Bolşevizasyon kampanyası sırasında Komintern tarafından mercek altına alınan partilerden biri de Türkiye Komünist Partisi idi. Bu süreç içinde Komintern, TKP’nin programatik ve örgütsel ilkelerinde pek çok “sağ-menşevik anlayış” bulunduğu saptamasını yaparak TKP’nin “bolşevizmin ilkeleri” doğrultusunda yeniden yapılandırılması sorununu gündeme getirdi.

Programatik yeniden yapılanmanın en önemli unsurunu TKP’nin  Kemalist iktidarla ilişkileri oluşturuyordu. Komintern’e göre TKP Kemalist iktidarın “burjuva niteliğini” yeterince gözetmiyor ve bu durum da partiyi Kemalizmle uzlaşmaya, bir başka ifadeyle sınıfsal uzlaşma çizgisine sürüklüyordu. Komintern’e göre, TKP’nin yapması gereken artık iktidara geçmiş bulunan ve uluslararası kapitalist sistemle entegre olma yolunu tutmuş bulunan Kemalist burjuvaziyi herhangi bir biçimde desteklemek değil, proletaryanın bağımsız sınıfsız  programı ekseninde devrimci bir muhalefet çizgisi izlemekti.

Komintern’in örgütsel düzeydeki eleştirileri ise iki ana noktada toplanıyordu. Bunlardan birincisi partinin sınıf çalışması konusundaki yetersizlikleriydi. Komintern’e göre, parti faaliyetlerini fabrika hücreleri temelinde yükselen bir sınıf örgütlenmesi perspektifinde yürütmüyor, sınıf çalışması alanında güçlenmek bir yana giderek daha da zayıflıyordu. Faaliyetin ağırlığı sınıf dışı aydın kesimlere yönelmişti. Partinin yayın organı Aydınlık ise işçi sınıfına seslenen bir yayın organı olmaktan çok aydınlara seslenen bir yayın organı olarak, parti çalışması açısından son derece yetersiz kalmaktaydı. Aynı alandaki ikinci eleştiri ise, partinin Kemalizme duyulan aşırı güven sonucunda disiplinden son derece uzak, fazlasıyla açık ve disiplinsiz bir şekilde örgütlenmiş bulunmasıydı. Bu durum parti kadrolarının “devrimci görevlere” uygun biçimde dönüşümlerini engellediği gibi, partiyi sık sık gerçekleşen polis operasyonları karşısında savunmasız bırakıyor, parti faaliyetinin sürekliliği bir türlü güvence altına alınamıyordu(Şen,1998:31-37).

1925 yılından sonra TKP Komintern’in bu görüşleri doğrultusunda program ve örgütlenme alanında yeniden yapılanmaya yöneldi. Daha önceleri temelde Kemalist iktidarı destekleyen politikalar izleyen TKP, Kemalist iktidara karşı daha etkin bir muhalefet yürütmeye başladı. Parti yazınında daha önceleri ekseriyetle “devrimci küçük burjuvazi  nitelemesiyle anılan Kemalist hareketten bu tarihten sonra “Kemalist burjuvazi” nitelemesiyle söz edilmeye başlandı(Harris,1976:199). Parti 1926 yılında Çalışma Programı adıyla bir program benimsedi. Bu program 1920 Programı’na göre, devrimi daha uzak ve “aşamalı bir süreç”olarak görmek bakımından daha “sağ” bir niteliğe sahip olmakla birlikte, partinin Şefik Hüsnü önderliğine geçişinden 1925  yılına kadar izlenen politikayı esinleyen programatik felsefeyle karşılaştırıldığında ise kesin bir “solculaşmayı” ifade ediyordu. M.Suphi TKP’si ile Ş.Hüsnü TKP’si arasında oluşan bu ciddi eksen kayması  yalnızca bir partinin kendi iç evrimi ile ilgili bir sorun olmayıp, dünya sosyalist hareketindeki köklü konsept değişimi ile daha yakından ilgiliydi. M.Suphi TKP’si ve 1920 Programı bir “dünya devrimi” konseptinin ürünüydüler. Ş.Hüsnü TKP’si  ise giderek ağırlığını hissettiren “Tek Ülkede Sosyalizm” konseptinin ürünüydü. 1925 öncesi TKP bu konseptin en sağ varyasyonlarından birini temsil ederken, 1925’de başlayan ve 1926 Programı ile somutlanan TKP çizgisi ise bu konseptin içindeki bir solculaşmayı ifade etmekteydi. Fakat bu solculaşmanın hem köklü biçimde gerçekleşmediği ve hem de çok kısa sürerek, 1930’lı yılların ortalarından itibaren yeni bir sağcılaşma süreciyle kesildiği gözlemlenmektedir.

1926 yılında Ş.Hüsnü tarafından kaleme alınan ve Komintern tarafından da onaylandığı anlaşılan Çalışma Programı, emperyalizm ve enternasyonalizme ilişkin yaklaşımlarda ve bunlara bağlı olarak saptanan devrim stratejilerinde partinin 1925 öncesi izlediği  politikalarla önemli  farklılıklara sahip bulunuyordu. 1926 Programının  kurulması hedeflenen iktidarın niteliği, sınıf bileşimi ve görevlerinin anlatıldığı bölümde şunlar söylenmektedir: “ Türkiye Komünist Partisi, Komünist Enternasyonel’in bir üyesi sıfatıyla... işçi ve köylülüğün bir sovyet idaresi şeklinde kendi diktatörlüklerini  gerçekleştirmek için gerekli şartları hazırlar. Ancak böyle bir diktatörlük, burjuva halk devriminin görevlerini yerine getirebilir (= Ancak böyle bir diktatörlük, milli demokratik devrimi gerçekleştirilebilir) bu devrimin kazançlarını düzenleyebilir.( Hüsnü,...:255).

Bu yaklaşım 1925 öncesi çizgiden oldukça farklıdır. Zira artık bu noktada Kemalist iktidarın burjuva halk devriminin görevlerini tamamlayamayacağı, bu devrimin görevlerinin ancak bir sovyet iktidarı koşullarında  tam ve kesin olarak yerine getirilebileceği, böyle bir iktidarı kurmak için de işçi-köylü ittifakına dayalı olarak bir milli demokratik devrim aracılığıyla Kemalist iktidarın yıkılması gerektiği görüşü dile getirilmektedir. 1925 öncesinin burjuva devrimin tamamlanması için Kemalist iktidara eleştirel bir destek vermeyi öngören çizgisinden, burjuva devrimin tamamlanması için Kemalist iktidarın yıkılmasını öngören bir çizgiye geçiştir burada söz konusu olan. Dolayısıyla TKP açısından “radikal” bir yön değişimine işaret etmektedir.

1926 Programının dikkate değer yanlarından ve 1920 programı ile farklılıklarından biri de  “Ulusal Sorun”ile ilgili yaklaşımıdır. 1926 Programında ulusal sorun ile ilgili madde büyük ölçüde 1920 programının tekrarı niteliğindedir. Fakat iki önemli değişiklikte göze çarpmaktadır. Birincisi 1926 Programında 1920 Programından farklı olarak “Ayrılma Hakkı”ndan daha açık ifadelerle söz edilmekte ve fakat bir başka değişiklikte de bazen ulusal hareketlerin “hiyanet” şeklinde gelişebileceğinden sözedilmektedir(Göksu,2003:23-24). TKP’nin 1925 Şubat aylarında gelişen Şeyh Sait isyanına, Daha sonraları gerçekleşen Ağrı ve Dersim isyanlarına karşı çıkışı ve bu isyanlar karşısında Kemalist iktidarı desteklemesi  belli ki bu “hiyanet” koşuluna bağlı olarak saptanmış ve  uygulanmış politikalardır. Fakat bu tavır pek çok çevre tarafından o günden bugüne kadar, Komintern’in Kemalizm’den kopuşma yönünde yapılan müdahalesine TKP’nin  uyum sağlayamaması ve hatta örtülü bir direnç göstermesi şeklinde de yorumlanagelmiştir(Akdere ve Karadeniz,1996:158-160; Göksu,2003:23-25).

Komintern’in TKP’ye yönelik örgütsel alandaki müdahalelerine ilişkinde yeni yönelime uygun bazı adımlar atılmış, bu tarihten sonra parti faaliyetleri fabrikalar üzerinde güç kazanmak ve grevler örgütlemek doğrultusunda bir ağırlık kazanmaya başlamış, Aydınlık Gazetesi’nin yanı sıra işçilere seslenmeye daha elverişli olacağı düşünülen Orak Çekiç Gazetesi yayınlanmaya başlamıştır. Yanı sıra parti örgütlenmesi ve gizlilik kurallarını içeren ve Komintern tarafından TKP için özel olarak hazırlanan yönergeler ve değişik ülke deneyimlerini anlatan broşürler çevrilerek kadrolara dağıtılmış, bu konuyu işleyen makalelere parti basınında daha fazla yer verilir olmuştur(Şen,1998:32). Partinin bu yeni ve önemli yön değişimi, parti içinde de önemli tartışma ve ayrışmalara yol açmıştır. Bu yeni yönelimin ardından parti yönetimi  kendi “sağ”ından ve kendi “sol”undan önemli muhalefet hareketleriyle yüz yüze kalmıştır.

 

a-    “Sola” Kayışa “Üçüncü Yolcu” Bir Tepki: Kadro Hareketi

Komintern’in yaptığı “Bolşevizasyon” müdahalesine karşı TKP içinden ve yönetiminden ciddi bir karşı koyuş gerçekleşti. Partinin lideri Şefik Hüsnü  yurt dışında bulunduğu için partinin örgütsel yönetimi Vedat Nedim Tör eliyle gerçekleştiriliyordu. Tör, 1927 yılına kadar partinin Komintern çizgisi doğrultusunda bir dönüşüm yaşamasına fiili olarak engel olmaya çalışan bir yönetim gösterdi. Tör’ün bu yaklaşımlarındaki ısrarı nedeniyle, 1927 yılına gelindiğinde parti de ilk ciddi bölünmenin yaşanması artık kaçınılmaz hale gelmişti.

Dr.Şefik Hüsnü, uzun süreden beri devam eden parti içindeki bu ihtilafı kesin bir sonuca bağlamak amacıyla yurtdışından geldi ve ardından Vedat Nedim’in evinde Merkez Komitesi’nin tam katılımlı bir toplantısı gerçekleştirildi. Bu toplantı da Vedat Nedim’in yeni çizgiye karşı uzlaşmaz tavrı devam edince, Vedat Nedim’in tasfiyesi kararlaştırıldı ve Komintern çizgisine uyum sağlayabilecek yeni bir Merkez Komitesi oluşturuldu. Fakat parti içindeki bu ihtilaf Vedat Nedim Tör’ün Şefik Hüsnü de dahil partinin pek çok kadrosunu polise ihbar ederek, TKP’yi uzun süre çalışamaz hale getirmesiyle sonuçlandı(Sayılgan,1972:195-196).

Taraflardan birinin devletle işbirliği sonucunu yaratan parti içerisindeki bu gerilim ve bölünmenin ardından Vedat Nedim Tör, yine TKP’nin önemli isimlerinden biri olan Şevket Süreyya ile birlikte TKP’den kesin biçimde yollarını ayırdı. Ş.Süreyya’da parti içindeki muhalefette V.Nedim ile aynı çizgide yer alıyor, bırakalım, Kemalist iktidarı devrim yoluyla yıkmayı hedefleyen bir Milli Demokratik Devrim stratejisini  benimsemeyi, uzun süredir Türkiye’de gelişkin bir işçi sınıfı olmadığı için sınıf mücadelesine dayalı bir siyasetin yanlış olduğunu düşünüyor ve  CHP’ye girerek ve bu partiyi ele geçirerek sosyalist önlemler alınabileceğini savunuyordu(Çulhaoğlu,1998:93). Bu ikili kendilerine bir kısmı Kemalist olan bazı aydınların da katılmasıyla birlikte, etkisi ve yaklaşımları kısa ömrüyle kıyaslanmayacak ölçüde büyük ve uzun süreli olan ve  haklı olarak pek çok aydın tarafından Cumhuriyet tarihinin en önemli entelektüel  akımlarından biri ve ilki   sıfatıyla anılan Kadro Dergisi’ni yayınlamaya başladılar.

