SOSYAL DEMOKRASİ VE TÜRKİYE SOSYAL DEMOKRASİSİ...


*Bu uzun makele1995 yılında yazılmıştı. Temel fikirleri olarak hala yaşanan süreci açıkladığını ve öne sürdüğü görüş ve tezlerin geçen süre tarafından eskitilmekten çok doğrulandığı düşüncesiyle okurla paylaşılmak istenmiştir...
 
SSCB ve Doğu Avrupa’daki çöküşün ardından, muhafazakarıyla,liberaliyle sağ çevrelerdeki sevincin bir benzerini sosyal demokrat partilerde de görmek mümkündü. Bu olayın “serbest piyasa ekonomisinin” kesin üstünlüğünü kanıtladığı iddialarının, “tarihin sonu” tezlerinin bir başka biçimi de sosyal demokrat partiler tarafından dile getiriliyordu. Sosyal demokratlara göre bu çöküş,”sosyal piyasa ekonomisi”nin “komuta ekonomisine” üstünlüğünü kanıtlamıştı.Tarih, bu çöküş aracı­lığıyla, sosyal demokrasi ve “ihtilalci sosyalizm” arasındaki yüzyıllık savaşta sosyal demokratların haklı olduğunu göstermişti. Nitekim W. Brandt ölümünden birkaç hafta önce, eski sosyalist ülkelerdeki çöküşü değerlendirirken, “Haklılığımız kanıtlandığı için sevinç duyuyorum” diyordu.
Oysa tam da bu sevinç sözlerinin sarf edildiği dönemde, sosyal demokrasi gittikçe derinleşmeye başlayan bir bunalımla yüzyüzeydi. Ingiltere’de İşçi Partisi, Thatcher’ın hiç de sempatik olmayan tüm politikalarına karşın, ‘79’dan bu yana bir türlü seçimlerden birinci parti olarak çıkamıyordu. Sosyal demokrasinin en köklü partisi olan SPD, ardı ardına önemli seçim başarısızlıkları yaşıyordu. Fransa’da iktidarda olan Sosyalist Parti ciddi bir erozyonla yüzyüzeydi. Yunanistan’da PASOK, Ispanya’da PSOE şanlı dönemlerini çoktan geride bırakmışlardı. Bu  sevinç ifadeleri bir yana, gerçek tablo, sosyal demokrasi açısından hiç de iç açıcı değildi.
Sosyal demokrasinin bunalımı, kapitalist düzenin uluslararası planda yaşadığı bunalımla doğrudan bağlantılıdır. Kapitalist ülkelerdeki bunalım, geçmişin “sosyal devlet”ini sarsıyor, “refah devleti” efsanesi gittikçe çökmeye başlıyordu. Duraksayan ekonomiler, artan işsizlik, yükselen enflasyon, düşen ücretler, tırpanlanan sosyal haklar, yaşanan bunalımın göstergeleri ve sonuçları olarak, tüm kapitalist dünyadaki hakim manzarayı oluş­turuyordu. Bunalım koşullarında artık klasik keynesci yaklaşımlar işlevsel olamıyordu. Aksine kapitalist kriz, sosyal devlet uygulamalarını bir yük haline getiriyor, uluslararası sermaye, yeni sağ yaklaşımlar aracılığıyla, geçmişin “sosyal devlet” yaklaşımlarına karşı da bir saldırı başlatıyordu. Amerika’da Reagan, İngiltere’de Thatcher aracı­lığıyla uygulamaya konulan kriz politikaları, sosyal demokrat partilerin “bölüşümcü” politikalarının zemini olarak kabul edilen kurumları ve araçları bir bir etkisizleştiriyordu.
Bugün sosyal demokrat partilerle, sağın geleneksel partileri arasında güncel politika anlamında dahi hiçbir ciddi farklılığın olduğu söylenemez. Sosyal demokrat partiler de, tıpkı diğerleri gibi serbest piyasa ekonomisinin üstün­lüğünü kabul etmekte, özelleştirmeyi savunmakta, esnek istihdam biçimlerinin yaşama geçirilmesi için çaba göstermekte, devletin küçültülmesinden sözet­mekte, kendi ulus devletlerinin tüm emperyal giri­şimlerine destek sunmaktadırlar.
Helmut Kohl bundan on yıl önce sosyal demokrasinin krizini çok güzel açıklıyordu: “Almanya’daki muhalefet partisini anlamakta güçlük çekiyorum.” diyordu Almanya’nın ünlü “muhafazakar” lideri ve sonra ekliyordu: “Bütün temel politikalarda bizim dediklerimizi acemice ve utangaçça yinelemekten başka bir şey yaptıkları yok. Sonra da seçim yenilgisine ağlıyorlar. Alman halkı aslı yerine niye taklitlerine oy versin ki?”
Sosyal demokratlar ise  bu bunalımı kısmi ve palyatif önlemlerle hafifletmek çabası içindeler. Bu önlemlerin en sık rastlananı ise lider değişiklikleri ve vitrin yeni­lemeleridir. Ne var ki bu değişiklikler sözkonusu bunalımın atlatılması bir yana, hafifletilmesi açısından dahi kayda değer hiçbir sonuç üret­memektedir.
Türkiye’de de sosyal demokrat partiler ciddi bir erozyon ve bunalımla yüzyüzeler. Sosyal demokratlar son on yıl içinde iki kez koalisyon ortağı olarak hükümette yer aldılar ve bu süreçte neo – liberal politikaların  bizzat uygulayıcısı oldular.Muhalefette oldukları dönemlerde ise ciddi bir muhalefet yürütmekten uzak bir görüntü sundular. Durum böyle olunca sosyal demokrat partilerin, ciddi bir prestij kaybıyla ve giderek bir varlık yokluk sorunuyla yüzyüze kalmaları da kaçınılmazlaşıyor.
 Kriz, Türkiye’deki sosyal demokrat partileri Avrupa’daki hemcinslerine göre daha hızla eritiyor. Çünkü Avrupa’daki parti­lerin çok daha köklü tarihsel temelleri var. Bu partilerin Avrupa işçi ve emekçileri şahsında geçmişten gelen küçümsenmeyecek bir prestijleri sözkonusu. Nite­kim, bu partiler büyük bir güven kaybı yaşamalarına karşın, Türkiye’dekiler gibi hızlı bir çöküş yaşa­mamışlarsa ve hatta bazı ülkelerde, ehven-i şer olarak yeniden birinci parti durumuna gele­bilmişlerse, bunun temel nedeni de bu özellikleridir. Türkiye’deki sosyal demokrat partiler böyle bir tarihsel geçmişe ve o geçmişten gelen o tür bir prestije de sahip olmadıkları için, erime süreçleri de o denli hızlı ve sarsıcı olmaktadır.
Şimdilerde bu partiler, krizi geçici de olsa hafifletebilmek, varlıklarını idame ettirebilmek için çeşitli çabalara yönelmiş bulu­nuyorlar. Ama kriz çok temelli, krizin kökleri çok derinde ve yapısal olduğu için, bu tür girişimler de hiçbir sonuç vermeyecektir. Sosyal demokrasinin yakın geleceğinde, çok daha küçülmek ve daha fazla bölünmek vardır.
 
I- DEVRİMCİ SOSYALİZMDEN REFORMİST “SOSYALİZME”

A. Reformistleşmenin Maddi-Nesnel Temeli

Sosyal demokrat partilerin tarihsel köklerine inildiğinde, bu partilerin başlangıçta devrim yoluyla sosyalizme geçmeyi hedefleyen marksist işçi partileri oldukları görülür. Sosyal demokrat partiler, o tarihlerde kapitalizmi devrimci yolla yıkmayı, onun eşitlikten uzak ve anarşik yapısına bir işçi sınıfı devrimiyle son vermeyi hedeflemekteydiler. Özel mülkiyete son verip toplumsallaştırmayı gerçekleştirmek, piyasa ekonomisi yerine plan­lamayı geçirmek bu partilerin en temel programatik hedefleriydi.
Görünürde bu hedefler uzun süre de korundu. 1. Savaşa kadar bu partiler, kapitalist düzeni devrim yoluyla yıkmayı ve işçi sınıfı iktidarını hep savuna geldiler. Ama tarih 1. Savaşa doğru evrildiğinde, “devrimci görevler” çok daha acil ve pratik sorunlar olarak bu partilerin önüne çıktığında, görüldü ki, bu partiler kökleri geçmişe dayanan, ciddi bir iç değişim yaşamışlardır. Sözkonusu partilerin istis­nasız tümü, “devrimci görevlere” yüz döndüler ve kendi ulusal devletlerinin  saflarında yeraldılar. Işte bu değişim süreci, aynı zamanda bu partilerin devrimci sosyalizmden reformizme evrilmeleri sürecidir de. Peki, nedir bu değişim süreci? Nasıl ve hangi temellerde ortaya çıkmıştır? Kendini nasıl ortaya koymuştur?
Bu partilerin ortaya çıktıkları gelişip güçlen­dikleri dönem, kapitalizmin nispeten istikrarlı ve barışçıl bir gelişme yaşadığı bir tarihsel süreçtir. Paris Komünü ile 1. Emperyalist Savaş arasında kapitalizmin uzun bir barışçı gelişme dönemi uzanır. Bu partilerin ve bunların uluslararası örgütü olan 2. Enternasyonal’in kurulduğu, içinde faaliyet yürüttüğü ve geliştiği süreç, esas itibariyle bu barışçıl süreçtir. Kapitalizmin bu barışçıl döne­minde, tek tek ulusal sosyal demokrat partiler işçi sınıfını henüz uzak görünen devrime hazırlama göreviyle yüzyü­zeydiler. Sınıf mücadelesinin nispeten zayıf olduğu bu koşullarda ise, sözkonusu hazırlığın kapsamını eğitim, genel bir propaganda çalışması, sendikal ve parlamenter mücadele oluşturuyordu. Durgunluk koşulları, yasal mücadelenin yarattığı alışkanlıklar, kısmi kazanımlar alanında elde edilen küçüm­senemez başarılarla birleşerek, 2 .Enternasyonal’ de örgütlü bulunan partiler üzerinde son derece önemli etkiler yarattı ve onlardaki reformist eğilimleri güçlendirdi.
Bu süreç, Avrupa işçi hareketi ve bu partiler üzerinde, yalnızca bu anlamda bir bozucu sonuç yaratmadı. Bu sürecin, sözkonusu partilerin refor­mist bir çizgiye evrilmelerini koşullayan çok daha ‘ciddi sonuçları oldu. Bu açıdan en önemli sonuç, işçi sınıfi içerisinde “yaşam tarzlarıyla, dünya görüş­leriyle tamamen küçük burjuva niteliği taşıyan”  bir işçi tabakasının, bir işçi aris­tokrasisinin ortaya çıkışıydı. Burjuvazi emperyalist talan ve kapitalist gelişmenin sağladığı olanaklarla, işçi sınıfının bir kesimine belli ayrıcalıklar sağla­yarak, bunları düzene bağlayabilmeyi başardı. İşte, “devrimci sosyalizmden” “reformist sosyalizme” doğru yaşanan evrimin arkasındaki en önemli nesnel temel buydu..
Reformizme evrilme sürecinin en önemli unsurlarından ve aktörlerinden biri de işçi aristokrasisinin üst kesimini de oluşturan sendika bürokrasisiydi. 2. Entemasyonal partilerinin hemen tümü işçi sınıfı ile mevcut bağlarını sendikalar üzerinden ve dolayısıyla da sendika bürokratları aracılığıyla kurmuşlardı. 2. Entemasyonal partileri içinde sendika yöneticileri çok önemli bir ağırlığa sahiptirler. Pek çoğu bu partilerin yönetici kade­melerinde bilfiil görev almaktaydı. Bu aynı kapi­talist gelişme süreci, aynı zamanda sendikaların üye sayısının ve mali olanaklarının arttığı bir dönemdi de. Sendikalar zaten, yapıları gereği, işçi sınıfının kısmi ve güncel çıkarlarını öne çıkaran ekonomik örgütlenmelerdir. Bu örgütlerin temel uğraş alanı, işçi ücretlerinin arttırılması, iş saatlerinin kısaltılması, sosyal güvenlik önlemlerinin genişletilmesi vb. kısmi sorunlar üzerinde odaklanmaktadır. Dolayısıyla nihai hedeften çok güncel çıkarlarla ilgilenirler. Bir de, eğer içinde yaşanılan süreç bir kapitalist geniş­leme süreci ise ve nispeten barışçıl mücadelelerle kısmi kazanımları elde etmek mümkün olabiliyorsa, sendikaların nihai hedefle bağlarını koparmaları olasılığı çok daha güçlü demektir. Bu tür kapitalist genişleme dönemlerinin sendika bürokratlarına önemli iktisadi ve sosyal , imtiyazlar tanınmasıyla elele yürüdüğü de düşünülürse, bu kesimin niçin devrimci çizgiden uzaklaşarak reformist bir zemine kaydığı ve partiyi de bu tür bir çizgiye doğru itelediği de daha anlaşılır olacaktır.
Reformistleşme sürecini besleyen bir başka önemli öğe ise,sosyal demokrat partilerin kısa zamanda oy sayı­larını ve parlamentodaki etkinliklerini arttır­malarıydı. SPD’nin daha 1877 yılında oyları yarım milyona parlamentodaki sandalye sayısı ise 35’e ulaşmıştı. 1890’lara gelindiğinde ise SPD’nin oyları %20 gibi büyük bir orana ulaşmıştı. 19. yüzyılın son çeyreği ile 20. yüzyılın ilk çeyreğinde ise, sosyal demokrasi Avrupa’nm oy desteği açısından en güçlü politik akımı haline gelmişti. Barışçıl dönem, istikrarlı bir kapitalist gelişme, bu gelişmeden işçi sınıfının bir bölümünün pay alması, ardarda gelen seçim başarıları , parlamentolarda önemli bir varlık haline gelmek vb., tüm bu etkenler bir arada , bu partilerin gündemini de değiştirmeye başladı. Giderek, “nihai hedef’ zaman zaman hatırlanan bir “uzun gelecek” sorunu haline geldi. Seçimler, milletvekilliği sayı­sının arttırılması, parlamentodaki gücün büyü­tülmesi, işçi sınıfının iktisadi-sosyal kısmi kaza­nımlarını genişletmek, bu partilerin temel öncelikleri olmaya başladı.
 