1932-35 yılları arasında yayınlanan Kadro Dergisi’nin  yazarları ağırlıkla TKP tarafından “dönek” olmakla suçlanan aydınlardı. Fakat doğrusu  Kadro yazarları işin özünden bakılacak olursa bu sıfatı pek fazla haketmiyorlardı. Aslında onların Kadro Dergisi ile geliştirmeye çalıştıkları kuramsal yaklaşımların, 1925 öncesi TKP çizgisi ile köklü bir farklılaşmadan ziyade kuvvetli bir mantıksal tutarlılık içinde olduğu söylenebilirdi. Kadrocular yalnızca 1925 öncesi TKP çizgisine de zaman zaman hakim olan üçüncü yolcu bakış açısını mantıksal sınırlarına götürerek, Kemalistleri kapitalist ve sosyalist olmayan, her iki sistemin kötü yanlarını atıp iyi yanlarını alan, bir üçüncü sistemin kurucusu kendilerini de bu sistemin kuramsal mimarları olarak görüyorlardı. Kadrocuların bu yaklaşımı 1929 krizinden sonra Türkiye’de ve dünyanın başka yörelerindeki devlet ağırlıklı birikim modeline yönelme genel eğilimiyle de örtüştüğü için, bu hareket en azından başlangıçta Kemalistlerin tepkisini çekmek bir yana desteklenmişlerdi de. Fakat zaman içinde kendilerine olan ihtiyaç azalınca ve belki de onların kuvvetli anti kapitalist vurgular da taşıyan üçüncü yolcu perspektiflerinin güç kazanmasının orta vade de sistem açısından sakıncalar doğuracağının da görülmesi üzerine, Kemalist iktidarın geçici sempatisini kaybettiler ve yayın hayatına son vermek zorunda kaldılar. Sonuçta onlar, kuramsal çabaları belirli bir nesnelliği açıklama çabasından beslenmesine karşın, ileride onlara hakim olan bu “üçüncü yolcu” yaklaşımlar, bir başka konjonktürde “kapitalist olmayan kalkınma yolu”,bağlantısızlar hareketi” vb. “Baas” ve “Nasırcılık” gibi  isim ve biçimler halinde yeniden ve kuvvetli biçimde ortaya çıkmasına karşın, sonuçta onlar belirli bir nesnellikten beslenen kuramsal çabalarını geliştiremeden, pratikte Kemalist iktidarın uyguladığı devletçi politikaların basit bir destekçisi ve muhakkak ki hiç istemedikleri halde, kapitalist gelişmenin gereksinimlerinin entelektüel aleti olmaktan öteye geçemeden yayın hayatına son vermek zorunda kaldılar(Eralp,1992:116). 1960’lı yıllara öz olarak onların çizgisini yeni bir dönemde ve yeni bir içerikte üretmeye soyunan YÖN Hareketi ise, Kadro Hareketi ile  bu özsel benzerliklerine karşın, muhtemelen üçüncü yolcu çizginin dünya üzerinde daha ağırlık kazanması, bizzat sosyalist hareket içinden kopuşmamış olmak ve  söylemlerindeki sosyalizan vurguların daha ağırlıklı olması  nedeniyle, garip bir biçimde, sosyalistler nezdinde Kadro Hareketine karşı daha itibarlı bir yer tuttular ve tutmaya da devam ediyorlar.

 

b-    TKP’ye  Nazım Hikmet Muhalefeti

Aynı süreçte TKP yönetimine yönelik gelişen bir diğer önemli muhalefette  Nazım Hikmet ve yakın çevresi tarafından gerçekleştirilmiştir. Muhalefetin içeriğine yönelik pek az belge ve bilgi bulunmakla beraber, bu muhalefetin en genel çizgileriyle TKP yönetimini Komintern çizgisine uyar gibi gözükmekle beraber gerçekte eski çizgiyi sürdürmekle  suçladığı ve partinin politikalarını sağcı olarak nitelendirdiği bilinmektedir. Nazım Hikmet muhalefetinin Komintern çizgisini olumlu bulmakla beraber, Mustafa Suphi’nin ve o dönemin Komintern’inin  “güncel bir dünya devrimi” yaklaşımına da yakın durdukları ve bu anlamda Komintern’e giderek hakim olmaya başlayan “Tek ülkede sosyalizm” konsepti ile de belli ölçüde çatıştıkları söylenebilir. Nitekim o yıllarda Nazım Hikmet muhalefeti içinde yer alan  önemli isimlerden biri olan Cezmi Aktimur, yıllar sonra kendisiyle yapılan bir röportajda, o yıllardaki ayrılık üzerine konuşurken, kendisinin ve arkadaşlarının yakın bir dünya devrimi perspektifiyle olaylara yaklaşmakta olduklarını söylemektedir(Akar,1989:...).

Nazım Hikmet Muhalefeti’nin öncüleri TKP’ye yönelik olarak gerçekleşen 1929 Tevkifatı’ndan bir yıl sonra Pavli Adası’nda bir araya gelerek, kendi muhalefetlerini parti olarak ilan etmek konusunda prensip kararı almışlardır. Bu konuyu Komintern’e iletmek ve Komintern’in onayını almak üzere muhalefet üyelerinden Telgrafcı Tufan’ı (Şabanağaoğlu Fuat) Moskova’ya göndermişlerdir. İstedikleri yanıt 5 Mart 1930 tarihinde Komintern’den gelmiş, Komintern “Türkiye Komünist Partisi üyelerine Çağrı” başlığıyla yayınladığı bildiride, Nazım Hikmet ve arkadaşlarını ağır bir dille suçlayarak, parti üyelerini bu muhalefete alet olmamaya çağırmışlardır(Şen,1998:100-102).Komintern’in bu sert yanıtı muhtemelen, bir yandan Nazım Hikmet ve çevresinin “Tek ülkede sosyalizm” anlayışıyla çelişir yaklaşımlarından, diğer yandan TKP yöneticilerinin hapiste bulunduğu bir sırada bu şekilde partiyi bölme girişimlerini tehlikeli bulmalarından ve tüm bunlarla birlikte TKP yönetiminin Nazım Hikmet ve gurubu hakkında yaydıkları  ve  o dönem son derece etkili olan “Troçkist-Polis Muhalefeti” suçlamalarının yarattığı endişelerden  kaynaklanmaktaydı.

 

2-    BİRLEŞİK CEPHE POLİTİKALARI VE “SOL” YOLUN SONU

Aslında TKP’nin 1925’den sonra benimsediği sol politikalar daha 1933 yıllarında, büyük ölçüde Sovyet- Türk ilişkilerindeki sıcaklaşma ve yakınlaşmayla paralel olarak yön değiştirmeye başlamış, TKP’nin Kemalist iktidara ilişkin yaklaşımlarında 1925 öncesini çağrıştırır yaklaşım ve söylemler parti basınında yeniden ve sık sık görülür hala gelmeye başlamıştı.

Fakat TKP politikalarındaki asıl ve kesin  yön değişimi bundan iki yıl sonra, 1935 yılında, Komintern’in 7. Kongresi’nde  saptanan “Faşizme Karşı Birleşik Cephe” politikalarıyla bağlantılı olarak meydana geldi.

Komintern’in “Faşizme Karşı Birleşik Cephe Politikası”  benimsemesinin, gerek CHP’ye yaklaşımda, gerekse örgütlenme  alanlarında  TKP politikalarında dolaysız yansımaları oldu. TKP artık bazen CHP’yi politik hasım olarak görmekten ziyade, bazen tümünü, bazense “belli bir kanadını” faşizme karşı ittifak yapılabilecek bir güç olarak değerlendiriyordu. Türk-Sovyet ilişkilerinde bir yakınlaşma sağlamak ya da en azından Türkiye’nin Hitler Almanya’sı başta olmak üzere faşizmin temsilcisi olan ülkelerle Türkiye arasında bir yakınlaşma olmasını önlemek TKP politikalarının en öncelikli amacı haline geldi.  Dolayısıyla TKP’nin, CHP’ye ya da bu partinin “belli bir kanadına” yönelik ittifaklık ya da hasımlık yaklaşımını belirleyen unsurlar da, bu çevre(ler)in yukarı da ifade ettiğimiz konular karşısındaki tutumları oluyordu.

SSCB ile sınırdaş olan  Doğu Avrupa ülkeleri  birer birer Nazi kontrolüne girdi. Dolayısıyla bu ülkeler SSCB’ye yönelik Nazi saldırısı için  bir sıçrama tahtası olabilirdi. Zincirin tek zayıf ülkesi Türkiye idi. Ve Türkiye’de Kemalizme karşı  olan muhalefet içerisinde sol muhalefet zayıf bir konumdayken, anti-SSCB bir tutum içerisinde olan sağ muhalefet güçlü durumdaydı. Bu koşullar altında  TKP Kemalist iktidarı bir ehven-i şer olarak görüyor ve destekliyordu. TKP’nin bu tavrı takınmasında Komintern’den gelen talepler de son derece belirleyici bir faktördü. Hatta TKP’nin 1937 (bazı kaynaklarda 1936(İleri,1998:1959)) yılında aldığı  desantralizasyon” ya da “separat” olarak anılan kararın da, Kemalistlerin Nazi Almanya’sı ile işbirliği yapmasını ya da iktidarın Nazi işbirlikçilerinin eline geçmesini önlemeye çalışan Komintern’in isteği üzerine alındığı yaygın bir iddiadır. Bu kararla merkezi çalışmayı sona erdiren TKP,bünün gayretini CHP ve Halkevleri’nı sızıp oraları etkilemek amacına indirgiyor ve  örgütsel çalışmaların diğer bütün önemli alanlarını  fiili olarak tatil etmiş oluyordu (İleri,1998:1959).

1945’li yıllara kadar TKP, CHP’nin tümünü anti-faşist mücadele açısından bir ittifak olarak görürken, 1945’den sonra Saraçoğlu Hükümeti’ni bir hasım olarak değerlendirmekte ve CHP içindeki “anti-faşist unsurları” Saraçoğlu Hükümeti’ne karşı birlikte mücadele etmeye çağırmaktaydı. TKP’ye göre bu politika değişikliğinin en önemli nedeni, savaş vurguncusu türedi burjuvazi ile tahıl fiyatlarındaki artış yüzünden giderek daha da palazlanan toprak sahiplerinin CHP üzerindeki etsinin artması üzerine, bu partinin kapısını Turancı faşistlerden, tarikatçı yobazlara kadar en gerici unsurlara açması ve savaşın ilk yıllarında Nazi Almanya’sının bir biri peşi sıra askeri zaferler elde etmesi üzerine giderek Nazi taraftarı bir ittifakın CHP içinde etkili hale gelmesiydi. Bu değişim ise en somut ifadesini 1942’nin sonlarında iktidara gelen Saraçoğlu Hükümeti şahsında bulmuştu. İşte bu gelişmeler karşısında TKP yeni bir durum değerlendirmesi yapmak durumunda kaldı. Ş.Hüsnü tarafından kaleme alının ve TKP tarihinde “1943 Platformu” olarak bilinen belge bu yeni durumu değerlendiren ve partinin bu koşullardaki yeni taktik hattını çizmeye çalışan bir belgeydi. Bu belge TKP MK tarafından görüşüldü ve bazı ufak değişikliklerle partinin yeni çizgisi olarak benimsendi(Belli,1998:1934). Platform Saraçoğlu Hükümeti’ne karşı bütün ilerici ve yurtsever güçlerle  dayanışma geliştirmeyi partinin önüne acil bir görev olarak koyuyor ve bu doğrultuda “Faşizme ve Vurgunculuğa Karşı” mücadeleyi yükseltmek için bir “Cephe” kurulmasını öngörüyordu. İktidarın bu değişime cevabı ise 1944 yılında gerçekleştirilen  yaygın TKP operasyonuyla aynı yılın güzünde gerçekleştirilen İleri Gençlik Birliği tutuklamaları oldu(Belli,1998:1934). Nazi Almanya’sının henüz Sovyetler Birliği’ne karşı bir askeri saldırı gerçekleştirmemiş olması ve hatta 1939 yılında imzalanan Sovyet-Nazi Saldırmazlık Anlaşması nedeniyle Türkiye’nin savaş karşısındaki “tarafsızlık ve bağımsızlık politikası”nın TKP’nin  öncelik olarak saptadığı konularla çatışmamış olması ve Nazi Almanyası’na yönelik mesafeli tutumu nedeniyle TKP’nin  Saraçoğlu Hükümeti’nden önceki Türk Hükümeti olan Refik Saydam Hükümeti’ne karşı  yaklaşımı genellikle olumlu, hiç değilse hayırhah olmuştur(Sayılgan,1972:253). Oysa Hitler Almanya’sı savaşta ilerleme kaydettikçe Türkiye’de de açık ya da örtülü biçimde Alman yandaşlığı güçlenmişti. 1945’de Hitler Almanya’sı Sovyetler Birliği’ne saldırdığında  Saraçoğlu Hükümeti önceki yıllarda imzaladığı bazı anlaşmalara karşıt olarak, bu saldırı karşısında Hitler Almanya’sını  altan alta destekler bir tutum içine girmişti. Bu koşullar altında  TKP, CHP’nin tümünü değil bir bölümünü ittifak olarak görmüş ve hükümeti temsil eden Saraçoğlu kanadını da hasım olarak saptamıştı. Genel olarak Komintern’in, özel olarak da TKP’nin izlediği bu anti faşist politika anlayışı daha sonraki yıllar içinde bazı sosyalist çevrelerce işçi ve emekçilere dayalı bir anti- faşist politika yerine, burjuvazinin belli kesimlerine güven üzerine kurulu bir politika olduğu için  eleştirilmiş, TKP’de bu çerçeve de, CHP içinde suni-kurgusal bazı ayrımlara dayalı bir anti-faşist ittifak politikası izleyerek işçi ve emekçilerde burjuvazinin bazı kesimlerinin kendisiyle beraber hareket edebileceği yanılsamasını yaratmakla suçlanmıştı.

Faşizme Karşı Birleşik Cephe Politikaları TKP’nin örgütsel politikalarında da ciddi farklılaşmalara yol açmıştı. 1925’den sonra tutarlılığı konusunda son derece tartışmalı yanlar bulunsa da fabrikaları eksen alan gizli hücreler temelinde örgütlenmeyi kendisine temel aldığını ifade eden TKP, 1935’den sonra bu örgütlenme çizgisini önemli ölçüde terk etmiş, CHP içinde ve Halkevlerinde bir örgütsel güç yaratarak Saraçoğlu Hükümeti hariç CHP ile anti faşist cephe yaratılmasını   çok daha fazla önemsemişti. Yine aynı amaç doğrultusunda,   yani “Faşizme ve Vurgunculuğa Karşı Birleşik Cephe” anlayışını yaygınlaştırmak hedefiyle aydınları seferber etmek, TKP için bir başka önemli  örgütsel uğraş olmuştu.

TKP’nin bu dönemde legal yayınlara özel bir önem verdiği, Ankara’da çıkan Behice Boran, Niyazi Berkes, Pertev Naili Boratav, Muzaffer Şerif Başoğlu yönetimindeki  “Yurt ve Dünya” ile “Adımlar” Dergisinin ve Zekeriya ve Sabiha Sertel’in  yönetiminde İstanbul’da yayınlanan “Tan” Dergisinin  bu politikaların aydınlar ve halk arasında yaygınlaştırılması doğrultusunda bir çaba yürüttüğü gözlemlenmektedir(Sayılgan,1972:254). 1944’te ki TKP tutuklamalarına kadar bu politikalar aktif olarak yürütülmüş, tutuklamaların ardından kesintiye uğrayan faaliyetler, bel ki de Alman Orduları’nın Doğu Cephesi’nde yenilmeye başlamalarının da etkisiyle tutuklamaların kısa süre içinde salıvermeyle sonuçlanması üzerine yeniden başlamıştır(Sayılgan,1972:258). Savaşın ardından ve Türkiye’de çok partili hayata geçilmesini izleyen dönemde, o ana kadar TKP genel şemsiyesi altında tek bir parti bünyesinde yürüyen sosyalist hareket, bu kez  iki ayrı legal parti ile, Ş.Hüsnü’nün Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi (TSEKP) ve Esat Adil’in Türkiye Sosyalist Partisi (TSP) ile siyaset sahnesine çıkmayı deneyecek, fakat 1946 yılında kurulan bu partilerin bir biri peşi sıra kapatılmalarıyla sosyalist faaliyet yer altına çekilmek zorunda kalacaktı. Bu süreçten 1960’a kadar, sosyalist hareketin kader çizgisi,  kargaşa, örgütsüzlük ve yeniden örgütlenme çabaları içinde geçen çok çalkantılı ve belki de bir o kadar da karanlık gelişmeler ve olaylar tarafından şekillendirilecekti.

 

 

 

 

4-ÇOK PARTİLİ HAYATA GEÇİŞ VE İKİ YASAL SOSYALİST PARTİ

TKP,  Takrir-i Sükun Kanunu ve ardından gelen baskı uygulamalarından sonra, 1925 ile 1946 yılları arasında “Tek Parti Diktatörlüğü” koşullarında  faaliyetlerini yer altı faaliyeti olarak sürdürmek zorunda kalmıştı. 2. Dünya Savaşı bitmek üzereyken, dünya da esen rüzgarlara da paralel olarak, 19 Mayıs 1945 günü “Tek Parti Diktatörlüğü”nün “milli şefi” İsmet İnönü, yaptığı açıklamayla iç ve dış kamuoyuna “çok partili demokrasiye” geçileceğini bildirdi. Bu açıklamayı Cemiyetler Kanunu’nda yapılan bir değişikle “sınıf esasına dayanan” cemiyet kurma yasağının kaldırılması izledi (Karaca,1988:1930).

TKP Merkez Komitesi yaptığı bir toplantıyla yeni gelişmeleri değerlendirdi ve bu değerlendirmelerin sonunda, demokratikleşme açılımına ilişkin güvensizlikle bu gelişmelerin dışında kalmamak eğiliminin bir bileşkesi olarak mevcut örgütlenmeleri lağvetmeden ve TKP’nin mevcut kadrolarına yaslanmadan,bu kadroların dışında sosyalizme sempati duyan isimlerle bir yasal parti kurulması kararı alındı. Kimi yazarlara göre, bu doğrultuda mareşal Fevzi Çakmak,Cami Baykurt ve Tevfik Rüştü Aras gibi isimlerin üzerinde durulduysa da, Esat Adil Müstecaplı üzerinde karar kılındı. Kurulacak yasal partinin içeriden de yönlendirilebilmesi, denetimden çıkmaması kaygısıyla TKP İstanbul İl Sekreteri Hüsamettin Özdoğu ile Merkez Komite üyesi Sarı Mustafa (Börklüce)’ye de legale çıkarak, kurulacak yasal partinin yönetiminde yer alması görevi verildi(Karaca,1988:1930). Kimi yazarlar ise TKP’nin bu dönemde böyle bir yasal parti kurmayı düşündüğü ve bu doğrultuda bazı girişimleri başlattığı, fakat bu partinin TSP olmadığını, TSP’nin  adeta TKP’nin bu çabasını boşa çıkarmak için bazı TKP’li muhaliflerin Esat Adil’i kışkırtması üzerine TKP’ye ve Şefik Hüsnü’ye rağmen kurulan bir parti olduğunu  belirtmektedirler(İleri,1988:1959).

14 Mayıs1946 tarihinde kurulan  TSP’nin 11 kişilik kurucu listesinde,  Esat Adil, Hüsamettin Özdoğu ve Mustafa Börklüce’nin yanı sıra Macip Güçlü, İhvan Kabacıoğlu ve Aziz Uçtay gibi isimler de bulunmaktaydı (Gökmen,1998:172). TSP kurulduktan sonra çok yaygın bir örgütlenmeye sahip olmadı. Kimi yazarlar TSP’nin İstanbul merkezi dışında örgütlenmesi bulunmadığını ve bunun da bilinçli bir tercihle mevcut demokratik açılımının samimiyetine güvenilmediği için, kadroları deşifre etmemek kaygısından kaynaklandığını iddia etseler da (Karaca,1988:1931), Gökmen, TSP üzerine yapılmış bu güne kadar ki en ayrıntılı çalışma da, TSP’nin yayın organları Gerçek ve Gün dergilerine dayanarak partinin İzmir ve Samsun’da da şubeler açtığını ve Samsun şubesinin daha sonra Şefik Hüsnü’nün partisi olan TSEKP’ne katıldığını belirtmektedir( 1998:173).

TSP’nin parti örgütlenmesini yaygınlaştırmaktan ziyade işkolu temelinde yürütülen sendikal örgütlenme işine daha fazla öncelik verdiği ve Hüsamettin Özdoğu yönetiminde yürüyen  sendikal örgütlenme konusunda kısa zamanda küçümsenmeyecek bir başarı elde ettiği  görülmektedir...

TSP programında kendisini, “kalkınmacı”, “bağımsızlıkçı”, “demokrat”, “sosyalist”, “milliyetçi”, “enternasyonalist”,”barışçı” ve “laik” bir parti olarak  tanımlamakta ve kendini  Milletin her bakımdan terbiye ve kalkınmasını, yurdun mülki bütünlüğünü, imarını,... adaletin temini için.... iktisadi ve içtimai durumu ne olursa olsun bütün münevverlerle, bilhassa, işçi, köylü, sanaatkar ve küçük sanaatkar ve küçük esnafın  hayat ve menfaat birliğinin” temsilcisi olarak görmektedir(Gökmen,1998:174).

Esat Adil’in, Aziz Nesin’le yaptığı bir röportajda TSP’nin niteliği ile ilgili söylediği şu sözler, bu partinin niteliği ile ilgili önemli ipuçları verir niteliktedir: “ Sosyalizm bizim için milli bir meseledir.Türkiye’nin iktisadi yapısı, mutedil, anlayışlı, müsahamalı bir sosyalist temele muhtaçtır. Biz sosyalizmi kendi memleketimiz için münhasıran bir amele hareketi değil, ‘işçi, köylü,küçük burjuvazi ve bunların içinden yetişmiş münevverler birliği’ olarak kabul ediyoruz.” (Nesin,1948).

Partinin Türkiye’nin iktisadi ve sosyal koşulları nedeniyle  yalnızca işçi sınıfına dayanmaması gerektiğine ilişkin bu özenli uyarıların yanı sıra, parti yayın organlarında TSP’nin kendisini diğer partilerden ayırmak amacıyla partinin bir sınıf partisi olduğu  -üstelik de Türkiye’deki biricik sınıf partisi olduğu- konusunda  ısrarlı bir vurgunun varlığı dikkat çekmektedir.Behçet Atılgan, Gerçek’te yazdığı bir makalede “ ...Türkiye Sosyalist Partisi’nin program ve nizamnamesi incelenince görülüyor ki mevcut partilerden esastan ayrılan bir hususiyete maliktir. Bu itibarla parti, iktidara göz dikmiş şahsi kaprisler mahsulü  veya günlük politika temevvüçlerinin doğurduğu med ve cezirlerden gelme iktidarı elde etmek için bir kliğin eseri değildir. Parti açıktan açığa bir sınıf partisidir” demekte (aktaran Gökmen,1998:176), partinin TKP kökenli önemli kadrolarından Hüsamettin Özdoğu yine Gerçek Gazetesi’nde yayınlanan “Türkiye Sosyalist Partisi’nin Teşkilatının Esasları Nedir?” başlıklı makalesinde, “ Onlar (diğer partiler), parti dahilinde de küçük bir zümrenin kütle üzerinde hakimiyetini kurmak isterler, çünkü partilerine aldıkları geniş kütlelerin  menfaatlerini değil, kendi menfaatlerini  müdafaa ederler ve kütleyi bir alet olarak kullanırlar.(...) (Sendikalar, işçi kulüpleri, işçi yardım hesapları, işçi istihlak kooperatifleri gibi) partisiz amele teşkilatlarının  mevcutlarını desteklemek, olmayanlarını kurmak ilk şiarlarımızdandır. Yalnız kurulacak bu gibi yeni teşkilatlarda (...) sendikaların meslek prensipleri üzerine değil, istihsal prensipleri üzerine  kurulmasına çalışacağız( Aktaran, Gökmen,1998:176).

TSP’nin faaliyette bulunduğu süre içerisindeki en önemli mesaisi sendikal örgütlenme alanında oldu. Sendikal çalışmalarını “meslek prensipleri üzerinde değil, istihsal prensipleri üzerinde”yürüten TSP’nin, sendikal örgütlenmeye ilişkin politikası şu şekilde özetlenebilir. “ 1- Sendikalar Türkiye ölçüsünde kurulmalı  ve aynı üretim ve işletme şubesine bağlı olanlar bu sendika etrafında toplanmalıdır. 2- Her üretim ve işletme şubesinin merkez teşkilatı kurulduktan sonra iller ve ilçelerde, işçiler şube teşkilatına bağlanmalıdır. 3- Sonradan aynı üretim ve işletme merkezi sendikaları kendi aralarında bir Türkiye Sendikalar Federasyonu meydana getirmelidirler.”(Sülker,1968:62). Sendikal örgütlenme çalışmalarını bu ilkeler etrafında ve yoğun bir biçimde sürdüren TSP’nin öncülüğünde kısa süre içerisinde,Türkiye Tekel İşçileri Sendikası,Türkiye Deniz İşçileri Sendikası,Türkiye Mensucat İşçileri Sendikası,Türkiye Demir ve Çelik İşçileri Sendikası,Türkiye Basın ve Basın Makinaları İşçileri Sendikası ve Tramvay İşçileri Sendikası kurulur(Güzel,1993:295).

Şefik Hüsnü’nün TSEKP’i, TSP’nin kuruluşundan yaklaşık bir ay sonra,19 Haziran 1946’da  kurulur. TSEKP’nin yayın organları olarak Yığın ve Sendika dergileri çıkarılır. TSEKP kısa sürede bir çok ilde örgütlenmesini gerçekleştirerek TSP’ye göre çok daha yaygın bir örgütsel güce ulaştı. 6 aylık siyasi faaliyeti sona erdiğinde parti, bu kısa süre zarfında İstanbul, Ankara ve İzmir dışında Adana, Trabzon, Samsun, Antep, Mersin, Zonguldak, Erzurum, İzmit, Balıkesir ve Eskişehir’de örgütlenmesini tamamlamış durumdaydı(S:T.M.A,1988:1935). TSEKP’nin programında partinin amaçları şu şekilde belirtilir:

“a) Memleketin ekonomik, politik ve sosyal hayatın bütün gelişmelerinde emekçi halkın  demokratik hak ve hürriyetlerden  gerçekten yararlanmasını, iç ve dış siyasetin tayininde doğrudan doğruya söz sahibi olmasını sağlamak;

b) Türkiye emekçi ve köylüsünü ve tabii müttefikleri olan sosyal zümreleri ırk, mezhep farkına, deri rengine, yerli ya da muhacir olmalarına bakılmaksızın  yerli ve yabancı sermayedarların istismarına, siyasi tahakkümlerine karşı korumak ve irticaa, faşizme karşı  sistemli bir mücadele yürütmek;

c) Milleti teşkilatlı ve demokratik bir bünyeye kavuşturmak, bu sarsılmaz temel üzerinde  milli istiklalimizi gereği gibi sağlamlaştırmak;

d) Emekçi ve köylü yığınlarının gittikçe  daha geniş  ölçülerde teşkilatlanmalarına ve iktisadi, siyasi hareketlere girişmelerine yardım suretiyle  memlekette sosyalist bir cemiyete geçiş şartlarını olgunlaştırmak.(Karaca,1988:1931).