B- Reformistleşmenin Programatik Göstergeleri

Şimdi de, kısaca da olsa, bu reformistleşmenin kendini öncelikle hangi sorunlarda ve alanlarda ortaya koyduğu konusuna değinelim.
Seçimlerde elde edilen başarılar, sosyal demokrat partilerde seçimlere katılmaktan ne beklenmesi gerektiğine ilişkin yeni bir tartışma doğurdu. Bu konuda daha önce ortaya konmuş bulunan yaklaşımlar revize edilmeye başlandı. Sosyal demokrat partiler, ilk dönemlerinde parlamento seçimleri sorununu “devrim ve sosyalizm” hedefine bağlı olarak ele almakta, seçimleri bu amaç doğrultusunda bir propaganda ve ajitas­yon vesilesi olarak kabul etmekteydi.
Reformistleşme süreciyle beraber, bu temel yaklaşımlar sorgulanmaya ve değiştirilmeye başlandı. Seçimler artık “sosyalizme ulaşmada”, “emekçi kitlelerin kurtuluşu” davasında son derece belirleyici bir yere yerleştiriliyordu. Kapitalist sistem yıkılmadan elde edilen kısmi kazanımların işçi sınıfını kurtuluşa ulaştıramayacağı, dahası bu kazanımların kalıcı hale getirilemeyeceği doğrul­tusundaki yaklaşımlar tümüyle terkediliyor, tersine; sosyalizme geçiş evrimsel-tedrici bir süreç olarak tanımlanmaya başlanıyordu. Sosyal demokrat partiler iktidara gelecek, sosyalizme geçiş doğrul­tusunda önemli reformlar gerçekleştirecek ve bu reformların birikmesi sonucunda da kapitalist sistemden sosyalizme geçilecekti. Sosyal demok­ratlar artık, reformların, işçi sınıfının gücü sayesinde, kapitalist sistem içinde de kalıcı olabileceğini savunuyorlardı. Zaman zaman ikti­dardan uzaklaşmaları bile bu süreçte esaslı kesintiler yaratmayacaktı. Böylece, sosyal demokrat partiler ilk önce üstü örtülü olarak, daha sonra ise açık bir biçimde “burjuva demokrasisi”nin sunduğu çerçeveyi esas almaya başladılar. “Burjuva demokrasisi”, artık devrim yoluyla “proleter demok­rasisi”  ile değiştirilmesi gereken bir olgu olarak değil, işçi sınıfına sosyalizme barışçıl yoldan geçme olanaklarını sunan bir tarihsel aşama ve kazanım olarak değerlendirilmeye başlandı.
Bir kez bu çerçeve kabul edilip seçimlere bu denli özel bir rol atfedilince, kaçınılmaz olarak ortaya seçim yoluyla iktidara gelebilmek için yeterli oy desteğini sağlamak gibi bir başka sorun çıkı­yordu. İşçi sınıfının toplam oyları sosyal demokrat partiyi iktidara getirmeye tek başına yetmeyeceğine göre, o zaman ne yapılmalıydı? Marksizmin ilk ve en ünlü “revizyonisti” Bernstein, bu soruyu yıllar önce, daha henüz 1890 yılların başlangıcında sormuş ve yanıtını da çok açık olarak vermişti. Sosyal demokrat parti bir “halk partisi” haline gelmeliydi. Sosyal demokratlar bu alanda “reviz­yonist öncü”leri kadar cesaretli davranamamış, halk partisi olduklarını açık açık ifade etmeye başla­maları için bir iki on yıl daha geçmesi gerekmiştir. Ne var ki, parti teorisyenleri daha o zamanlardan itibaren, zımni olarak partinin sınıfsal kimliğini sorgulayan yaklaşımlar geliştirmişlerdir. İlk başlarda işçi sınıfının toplumun diğer kesimlerini oy desteği anlamında kazanması gerektiğinden sözedilirken, daha sonraları “zanaatkarlar, yazarlar, beyaz yakalılar” vb. işçi sınıfının içine dahil edilerek, partinin giderek “küçük burjuva tabakalara” , “orta sınıflara” dayanmaya başlamasının “kuramsal” olarak da önü açılmış oldu.
Sosyal demokrat partilerin yaşadıkları bu reformistleşme sürecinin izlerine, çok daha önceleri, (örneğin 1 890’lı yıllarda “ Bernstein revizyonizmi “ şahsında ve yine örneğin 1907’de ortaya atılan “sosyalist sömürgecilik” yaklaşımı şahsında vb.) rastlanmakla beraber, daha önce de belirttiğimiz gibi, bu sürecin kendini bütün çıplaklığıyla ortaya koyması 1. Savaş döneminde olmuştur. 1. Savaş sırasında sosyal demokratlar, “ulus­lararası proletaryanın enternasyonalist devrimci davasından” yana değil, kendi ulusal devletlerinden yana saf belirlemişlerdir. Böylesine kritik bir dönemde saflarını kendi ulusal devletlerinden yana belirlemeleri sayesinde sosyal demokratlar kendi ulusal devletleri tarafından da, eskiye göre daha hayırhah bir tutum görmeye başladılar.1.Savaşı izleyen günlerde yaygınlaşan kitlesel eylemler, genel grevler, çeşitli ayaklanma giri­şimleri, gelişmiş kapitalist ülkelerdeki istikrarı ciddi ölçüde tehdit etmekteydi. Bu koşullarda istikrarın sağla­nabilmesi açısından en etkili olabilecek partiler, işçi sınıfı üzerinde hala belirli bir otoritesi olan sosyal demokrat partilerdi. Nitekim, 1. Emperyalist Savaşın ardından pek çok sosyal demokrat parti, yıllardır kendisine karşı mücadele yürüttüğü sermaye kesimlerinin de oluruyla, pek çok ülkede iktidar partileri haline gelmişlerdir.
çok ciddi bir açmazla da yüzyüze kaldılar. Sözde de olsa, hala sosyalizmi bir hedef olarak kabul ediyorlardı. 0 güne kadar, iktidara geldiklerinde toplumsallaştırma ve planlı ekonomiye geçiş doğrultusunda ciddi reformlar gerçekleştireceklerini vaadedegelmişlerdi. Şimdi, aşağı yukarı tüm Avrupa ülkelerinde iktidardaydılar. Ne yapacaklardı? Vaadettikleri reformlara girişseler,bu, mevcut kriz koşullarında kapitalist ekonominin çöküşe sürüklenmesini hızlandıracak bir tutum olacaktı. Kapitalizmin krizine, sistemin kendi mantığını esas alan politikalar ile çözüm üretmeye çalışsalar, bu durumda da sosya­lizme yönelik bütün iddialar “kocaman bir yalan” haline dönüşecekti. Sosyal demokrasi böylece, ilk kez ciddi bir “kimlik krizi” ile yüzyüze kalıyordu.
Onlar, tercihlerini ikinci doğrultuda kullandılar ve böylece kapitalist düzenle ve ulusal devletlerle bütünleşme sürecinde çok önemli bir adım daha atmış oldular. Sosyal demokrat hükümetler, iktidarlan döneminde mevcut sistemin kendisini yeniden üretmesini sağla­yacak ekonomi politikalar uyguladılar. Sonuçta da bugünküne benzer bir krizle karşılaştılar. İngil­tere’de İngiliz İşçi Partisi, iktidara geldiği 1924 yılından sonraki iki yıl içerisinde büyük bir gürül­tüyle çöktü. Almanya’da, Fransa’da, Avusturya’da sosyal demokrat partiler, içine düştükleri bunalımın bir sonucu olarak, bölündüler ve büyük bir dağılma yaşadılar. Sonuç sosyal demokrasi açısından tam bir iflastı. “Reformcu yoldan sosya­lizme geçiş”  söylemi,  kısa sürede büyük bir hayal kırıklığına dönüştü. İşçiler ve toplumun diğer emekçi kesimleri yığınlar halinde sosyal demokrat partilerden uzaklaştılar. Ama sosyal demokrasinin bu kara dönemi, o tarihlerde son derece kısa sürdü. “Sosyalizm” vaatleriyle “devrimci sosyalizm”den kurtardıkları kapi­talizm, yeni bir büyüme sürecine girdi. Ve böylece,sistem bir anlamda sosyal demokratlara da  vefa borcunu ödeye olanaklarına kavuştu. Kapitalizmin bu iç talebe dayalı büyüme süreci sosyal demokrasiyi de  krizden kurtarmış oldu.
 
II-Reformist “Sosyalizm”den Burjuva REFORMİZMİNE
 1930 ile ‘50’li yıllar arası dönem sosyal demokrasi açısından bir kriz ve kimlik arayışı süreci olarak yaşandı. Sosyal demokrat partiler iktidarları döneminde toplumsallaştırma, planlama gibi temel yaklaşımları terkettikleri gibi , işsizlik, ücretlerin düşüşü gibi işçi sınıfının güncel sorunlarına yönelik “bölüşümcü” politikaları bile hayata geçi­rememişlerdi. 0 gün de, tıpkı bugün olduğu gibi, sermaye kesimlerinin anti-kriz politikalarının icraatçısı konumuna düşmüşlerdiBu durum ise sosyal demokrasiyi ciddi bir varlık yokluk sorunuyla karşı karşıya getirmişti. Şimdi ne yapılacaktı? Sosyal demokrasi ümitsiz bir şekilde bu soruyu yanıtlamaya çalışırken aradığı yanıt, sermaye cephesinden ve Keynes aracılığıyla geldi.
Keynes bir sosyal demokrat değildi ve amacı sosyal demokrasiye çözümler oluşturmak değil, kapitalizmin krizden kurtulmasını sağlamaktı. Ne var ki önerdiği politikalar, talebi ve istihdamı arttırmaya dönük özellikler taşıdıkları ve devlet müdahalesini ve planlamayı önemli bir araç olarak öngördükleri ölçüde, sosyal demokratların arayışına da bir yanıt oluşturdu. Ve sosyal demokrasinin yaşadığı krizi atlatması açısından önemli bir işlev gördü
Sosyal demokratlar Keynes ‘in yaklaşımlarını, kendi ideolojik açmazlarını gider­mek amacıyla yeniden yorumladılar. Daha sonra da, önerilen bu yeni sermaye birikim tarzının bizzat uygulayıcıları oldular. Sosyal demokratlar bu süreçten sonra toplumsallaştırma tasarımını bütünüyle reddettiler. Toplumsallaştırmayı devletleştirme derekesine indirgediler. Devlet­leştirmeyi de özel işletmeciliğin verimli olmadığı alanlarla sınırlı, teknik bir ekonomi politika aracı olarak görmeye başladılar. Özel mülkiyetin ve piyasa ekonomisinin planlama ve devlet mülki­yetiyle birlikte bulunduğu bir “karma ekonomi” savunuculuğu yapmaya başladılar. Sosyal demok­ratlara göre, bunların yanyana bulunması zararlı olmak bir yana, aksine, ekonominin gelişmesi, işçi sınıfı ve emekçilerin yaşam düzeylerinin yüksel­tilmesi açısından yararlıydı.
Burada, kaçınılmaz olarak bir soru ortaya çıkı­yordu. Özel mülkiyetin ve piyasanın ortadan kaldırılmadığı, dahası bunların ekonominin teme­lini oluşturduğu bir sistemde, nasıl olacaktı da ekonomi işçi ve emekçilerin çıkarına olarak yönlendirilebilecekti? Sosyal demokratlar bu soruya şu şekilde yanıt veriyorlardı. Sosyal demokratlara göre, üretim araçlarına sahip olmakla yönetim erkini kullanmak arasındaki ilişki, klasik marksist yaklaşımın sandığı gibi birbiriyle çok sıkı ilintili olan olgular değildi. Üretim araçlarına sahip olmadan da, iktidarı elde tutarak ve devletin ekonomiyi yönlendirme araçlarını etkin bir tarzda kullanarak işçi ve emekçiler lehine ekonomi politikalar uygulamak mümkündü. Bütçe, para ve kredi politikası, devletleştirme vb. araçları kullanabilmek, bu açıdan, üretim araçlarına sahip olmaktan çok daha belirleyiciydi vb.
Bu yaklaşım biçimi, daha henüz 1 900’lü yılların başında şekillenmeye başlayan  “burjuva demok­rasisi”yle barışmak eğiliminin artık tüm sonuçlarına ulaştırıldığını da göstermekteydi. Sosyal demok­ratlara göre, kendi “devlet anlayışları” libe­ralizmden de Marksizm’den de aynlmaktaydı. Liberal yaklaşımda devlet, bireylerden oluşan topluluğun ortak yararlarının temsilcisi ve bireylerin ortak çıkarlarının koruyucusu ve savunucusudur. Bu anlayışa göre devlet, sınıfsal çelişki ve çatış­malardan tümüyle soyutlanmıştır. Marksizm’e göre ise devlet egemen sınıfın elindeki egemenlik aracıdır. Sosyal demokratlara göre Marksizm’in bu yaklaşımı, kapitalizmin ilk dönemleri, için doğru olsa da, çoğulcu demokrasi geliştikçe, işçi sınıfı kendi partisi aracılığıyla bu demok­raside yerini almaya başladıkça, burjuva demok­rasisinin niteliği de buna paralel olarak değişmeye başlamıştır. Bugün devlet, hem bir sınıfsal gerçeği yansıtmakta ama hem de sınıfsal ayrımlar ve çatışmalar karşısında tarafsız olabil­mektedir. Modern devlet sınıf dengelerin somutlaştığı, sınıf uzlaşmasının pratikte biçimlendiği bir diyalog ve barışçıl çatışma zemini haline gelmiştir. Burjuva demokrasisi, işçi sınıfı mücadelesiyle karar merkezlerini etkilemek olanağını arttırdıkça, o ölçüde “sola” kaymıştır. Bu gelişmeler bir anlamda devlet iktidarının paylaşılması olanağının ortaya çıkması demektir. İşçi sınıfı gücü oranında aynı devleti kendi çıkarları doğrultusunda kullanabilmektedir ve artık işçi sınıfı da, partisi ve sendikaları aracılığıyla iktidar süreçlerine katılabilmektedir.Dolayısıyla, çoğulculuğa sahip çıkmak ve onu korumak her şeyden ve herkesten önce işçi sınıfının  yararınadır.
Böylece sosyal demokrasi, özel mülkiyeti ve piyasa ekonomisini ortadan kaldırma hedefinden, toplumsallaştırma ve planlama projesinden tümüyle ve açık bir şekilde vazgeçiyordu. Devletin sınıf niteliği ile ilgili yeni yaklaşımlarıyla, doğal ve kaçınılmaz olarak burjuva iktidarını bir devrim yoluyla yıkıp yerine işçi sınıfı iktidarını kurmak hedefi de devre dışı bırakılmış oluyordu.. Sosyalizm,  kitlelerin sosyal ve ekonomik gücünü arttırmak, sosyal adaleti sağla­mak, sosyal güvenlik önlemlerini yaygınlaştırmak gibi kısmi kazanımların kendisiyle özdeşleştiriliyor, artık “üretimde değil tüketimde/bölüşümde sosya­lizm” savunuluyordu. Sosyalizm, daha adil bir kapitalizm hedefine bağlı, ahlaki bir kategori haline getiriliyordu.
Sosyal demokrat partilerin “burjuva demokrasisi” ile  bütün­leşmesinin bir başka önemli göstergesi de enter­nasyonalizm perspektifinin tümüyle terkedilerek, yerine milliyetçi bir yaklaşımın ikame edilmesidir. “İşçi sınıfının yararına olan sermayenin de yararına olabilir; sermayenin yararına olabilen işçi sınıfının da yararına olabilir. Önemli olan, kesimsel yarar­larla ulusal bütünün yararlarını birleştirebilmektir.” Sosyal demokrasinin işçi sınıfı enternasyonalizmini tümüyle devre dışı bırakan ve onu “ulusal bütünün” yararlarına tabi kılan yeni milliyetçi politikasının temel mantığı özet­le bu şekildedir
Sosyal demokrasi -bir kaç temel nedeninin bir arada bulunması nedeniyle- bu politikaları uzun yıllar ciddi bir krizle yüzyüze gelmeden, kendi hedefleri açısından başarılı sayılabilecek bir biçimde uygu­layabilmiş, işçi sınıfının ve emekçi kesimlerin bu politik çerçeve üzerinden desteklerini alabilmeyi başa­rabilmiştir. Kapitalizmin yaşadığı büyüme dönemi ve bu büyüme döneminin özellikle tüketim malları üretimin yaygınlaştırılmasına dayalı bir birikim modeli çerçevesinde gerçekleşmesi, sözkonusu temel nedenlerin en önemlisidir. Ozellikle tüketim mallarının üretiminin yaygınlaşması, ücreti salt bir maliyet unsuru olmaktan çıkarıp aynı zamanda bir talep unsuru haline getirmiş, işçiler bu süreçte tüketim mallarını edinebilmek imkanlarına kavuş­muştur. Bu durum sınıf mücadelesinin ve dolayısıyla sınıf bilincinin “ılımlılaşması” için uygun bir ortam yaratmıştır. Aynı zamanda bu ülkelerin yakın  geçmişlerindeki toplumu ve sistemi sarsan ciddiyetteki sınıf mücadelelerinin yarattığı korku ve sosyalizmin dünya üzerinde kapitalizm açısından ciddi bir tehdit edici güç haline gelmesi, gelişmiş kapitalist  ülkeleri kendi işçi sınıflarına belli tavizler vererek dizgin­lemek doğrultusunda motive etmiştir. Bu koşullar altında sosyal demokratlar “işçi hareketinin özgül yararlarıyla ulusal bütünün genel yarar­larını uyumlulaştırmak” yeteneğini gösterebilmişlerdir.
*Ne var ki tüm bunlar yalnızca sosyal demokrat partilere has uygulamalar da değildi. Talebi artırıcı politikalar kapitalizmin o dönemki birikim sürecinin gerekleriyle doğrudan bağlantılı  uygulamalar olduğu için, salt sosyal demokrat hükümetler değil muhafazakar sağ hükümetler de temelde benzer politikaları uygulamışlardı. Muhafazakar hükümetlerin iktidarlarında da istihdam ve talep arttırıcı, kamu harcamalarının büyütülmesine dayalı ekonomi politikalar uygulandığı gibi, yer yer devletleştirmelere başvurulduğu bile olmuştur. Aradaki  fark sosyal demokratlar bu politikaları sınıfsal argümanlar eşliğinde uygularlarken, muhafazakar partiler, “bireyleri” öne çıkaran ideolojik argü­manlara dayanmışlardır.
l970’li yıllarla birlikte iyice derinleşen kapi­talizmin uluslararası krizi, sosyal demokrasinin bir politik akım olarak üzerinde iş gördüğü ve güçlendiği zemini de ortadan kaldırmaya başla­mıştır.Gerek büyüme sürecinin sona ermesi, gerek “Keynesçi” kapitalist birikim tarzında yaşanan tıkanma, gerekse eski sosyalist ülkelerdeki gerileme ve çöküş süreci, sosyal demokrasinin politik etkinliğini sağladığı iktisadi-siyasi koşullarında köklü olarak değişmesi anlamına geliyordu. Sosyal demokrasi bir kez daha bir krizle yüzyüze kalı­yordu. Ve bu kriz geçmiştekine göre çok daha köklü ve kalıcıydı.
 