Partinin genel ilkelerinin TSP’den çok farklı olmadığı “bağımsızlık”, “kalkınmacılık”,”milliyetçilik”, “enternasyonalizm  vb. gibi yaklaşımların her iki partinin de ortak eksenini oluşturduğu görülmektedir. “Memlekette sosyalist bir cemiyete geçiş şartlarını olgunlaştırmak” ifadesi hem partinin sosyalizm için şartların olgun olmadığını düşündüğünü ve hem de TSEKP’nin kendi yasal varlığını bir “devrim örgütlenmesi” olarak görmediğinin ve kendisine daha çok “propaganda örgütlenmesi” misyonu biçtiğinin işareti olarak görülebilir. Daha önce de değinildiği gibi TKP, ülkedeki demokratikleşme eğilimine çok fazla güvenmediği için illegal varlığını tümden ortadan kaldırmak niyetinde gözükmüyordu  ve bu yüzden de illegal TKP’yi esas devrimci örgütlenme olarak muhafaza etmekten vazgeçmek niyetinde  değildi. Bu durum TSEKP’nin niçin kendine devrim yapma misyonunu yüklemediği konusunda da oldukça açıklayıcı bir veriyi oluşturmaktadır.

TSEKP’de tıpkı TSP gibi işçilerin sendikal örgütlenmelerine yardımcı ve önder olmak görevini kendisi açısından öncelikli bir görev olarak değerlendirmektedir. Ne var ki iki parti arasındaki bu amaç birliği, yöntemsel birlikte  tamamlanmamakta,TSEKP sendikaları  işkolu esasına göre örgütlemeye çalışan TSP’den farklı olarak mahalli düzeyde ve işyeri-işletme ekseninde bir örgütlenme yöntemini benimsemekteydi. TSEKP’nin sendikal örgütlenme anlayışını şu şekilde özetlemek olanaklıdır: “1- Her ilde aynı üretim ve işletme şubesinde bulunan işçiler kendi il sendikalarını kurmalıdır, 2- İl sendikaları, sonradan  kendi aralarında  federasyon kurarak birleşmelidir, 3- Daha sonra konfederasyon  meydana getirmelidir.”(Sülker,1968:62). TSEKP’de siyasal faaliyetini sürdürebildiği altı ay gibi kısa bir süre içinde pek çok ilde işçi sınıfı ile sendikal örgütlenme ekseninde bağ kurmayı başarmış ve pek çok sendikanın kuruluşuna öncülük etmiştir.[2] TSP’den bir ay sonra kurulmasına karşın TSEKP kısa süre içinde sol tabanı kendi bünyesinde toplamayı başardı. İki farklı partinin varlığının sosyalist tabanda yarattığı rahatsızlık ve TSEKP’nin giderek sol tabanı bünyesinde toplamaya başlaması üzerine iki partinin birleşmesi doğrultusunda tabandan gelen baskılar artmaya başladı. Bu gelişmeler üzerine iki parti arasında birlik girişimleri başladı, fakat bu girişimlerin akibeti belli olmadan 16 Aralık 1946 günü sıkıyönetim tarafından  iki parti ve bunlara bağlı sendikalar kapatıldı.  Esat Adil’in 1950 yılında kendi partisini yeniden kurması, bu ayrılığın süreceğinin işareti de kabul edilebilir. 1950 yılında yeniden kurulan TSP, kuruluşunun hemen ardından bir kez daha kapatıldı.

 

Niçin İki Parti?

Şefik Hüsnü’de dahil olmak üzere TKP MK’nın onayıyla kurulmasına karar verilen yasal partinin, CHP eliyle gelen demokratik açılıma güvenilmediği için TKP kadrolarını deşifre etmeyecek bir biçimde, mevcut parti kadroları dışındaki taraftar-sempatizan ağına dayanarak kurulmasının özellikle planlanan bir gelişme olduğu düşünülecek olursa, TSP’nin  kuruluşundan bir müddet sonra, Ş.Hüsnü’nün ve üstelik de önemli ölçüde TKP kadrolarına dayanarak Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi (TSEKP) adıyla ikinci bir yasal parti kurma girişiminde bulunması oldukça şaşırtıcı gözükmektedir.Bu konuda bugüne kadar yapılan açıklamalar ve ortaya konulan belgeler, bu ikinci partinin kuruluş gerekçeleri konusunda yeteri bir aydınlık sunmaktan uzaktır. “Niçin İki Parti?” sorusuna verilen yanıtlar, genellikle olayda taraf olan politik şahsiyetlere dayandığı için objektif olmaktan uzak  yanıtlardır. Örneğin Müstecaplı çizgisine yakınlığıyla bilinen Karaca, Ş.Hüsnü’nün parti içindeki bazı şahıslarca Esat Adil ve ekibine karşı bilinçli tarzda güvensizleştirildiğini ve evhama kapılan Ş.Hüsnü’nün hem bu nedenle hem de  demokrasi oyunu”nu ciddiye alarak ikinci partinin kurulmasına karar kıldığını ve böylece TKP’nin bütün kadrolarının deşifre olmasına yol açtığını belirtmektedir(1988;1931). Abidin Nesimi  ise kariyer kaygısına kapılan Ş.Hüsnü’nün parti tabanını Esat Adil’in partisine kaptırmamak için böyle bir girişimde bulunduğunu söylemektedir(Aktaran Akar,1989:150). Kendini TSEKP’ye yakın hisseden R.N.İleri  ise, TKP’nin bu dönemde sakıncasız kişiler eliyle TKP’ye ideolojik olarak bağlı ve fakat örgütsel olarak bağımsız bir yasal parti kurulmasını düşündüğünü onaylamakla beraber, bu partinin Esat Adil’in TSP’si olmadığını ima ederek, TSP’nin, TKP’nin bu yaklaşımını fırsat bilerek ve TKP içindeki Ş.Hüsnü muhaliflerinin kışkırtmasıyla TKP’ye rağmen kurulan bir parti olduğunu ve Ş.Hüsnü’nün kendini bu oyunu bozmak zorunda hissetmesi  nedeniyle TSEKP’nin kurulduğunu belirtir(1988:1959).

Bütün bu söylenenlerin iki ayrı parti gerçeğinin oluşmasında bir faktör olduğu kabul edilebilirse de, tek başlarına yeterince açıklayıcı olamayacakları da kesindir. Yine TSP ile TSEKP arasındaki tartışmalarda önemli bir yeri olan sendikaların aşağıdan mı yukarıdan mı; işkolu esasına göre mi yoksa mahalli düzeyde ve işyeri temelinde mi örgütlenmesi gerektiği sorununun da belli bir önemi olmakla beraber, bu sorunun da tek başına iki ayrı parti gerçeğini açıklayabileceğini söylemek zordur.Bizce, belge ve bilgiler içindeki silik konumuna karşın[3], iki parti arasındaki sosyalizm, program, parti örgütlenmesi ve mücadele tarzı  konularındaki  farlılıkların ayrışmanın nedenleri konusunda  çok daha açıklayıcı olacağı kesindir.

Niçin İki Parti?”sorusuna yanıt vermeye yönelik belgelerden bir tanesi de H. Özdoğu tarafından kaleme alınan bir mektubun bu konuyla ilgili bölümüdür. Özdoğu bu mektubunda “Ben şimdi sana, benim dahil olduğum ‘Türkiye Sosyalist Partisi’ ile Dr.Şefik Hüsnü’nün Başkanlık ettiği ‘Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi’ arasındaki ‘farkı ve ikiliği’ izah etmeye çalışacağım.Sana bunu izah ederken dedikodudan  mümkün mertebe  sakınmak ve işi daha ziyade ‘nazari’ olarak ispat etmek isterim.” dedikten sonra şu “nazari” açıklamaları yapmaktadır: “Benim fikrim şu: Bugün memleket dahilinde beliren ‘demokrat hareketlerden istifade etmek’ ve bu hareketler  esnasında kitlelerin meydana çıkaracağı  ‘inkilapçı elemanlarla’ ele ele vererek ‘hareketin genişlemesine, büyümesine’ çalışmaktır. Bunun için eski sistem ‘grupçu, sekterci, dedikoducu’ faaliyetimizi bir tarafa bırakarak ‘muayyen ve aktif bir kadro kurmaya’ ve bu suretle genişlemek istidadında bulunan (işçi harekatını) tanzim etmeye çalışmalıyız ve bu hareketin bize muhazir olacak ‘bir çok cerayanları’nı desteklemeliyiz. İşte benim fikrim budur. Bir çok senelerden beri  yalnız arkadaşlar arasında mücadele ile iktifa edip, “Sınıf Mücadelesini” unutan birkaç eleman, bu harekat tarzını bir türlü hazmedemediler ve yeni hadiselere uymadılar. Çünkü, eski grupçu zihniyet  onları senelerce kasmış ve kavurmuştur. Onlar birkaç kişinin dışında kimsenin inkilapçılığına  inanmayacak kadar, kör bir zihniyetin pençesine atılmışlardı (düşmüşlerdi). Bunlar inkilapçılıktaki  inhisarlarında o kadar ileri gitmişlerdi ki, nihayet bunu iddia ederken  gülünç mevkiye de düşmüş bulunuyorlar.’Biz yirmi beş senedir inkilapçıyız, binaenaleyh  inkilap hareketleri bizimle kaimdir’ diyorlar. Ben inkilapçılığın sene ile tartışıldığını şimdiye kadar hiç görmedim ve duymadım (Aktaran, Topçuoğlu,1976a:43).

Özdoğu’nun bu açıklamalarından ayrılığın “nazari” (teorik) yanlarına ilişkin herhangi bir fikir edinebilmek mümkün değilse de, TKP içinde yıllardır farklı gruplaşmalar ve bu gruplaşmalar ekseninde belirgin bir grupçu tavır oluşmuş olduğunu ve TSP’nin de mevcut TKP yönetimine soğuk duran, mevcut yönetimi “grupçu ve sekter” bulan bir grup tarafından oluşturulmuş bulunduğunu anlıyoruz. Özdoğu’nun anlattıklarından kalkıldığında, TSP-TSEKP ayrılığının, TKP içinde yıllardır süregelen bir gruplaşmanın ilk uygun konjonktürde kendini  ayrı yasal partiler şeklinde dışa vurmuş olduğu anlaşılıyor.

TSP ile ilgili bir doktora tezi  hazırlayan Gökmen, çalışmasında ayrılığın ideolojik-programatik arka planı hakkında bize bazı ipuçları sunmaktadır. Gökmen, TSP’nin yalnızca iktidarların çabasıyla değil, “resmi sosyalist yazını”nında da izlenen bilinçli ve ısrarlı “sessizlik politikası” aracılığıyla unutturulmaya, yok sayılmaya çalışıldığına işaret etmekte, TSP’den sözedilen nadir durumlarda da bu partiyle ilgili olarak çoğu da yanlış-çarpıtılmış maddi bilgiye dayanan bir karalama tutumunun hakim olduğunu söylemektedir(1998:172). Gökmen’e göre bu tutum nedensiz değildir, zira “resmi sosyalist çevrelerce” büyük ölçüde suskunlukla yok sayılmaya çalışılan, nadiren de “refomculuk ve sahtecilik” gibi olumsuz nitelemelerle karalama politikasına tabi tutulan TSP’nin , “resmi sosyalist çizginin” dışında, “yerli”, “Türkiye’ye özgü bir sosyalizm” geliştirmeye çalıştığına dair kuvvetli işaretler vardır(1998:172).

Gökmen’e göre, “TSP’nin en ön plana çıkan niteliği ‘milli’ ve ‘bağımsız’ kimliğidir. Türkiye’nin ihtiyaçlarının özgüllüğüne inanılmış,yürütülecek siyasetin ilkeleri bu özgüllüğe uygun olarak belirlenmeye çalışılmıştır. Parti programında kendini gösteren bu kimlik, Gün ve Gerçek’te yazılanlarla desteklenmiştir. Parti üyesi olmamasına rağmen Gün ve Gerçek’e katkıda bulunan  Mehmet Ali Aybar’ın (‘Yeni Dünya’, Gün, 13 Eylül 1946) sosyalizmin özgüllüğüne ve Sovyetizmin tek muhtemel biçim olmadığına  dair kaleme aldığı yazı, bunun en iyi örneklerinden biridir. ”(1998:174).

TKP geleneği ile  doğrudan bir bağı olmayan Esat Adil’in adı(STMA,1988:1924),   Nesimi’ce (1977:14)Türkiye sosyalist siyasetinin bağımsız isimleri arasında sayılır. Meriç,(1996:193) farklı bir kanattan Esat Adil’in asli kaygısının “Bize mahsus sosyalizm” olduğunu vurgular. TSP’nin önemli isimlerinden Behçet Atılgan’ın  parti yayın organlarından Gerçek Dergisi’nin 8 Temmuz 1946 tarihli nüshasında “İnceleme:Türkiye Sosyalist Partisi’nin Programı” başlıklı yazısında söyledikleri de Gökmen’in bu yargısını teyit etmek için aktardığı belgeler arasındadır. Atılgan’ın bu makalesinde, “Partinin tarihi, iktisadi, içtimai ve siyasi  bir takım amillerin gelişmesi ile  bir taraftan Milli Sosyalist hareketlerine ve diğer taraftan beynelmilel  işçi hareketlerinin sentezlerini yapmak ve bunlara tarihi varis olmak azmini taşımakta olduğu görünmektedir. Bu bakımdan da tamamen Milli bir karakter taşımaktadır”denilmektedir(Akt.Gökmen,1998:176).Metnin orijinalinde “Milli” sözcüğünün bilinçli ve dil kurallarına aykırı olarak büyük harfle başlayarak yazılması bile, gerçekten bu partinin “milli” olmanın altını ısrarla çizmeye çalıştığının  göstergesi kabul edilebilir.

Bütün bu anlatılanlar, eldeki veriler henüz kesin bir yargıya varmayı engellese bile, TSP’nin kurucularının “yerli sosyalizm” olarak nitelendirdikleri farklı bir sosyalizm anlayışına sahip oldukları, bu  bakımından da  genelde Üçüncü Enternasyonal, özelde de  SSCB tipi sosyalizmi benimsemedikleri konusunda bir izlenim yaratmaktadır. Bazı kaynaklar TSP’nin Leninist sıkı disiplinli ve illgal parti anlayışı ile de arasına mesafe koymaya çalıştığını, sosyalist partilerin mutlak olarak illegal örgütlenmeden uzak durmaları gerektiğini savunduklarını belirtmektedirler(Sayılgan,1972:437-438).[4] Aynı kaynaklara göre Ş:Hüsnü ise,  aynı dönemde disiplinli illegal partinin varlığını korumasını ve kurulacak yasal partinin de bu ana partiye alternatif değil, O’nun bir parçası ve uzantısı olarak çalışmasını  düşünmekteydi(Sayılgan,1972:437-438).

Sonunda bu iki yasal sosyalist parti deneyimi, bizim mevcut sınırlı bilgi ve belgelerden edindiğimiz, dolayısıyla da kesin ve iddialı olmayan izlenime göre, kendini her zaman net programatik ifadelerle ortaya koymaktan belli bir çekince duysa da, TKP içinde kendisini 3.Enternasyonal geleneğinin bolşevik (ya da sovyetik ) anlayışından ziyade 2. Enternasyonalci Avrupa sosyalizmine, bu sosyalizmin yasalcı, barışçı ve evrimci anlayışına daha yakın gören bir kesimin her zaman varlığını sürdürdüğünü ortaya koymuştur. Sosyalist Hilmi ile başlayan TKP içinde varlığını daha gizli biçimler altında sürdüren, 2. Dünya Savaşı’nın uygun konjonktüründe kendini “örtülü” davranarak, egemen sosyalizm anlayışıyla çatışma konusunda ihtiyatı elden bırakmayarak TSP biçiminde gösteren bu çizgi, 1960-68 dönemi TİP’ine de Mehmet Ali Aybar aracılığıyla ama bu kez daha açık biçimler altında damgasını vuracaktır. “Tek ülkede sosyalizm” anlayışının Sovyetler Birliği içinde giderek statükocu eğilimleri  güçlendirmesi nedeniyle, Bolşevizmin o eski coşkusundan giderek uzaklaşılması ve SSCB’de yaşanan bu statükoculaşmaya karşı  Avrupa, Doğu Avrupa ve Üçüncü Dünya Sosyalizmi içinden farklı içerikte ama oldukça yaygın ve güçlü bir tepkinin yükselmesi nedeniyle, 2. Enternasyonalci sosyalizm çizgisi Türkiye’de de zaman içinde kendini daha açık biçimler altında ifade etmeye başlamış ve güç kazanmıştır. Dolayısıyla bu çizginin kendini çoğu zaman “yerli”, “milli”, “bize mahsus sosyalizm” vb. gibi sıfatlarla sunmasına karşın, Gökmen’in TSP konusunda ileri sürdüğü “Türkiye’nin özgüllüğünü esas almaya çalışan yerli bir sosyalizm geliştirme iddiasına sahip bir akım” iddiasına katılmak olanaklı gözükmemektedir. Gerek TSF, gerekse Aybar çizgisinin “yerlilik” vurgusunun SSCB çizgisi dışında yer alma kaygısından öte bir anlamı bulunmadığı gibi, geliştirilen tezler açısından bu akımların gerek Ş.Hüsnü TKP’sinden gerekse de Mihri Belli MDD’sinden  daha fazla “Türkiye’nin özgüllüğü”nü gözettikleri ve daha fazla “millici” oldukları söylenemez, ve hatta tersini iddia etmek için  çok daha güçlü nedenlerin mevcut olduğu bile söylenebilir.

1946 yılının bu iki yasal parti deneyiminin Türkiye sosyalist hareketinin gelişimine bir katkısının olup olmadığı, olduysa bunların “bir deneyim kazanmış olmak” gibi genel ifadeler hariç tutulursa ne tür katkılar olduğu oldukça belirsiz  gözükmektedir. Fakat bu iki yasal parti deneyiminin, başka bazı faktörlerle birlikte  sosyalist hareketin bundan sonraki on yılda yaşadığı dağınıklık ve örgütsüzlük sürecinde önemli etkenlerden biri olduğu kesindir. Başlangıçta “Tek Parti Rejimi”nin gündeme getirdiği demokratik açılımlara güvenilemeyeceği değerlendirmesiyle kurulacak yasal partinin illegal TKP’nin tasfiye edilmesi  ve gizli çalışma içindeki kadroların deşifrasyona uğraması anlamına gelmemesi gerektiğini düşünen TKP yönetimi, kısa bir müddet sonra tam tersi bir uygulamaya girerek illegal partinin kadrolarının büyük bir bölümünü yasal parti örgütlenmesi içine çekmiş, gizli örgütlenme büyük ölçüde dağıtılmıştır. Bu durumun oluşmasında Esat Adil’in TSP’yi kurarak TKP ile bu konuda önderlik rekabetine girmesinin, TKP üzerindeki  tahrik edici etkisinin de bir rolü olmakla beraber, tek nedenin bu olduğunu söylemek de yeterince açıklayıcı olmayacaktır. Bizce bu tavrın arkasında TKP’nin kuruluşundan itibaren hep legalleşme özlemi çeken, yasal olarak kurulacağı günü özlemle bekleyen bir parti olmasının da önemli bir rolü vardır. 2. Dünya Savaşı içindeki Saraçoğlu Hükümeti dönemi hariç, 2. Dünya Savaşı bitimine ve daha doğru bir ifadeyle Soğuk Savaş Dönemi başlayana kadar Türkiye ile SSCB ilişkileri her zaman zorunlu bir “yakın dostluk” ilişkisi olarak seyretmiş, Türk Hükümetleri TKP’nin yasallaşmasına karşı müsahamakar davranmasalar ve komünistler üzerinde tevkifat kılıcını dönem dönem sallandırsalar bile, Türkiyeli komünistler, hükümetin SSCB ile ilişkilerinin ileri düzeyi nedeniyle kısa bir süre sonra salıverilecekleri ve bu geçici baskı dönemini illegal şartlarda olsa da nispeten rahat siyasal faaliyet yürütebilecekleri bir başka dönemin izleyeceği konusunda adeta hiçbir kuşkuya sahip değillerdi. Bu psikoloji nedeniyle onlar bir dönem sonra faaliyetlerini yasal olarak yürütebilme koşullarını elde etme konusunda da hep iyimser bir beklenti içinde olmuşlardı. 1946’da bu iki sosyalist parti kurulduğunda henüz Soğuk Savaş Dönemi’nin başlamamış  olması bir yana, faşizmin kalelerinin yıkılmış olması nedeniyle bütün dünya da güçlü bir demokrasi havası esiyordu; SSCB faşizmi yenilgiye uğratan savaşta son derece etkin bir rol oynamıştı, bir kısım ülkeler bu süreçte sosyalist sisteme geçerek SSCB yalnızlıktan kurtulmuştu, sosyalizmin hakim olmadığı ülkelerin aşağı yukarı tümünde de SSCB’nin ve bu ülke şahsında da sosyalizmin prestijinde büyük bir artış olmuştu ve henüz ABD; İngiltere gibi müttefik güçler içinde yer alan ülkelerle SSCB arasında soğuk savaşın düşmanlık havasından uzak son derece dostane gözüken bir ilişki mevcuttu. “Tek Parti Rejimi”nin demokratlığına ne kadar az güvenseler de, bütün bu sayılanların TKP yöneticileri ve kadrolarında, önlerindeki sürecin geride kalan süreçten çok daha rahat ve iyi olacağı izlenimi yaratmadığını düşünmek hiç de gerçekçi olmayacaktır. Almanya’nın yenileceğinin anlaşılır olmasıyla birlikte, savaşın bitmesine yakın  bir dönemde, bu iyimser beklentileri güçlendiren bazı iç siyasal olaylar da yaşanmıştı. Daha henüz 1944 yılında tutuklanan TKP ve İleri Gençlik Birliği kadrolarının davası  devam etmekteyken, savaşta Almanya’nın yenileceğinin kesinleşmesine paralel olarak, bu kez de CHP iktidarı  muhtemelen savaşın galibi müttefiklerin gazabına uğramamak kaygısıyla  Turancıları tutuklamak yolunu tuttu. Çok partili hayata geçileceğinin anlaşılması üzerine ve henüz soğuk savaşın da başlamadığı bu ilk günlerde CHP içinde kopan Demokrat Parti’de sol bir söylemle siyaset sahnesine çıkıyor ve komünist hareketin taraftarları ile muhalif DP’liler arasında çeşitli konularda ittifak yapmayı da amaçlayan bir yakın diyalog ortamı oluşuyordu(İleri,1998:1959).Fakat sosyalist hareket açısından iyimserlik yaratan bu tablo, soğuk savaşın düğmesine basılmasıyla, çok kısa süre sonra ve oldukça köklü bir biçimde değişecektir. DP sol söylemleri bırakıp net bir “Amerikancı-Sağ” yola kayarken, iki yasal sosyalist partinin de kapısına, sosyalizmin kitlelerle buluşması hedefi açısından hemen hiçbir ciddi katkı yapamadan, 1946 Aralık ayında hükümetçe kilit vurulacaktı. Bu partiler sonuçta amaçladıklarının aksine  yılların birikimi kadro ve işçi ilişkilerinin deşifrasyonuna yol açarak[5], hükümete sosyalist harekete çok ciddi bir darbe vurma koşullarını hazırlamış olacak, sosyalist hareket çeşitli girişimlerine karşın, bırakalım düzenli ve kitlesel faaliyet olanaklarını, bu tarihten 1960’lı yıllara kadar bir daha belini doğrultma şansına bile sahip olamayacaktı.

 

 

 

5-1946-1960 ARASI SOSYALİST HAREKET: BİR ADIM İLERİ DÖRT ADIM GERİ

2.Dünya Savaşı’nı kazanan ittifakın çözülmesi ve Soğuk Savaş’ın başlamasıyla beraber Türkiye net bir yol ayrımı ile yüzsüze kalmış, 1947 yılında yapılan ve üzerinde hayli şaibe bulunan genel seçimleri kazanan İnönü başkanlığındaki CHP Hükümeti, Cumhuriyet’in ilk yıllarından beri yakın dostluk temelinde  süregelen Türk-Sovyet ilişkilerini köklü bir biçimde değiştirerek, dış politikadaki dümeni, Türk-Amerikan ilişkilerini geliştirmek hedefi doğrultusunda belirgin bir şekilde yönlendirmiştir(İleri,1988:1959). ABD ile yapılan ilk askeri anlaşma daha heniz 1947 yılında, CHP iktidarı döneminde yapılmıştı bile(Belli,1988:1935).Her ne kadar, bu tercihin Sovyetler Birliği’nin Türkiye’den boğazlar ile Kars ve Ardahan konusunda bazı ciddi istemlerde bulunması nedeniyle zorunlu olarak ortaya çıktığı söylenegelmekteyse de, Sovyetler Birliği’nin  dünya dengeleri açısından söz konusu nedenler yüzünden Türkiye ile ilişkilerini köklü olarak bozarak, Türkiye’nin  ABD’nin önemli bir müttefiki haline gelmesini istemeyeceği açıktır.[6] Dolayısıyla  bu nedenlerden ziyade, Türkiye’nin yeni oluşan güçler dengesi içinde kendi doğrultusunda kapitalist dünya sistemi ile entegrasyon yönünde belirlemesi bu tercihte daha belirleyici olmuştur. Türkiye’nin ABD ile ilişkilerini geliştirmesinin ve aynı sürecin bir parçası olarak Sovyetler Birliği ile ilişkilerini olumsuz doğrultuda  köklü biçimde değiştirmesinin, sosyalist hareketlerin bundan sonraki süreçteki kaderi üzerinde de kaçınılmaz etkileri olmuştur.

Bu etkilerin başlıcası TKP’nin yeniden yeraltına çekilmesi olmuş ve daha da önemlisi TKP üzerindeki polis takip ve  baskısı belirgin biçimde artmıştır.Zaten parti 1944 Tevkifatları nedeniyle bir güç kaybı ve deşifrasyon yaşamıştı; iki yasal sosyalist partinin kapatılmasını  yoğun bir tutuklama kampanyasının izlemesi sonucunda TKP  örgütlerinin hemen tümü tasfiye olmuş, kadroların büyük bir kısmı cezaevlerine doldurularak ya da sürgün yaşamına mahkum edilerek iş göremez hale getirilmişti.

Bu yoğun tutuklama kampanyasından deşifre olmadan ve tutuklanmadan kurtulan yalnızca  Ankara örgütündeki Zeki Baştımar’a ve Muzaffer Şerif Başoğlu’na ait hücreler olmuştu(Belli,1998:1935). Bu tarihten sonra TKP yönetimini fiilen Z.Baştımar üstlendi ve 1947’de Ankara örgütünü canlandıran Baştımar, 1949 yılında  İstanbul’a geçerek bu ildeki parti örgütlerini yeniden oluşturmaya ve aktif hale getirmeye çalıştı.