III- Kriz, Sosyal Demokrasi
ve Bir Kez Daha
“Aslolan Sermaye Düzenidir”
 l970’li yıllarda, kapitalist düzenin buna­lımındaki derinleşmeyle paralel olarak, sosyal demokrasi de bir bunalıma sürüklendi. Zira kriz koşullarında artık, “hem emekçi sınıflara kısmi kazanımlar sağlamak, hem sanayileşme ve büyü­meyi devam ettirmek ve hem de sermayenin varlı­ğını ve gelişmesini garanti altına almak” imkanları tümüyle daralmış durumdaydı. Kriz, işçi ve emekçilerin güncel çıkarlarını sermayenin çıkar­larıyla uyumlulaştırmaya dayalı politikaların uygulanma şansını ortadan kaldırıyordu.
Uzun yıllar enflasyonun %2’ler civarında seyrettiği Avrupa’da, krizle beraber enflasyon %20’lere tırmanmıştı. Geçmişte “istihdam cenneti” olmakla övünen gelişmiş kapitalist ülkelerde işsizlik oranı %10-1 5ler düzeyine ulaş­mıştı. Genel bir durgunluk, sıfır büyüme, yatırımlardaki azalma vb. krizin diğer önemli göstergeleriydi. Bu koşullarda, sosyal devlet uygulamaları, kriz içindeki kapitalist ekonomiler için bir yük haline gelmeye başladı. “Uzlaşma”, “devletin payla­şılabilirliği” vb. söylemleri gerçek hayat tara­fından bir kez daha ciddi bir sorgulamayla yüzyüze kalıyordu, ulusal devletler sermaye merkezli ve işçilerle emekçilerin yaşam koşullarını kötüleştiren anti-kriz politikaları yürürlüğü koyuyorlardı.Yürürlüğe konulan anti-kriz politikala biri de geçmişin sosyal devlet uygulamalarını tasfiye etmekti. Saldırıya uğrayan, sosyal demokrasinin en önemli “meşruiyet” aracıydı. Zira sosyal devlet kavramıyla özetlenen kısmi kaza­nımların işçi ve emekçilere sağlanabilmesi, sosyal demokrat politikanın kilit noktasını oluşturuyordu. Şimdi işte, bu “meşruiyet aracı” ortadan kalkıyor ve bu sürece bağlı olarak sosyal demokrasi yeniden derin bir kimlik bunalımıyla yüzyüze kalıyordu.
Sosyal demokratlar ilk başta bu neo-liberal kriz poli­tikalarına karşı bir muhalefet yürüttüler. Mevcut krizin “neo-keynesyen” politikalar aracı­lığıyla aşılabileceğini iddia ettiler. Ne var ki, hükümet oldukları ya da hükümete ortaklık ettikleri her ülkede pratikleri tam tersi yönde oldu, olmak zorunda kaldı. Kriz koşullarında, bölüşümcü ve istihdam arttırıcı politikalar, sermayenin karlarını daha da düşürüyor, yeni pazar alanları için sertleşen rekabette “ulusal sermaye”lerin önüne ayak bağı oluyordu. Sosyal demokratlar çok geçmeden,. kuşkusuz sermaye çevrelerinden gelen “etkin” uyanlarının da etkisiyle, için­den geçilen kriz koşullarında, sermayenin genel çıkarlarıyla emekçilerin güncel çıkarlarını uyumlulaştırmaya dayalı politikaların uygu­lanamayacağını “kavradılar”. Bu noktada yaptıkları tercih,  bir kez daha mevcut sistemin varlığını korumak ve güvenceye almak doğrultusunda.oldu. Uluslararası  sermayenin kriz politikalarına bütünüyle angaje oldular. Sosyal demokratlar artık, “eski güzel günlere” dönmek için mevcut krizin bir an önce atlatılması gerektiğini, bunun için “sermayenin rantabilitesi”ni arttırmanın, özel sermayeyi teşvik “etmenin” zorunlu olduğunu, bu süre zarfında da işçi ve emekçilerin fedakarlığa katlanması gerektiğini ifade eder oldular.
Bugün sosyal demokrat partilerle geleneksel sağ partiler arasında, temel politika tercihleri anlamında  hiçbir ciddi farklılığın olduğu söylenemez. Sosyal demokrasinin simgesi haline gelmiş olan İsveç’te, ücretlerde ve kamu harca­malarındaki kısıntılar, özelleştirme uygulamaları, bizzat sosyal demokrat parti iktidarı tarafından gerçekleştirılmiştir. Ve bu uygulamalar sonucunda 1938’den bu yana sürekli iktidarda olan Isveç sosyal demokrat partisi, 1991 ‘de seçimi kaybederek ilk kez muhalefet partisi olmak akıbetiyle yüzyüze kalmıştır. Fransa’da, iktidarının ilk günlerinde devletleştirme, istihdamı arttırma vb.yönünde poli­tikalar uygulayan Fransız Sosyalist Partisi, bu uygulamalar sermayenin krizini arttırınca, kısa sürede döngeri etmiş ve büyük sermaye çevrelerince önerilen kriz programını uygulamaya başlamıştır. Nitekim İsveç’te ve Fransa’da sosyal demokratlardan sonra iktidara gelen muhafazakar hükümetler hiçbir politika değişikliği yapmaya ihtiyaç duymadan sosyal demokratların bıraktığı yerden devam etmişlerdir. Danimarka’da sosyal devlet uygu­lamaları, işçi ve emekçilerin kısmi kazanımları bizzat sosyal demokrat hükümet eliyle tırpanlanmıştır. Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin ve İngiliz İşçi Partisi’nin durumu da özü itibariyle benzerdir. SPD, iltica yasasından Almanya’nın denizaşırı ülkelere asker göndermesi sorununa, oradan ekonomi politika konularına kadar tüm temel sorunlarda Hıristiyan demokratlarla aynı çizgidedir. İngiltere’de ise İşçi Partisi’nin yeni lideri Tony Blair, partide l983’ten bu yana iyice belirginleşen sağa kayış sürecini bütün sonuçlarıyla tamamlamak misyonuyla hareket etmektedir. Sosyal demokratlar, artık söylemde de iyece liberalleşen çizgileriyle, beklendiğinin aksine toplumun ara sınıflarından da oy alamamaktadırlar. Zira yılların kurt muhafazakar politikacısı Kohl’ün son derece doğru ve kuvvetli  ifadesiyle, “yığınlar aslı varken taklitlerine oy vermemektedir”. Sosyal demokrasi bu koşullarda tam bir açmazla  karşı karşıya  kalmakta, her geçen gün daha da erimektedir.
Sosyal demokrasinin uluslararası planda yaşadığı bunalım, temelde benzer ne­denlerle Türk sosyal demokrasisi açı­sından da söz konusudur. Hatta Tür­kiye’deki sosyal demokrat akımın ya­şadığı bunalım Avrupalı hemcinslerine göre çok daha sarsıcı ve derindir. Bunun temel nedeni ise, Türkiye’deki ekonomik yapının nispeten zayıf ve istikrarsız bir yapıya sahip olması ve dolayısıyla iktisadi krizi çok daha derinlikli bir biçimde yaşamasıdır. Tür­kiye’deki sosyal demokrasi hem uluslararası genel bunalımdan etkilenmekte hem de Türkiye ka­pitalizminin yaşadığı çok daha derin krizin so­nuçlarıyla yüzyüze kalmaktadır. Bütün bunlarla beraber geçmişinde işçi ve emekçilere kısmi ka­zanımlar sağlamak anlamında ciddi bir politik mirasa, bu anlamda da bir politik prestije sahip olmaması, Türk sosyal de­mokrasisini çok daha hızlı bir çöküşe sü­rüklemektedir.
Bugün Türkiye’deki sosyal demokrat akım bir bütün olarak ciddi bir taban erozyonuyla yüzyüzedir. Sosyal demokrat partilerin bugüne kadarki klasik tabanları işçi ve emekçilerden, şehir yoksullanndan, alevi kitlesinden ve orta sınıfın bir bölümünden oluşmaktaydı. Gelinen yerde sosyal demokrat partiler klasik tabanlarını oluşturan tüm bu toplumsal kesimleri yitirmek akibetiyle yüzyüzedirler büyük sermayenin anti-kriz politikalarını alternatif oluşturamamak,dahası bu anti-kriz politikaların bizzat uygulayıcısı olmak toplumun emekçi kesimlerini, “Kürt sorunu” konusunda klasik devlet politikasının dışına çıkamamış Kürt kökenli nüfusu ; Sivas olayları,Uğur Mumcu vb. laik aydınların katli gibi konularda kişilikli bir tutum gösterememiş olmak alevi kitleleri başta olmak üzere toplumun laik kesimlerini; ve giderek geleneksel sağ  partilerle benzeşmiş olmak “taklite değil asıla oy veren” orta sınıfları bu partiden gittikçe uzaklaştırmaktadır.
Sosyal demokrasinin bu kötü gidişe dur demek için kendi cephesinden çeşitli arayışlara girdiği görülmektedir. Bunların bir kısmı biçimsel, bir kısmı ise ideolojik-programatik arayışlardır. Bi­çimsel arayışlar pek sık belirttiğimiz gibi lider değişiklikleri, vitrin yenilemeleri, birlik girişimleri, programatik açılımlara dayanmayan yeni parti arayışları vb.dir. İdeolojik-programatik arayışlar ise çeşitli başlıklar altında toplanabilir. Klasik Kemalist anlayışa ricad eksenli “ulusal sol”; 2. cumhuriyetçiliğin sosyal demokrat görünümlü bir versiyonunu oluşturma çabaları; kent orta sı­nıflarının “kentlilik kültürüne” ve “laikperest” eğilimlerine seslenme çabaları vb. bu alandaki girişimlerin başlıcalarıdır. Bu arayışlann politik anlamı ve politik gelecekleri üzerinde daha ayrıntılı bir biçimde durmayı sonraya bırakarak, burada, tüm bunların sosyal demokrasinin krizine işaret eden etmenler olduklarını be­lirtmekle yetinelim.
Türkiye’deki sosyal demokrat akımın içinde bulunduğu bunalım, yukarıda da vurguladığımız gibi temelde Avrupa sosyal demokrasisinin bu­nalımıyla aynı nedenlere dayanmaktadır. Yalnızca, bu bunalımı Türkiye’deki sosyal demokrat akımın daha kuvvetli bir tarzda yaşamasını sağlayan önemli özgüllükler de sözkonusudur. Bunu ve sosyal de­mokrasinin Türkiye’de ne tür bir misyona sahip olabildiği sorununu daha iyi anlamak amacıyla, Türkiye’deki sosyal demokrat akımın oluşum ve gelişim süreçlerine kısaca da olsa bakmakta yarar var.
 