Ne var ki bütün bu çabalara karşın TKP siyasi faaliyet yeteneğini önemli ölçüde yitirmişti ve sürdürülen çalışmalar daha çok parti sempatizanı aydın çevreler eliyle yürüyen bir takım legal yayın ve dernek faaliyetinin dışına çok fazla taşamıyordu. Bu dönemde haftalık Söz Gazetesi ile bir gençlik yayın organı olan Ant Dergisinin dışında, Hür Gençlik, Hür, Gün, Gerçek, Başdan, Yeni Baştan, Medet, Marko Paşa, Öküz Paşa, Nuh’un Gemisi, Beraber, Yeryüzü, Nazım Hikmet  gibi biri kapatıldığında hemen diğeri devreye sokulan sanat, edebiyat ve mizah ağırlıklı dergiler yayınlandı. Partililerin çıkardığı bir yayın organı olmamasına karşın Yaprak isimli dergi de parti çizgisi doğrultusunda etkin biçimde kullanılabildi (Belli,1998:1935). Partinin 1946-50 yılları arasında izlediği taktik hat, bu dergiler ve Ankara ve İstanbul’da kurulabilen bazı yasal dernekler aracılığıyla bir “Demokrasi Cephesi” oluşturulabilmesi ve bu cephenin giderek genişletilmesi esasına dayanıyordu. TKP’nin bu yıllar içerisindeki en büyük ve en etkili faaliyetleri bu dergilerin de etkin katılımıyla yürütülen “Nazım Hikmet’e Özgürlük” kampanyası, daha henüz 1946 ortalarında Ankara ve İstanbul’da kurulmuş bulunan iki gençlik derneği eliyle yürütülen bazı faaliyetler ile İstanbul merkezli “Barış Derneği”nin kurulması ve bu sonuncu dernek eliyle yürütülen “Kore Savaşı’na Hayır!” kampanyası oldu(Sayılgan,1972:269).

“Türkiye Gençler Derneği” 1946 yılında  Ankara’da Behram Karaküçük, Nabi Dinçer, Mümtaz Göktürk, Şevki Akşit, Orhan Çutay, Melahat Türksal, Celal Araz tarafından kuruldu. Dernek Tüzüğü’ne göre derneğe “Turancılar dışında” herkes üye olabiliyordu. Derneğin parti ile doğrudan bir örgütsel ilişkisi olmamakla beraber, parti ile ideolojik bir bağlantısı vardı ve dernek yönetici ve üyelerinin bir kısmı, aynı zamanda TKP’nin de üyesiydiler. Nitekim dernek üyelerinden 43 kişi 1951 Tevkifatı sırasında parti üyesi olmakla itham edilip yargılandılar. Derneğin başlıca etkinlikleri arasında  İstanbul’da Yaya Yürüyüşü”, “Fakir Köylünün Ekinini Biçme Kampanyası”, Altındağ’da Poliklinik açarak hastaları “Bedava Muayene Kampanyası” bulunmaktaydı(Sayılgan,1972:269-271).

İlk olarak İstanbul Üniversite ve Yüksek Okullar Öğrenciler Birliği adıyla kurulan sonradan adı  İstanbul Yüksek Tahsil Gençlik Derneği (İYTGD) olarak değiştirilen İstanbul merkezli gençlik örgütlenmesi,yasal partinin kuruluşuna paralel olarak TKP’nin gizli gençlik örgütü “İleri Gençlik Birliği”nin bazı kadrolarının legal faaliyete çekilmesinin bir ürünü olarak, 2 Temmuz 1946 yılında kurulmuştu. Resmi kaynaklara göre  derneğin kurucuları   Adil Giray, Vahidettin Barut, Kazım İşkol, Cemal Gürer, Zekai Karakuş, Bahattin Uğurçok, İlhan Başaran’dı. Hür Gençlik Dergisi’ni bu dernek yayınlamaktaydı ve derneğin özellikle “Nazım Hikmet’e Özgürlük Kampanyası”nda aktif bir rol üstlendiği söylenebilir(Sayılgan,271-274).

1952’de Stocholm’de SSCB’nin de destek ve katkılarıyla toplanan “Dünya Barış Kongresi”nin ardından dünyanın pek çok ülkesinde atom bombasının yasaklanmasını öncelikli bir hedef olarak benimseyen çeşitli “Barış Dernekleri” kuruldu. Türkiye’de de bu gelişmelere paralel olarak  12 Mayıs 1950’de İstanbul’da “Türk Barışseverler Cemiyeti” isminde bir dernek kuruldu.  Derneğin kurucuları Behice Boran, Adnan Cemgil, Nevzat Özmeriç, Vahidettin Barut, Osman Fuat Topaloğlu, Turgut Pura, Aftan Kırımlı, Reşat Sevinçsoy, Muvaakkar Güran’dı. Derneğin Genel Başkanlığı’nı Behice Boran, Genel Sekreterliği’ni de Adnan Cemgil üstlenmişti. Kore Savaşı sırasında etkili bir kampanya yürüten derneğin pek çok üyesi 1951 Tevkifatları sırasında TKP davası ile bağlantılı olarak yargılanmıştı(Sayılgan,1972:275-276).

1950 seçimleriyle İnönü iktidarının düşmesi ve büyük bir oy farkıyla Demokrat Parti’nin (DP) iktidara gelmesiyle, pek çok çevre gibi sosyalist hareket içinde de demokratikleşmeye ilişkin bazı olumlu beklentilerin oluştuğunu gözlemlemekteyiz. Nitekim DP iktidarının hemen ilk günlerinde  genel af çıkartılması, N.Hikmet, H.Kıvılcımlı, Ş:Hüsnü ve R.F.Baraner gibi eski ve önemli komünistlerin de içinde bulunduğu TKP üyesi pek çok kadronun cezaevinden salıverilmeleri bu beklentileri  haklı çıkarır gibi oldu. Ne var ki, DP’nin bundan sonraki bütün icraatları bütün bu beklentileri besleyenler için adeta bir hayal kırıklığı dalgası yaratacak nitelikteydi. DP’nin affı izleyen ilk icraatları Kore’ye asker göndermek, Türk Ceza Kanunu’nda komünist örgütlenmeleri özellikle ilgilendiren 141 ve 142. maddelerdeki cezaları daha da ağırlaştırmak ve 1951 yılında, önceki dönemdeki bütün TKP operasyonlarının en etkilisi ve kapsamlısını düzenleyerek, afla dışarı çıkardığı komünistlerin pek çoğu da dahil olmak üzere, hemen hemen bütün Komünist Parti yönetici ve kadrolarını gerisin geri cezaevine yollamak oldu(İleri, 1998:1959). 1951 operasyonları TKP içerisine yasal iki partinin kurulması döneminde, bu legalleşme döneminin yarattığı olanaklardan yararlanarak bazı polis ajanlarının sızdığını ve 1951 yılındaki operasyonun bu kadar kapsamlı olmasında bu sızmaların da belirleyici bir rolü olduğunu ortaya koydu.[7]

TKP tarihinde partinin yediği en büyük darbe olmasıyla ve ardından TKP yönetimi içinde  geleceğe de sirayet edecek olan düşmanlıklara ve kesin yol ayrımlarına vesile olması nedeniyle  ayrı bir üne sahip olan 1951 operasyonları,  27 Ekim 1951 günü Sevim Tarı’nın Marsilya’ya gitmek üzereyken tutuklanması  ile başlatılan operasyon iki yıl sürecekti  ve Ş.Hüsnü ve Reşat Fuat gibi eski liderleri de kapsayacaktı. İki yıl süren  bu tutuklama sırasında 184 kişi yargılanmıştı(Şen,1998:9). Bu operasyonlar sonucunda 1927’den beri ilk kez TKP MK’sı tümüyle deşifre olmuş bulunmaktaydı ve 1951 tutuklamaları ve 1953 Davası TKP tarihi açısından bir dönemin sonunu simgelemekteydi(İleri,1998:1959).

1951 Operasyonları’nın ardından cezaevi içinde TKP-MK üyeleri arasında büyük bir iç çatışma ve hesaplaşmanın da yaşandığını görmekteyiz. 1947’den 1951 yılına kadar partinin yönetimini  fiilen üstlenmiş bulunan Z. Baştımar’ın polis sorgusu sırasında çok kötü bir biçimde çözülüp verdiği ifadelerle operasyonun genişlemesine ve yakalananların ağır cezalar almasına sebebiyet vermiş bulunması, parti içindeki Baştımar yönetimine karşın var olan hoşnutsuzluk ve muhalefetin de kendini su yüzüne vurması için uygun bir ortam yaratmıştı.

Zeki Baştımar ve İzmir İl Sekreteri Mehmet Bozışık Cezaevinde Dr.Şefik Hüsnü, Reşat Fuat Baraner, Mihri Belli, Halil Yalçınkaya, Ahmet Fırıncı ve Celal Benneci’nin yaptığı bir toplantının ardından “ihanet” gerekçesiyle partiden ihraç edildiler(Şen,1998:19).

Parti içindeki asıl çatışmanın taraflarının ise M. Belli ile Z.Baştımar olduğu söylenebilir. Geçmişten bu yana TKP içinde farklı anlayış ve siyaset tarzlarının temsilcileri gibi görülen bu iki şahsiyet arasındaki farklılık, bu yıllar içinde geri dönülmez bir istikamet kazanmıştı.  M.Belli 1944 Tevkifatında tutuklanana kadar İstanbul İktisat Fakültesi’nde  öğretim görevlisi olarak çalışmaktaydı. Bu yıllar içinde Belli’nin TKP’nin gençlik örgütünün İstanbul kolunu yönettiği de bilinmektedir.  M.Belli’nin gençlik önderliği devrinde Z. Baştımar’da  Ankara örgütünde çalışmaktadır. İki siyasi profil arasındaki farklılık İstanbul’da ki gençlik çalışmasının Ankara’ya göre daha sert ve militan yöntemler benimsemesinde de kendini ortaya koymaktaydı. Z.Baştımar Ankara örgütü içinde, Şevki Akşit önderliğindeki M.Belli taraftarlarıyla da sürekli bir mücadele içindeydi. Hatta bir ara, bu mücadeleyle bağlantılı olarak   Ş.Akşit’i,  Ankara Gençlik Dernek Sekreterliği’nden uzaklaştırmıştı(Sayılgan,1972:432-434). M.Belli cezaevinden çıktığı 1946 yılından 1950 yılına kadar yurtdışında kalmıştı.Bu dönemde Belli’nin  Moskova ve Pekin’e de ziyaretlere bulunduğu bilinmektedir. Belli’nin bu ziyaretlerinin O’nun  daha sonraki dönemdeki siyasal çizgisinin oluşmasında etkili olduğu ve bu yıllardan sonra Belli’nin TKP’nin geleneksel politikalarından  bazı önemli alanlarda ayrışmaya başladığı gözlenmektedir. M.Belli’nin ve aynı ekipten Ş.Akşit’in  polis sorgusunda direnip konuşmaması, fakat Z.Baştımar’ın çözülmesi bu iç mücadelenin derinleşmesine yol açmış. TKP 1960 kadar geçen yıllarını bir yandan cezaevindeki iç mücadelelerle geçirmiş, diğer yandan da bu kargaşa ortamının dışarıda kalan sınırlı kadrolara  yansımasının da etkisiyle, siyaset ve örgütlenme  alanında 1960 yılına kadar TKP saflarında adeta yaprak kımıldamamıştır. İzmit, Adana, Samsun ve Bursa gibi illerde deşifre olmayan bazı parti hücrelerinin varlığına ve 1960’larda TİP yönetiminde etkin olacak bazı aydın kadro ve sempatizanların bir kısmının yakalanmamasına, B.Boran ve bazı aydınların ise beraat etmesine  karşın(İleri,1998: 1959), faaliyet neredeyse  aydın çevrelerin verdiği ve pek çoğu da  umutsuzluk temalarını işleyen edebi eserlerin yazılması ve okunması  sınırlarına kadar gerilemiştir. . Bu yıllar içerisinde sosyalist hareketle ilgili en -ve belki de tek- ciddi gelişme Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın Vatan Partisi girişimidir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

E- KOMİNTERN VE SSCB FAKTÖRÜNÜN TÜRKİYE SOSYALİZMİNİN GELİŞİMİ ÜZERİNDE ETKİLERİ

Komintern’in ve SSCB’nin Türkiye sosyalizminin oluşumu, şekillenmesi ve politikaları üzerinde bazen dolaylı bazen de dolaysız  bir biçimde önemli ve hiç tereddütsüz ifade edilebilir ki belirleyici etkileri olmuştur.  Elbette Türkiye sosyalizminin tarihi süreç içerisinde belirli bir şekil almasında kendi içsel özelliklerinin de yadsınamaz bir faktör olarak rol oynadığı kesinse de, eğer Komintern ve SSCB bu gidişattan köklü bir biçimde hoşnutsuz olsalardı, şu ya da bu biçimde Türkiye sosyalizminin tarihinin de farklı bir seyir izleyeceğini söylemek abartılı bir değerlendirme olmaz.

Komintern ve SSCB’nin Türkiye sosyalizmi üzerine olan etkileri  çoğu zaman bir ve aynı etkiymiş gibi görünmekle beraber, biz bu ikisini ayrı ayrı ele almanın daha yararlı ve doğru bir yaklaşım olduğunu düşünüyoruz. Zira Komintern SBKP’nin özel bir ağırlığı olmakla birlikte biçimsel anlamda yalnızca sosyalist partiler arası bir örgütlenmeyken ve bu partiler arasındaki ilişkileri organize etmekle sorumluyken; SSCB bir devletti, Türkiye sosyalistleri ile bir sosyalist devlet olarak belli ilişkileri mevcut bulunmakla beraber, doğal olarak Türkiye  devleti ile de  “devletten devlete” süren ilişkileri  bulunmaktaydı ve “devletten devlete” süren bu ilişkilerin aldığı seyrin de Türkiye sosyalizminin şekillenmesi üzerinde kaçınılmaz etkileri olmuştur.