I-“Devlet Partisi”nden

Burjuva Reformizmine

Avrupa’da bugünkü anlamıyla sosyal demokrat akım, daha önceki bölümlerde geniş bir biçimde gösterdiğimiz gibi, devrimci marksist işçi par­tilerinin reformist bir işçi politikasına, oradan da burjuva reformizmine evrilmeleri sürecinin bir ürünü olarak oluşmuştur.. Türkiye’de ise sosyal demokrat akım, Avrupa’daki sosyal demokrat akımın oluşumuna göre farklı bir gelişim sürecinin, daha da ötesi, tersi yönde bir gelişim sürecinin ürünü olarak şekillenmiştir.
Daha sonradan sosyal demokrat bir partiye dönüşen CHP, cılız Anadolu burjuvazisi adına ulusal kurtuluş savaşını yürüten, bünyesinde as­kerler, aydınlar ve Anadolu eşrafını barındıran ve “ulusal devleti” kuran bir örgütlenmeydi. Öncelikle bir ulus devlet kurmak ve ardından da  ulusal burjuvaziyi geliştirip güç­lendirmek partinin temel hedefiydi. CHP bu ilk dönemde, bırakın alt sınıfların talepleri üzerinden politika yürüten bir sosyal demokrat parti olmayı, sınıfsal ayrımlan dahi kabul etmemekteydi. Tersine bu dönemdeki CHP, ulusal kültürü ve ulusal pazarı yaratmak hedefi doğrultusunda, toplumu “imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitle” olarak tanımlayan ve bu bakışla bağlantılı olarak devleti “sınıflarüstü bir güç” olarak takdim eden korparatist bir ideolojik bakışa sa­hipti.
CHP, bu misyonuna bağlı olarak, sermaye bi­rikimini sağlamak adına emekçi halka karşıt çeşitli politikalar uyguladı.1927 tarım buhranı ve 1929 ekonomik buhranının da etkileriyle bu baskıcı politikalar iyiden iyiye çığrından çıktı. CHP iktidarı 1925’ten sonra sen­dikaları fiilen kapattı. Bunun yerine kendi de­netiminde işçi örgütleri oluşturdu. 1940’lı yıllara kadar her türden emekçi ve muhalif örgütlenme çabasını yasakçı ve baskıcı bir politikayla ezdi.
Bu süreç CHP’yi halk kitleleri nezdinde önemli ölçüde yıprattı. 1946’da; iç ve dış etkenlerin karşılıklı basıncıyla, çok partili hayata geçilmesi ve DP’nin kurulmasıyla, kitleler tepkilerini hızla DP etrafında toplanarak ortaya koymaya başladılar. Aynı süreçte, tek parti dönemi boyunca CHP ta­rafından temsil edilen sermaye çevreleri de des­teklerini CHP’den DP’ye kaydırdılar. Sermayenin DP’ye verdiği bu desteğin arkasında çeşitli etmenler vardı. Bu etmenlerin başında kuşkusuz ki CHP’nin yıpranmışlığı geliyordu. Ne var ki yalnızca bu değil. Aynı zamanda devletçilik döneminin uygulayıcısı olan CHP’nin o güne kadar savunduğu ideolojik temalarla ve sahip olduğu alışkanlıklarla, ser­mayenin yeni yönelimleri arasında da belirli bir çelişki vardı. CHP bütün bir devletçilik döneminde “3. Yolcu” bir ideolojik çizgi izlemiş, “milli ba­ğımsızlık” ve “milli sanayileşme” bu dönemin temel argümanları olmuştur. Oysa 2. Savaştan sonra sermaye sınıfı, kapitalist dünyada oluşan yeni dengeler paralelinde uluslararası kapitalizmle bir entegrasyon sürecine yöneliyordu. Bu yönelim açısından da DP, CHP’ye göre daha uygun bir seçenekti.
Sermayenin CHP’den desteğini çekmesi, emekçi kitlelerin tepkilerini DP’ye kayarak ifade etmeleri, CHP açısından bir kimlik bunalımının başlangıcı oldu. CHP bu kimlik bunalımının dolaysız bir so­nucu olarak ardı ardına önemli seçim başarısızlıkları yaşadı. Bu peşisıra gelen başarısızlıklar da, partinin kendini sorgulamasını ve yeni arayışlara yö­nelmesini zorunlu kıldı. 1950 seçimlerini izleyen ve l960’lı yılların ortalarına kadar uzanan süreç, CHP açısından yeni bir kimlik arayışı dönemi ol­muştur. Bu arayışın ilk ifadelerine ise daha henüz
1950’li yıllarda rastlamak mümkündür. CHP, 1950 sonrasında çalışanların örgütlenme hakkından, grev hakkından, memura sendika hakkından sözeder olmuştur. Ne var ki bu arayışlar henüz o tarihlerde sosyal demokrasiye dönüşüm anlamında net bir doğrultuya sahip olmaktan uzaktır. Daha çok DP’nin ‘46-50 arası dönemde izlediği “demagojik vaat” çizgisinin bir etkisi ve yansısıdır. Bu arayışın daha kesin hatlara sahip olması, kesin bir dönüşüm haline gelmesi için 1960’lı yılları beklemek ge­rekecektir.
1960’lı yıllar, sendikal hak ve özgürlükler ek­seninde başlayan ve giderek politikleşen ey­lemliliğiyle işçi sınıfının ilk kez toplumsal mü­cadelede kendisine önemli bir kulvar açmaya başladığı yıllardır. Sol hareket 1960’lı yıllarda emekçi kitleler içinde önemli bir yankı bulmuştur. Aynı zamanda bu dönemde aydınlar ve üniversite gençliği içersinde de sol düşüncenin önemli bir destek alanı yarattığını görmek mümkündür. Daha sonraki süreçte ise yoksul köylülüğün, küçük mülk sahibi köylülerin ve bir bütün olarak küçük bur­juvazinin kitlesel hareketliliği yaygınlaşmış, bu kesimler içinde de önemli bir sol politizasyon ya­şanmıştır.
Kitle hareketliliğinin geliştiği, işçi ve emekçi yığınlar içinde sol—sosyalist düşüncelerin önemli bir kitle tabanı elde ettiği 1960-70 döneminin ilk diliminde CHP, iktidardaki koalisyon hükümetinin bir ortağıdır. 1961-65 koalisyon hükümeti dö­neminde CHP’nin sosyal demokrasiyi andırır tek icraatı; ‘63’te çıkarılan sendikal yasalardır. Onun dışında kalan uygulamalar yabancı ve yerli ser­mayeyi teşvik etmek eksenlidir. ‘61-65 koalisyonu bu özellikleriyle CHP’deki yıpranmayı, oy kaybını  hızlandıran ve tüm bunlara bağlı olarak da arayışları yoğunlaştıran bir rol oynamıştır.
CHP bu tarihlerde henüz kimlik bunalımından kur­tulamamıştır. Yeni gelişmelerin etkisi ise bu bu­nalımı azaltmak değil arttırmak yönünde olmuştur. AP, sermayenin genel yönelimi doğrultusunda ithal ikameci, planlı büyüme hedefli bir iktisadi politika izlemektedir. CHP bu aynı çizgi üzerinden yürüdüğü müddetçe hem kendine ayrı bir politik kanal ya­ratamamakta, hem de ortada AP dururken ser­mayenin ve halk kitlelerinin tercihini kendisine çekememektedir. Öte yanda ise 1960 sonrasındaki sınıf dengeleri, sol politika alanında önemli bir boşluk yaratmış du­rumdadır. Bu tarihlerde TİP, MDD, YÖN vb. politik akımlar işçi, emekçi ve öğrenci kitle hareketliliğini kendi politik çizgileri doğrultusunda etkilemekte ve giderek büyüyen bir kitle tabanı elde etmekte, aynı zamanda CHP’nin önemli dayanaklarından birini, mevcut aydın birikimini de kendi çevrelerinde toplamaktaydılar.
Tüm bu gelişmeler, CHP’yi “ortanın solu”na yönelmeye zorladı. Parti kendisine yeni bir sınıfsal temel ve ideolojik-programatik kimlik edinme sürecine girdi. CHP’nin bir bölüm yönetici kadrosu, yükselen bağımsız işçi sınıfı ve emekçi hareketliliğini gördü ve CHP’nin yeni misyonunu bu gerçekliğin ışığında tanımlamaya başladı. CHP’nin sosyal demokrasiye yönelişi bir bakıma kriz içindeki bu partinin yeni bir politik kimlik arayışıyla, kendine politik ifade arayan top­lumdaki yeni sınıfsal dinamiklerin üstüste düşmesinin bir ürünü oldu. Te­kelcileşme sürecinden ve iktisadi kriz koşullarından dolayı hoş­nutsuzluğu artan orta sınıflar, milli gelir içindeki payı istikrarlı bir biçimde azalan ve ciddi bir yok­sullaşma yaşayan küçük burjuvazi, toprak sorunu ve kredi fiyatlarının yüksekliğine karşı öfkeli yoksul ve küçük köylülük, sendikal haklar alanından başlayıp gittikçe politik bir karakter kazanmaya başlayan kitlesel bir işçi hareketliliği, işte CHP yeni kimliğini bu dinamiklere yaslanarak elde edebilir, bunun üzerinden kendine işlevsel olabilecek bir politik alan açabilir ve bu yeni işlev üzerinden de iktidar kapısını aralayabilirdi.
Peki CHP’nin talip olduğu bu yeni işlev tam olarak neye denk düşüyordu? Nasıl ta­nımlanabilirdi? Birinci olarak bu işlev; işçi sınıfı hareketliliği ile diğer toplumsal muhalefet hareketlerinin gelişip güçlenmeye başlayan “aşırı sol” hareketlere yönelmesinin önüne set çekmekti. Ki bizzat bu yö­nelimin mimarları, ortanın solunun işlevini ta­nımlarken bu gerçeği açık açık ifade etmekten çekinmiyorlardı. Örneğin Ecevit, o tarihlerde ka­leme aldığı Ortanın Solu adlı kitabında, CHP’nin talip olduğu yeni siyasal işlevi şöyle tanımlıyordu:
“Halkı adaletsizlikten, yoksulluktan, baskılardan kurtarıcı ve toplumu sosyal adalet içinde kal­kındırıcı tedbirler alınmazsa... o zaman aşırı sol akımlar, bu isyan duygusunu, yıkıcı ve yaygın bir sel haline getirirler. Ortanın solu, bu sele karşı, en sağlam duvar, en etkili settir.
CHP artık yeni bir “kimlik” edinmeye baş­lıyor,sınıfsal-programatik planda bir değişim ya­şıyordu. Devletle ve “devlet sınıfları” ile  içiçe büyüyen ve ge­lişen bu parti, bu geçmiş konumundan farklılaşarak, işçi sınıfını, küçük burjuva kesimleri de yedeklemeyi hedefleyen bir orta sınıf partisi haline geliyordu. Büyük sermaye ve emperyalizmle belirli çelişkileri olmakla beraber, ama aynı zamanda bu kesimlerle kuvvetli ve gelişkin bağlara da sahip olan üst orta sınıf ise partinin yeni çizgisine temel rengini veriyordu. Böylece CHP, kendisine orta sınıflarla büyük sermayenin çıkarlarını uyumlulaştırmak, işçi sınıfını ve diğer emekçi kesimleri de bu uyumlulaştırma prog­ramına entegre etmek gibi yeni bir misyon edinmiş oluyordu. Bu değişim ka­çınılmaz olarak yeni bir ideolojik-­programatik arayışı da beraberinde ge­tirdi. Parti bu yeni ideolojik-­programatik çerçeveyi, Ke­malizm’i, uluslararası sosyal demokrasinin temel ilkeleri paralelinde “re­vize” ederek oluş­turmaya çalıştı. Özellikle, partinin cumhuriyetin ku­ruluşundan itibaren en temel ilkeleri sayılan “devletçilik’ ve “halkçılık”, bu süreçte yeni bir yoruma tabi kılındı. Geçmişin “sınıfsız, im­tiyazsız ve kaynaşmış bir halk” deyiminde ifadesini bulan halkçılık anlayışı ve “sınıflar üstü devlet” yak­laşımını tanımlayan devletçilik ilkesi, sosyal de­mokrasiye evriliş süreciyle beraber bambaşka içeriklere kavuşuyordu. Artık halkçılık ilkesi, sı­nıfsal ayrımların kabulüne dayanıyordu. Alt sı­nıfların, ezilen ve sömürülenlerin “adaletsizlikten, yoksulluktan ve baskılardan kurtarılması” hedefini tanımlamak için kullanılıyordu. Devletçilik de, bu amaçların gerçekleştirilmesinin iktisadi-politik araçlarından biri olarak yorumlanıyordu. Bu süreçten sonra CHP’nin temel propaganda ar­gümanları kalkınma, sanayileşme, sosyal adalet, sosyal hukuk devleti, hakça bölüşüm, ranta ve spekülatif kazanca karşı çıkma, işçi ve emekçilerin örgütlenme ve yönetime katılma hakkı vb. oluyordu. Tüm bunların Avrupa sosyal demokrasisinin, programatik çerçevesi ile örtüştüğü açıktır. Yine CHP tıpkı Avrupa sosyal demokrasisi gibi, özel mülkiyet düzenine ve piyasa ekonomisine bağlı olduğunu ifade ediyor, planlama ve devletçiliği bu esasları temel alan bir çerçevede savunuyordu.
CHP bu yeni yükselişle birlikte artık kendisini “işçilerin, köylülerin, bütün ücretlilerin, esnaf ve sanatkarların vb. tüm ezilenlerin” partisi olarak tanımlıyordu. Köylülüğü de kucaklamaya dönük önemli girişimler sözkonusu olmakla birlikte CHP, destek kitlesini özellikle işçiler ve kent yoksulları arasında aramaya başladı. Söz konusu tarihlerde DİSK’in TİP denetiminde bir örgütlenme olması nedeniyle CHP, ilk başlarda özellikle TÜRK-İş içinde bir alternatif etki alanı yaratmaya çalıştı. Burada mesafe aldıkça giderek DİSK’i de kendi politik şemsiyesi altına almaya yöneldi. Buna karşılık CHP, üyelerinin ve özellikle de yöneticilerinin bileşimi bakımından bir orta sınıf partisi görüntüsünü korudu.
‘60’lı yılların ortalarından itibaren geçirdiği bu değişime, işçi ve emekçileri yedekleme gi­rişimlerindeki bu yoğunlaşmaya karşın CHP, ‘70’li yılların başına kadar bu değişimin ürünlerini ye­terince toplayamadı. Zira emekçi muhalefetinin önünü tutmak ve bu muhalefeti kendi programına entegre etmek misyonunu etkili ve başarılı oynayabilmek açısından biraz gecikmişti. ‘65 ve izleyen dönemde aktif emekçi muhalefeti TİP, YÖN, MDD vb. akımlar etrafında kümelenmiş bu­lunuyordu. Daha sonraki süreçte ise kitle hareketi giderek daha politik bir çehre kazanmıştı. CHP ise kitle hareketini sosyal demokrat politikalarla kendi programına bağlamak çabası içine bu yıllarda yeni yeni girmeye  başlamış, fakat ‘60’lı yılların sonuna kadar partinin eski çizgisinde direnmek isteyen güçlerin oluşturduğu ayak bağı nedeniyle de, bu misyonu layıkıyla yerine getirememişti. Yeni çizginin kesin hakimiyeti ancak ‘67 ve ‘72’de yaşanan kopma ve tas­fiyelerle mümkün olabilmiştir.
 