Komintern’in Bolşevik Ekim Devrimi’nin etkisiyle 2. Enternasyonal partilerinden -bu Enternasyonali reformist bularak- kopan  partilerin bir araya gelmesiyle oluşmuş bulunduğunu biliyoruz. Doğal olarak bu kopuşun ilk yıllarına damgasını vuran ruh hali oldukça devrimci’dir. Komintern, ilk yıllarında  dünya devriminin güncelliği” beklentisi ve stratejisine üzerinde bir araya gelmiş sosyalist partilerin uluslararası  örgütlenmesi görünümündedir. Bu uluslararası sosyalist örgüt, yakın dönem içinde yaşanan ve Rusya’da bir devrimle sonuçlanan genel bir devrimci dalganın üzerinde yükselmişti. Komintern’i kuran partilerin değerlendirmelerine göre, 1. Dünya Savaşı öncesinde ve sırasında Avrupa’da  proleter devrim kapıya kadar gelmiş ve fakat 2. Enternasyonal partilerinin oportünist bir politikayla kendi burjuvalarıyla işbirliğine yönelmeleri sonucunda bu devrim adeta kapıdan kovulmuştu. Yaşlı kıtada devrim koşulları vardı; dolayısıyla  Avrupa’nın devrimci sosyalist güçlerinin reformizmden ayrışmaları ve kendi devrimci   partilerini yaratmaları koşullarında  Avrupa merkezli  proleter devrimlerin başarıya ulaşmaması için hiçbir neden yoktu.

Bu beklentiler üzerine kurulan Komintern ilk yıllarında Dünya Devrimi’ni gerçekleştirmek için Avrupa’da  ve  Asya’da yaşanan tekil devrimci süreçleri aktif biçimde destekleme politikasını  benimsedi. Ne var ki, Komintern’in daha  ilk yıllarında bile  SSCB’deki sosyalist iktidarı korumak kaygısı ile bazı esneklikler gösterilirken; Avrupa’da -özellikle de Almanya’da-  sosyalist devrim denemelerinin başarısızlıkla sonuçlanmasıyla, yakın  devrim beklentilerinin kırılmaya başlaması üzerine SSCB’deki iktidarı koruma kaygısının başka ülkelerdeki devrimci süreçleri besleme ve destekleme görevine göre daha başat hale geldiğini gözlemlemekteyiz. Nitekim 1921’de yapılan Komintern’in 3.Kongresi ‘nde, Avrupa’da yakın bir devrim beklentisi ve buna uygun çatışmacı taktikler yerine, sabırlı bir hazırlığı ve bu hazırlık sonucunda Avrupa’daki işçi ve emekçilerin çoğunluğunu kazanmayı ve bu arada da sosyalizmin mevcut kazanımlarını korumayı öngören  daha ihtiyatlı ve savunmacı bir çizgi benimsenmişti.

TKP’nin  devrim günlerinde Rusya’da bulunan M.Suphi önderliğindeki kanadının temsilcileri birer milliyetçi olarak gittikleri Rusya’da, kısa sürede, Komintern’in dünya devrimi stratejisinden etkilenerek bir anti-milliyetçi, enternasyonalistler haline gelmişlerdi. 1920 Programı da yukarıda vurguladığımız gibi bu atmosfer içinde ve tümüyle “dünya devrimi” perspektifini temel alan bir eksende hazırlanmıştı. M.Suphi’nin öldürülmesinden sonra TKP’ye egemen olan Ş.Hüsnü ekibi ise, Rus Devrimi’nin bu enternasyonalist heyacanından ziyade Anadolu’da süren anti-emperyelist ulusal kurtuluş savaşı’nın heyacanını yaşayan bir kadro birikimine dayanıyordu. Üstelik M.Suphi kanadının  hazin akibeti de, Ş.Hüsnü ekibi için muhtemelen  uyarcı ve dizginleyici bir mesaj olmuştu. Bu yüzden Ş.Hüsnü ekibinin sosyalizm anlayışının enternasyonalist olmaktan ziyade milliyetçi bir sosyalizm anlayışı olduğu ve bu anlamda M.Suphi çizgisinden   kategorik olarak farklılaştığı anlaşılmaktadır.

M.Suphi’nin Bolşevik Devriminin heyacanı üzerine kurulan program ve stratejisinin kısa bir süre içinde SSCB’nin varlığını teminata alma kaygısıyla çelişmeye başladığı ve bu anlamda da  Komintern ve SSCB açısından   tereddütle izlenen bir çizgiye dönüştüğü görülmektedir. Nitekim Komintern aracılığıyla toplanan Doğu Halkları Kurultay’ında  İttihatçı Enver Paşa’ya bile iltifat edilirken  ve Türkiye adına sosyalizmle ilişkisi olmayan kesimlere söz hakkı tanınırken, M.Suphi’nin Kurultay’da konuşturulmaması ve ardından Türkiye’ye geçen M.Suphi ve arkadaşlarının Karadeniz’de boğularak öldürülmelerinin ardından gerek Komintern ve gerekse SSCB cephesinden hiçbir anlamlı tepki ve protestonun gelmemiş olması, bu açıdan son derece manidar gelişmeler olmuştur.[8] Ardından gelen Ş.Hüsnü çizgisi genel programatik ve politik yaklaşımları itibariyle, Komintern’in o dönem ki resmi  programatik çizgisiyle  açık ve önemli  çelişkiler taşımasına karşın, 1923’lü yıllara kadar Komintern’ce bu partiye karşı hiçbir etkin müdahalede bulunulmamış, adeta hayırhah bir tutum benimsenmiştir. Komintern’in kurulduğu ilk yıllarda  üye olmak isteyen partilerden, üyelik şartı olarak kendi perspektifini tümüyle benimsemiş olmayı bir ön şart olarak görmeyen bir esnek uygulama benimsemiş olması kadar; SSCB’nin varlığını korumak kaygısı nedeniyle Kemalizmle kurulan yakın ilişkilerin de “milliyetçi TKP”’ye gösterilen toleransta önemli bir payı olduğunu söylemek de yanlış olmaz.

Her iki ülke de, farklı içerikte ve farklı yöntemlerle de olsa, aynı düşmana karşı, Avrupa emperyalizmine karşı mücadele eden iki “doğu” ülkesiydi. Ve yalnızca Çarlığı değil, Avrupa emperyalizmini de dize getirerek Rusya’da iktidarı ele geçiren Bolşevikler, Türkiyeli ulusal bağımsızlıkçılar açısından yalnızca kazanmanın olanaklı olduğunu gösteren bir moral destekçi   değil, aynı zamanda Anadolu Hareketine önemli mali ve askeri yardımlarda bulunan bir maddi destekçi niteliğine de sahipti.  Tüm bu koşulların ürünü olarak SSCB’yi ilk tanıyan da Kemalistlerin ağırlıkta olduğu  Anadolu Hükümeti olmuştu.

Türkiye ile SSCB arasındaki ilişkileri önemli kılan ve dolayısıyla SSCB ve Komintern açısından Kemalizmi karşıya almayı engelleyen nedenler yalnızca bu kadarla da sınırlı değildir. Bu yakın ilişki kendini Azerbeycan’da anti-sovyetik Musavvat Hükümeti’nin yıkılması ve yerine bir Sovyet Hükümeti’nin kurulması sırasında Türkiye’den gelen  güçlerin Kızılordu’ya aktif bir destek sunması  ve tersinden Nahçivan’da Kızılordu güçleri ile Kazım Karabekir güçlerinin “Ermeni sorunu”nun Kemalistlerin istediği doğrultuda çözüme kavuşturulması  örneklerinde de bu yakın ilişkinin ulaştığı boyutu ve iki ülke açısından bu ilişkinin taşıdığı önemi  çok daha iyi görebilmek olasıdır. Nitekim 3 Aralık 1920 tarihli  Gümrü Antlaşması ve  16 Mart 1921 tarihli Moskova Antlaşması ise bu sıcak ve stratejik ilişkinin bağlayıcı bir resmiyet kazanmasını karşılıklı olarak  teminat altına almıştır.

Fakat Kemalizmle SSCB arasındaki bu yakın ilişkiler nedeniyle   SSCB  ve Komintern’in  Türkiye’de Kemalizmi aşan bir toplumsal devrim amacını kesin bir tarzda erteledikleri ya da devre dışı bıraktıkları sonucunu çıkarmak abartılı bir yaklaşım olur. Türkiye’de komünist hareket zaman zaman bu nedenlerle frenlenmekle -ya da en azından  açık biçimler altında desteklenmemekle- beraber, SSCB ve Komintern’in Türkiye’li komünistlere, komünist hareketin Türkiye içinde güçlenmesi, iktidar süreçlerinde söz sahibi olması ve uygun koşullar oluştuğunda[9] sosyalist bir iktidar için gerekli hamleyi yapabilmeleri için gerekli ideolojik ve maddi desteği sunmaya devam ettikleri de gözlenmektedir.

1919’da  yakın bir Avrupa devriminin heyecanlı beklentisi içinde kurulan Komintern’de 1923’lere doğru, Avrupa’da devrim dalgasının çekildiği ve kaçınılmaz olarak barışçıl-savunmacı hazırlık sürecine yönelik taktiklerin benimsenmesi gerektiği saptaması hakim olmuştu.  Komintern’in  1925’li yıllara gelindiğinde ise Avrupa’da geri çekilen devrimci dalgaya karşın, “dünya devrimi” söylemini terk etmediğini ve fakat devrim dalgasının Doğu’ya kaydığı, Doğu’da gerçekleşecek ulusal ve sosyal devrimlerin Avrupa Devrimi üzerinde de ateşleyici bir rol oynayabileceği yaklaşımını benimsemeye başladığını gözlemlemekteyiz.[10] 

Komintern’in  TKP’ye ilişkin “sağcılık” eleştirisi yeni değildi ve bu eleştiriler özellikle de 1924 yılında daha da yoğunlaşmaya başlamıştı. Komintern’in 17 Haziran-8 Temmuz  1924 tarihleri arasında gerçekleşen V.Kongresi’nde, 1918-1923 yılları arasındaki Komintern pratiğinin değerlendirilmesi üzerinden genel bir bolşevikleştirme kararı alındı. Hem bu durum hem de 1925’lere doğru devrim dalgasının doğuya kaydığı yönündeki saptama nedeniyle Komintern’in TKP’ye yönelik eleytiri ve müdahaleleri, çok daha kuvvetli ve sistematik bir hal almaya başladı. Örneğin Komintern’in  V. Kongresi’nde TKP kapsamlı, çok net ve çok ağır bir dille suçlandı. Aydınlık Dergisi’nin yaptığı yayıncılık üzerinde de özel bir biçimde durulduğu Kongre’de,  TKP’nin  batı kapitalizmine karşı yerli sermayeyi destekleyen tavrı 2. Enternasyonal partilerinin “sosyalist vatanseverlik” yaklaşımına benzetilerek eleştirildi. Kongre’nin Ukrayna delegesi Manuilski, TKP’yi “burjuvazi ile işbirliği” yapmakla suçladı. Komintern’in  aynı Kongresi’nde kabul edilen  “Sömürgeler ve Doğu Sorunu” üzerine (Stalin’in’de üzerinde düzeltmeler yaptığı) 12 Temmuz 1924 tarihli kararın 6. maddesinde ise“Türkiye Komünist Partisi en kötü türden oportünizme yol açan tehlikeli sağ sapma  ile bağını kesinlikle koparmalıdır” deniliyordu. Bu kararın ardından TKP yöneticileri karardaki bu ifadeyi ağır ve haksız bulduklarını belirten bir mektubu Komintern yönetimine ilettilerse de, Komintern bu değerlendirmesinde  ısrarlı davrandı.  Komintern toplantısına katılan TKP delegeleri bu ısrarlı ve sert tutumun karşısında, sonuçta eleştirileri kabul etmek durumunda kalmış ve içinde bulundukları  bu “sapmayı”düzeltmeye söz vermişlerdi(Sayılgan,1972:188).

KAYNAKÇA:

 

 

Ahmad, F. (2000) “Osmanlı İmparatorluğu’nun Son Dönemlerinde  Milliyetçilik ve Sosyalizm Üzerine Düşünceler” Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyalizm ve Milliyetçilik, İletişim Yay, 2.Baskı, İstanbul.

Akbulut, E. (2002), Komintern Belgelerinde Nazım Hikmet, TÜSTAV, İstanbul.

Akdere,İ.; Karadeniz,Z. (1996) Türkiye Solunun Eleştirel tarihi, Evrensel Yay., 2.Baskı, İstanbul

Belli,M.(1998) TKP Üzerine”, Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, İletişim Yay.,İstanbul.

Çulhaoğlu,M. (1998) “Şevket Süreyya: Suyu Ararken Yolunu Kaybeden Adam”, Toplum ve Bilim Dergisi,Güz 1998, İstanbul

Darendelioğlu, İ.(1976) Türkiye’de Komünist Hareketleri, Toker Yay, 2.Baskı, İstanbul.