B-     Sosyal Demokrasinin Yükseliş ve Düşüşü

1 960’lı yılların sonunda Türkiye ekonomisi, kendini döviz kıtlığı, bü­yüme hızında düşme, egemen sınıflar içinde artan iç çatışma, yükselen top­lumsal muhalefet, işçi, öğrenci, yoksul köylü işgalleri vb. görüngülerle ortaya koyan yeni bir kriz dönemine girdi. Ve bu kriz dönemini 1971 yılında bir askeri darbenin gerçekleştirilmesi izledi.
12 Mart askeri darbesi öz itibariyle, işçi hareketini, toplumsal muhalefet hareketlerini ezmek, sindirmek ve bu yolla da mevcut sistemi  krizden kurtarmak he­defini taşıyordu. Aynı zamanda bu darbenin iş­levlerinden bir başkası da büyük sermayenin egemenliğinin pekiştirilmesiydi. Askeri cunta bu yönde de bir dizi önlemler aldı. Toplumsal mu­halefet, işkenceler, yığınsal tutuklamalar, katliamlar vb. şiddet yöntemleriyle ezildi. Toplumsal muhalefetin toplandığı partiler, sendikalar ve kitle örgütleri kapatıldı vb.
CHP 12 Mart rejiminin bu uygulamalarının işçi ve emekçiler şahsında yarattığı tepkilerden ya­rarlanmasını iyi bilerek, 12 Mart’ın hemen ardından önemli bir yükseliş yaşadı. Sosyal demokrasi, özellikle de liderleri Ecevit şahsında, emekçi yı­ğınlar açısından ilk kez gerçek bir umut haline dönüşüyordu.*
 
*Bu döneme hakim olan sol-cuntacı eğilimlerin kitleler nezdinde yarattığı hayal kırıklığı da CHP’nin gelişmesinde önemli bir etken oldu. CHP’nin solunda yeralan  akımlar ne 12 Mart öncesinde ne de sırasında kitlelere güven veren tutarlı bir politik hat izleyemediler. Ya TİP de olduğu gibi pasifist bir tutum sergilediler ya da ilerici cunta hayalleri yayarak 12 Mart konusunda bir yanılsamanın oluşmasına hizmet ettiler.THKP-C,TKP-ML,THKO gibi hareketler ise ,belli bir popülarite yaratmış olmalarına karşın, 12 Mart Rejimi tarafından önemli ölçüde ezilmişlerdi.Bu hareketlerin liderlerinin en önemlileri öldürülmüştü, geriye kalan kadrolarının çoğunluğu ise tutuklanarak cezaevine konmuştu.
Bu aynı süreçte CHP içinde, sosyal demokrasiye evrim sürecinin son ayrışması da yaşandı. Bir bölüm CHP’li 12 Mart hükümetinde yeralırken Ecevit önderliğindeki kanat ise, 12 Mart’ın baskıcı politikalarından ve büyük sermayenin hegomonyasını pekiştiren uygulamalarından rahatsız olan toplumsal sınıf ve kesimlerin duygularına tercüman olarak, 12 Mart cuntasına karşı muhalif bir tutum izledi. Ecevit cuntayı “faşistlikle” suçladı ve cunta hü­kümetlerinde görev alınmasına karşı çıktı. Bu tavırlar “Bu düzen değişmelidir”, “Toprak işleyenin, su kullananın” gibi  radikal içerikli sloganlarla da bir­leşince, CHP 12 Mart öncesinde (ve büyük ölçüde de kendisine rağmen) oluşmuş olan sol-ilerici potansiyeli kendi çevresinde toplamayı başarabildi. Burada vurgulanması gereken bir diğer önemli faktör de, devrimcilik ve sosyalizm iddialı akımların CHP’nin bu yükselişine rüzgar üflemiş olmalarıdır. Bu akımların pekçoğu ‘70 çıkışının ardından, seçimlerde CHP’nin desteklenmesi doğrultusunda aktif bir propaganda yürütmüşlerdir. Aynı za­manda ‘70’li yıllardan önce seçimlerde TİP’i destekleyen DİSK de, ‘70’li yıllarla beraber CHP’nin desteklenmesi doğrultusunda bir tutum takınmıştır.
‘73 seçimlerinde CHP ilk kez işçilerin ve kent yoksullarının oylarını yığınsal olarakalmayı başarabilmiştir. Bu seçimlerde işçiler, kent yoksulları, aydınlar ,öğrenciler, yoksul ve küçük toprak sahibi köylülüğün anlamlı bir bolumu CHP’ye oy vermiş, CHP seçimlerden birinci parti olarak çıkmıştır. Artık yol açılmıştı ve bu yükseliş sosyal demokrasiyi iktidara taşımıştı. Ama iktidar, sosyal demokrasi için yükseliş sürecinin doruğu anlamına geldiği gibi, zayıf ve istikrarsız bir ka­pitalist ekonomi koşullarında aynı zamanda düşüş sürecinin de başlangıcı anlamına gelecekti. CHP ‘73’te MSP’yle kısa süreli bir koalisyon hükümeti deneyimi yaşadı. Bu süreçte sosyal demokrasiyi çağrıştırabilen icraat yalnızca ‘74’te gerçekleştirilen genel af ve ABD’nin karşı çıkmasına karşın haşhaş ekiminin serbest bırakılması oldu. Ardından koalisyon dağıldı ve CHP yeniden muhalefete geçmek zorunda kaldı. Fakat bu süreç sosyal demokrasinin kitleler nezdinde fazla yıpratmadı. Bu hem kısa süreli bi deneyimdi hem de bu süreçte çıkarılan genel affın yanısıra, Kıbrıs harekatı ve haşhaş ekimi konusunda, CHP’ye anti Amerikancı bir görüntü sağlayan bazı uy­gulamalar da olmuştu. Tüm bunlar CHP’nin Amerikan em­peryalizmi ve büyük patronlar tarafından istenmeyen  bir parti olduğu yargısını doğurdu ve bu, CHP’yi yıpratmak bir yana bu partiye yönelik sempatiyi arttırdı. Bu ge­lişmelerin sonunda CHP ‘77 seçimlerinden oylarını arttırarak ve yine birinci parti olarak çıktı. Ardından ise ancak bir ay yaşayabilen bir azınlık hükümeti kurdu.
‘73-77 dönemi, bir bakıma CHP’nin ve CHP şahsında büyük sermayenin hegomanyasından rahatsızlık duyan orta sınıfların ehlileştirilmesi, hizaya getirilmesi sürecidir de.Gerek baskı uygulama, gerekse iktisadi entegrasyonun derinleştirilmesi biçiminde gerçekleştirilen bir ehlileştirme politikasıydı bu. CHP’nin temsil ettiği kesimler bu sürecin sonunda, kapitalist ekonominin yeniden krize girmesinin de itkisiyle, büyük sermayeyle uyumlu bir politik çizgiye oturdu. Parti üç yıl içinde anti-tekel söylemi bir yana bıraktı.Ayrımsız bütün sermaye kesimlerinin teşvik edilmesi gerektiğinden sözedilmeye başlanıldı.”Bu düzen değişmelidir”,”Toprak işleyenin su kullananın”vb. gibi radikal içerikli sloganlar ise parti propagandasında hiç duyulmaz oldu. Türkiye ekonomisi ‘70’li yılların ortasından sonra yine derin bir krizle yüzsüze kaldı. Bozulan ödemeler dengesi, yüzlü rakamlarla ifade edilen enflasyon, petrol krizinin yarattığı şok, karların düşüşü, yükselen işçi hareketi ve toplumsal muhalefet, bu dönemin genel manzarasını oluşturuyordu. Tam da bu süreçte AP’den transfer edilen milletvekillerinin sağladığı sayısal çoğunluk olanağıyla CHP ‘78’de tek başına hükümet kurdu. Türkiye sosyal demokrasisinin ünlü simalarından İsmail Cem,Siyaset Yazıları adlı kitabında, CHP’yi bu dönemde büyük sermayenin iktidar yaptığını açık açık ifade etmekte ve bu kesimlerin sosyal demokratlardan ne beklediğini şu şekilde özetlemektedir: “Ekonominin ve siyasetin ihtiyaç duyduğu bütün sevimsiz önlemleri hükümete aldırmak.”
    Bu yıllarda da büyük sermaye, CHP’den işçi ve emekçi hareketini pasif bir ko­numda tutarak, kendi anti-kriz politikalarının hayata geçirilmesini talep ediyordu. Sosyal demokratlar ise kendilerinden ne istendiğini çok iyi bi­liyorlardı. Bu bilinçten dolayıdır ki, ‘78 CHP hükümeti can gü­venliğini sağlamayı, iç istikrarı temin etmeyi ve başta dış kaynak olmak üzere sermaye kesimlerinin yüzyüze olduğu kaynak sorununu çözümlemeyi önüne temel hedefler olarak koyuyordu. Tüm bunların ise, işçi ve emekçiler açısından sevimsiz sonuçlar doğuracak  politikalar olduğu açıktı.
 “Kemerleri sıkmak” deyimi ile Türkiye halkı ilk kez o dönemde tanışık hale geldi. CHP hükümeti ücret artışlarını sı­nırlandırmak için “toplumsal anlaşma” politikalarını uygulamaya çalıştı. Kahramanmaraş’ta MHP’liler tarafından gerçekleştirilen katliamının ardından CHP hükümeti ülkenin bazı bölgelerinde sıkıyönetim uygulamasına geçti. Görüldü ki sosyal demokrasi devrim-karşı devrim kutuplaşmasında safi açık bir biçimde karşı devrim olan bir burjuva akımdır.
‘78 iktidarı, sosyal demokrasi açısından ‘70’li yıllarda başlayan “göz kamaştırıcı” yükselişin sonu ve hızlı bir erozyonun başlangıcı oldu. İşçi sınıfı başta olmak üzere tüm emekçi kesimler büyük bir hayal kırıklığı yaşadı ve CHP’den yığınsal bir uzaklaşma yaşandı. Sosyal demokrasinin yarattığı bu büyük hayal kırıklığı, 1979 Senato seçimlerinde oy oranı olarak da tescil edildi. CHP hükümeti bu hızlı yıpranmanın ardından yerini AP hükümetine bıraktı. Ardından ise 24 Ocak kararları ve 12 Eylül askeri darbesi geldi.
12 Eylül askeri cuntası ve onu izleyen süreç, sosyal demokrasinin sistemle bütünleşmesini hızlandırdı. 12 Mart’a karşı izlenen muhalif tutum 12 Eylül’de artık sözkonusu değildir. Sosyal demokratlar  anti-demokratik ‘80 anayasasının hazırlanması ve referanduma sunulması sürecinde herhangi bir muhalif tutum göstermediler. Yeniden parti olarak boy göstermeye başladıklarında ise artık, geçmiştekinden de daha “ılımlı” bir politika izleyeceklerini kısa süre içerisinde ortaya koydular.
Uzun süre1 Mayıs’a sahip çıkmadılar.Bırakın “bu düzen değişmelidir” türünden radikal görüntülü sloganları, zorda kalmadıkça emek-sermaye çelişkisinden bile sözetmediler. “Tekellerin egemenliğine son vereceğiz” gibi ar­gümanları son on yıldır hiçbir sosyal demokrat partiden duyan olmadı vb.
Bu “değişikliğin” ardında birkaç önemli faktör vardı. Sosyal demokrasi bu kez sahneye, kendi solundaki siyasal akımların tümüyle ezilmiş ve etkisiz hale getirilmiş olduğu bir dönemde çıkmaktaydı. Dolayısıyla artık onun “radikal” sloganlara eski dönemlerdeki kadar ihtiyacı yoktu.Ayrıca sosyal demokratların geçmişten “ders” çıkardıkları da bir gerçektir. Radikal sloganların kitlelerdeki politizasyonu arttırdığı ve Türkiye ekonomisinin istikrarsız koşullarında ise politize olan kitleleri denetlemekte zorlandıkları geçmiş yılların bir deneyimi olarak sosyal demokratların önlerinde durmaktaydı. Dahası, 12 Eylül sonrasında Türkiye ekonomisi, 1960-80 arası döneme göre farklı bir rotaya, iç pazara dönük birikimden dış rekabetin ağırlık kazandığı yeni bir birikim sürecine yönelmişti. Artık ekonomik yapının ücret, sendikalaşma, sosyal haklar vb. alanlarda esneklik sınırı geçmişe göre iyiden iyiye daralmıştı.Bu koşullarda, ge­lişebilecek yaygın bir işçi-emekçi hareketliliği, üc­retlerde sağlanacak ciddi yükselişler, ekonomik yapının kendini yeniden üretme olanaklarına da vurulmuş ciddi bir darbe anlamına gelecekti. Dolayısıyla sosyal demokrasinin işçi ve emekçilerin kısmi talepleri alanında ortaya koyacakları etkin bir muhalefet, burada yaratacakları bir po­litizasyon ekonomik yapının istikrarı açısından geçmişle kıyaslanamaz ölçüde  risk taşımaktaydı. Bu durum, kitlesel bir işçi-emekçi muhalefetini sosyal demokrasinin de­netleyebilme imkanlarının sınırlılığı anlamına da geliyordu. Dolayısıyla sosyal demokratlar bu tür tutumlardan adeta özenle kaçındılar ve gerek uygulanan anti demokratik siyasetler gerekse de emekçilerin yaşam koşullarını kötüleştiren ekonomi politikalar karşısında edilgin bir siyaset tarzını benimsediler. Bu yüzdendir ki, 12 Eylül ve ardından yaşanan süreç, sosyal demokratları daha henüz muhalefetteyken yıpratmaya başladı.
Tüm bunlara karşı işçi ve emekçiler yine de 1980’li yılların sonunda sosyal demokrasiyi kitlesel olarak desteklediler. Bu umutlu bir destek değil, “belki bir şeyler yaparlar” duygusunun koşulladığı “ehven-i şer” bir destekti. İşçi ve emekçi hareketinin yükseldiği 1989 yılına denk düşen yerel seçimlerde sosyal demokrat partilerden biri, SHP, oy oranını önemli ölçüde arttırarak pek çok bölgede se­çimlerden birinci parti olarak çıktı. Ne var ki, bu kez de, sosyal demokratların yükselişiyle düşüşü bir oldu. Üstelik de sosyal demokratlar henüz hü­kümet partisi bile değillerdi, yalnızca belediyelerde yönetime gelmişlerdi. İşçi ve emekçi yığınların sosyal demokratlara oy verirken onlardan beklediği kendi taleplerine aktif bir biçimde sahip çık­malarıydı. ‘89-91 döneminde işçilerin ve emekçilerin payına düşen yeni bir hayal kırıklığı oldu ve ‘91 seçimlerinde sosyal demokratlar büyük bir oy kaybına uğ­radılar.
Bütün bunlara karşın, kriz koşullarında diğer tüm partiler de hızla yıprandıkları için sermaye merkezli anti-kriz politikaların uygulanabilmesi amacıyla sosyal demokratlara bir kez daha hükümet olma yolu açıldı.Ne kadar erimiş ve erozyona uğramış olursa olsun, kriz politikalarını sosyal-demokratlar aracılığıyla uygulamakla, onun dışında kaldığı bir hükümet tarafından uygulamak arasında, olası bir işçi ve emekçi muhalefetini dizginleyebilmek  açısından  yine de önemli bir fark vardı. Öncelikle sosyal demokrasinin yıpranmışlığı yoğun bir imaj yaratma kampanyası örgütlenerek sınırlandırılmaya çalışıldı. Yığınlara bol bol demokrasi vaat eden, bu yolla da yıldızını yeniden parlatan tescilli ve tecrübeli sağ kanat politikacısı Demirel’in partisi DYP ile sosyal demokrat SHP arasında bir koalisyon hükümeti kuruldu. Bu hükümet medya tarafından kitlelere, demokratikleşme alanında “devrim gibi” köklü değişiklikler gerçekleştirecek bir "kurtuluş yolu” olarak sunuldu. Bu alanda öylesine etkili kampanya yürütüldü ki, geniş halk yığınları bir yana, bazı sosyalist çevreler bile bu hükümetten demokratikleşme alanında ciddi değişiklikler beklemeye başladı. Ama kaderin ne garip bir tecellisidir ki, demokratikleşme alanında “devrim” yapacağı iddia edilen bu hükümet, bu aynı alanda sicili 12 Eylül Rejimi’nden bile daha kötü bir hükümet olarak tarihe kaydedildi.
Sosyal demokratlar  tarihi misyonlarını bir kez daha yerine getirdiler. Sistemi krizden kurtarma çabası içinde, işçi ve emekçilere, sosyalist  akımlara yönelik baskı politikalarının uy­gulayıcısı oldular. Ve bir sosyal demokrat partinin, SHP’nin etkin bir ortak olarak yeraldığı bir  iktidar zamanında işçi ve emekçi kitleleri ekonomik ve sosyal alanlarda çok ciddi mevzi kayıpları yaşadılar.
Ama bunun sosyal demokratlar açısından faturası, bir kez daha işçi ve emekçiler şahsında itibar kaybına uğramak ve  ciddi bir kriz içine yuvarlanmak oldu. Üstelik bu kez içine girilen kriz oldukça derin ve daha uzunca bir süre de sosyal demokratlar açısından tünelin ucundaki ışık gözükmeyecek gibi.
Yukarıda da vurguladığımız  gibi, ‘70’li yıllara gelindiğinde, sosyal demokrasinin savaş sonrasındaki iyi talihi artık tersine dönmeye başlamış, sosyal demokrasi, etkileri bugüne kadar uzanan bir siyasi kimlik bunalımıyla yüzyüze ‘kal­mıştı. Onun savaş sonrasındaki “iyi talihi”nin ar­kasındaki nesnel etmenler kapitalizminin istikrarlı bir büyüme süreci içinde olması, bu büyüme sürecinin iç pazara dönük bir birikim tarzıyla elele yürümesi ve mevcut sınıf dengeleriydi. ‘70’li yıllardan ‘90’lı yıllara kadar uzanan dönemde, yukarıda sayılan bütün bu nesnel etmenler tümüyle farklılaştı.
‘70-80 arası dönemde, sosyal demokrasinin beşiği sayılan Kuzeybatı Avrupa’da, sosyal demokrat partilerin ciddi bir gerileme ve krizine tanık olundu. Ingiltere’de Callaghan, Batı Almanya’da Schmit hükümetleri, değişen bu nesnel etmenlerin soğuk yüzüyle ilk kez yüzyüze gelen sosyal demokrat hükümetler oldular. Ve tarihsel olarak kendileriyle ilişkindirdikleri uygulamalann tam tersi yönünde politikalar uygulamak zorunda kaldılar. Kamu harcamalarını kıstılar, “refah” hizmetlerini budadılar, işsizliği arttıran kriz politikalarına yöneldiler. Tüm bunların sonucunda, bu partilerde hızlı bir erozyon yaşandı. Yerlerini kısa sürede muhafazakar hü­kümetlere terkettiler. Böylece sosyal demokrasinin krizi, kimlik bunalımı sorunu gündeme gelmiş oldu. Bu anlamdaki ilk tartışmalar da bu süreçte başladı. Ne var ki, o tarihlerde sorun henüz bugünkü bo­yutlarına ulaşmamıştı. Üstelik aynı dönemde, sosyal demokrasiyi teselli eden başka bazı gelişmeler de yaşanıyordu. Sosyal demokrasi, beşiği olan Ku­zeybatı Avrupa’da ciddi bir güç kaybına uğrarken, tarihi boyunca hep son derece güçsüz olduğu Güney Avrupa’da, ilk kez ciddi bir yükseliş içine giriyordu. Haziran ‘81’de Fransa’da, Ekim ‘81’de Yu­nanistan’da, bir yıl sonra, Ekim ‘82’de İspanya’da ve Nisan ‘83’te de İtalya ve Portekiz’de sosyal de­mokratlar birbiri peşi sıra hükümet partisi olu­yorlardı. Güney Avrupa’daki bu parlak yükseliş, kısa süre için de olsa, sosyal demokrasi saflarında bir heyecan ve umut kaynağı oluyordu. Kimlik bunalımı tartışmaları ve bu yöndeki arayışlar da bu gelişmeye bağlı olarak kısa bir mola veriyordu. Ne var ki bu, gerçekten de son derece kısa süren bir heyecan ve umut fırtınası oldu. Güney Avrupa’daki sosyal de­mokrat partilerin iktidara geldikleri dönem, ulus­lararası kapitalizmin krizinin iyice derinleşmeye başladığı, istikrarlı büyüme dönemlerinin artık geride kaldığı bir dönemdi. Bu koşullarda iktidara gelen sosyal demokrat partiler, hızla bu umudu bir hayal kırıklığına dönüştürdüler.Fransa’da Sosyalist Parti iktidarı, kısa süre için eski tarz sosyal demokrat politikaları uygulamaya çalıştı. Ne var ki, kriz ko­şullarında uygulanan bu politikaların sonucu ka­pitalist ekonomideki krizi daha da derinleştirmek oldu. Ardından ise, bu parti de, sosyal harcamaları azaltan, ücretlere ve sendikal örgütlülüklere saldıran, işsizliği artıran politikaların, kısacası, büyük sermayenin kriz politikalarının uygulayıcılığına so­yundu. Sonraki dönemde, Güney Avrupa’nın diğer sosyal demokrat hükümetleri ise, Fransa’daki Sos­yalist Parti deneyiminden dersler çıkararak, daha baştan itibaren tekelci burjuvazinin kriz po-litikalarının uygulayıcılığı yolunu izlediler.
Güney Avrupa’daki sosyal demokrat hükümet deneyimlerinin de bir hayal kırıklığı yaratarak sona ermesinden sonra sosyal demokrasi, uluslararası planda yaşadığı kimlik bunalımını daha açıktan kabul eder oldu. İçinde bulunduğu krizi aşmaya yönelik alternatif politikalar geliştirmeye yöneldi. Bu al­ternatif arayışı, Brandt raporları olarak adlandırılan belgelerde somutlandı. Burada önerilen, klasik sosyal demokrat politikaları uluslararası planda yeniden üretmeye dönük neo-keynesyen politikalardı. Krize dönük yeni sağ politikalar, az gelişmiş ülkelerdeki ekonomik yapıyı dış rekabete yönelterek, emperyalist ülkelerin bu ülkelerden alacaklarını tahsile dayalı bir politikaydı. Bununla amaçlanan, uluslararası tekellerin karlılık oranlarındaki düşüşü frenlemekti. Ama bu politikalar azgelişmiş ülkelerdeki iç talebin daralması sonucunu doğuruyordu. Sosyal de­mokratlar ise bu politika yerine, azgelişmiş ülkelerin iç pazarını genişletmeye ve canlandırmaya yönelik politikalar öneriyorlardı. Böylece uluslararası te­kellerin de pazar sorununun çözüleceği iddia ediliyordu. Azgelişmiş ülkelerin iç pazarını genişletmenin yolu olarak da, bu ülkelere bu amaçla kaynak aktarımı yapılmasını, silahlanma harcamalarından kısılarak bu kaynakların bu ülkelerdeki pazarı canlandırmak amacıyla kullanılmasını vb. savunuyorlardı. Sosyal demokratlar, bu alternatifle aynı zamanda, az ge­lişmiş ülkelerdeki ABD hegemonyasının kırılmasını ve bu ülkelerdeki Avrupa et­kinliğinin arttırılmasını sağlamayı da he­defliyordu.
Sonuçta bu alternatif politika önerileri de so­nuçsuz kaldı. Zira, ne ABD hegemonyasını bir çırpıda geriletmek, ne azgelişmiş ülkelere verdiği borçları geriye dön­dürmekte zorlanan uluslararası kapitalizmin, en azından kısa vadede bu ülkelerdeki iç pazarı canlandırmak amacıyla yeni kaynaklar aktarması, ne de krizi at­latmak amacıyla özel bir biçimde tırmandırılan si­lahlanmanın kısılması mümkündü.
Kendi varlığını korumaya dönük bu girişimlerin de sonuçsuz kalmasının ardından,sosyal demokrasi açısından büyük sermaye tarafından kendi önüne konulan tek istikametli yol üzerinde yürümekten başka yapacak fazla bir şey kal­mamıştı. Büyük sermayenin anti-kriz politikaları ise klasik sosyal demokrat politikalara herhangi bir alan açmıyordu. Sosyal demokratlar ilk başlarda, “Keynesçi yöntem ve alışkanlıkları bir süre için askıya almak zorundayız”, dediler. “Yeterli kaynak yaratılmadıkça, karlılık arttırılmadıkça sosyal hizmetleri geliştirmek de, gelir adaletini arttırmak da mümkün değildir. Sosyal demokrasi şimdiye kadar olduğu gibi, yalnızca ve temelde paylaşımcı politikalar üretmemelidir, üretimi art­tırarak ekonomiyi dış rekabette etkin hale getirerek pastayı daha da büyütmelidir. Ancak bu koşullar sağlandığında yeniden bölüşümcü politikalar uy­gulamak mümkün olacaktır”, dediler. Ne var ki, kriz uzadıkça sosyal demokratlar, “Bölüşümcü po­litikaları bir süre için askıya almalıyız” diyerek başladıkları bu serüvene, daha sonraları “çok uzun süre askıya almalıyız” diyerek devam ettiler. Çok uzun süre askıya aldıkça da daha fazla ve daha hızlı bir biçimde kan kaybetmeye başladılar, yaşadıkları siyasal kimlik krizi çok daha derinleşti. Derinleşen bu kimlik krizini bölüşümcü politikalar üzerinden aşma imkanları daraldıkça, kendilerine yeni bir kimlik ve yeni bir taban arayışına yönelmeye baş­ladılar.
Bu yeni kimlik arayışının öncülüğünü ise, bugün özellikle İngiliz İşçi Partisi ve Alman Sosyal De­mokrat Partisi yapmaktadır. İngiliz İşçi Partisinde Smith döneminde belirginleşmeye başlayan bu süreç, şimdiki parti başkanı Tony Blair döneminde iyice netleşmiş durumdadır. SPD içinde ise bu eğilimler Doğu Avrupa’da yaşanan çöküşün ardından iyice su yüzüne çıkmaya başlamış ve giderek partide hakim bir çizgi durumuna gelmiştir. Sosyalizmin öldüğü, proletaryanın tarihe karıştığı ve geleceğin artık proletaryanın elinde değil, beyaz yakalılar ve “yeni orta şınıf’ta olduğu vb. bu partilerde bugün en çok duyu1an ideolojik temalardır. Bu partiler tarafından savunulan yeni “sosyal demokrat tezlere” göre , sosyal demokrat partilerin krizden kurtulabilmesi için sendikalarla bağını gevşetmesi, ortak mülkiyet vb. argümanları tümüyle terketmesi ve orta sınıflara daha fazla yaslanması gerekmektedir. Bu yaklaşıma bağlı olarak, söz konusu partiler  devletçilik, ekonomik mü­dahalecilik ve gelirin yeniden dağıtımı ile ilgili maddeleri teker teker programlarından çıkarmaya başladılar. Politikaların sınıfsal ayrımlar üzerine inşa edilmemesi, din, milliyet, ahlaki değerler vb. ge­leneksel değerlere daha fazla sahip çıkılması, piyasa ekonomisinin egemenliğinin kesin bir kabulü, (sosyal) devletin küçültülmesi, işsizlik harcamaları başta olmak üzere tüm sosyal harcamaların kısılması, devletin militarist karakterini pekiştirmek vb. bu partilerin yöneldiği yeni “kimlik”in belirleyici özellikleri arasındadır.
Bu yeni yöneliş, sosyal demokrat partileri, büyük sermayenin yeni liberal g partileri haline getirmeyi hedeflemektedir. “Kimlik bunalımı” bu şekilde aşılmak istenmektedir. Bu yönelimin sosyal demokrasiyi, en azından kriz koşullarında bu­nalımından çıkaramayacağı (ve çıkaramadığı) açıktır. Ama, bu yönelişin yine de büyük bir siyasal anlamı vardır. Bu yöneliş, istikrarlı kapitalist gelişme sürecine girildiği dönemden sonra bile, sosyal de­mokrat partiler içinde eski tarz politikalara artık geri dönülmemesi doğrultusunda güçlü bir eğilime işaret etmektedir.
Peki, bu söylenilenler sosyal demokrasinin geçmişte doldurduğu politika kulvarının, gelecekte bütünüyle boşalacağı anlamına mı gelir? Sosyal demokrasinin bıraktığı bu boşluğu. başka akımlar doldurmayacak mıdır? Sosyal demokrasinin ortaya çıkmasını ve etkin bir güç haline gelmesini sağlayan nesnel toplumsal-politik etmenleri yukarıda sı­ralamıştık. Yineleyecek olursak, bu etmenler, ka­pitalizmin istikrarlı bir gelişme süreci yaşaması, birikim sürecinde iç-ulusal pazarın belirli bir önem taşıması, güçlü bir devrimci işçi hareketinin ve sosyalizmin doğurduğu kuvvetli bir basıncın var­lığıdır. Bu açıdan ilk iki etmen son derece belirleyici bir öneme sahip olmakla beraber, kendi başlarına sosyal demokrat partilerin varlığı için yeterli değildir. Nitekim, ABD ve Japonya gibi ülkelerde sosyal demokrasinin hiçbir zaman ciddi bir politik akım haline gelememiş olması, bu ülkelerde örgütlülük ve politikleşme düzeyi ile iktidarı zorlayan bir devrimci işçi hareketliliğinin mevcut olmamasıyla yakından ilgilidir. Dolayısıyla güçlü politik bir  devrimci işçi hareketliliğinin şekillenmemesi ve sosyalizmin uluslararası planda yaşadığı köklü mevzi kaybının sürmesi koşullarında, kapitalizmin salt istikrarlı bir büyüme sürecine girmesiyle eski tarz bir sosyal demokrat yükselişin yaşanacağını dü­şünmek olası gözükmemektedir.
Ne var ki, gelişkin bir işçi hareketliliğinin ortaya çıkması koşullarında, ya da başka bir ifadeyle sosyalizm tehdidinin yeniden güncelleşmeye başlaması durumunda, kuşkusuz ki sosyal demokrat politikalar için yeniden bir alan açılması ve bu akımın yeniden güç kazanması ola­sılığı da vardır. Bu koşullarda ortaya çıkan boşluk şu ya da bu biçimde doldurulacaktır. Avrupa söz­konusu olduğunda, bu boşluğu doldurmaya aday kesimler şimdiden mevcuttur. Geçmişte “Avrupa komünizmi”nin temsilcisi olan partiler daha şimdiden sosyal demokrat partilerin terketmeye başladıkları alanı doldurmaya aday olduklarını göstermeye  başladılar bile.
 