Eralp,E.(1992) “Türkiye Sol Hareketi –Kısa Tarih” Ekimler Dergisi 1, İstanbul

Eytişim Basın Yayın (1997) TKP Programları ve Mustafa Suphi Tezleri, İstanbul

Gökmen, Ö. (1998) “ Çok Partili Rejime Geçerken Sol: Türkiye Sosyalizminin Unutulmuş Partisi”, Toplum ve Bilim Dergisi, Güz 1998, İstanbul.

Göksu, E. (Der.) (2003) Komintern Üyesi TKP, Üstü Örtülen Geleneğimiz, Maya Yay., İstanbul.

Harris, G.H. (1976) Türkiye’de Komünizmin Kaynakları, Boğaziçi Yay., 2.Baskı, İstanbul.

Hüsnü,Ş.(1995) Yazı ve Konuşmalar, Kaynak Yay., 2.Baskı, İstanbul.

Hüsnü.Ş.(1997) Türkiye’de Sosyal Sınıflar, Kaynak Yay., 2.Baskı, İstanbul

İleri R.N. (1988) “1951 TKP Tevkifatları ile Kapanan Dönem”, Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, İletişim Yay.,İstanbul.

İleri, R.N ( 2003) 1944 TKP Davası, TÜSTAV, İstanbul

Karaca, E.(1988)Aldatıcı Bir Özgürlük Ortamında İki Sosyalist Parti”, Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, İletişim Yay.,İstanbul.

Küçük,Y. (...) Türkiye Üzerine Tezler, Tekin Yay., İstanbul

Sadi, K. (1994) Türkiye Sosyalizminin Tarihine Katkı, İletişim Yay., 2.Baskı, İstanbul

Şişmanov, D. (1990) Türkiye’de İşçi ve Sosyalist Hareketleri –Kısa Tarih-, Alan Yay., 2.Baskı, İstanbul.

Şen,B. (1998) Cumhuriyetin İlk Yıllarında  TKP ve Komintern İlişkileri, Küreyel Yay., İstanbul

Tekin.Y.(2002) “Türkiye’de İlk Sosyalist Hareket “İştirak Çevresi”nin Sosyalizm Anlayışı Üzerine Bir Değerlendirme”, SBF Dergisi 57(4), Ankara.

Topçuoğlu, İ.

Tunçay,M. (...)

Türkeş,M. (1999) Kadro Hareketi, Ulusalcı Bir Sol Akım, İmge Yay., Ankara

Tevetoğlu, F.(1967) Türkiye’de Sosyalist ve Komünist Faaliyetler, Yayınevi ismi yok, Ankara.

Zürcher, E.J. (2000) “Önsöz: Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyalizm, Milliyetçilik ve Taruhyazımı” Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyalizm ve Milliyetçilik, İletişim Yay, 2.Baskı, İstanbul.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 



[1] Şen’in Komintern belgelerini tarayarak ulaştığı bazı bilgiler Yeşil Ordu ile komünist hareket arasındaki ilişki hakkında aydınlatıcı bazı ipuçları sunmaktadır. 1919 yılı yazında Şerif Manatov, Rusya’dan İstanbul’a geliyor. Ama İstanbul’a inişinden bir süre sonra  Fransız işgal polisi tarafından  Bolşevik propagandacısı diye tutuklanıyor.Manatov hapiste uzun süre kalmıyor, bir fırsatını bulup kaçmayı başarıyor. Bu kez hedef Eskişehir:bu bölgedeki hemşehrileri  ile ilişki kuruyor.gazetelere komünizmi tanıtan yazılar, makaleler yazıyor. Daha sonra Ankara’ya geçiyor. 12 haziran 1920’de  Şerif Manatov Ankara Şehir Bahçesi’nde Bolşevizm üzerine bir konferans veriyor. Dinleyiciler arasında bulunan Salih Hacıoğlu konferans bitince Manatov ile tanışıyor. Üç gün sonra yine aynı bahçede Harputlu Vakkas Ferit’te sosyalizm üzerine bir konferans veriyor. Bu konferansı da dinleyen Hacıoğlu Vakkas Ferit’le de tanışıyor. Hacıoğlu Vakkas Ferit’e Manatov ve Eğitim Bakanlığı’nın eski memurlarından  Nuri ile birlikte kurmayı düşündükleri “Bolşevik Komünist Partisi” ile ilgili bilgi veriyor.Bu sözleri şüpheyle dinleyen Vakkas Ferit bir süre sonra  Hacıoğlu’na böyle bir partinin zaten kurulmuş olduğunu söylüyor, ki bu parti Yeşil Ordu’dur. Vakkas Ferit, Hacıoğlu ve Nuri’yi  Yeşil Ordu’nun Genel Sekreteri Tokatlı Nazım ile tanıştırıyor. Nazım bu iki ziyaretçiye  okuyup bilgi sahibi olmaları için  Yeşil Ordu’nun Tüzüğü’nü veriyor.Salih Hacıoğlu ve Şerif Manatov tüzüğü okuyup “komünizme aykırı” gördükleri yerleri redakte ediyorlar, ayrıca bir program taslağı hazırlıyorlar ve Yeşil Ordu’nun Ankara örgütünü kurmak için kolları sıvıyorlar. Ne var ki, Yeşil Ordu yöneticileri Tüzük’te yapılan değişiklikleri ve hazırlanan program taslağını kabul etmiyorlar. Bunun üzerine Salih Hacıoğlu, Şerif Manatov ve Ahmet Mustafa üçlüsü, yanlarına daha önce İstanbul’da kurulan Sosyal Demokrat Parti’nin sol kanat üyelerinden Ziynetullah Nevşirvanov’u da alarak kurdukları Ankara Örgütü’nün bağımsızlığını ilan ederek “Türkiye Komünist Bolşevik Partisi”nin kuruluşunu ilan ediyorlar(1998:54-55).
[2] Adana İşçi Sendikaları Birliği, Adana İplik ve Dokuma İşçileri Sendikası(AİDİS), Adana Terziler Sendikası, Adana İnşaat İşçileri Sendikası, Adana Deri İşçileri Sendikası; Ankara İşçi Sendikaları Birliği, Ankara Madeni İşçiler  ve Makine İşçileri Sendikası, Ankara Terziler Sendikası, Ankara İnşaat İşçileri Sendikası, Ankara Fırın ve Un İşçileri Sendikası, Ankara Şoför ve Oto Tamir İşçileri Sendikası; Eskişehir Serbest Sanayi İşçileri Sendikası; İstanbul İşçi Sendikaları Birliği, İstanbul İnşaat İşçileri Sendikası, İstanbul Ayakkabı ve Deri İşçileri Sendikası, Bakırköy Bez Fabrikası İşçileri Sendikası, Tekel İşçileri Sendikası, Tütün İşçileri Sendikası, Maden Sanayi İşçileri Sendikası, Şoförler Sendikası; İzmir İşçi Sendikaları Birliği, İzmir Terziler Sendikası,İzmir Ayakkabı İşçileri Sendikası, İzmir Müessese-Ticarethane ve Esnaf Müstahdem Sendikası, İzmir Mensucat Sanayii İşçileri Sendikası, İzmir Basın ve Yayın Kol ve Kafa İşçiler Sendikası, İzmir Tütün işçileri Sendikası; Kocaeli İşçiler Birliği, Kocaeli Selüloz Sanayii İşçiler Sendikası, Kocaeli Nakliye İşçileri Sendikası; Zonguldak Maden Kömür Havzası  İşçileri Sendikası; Samsun Tütün İşçileri Sendikası, Samsun İşçi Sendikaları Birliği bu kısa süre içinde TSEKP öncülüğünde kurulan sendikalardır. Aralık 1946 yılında parti ile birlikte bu sendikaların Adana’daki AİDİS dışında kalanları kapatılmıştır. AİDİS’nin kapatılmaması ise muhtemelen  sendika yöneticilerinin CHP ile işbirliğine yanaşmalarıyla  olanaklı olabilmiştir(Güzel,1993:296-297).
 
 
[3] Kadro ayrılığı dışta bırakılacak olursa, Nazım Hikmet muhalefeti de dahil olmak üzere TKP içindeki ayrılıkların programatik kapsamına ilişkin geriye pek fazla bilgi ve belge kalmaması ya da var olanların su yüzüne çıkarılmaması son derece ilginçtir. Bu yüzden ayrılıklar daha çok kişisel çekişmelere dayalı gibi gözükmektedir Komintern belgelerinin, SSCB arşivinin ve TKP arşivinin açılması ve belgelerin yayınlanmaya başlamasıyla bu sorunlar giderek daha da azalmaktadır. Fakat yine de şu ana kadar ortaya konulan belge ve bilgilerin yeterli olduğunu söylemek zordur.
 
[4] Karaca ise tam tersi bir bilgi vermektedir: “ TSP yönetimi zaten suni olarak yaratılan ve pek emin olmayan bir özgürlük ortamında legal faaliyete  giriştiklerinin bilincindeydiler. Bunun için yer altındaki bir çok devrimciyi  ortaya çıkararak harcanmalarına neden olabilecek politik teşkilatlanmalardan çok, sendikalar kurarak, işçilerin geniş şekilde bu sendikalarda toplanmasını istiyorlardı(Karaca, 1988:1930). Fakat 1946 yılında kapatıldıktan sonra, 1950 yılında yeniden yasal olarak kurulana kadar ve ondan sonraki süreçlerde bu partinin yöneticilerinin yasal parti dışında hiç bir örgütsel oluşum çabasına girmemeleri Karaca’nın TSP’nin gizli örgütlenmenin önemi konusunda son derece hassas olduğu iddiasını hayli zayıflatmaktadır. Bizim edindiğimiz izlenime göre TSP’nin ilk kuruluş yıllarındaki bu hassasiyeti illegal kadroların deşifre olmamasını ve gizli faaliyetin kesintisizce yürütülmesini sağlamaktan çok, illegal partiden gelmesi muhtemel müdahalelere karşı bir kuramsal kalkan oluşturma gayretidir.
[5] TSP ve TSEKP’nin örgütlendiği işkolları, Güzel’in R.Nuri İleri, Kemal Sülker ve kendi araştırmalarına dayaranak belirttiği gibi çok büyük ağırlıkla bu iki partinin kısa süreli siyaset hayatlarında ulaşıp örgütlendikleri işkolları olmayıp 1908’den beri süregelen sosyalist çalışmaların birikimleridir. Bu işkollarında  sosyalizme ilgi  ve işçi örgütlenmesi  konularında bir deneyim birikimi ve süreklilik söz konusudur (2003:297).
[6] Yalçın Küçük, Türkiye Üzerine Tezler isimli eserinin ikinci cildinde bazı arşiv belgelerine dayanarak, Sovyetler Birliği’nin Türkiye’den bu yönde isteklerde bulunduğu iddiasının gerçek dışı olduğunu belirtmektedir(Küçük,...:...).
[7] 1951 Operasyonları sırasında İzmir’de 1947 yılında kurulan  İl Komitesi’ne Şükrü Dinsel adında bir ajanın sızdığı, daha sonra da İzmir örgütüne bu ajanın yardımıyla İbrahim Turan ve Behçet Şener adlı ajanların girdiği; Ankara örgütüni ise 1946 yılında Necdet Günçakın ve 1948’de Sabahattin Orbay adlı ajanların sızdığı  ortaya çıkmıştır(Şen,1998:20-22).
[8] Suphinin öldürülmesi ve Ankara’da Halk İştirakiyun Partisi’nin kapatılması ve bunlar karşısında Komintern ve SSCB tarafının benimsediği suskunluk  bu sırada Komintern toplantısı’nda bulunan Türk delegeler için şok etkisi yarattı. Bu durumu protesto eden Türk delegelerine seslenen SBKP MK ve Komintern Yürütme Kurulu üyesi olan Radek şunları söylüyordu. “ Türk komünistlerine partiyi kurduktan sonra ilk ödevlerinin Anadolu’daki Ulusal  Kurtuluş Savaşı’nı desteklemek olduğunu söylememizden ötürü bir an bile pişman olmadık...kendinizi baskılara karşı koruyun... fakat unutmayın ki kesin savaşa girişeceğimiz an henüz gelmemiştir, daha çok yolumuz var” (Zarakolu,1988:1865).SSCB Dışişleri Bakanı Çiçerin ise aynı tarihlerde Suphi’lerin ölümünün bir “kaza” olduğunu belirten resmi bir açıklama yapmıştır(Sayılgan,1972:182).
[9] Fakat artık,  bu uygun koşullar sadece Türkiye içindeki güç dengesi olmaktan çıkmış ve Türkiye-SSCB ilişkilerinin gözetilmesi ve aceleci hamlelerle” riske edilmemesi de bu uygun koşullara dahil olmuş oluyordu.
[10] O dönemin Komintern Başkanı Zinovyev, Komünist Enternasyonal Yürütme Kurulu (KEYK)’nun  25 Mart 1925 tarihli Genişletilmiş Toplantısı’nda  “Dünya Devrimi ve İzleyeceği Yol” üzerine düşüncelerini belirtirken dünya devrimi açısından devrimci durumun varlığını koruduğunu ve fakat zincirin zayıf halkasının Doğu’ya kaydığını ve Doğu’daki devrimci gelişmelerin Komintern tarafından aktif biçimde desteklenmesi  gerektiği saptamasını yapmıştır(Şen,1998:74-77).

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

PAPAZIN BAĞI: BİR CENNET PARÇASININ HİKAYESİ...

ANKARA’NIN İKİ YÜZYILANA DAMGA VURMUŞ BİR TARİHİ YAPIT: ABİDİNPAŞA KÖŞKÜ

şarap,kadın,şiir...-şiir-