Türkiye Sosyal Demokrasisi:
Arayışlar ve Gelecek
 
Türkiye’deki sosyal demokrat akımın krizi aş­maya dönük arayışlarına girmeden önce, çokça yapılan bir tartışmaya değinmek gerekmektedir. Bu tartışma, krizden çıkış için önerilen alternatiflerden birinin taşıdığı siyasal anlam ve değeri ortaya ko­yabilmek açısından da yararlı ve gereklidir. Tar­tışmanın özü, “Türkiye’deki sosyal demokrat akım gerçek anlamda sosyal demokrat mıdır?” so­rusuyla formüle edilebilir. Sosyal demokrasinin krizine ilişkin yapılan tartışmalarda, çok çeşitli çevrelerce ileri sürülen bir görüş de, Türkiye’deki sosyal demokrat hareketin gerçek anlamda sosyal demokrat olmadığı için krize düştüğü, dolayısıyla, krizden kurtulmasının yolunun da gerçek anlamda sosyal demokrat bir akım haline dönüşmesiyle mümkün olabileceğidir. Bu yaklaşımın temel ar­gümanları, Avrupa sosyal demokrasisinin marksist kökenden kaynaklanması, buna karşın, Türkiye sosyal demokrasisinin kemalist kökenden gelmesidir. Ve aynı gerçeğin sınıfsal düzlemdeki yansısı olarak, Avrupa sosyal demokrasisinin bir işçi hareketi olarak şekillenmesine karşın, Türkiye sosyal demokrasisinin üstelik de devlet iktidarını elinde tutan  sınıflar içirisinde şekillenmiş ol­masıdır.
Gerçekten de Türkiye’deki sosyal demokrat akım, Avrupa’daki hemcinslerine göre farklı bir gelişim sürecinin ürünü olarak şekillenmiştir. Peki bu durum tek başına, Türkiye’deki sosyal demokrat akımın gerçek anlamda sosyal demokrat olmadığını gösterir mi? Ya da sosyal demokrat olmayı belirleyen nedir? Nereden gelindiği mi? Yoksa nereye gelindiği mi?
Soruna bu çerçeveden yaklaşıldığında, gerek Avrupa sosyal demokrasisinin gerekse Tür­kiye sosyal demokrasisinin tarihleri bu eksen üze­rinden analiz edildiğinde, yukarıda ifade edilmeye çalışılan yaklaşımın nesnel dayanaklardan yoksun olduğunu görmek de zor olmayacaktır. Avrupa sosyal demokrasisi ile Türkiye sosyal demokrasisinin “çağdaş sosyal demokrasi” ortak zeminine, ters yönlerden çıkarak ulaşmış olmaları, elbette ki belli özgünlüklere ve farklılıklara neden olmuştur. Ama bu farklılıklar, işin özünde aynı ortak zemine ulaşmış bulundukları gerçeğini değiştirmez. Üstelik soruna sosyal demokrasinin kendi penceresinden ba­kıldığında, bu farklı gelişme süreci, eşitsiz gelişme yasasının mantığına bağlı olarak, sonradan gelenin ideolojik-politik bakımdan daha hazırlıklı, daha arınmış ve bilinçli olması sonucunu da doğurmuştur. Türkiye sosyal demokrasisi. bu nedenledir  ki kendi politik misyonu konusunda, daha ilk doğum gün­lerinde bile büyük bir bilinç açıklığına sahip ola­bilmiştir. Türkiye sosyal demokrasisinin Avrupalı kardeşlerine göre eksikliği ve dezavantajı burada değil, ama, azgelişmiş kapitalizmin istikrarsız ko­şullarındadır. Türkiye’deki sosyal demokrat akım, bu nesnel kısıt dolayısıyla tarihinin hiçbir döneminde “bölüşümcü” politikalar uy­gulayabilmek açısından fazla bir olanağa sahip olamamıştır. Bu nedene bağlı olarak da, işçi sınıfını yedekleme fonksiyonunu hem kalıcı kı­lamamış, hem de işçi sınıfıyla bağlarını ku­rumsallaştırma konusunda yeterince başarılı olamamıştır.
Avrupa sosyal demokrasisi ise, gerek işçi sınıfı hareketi içerisinden çıkmış olmanın, gerekse gelişmiş bir kapitalist ekonomi ko­şullarında iş görmenin sağladığı avantajlarla, işçi sınıfının geniş kitlesini denetleyebilmek, bu denetimi kurumsal-örgütsel biçimler altında ger­çekleştirebilmek açısından çok daha şanslı bir po­zisyondaydı. Ama bu, Avrupa sosyal demokrasisinin, reformist de olsa bir işçi hareketi olduğu anlamına gelmez. Aksine, “ klasik sosyal demokrasi ”den “çağdaş sosyal demokrasi”ye geçiş süreci, sosyal demokrat akım açısından, bir işçi sınıfı akımı olmaktan çıkarak bir orta sınıf akımı haline gelme sürecidir. Bu evrimin kökleri çok eskiye dayanmakla beraber, bunun kesin bir biçim alması iki savaş arası döneme, özellikle de 2. Savaşı izleyen yıllara rastlar. Bu süreçte sosyal de­mokrasi, hem ideolojik köken konusunda, hem de sınıfsal köken konusunda  köklü bir “reddiye” pratiği gerçekleştirmiştir.
Geçmiş dönemlerde işçi sınıfı partisi olduğunu ifade eden ve gerçekten de öyle olan bu partiler, bu yıllardan sonra “bütün çalışanların partisi” ol­duklarını (Avusturya İşçi Partisi), “bütün halkın partisi” olduklarını (Alman Sosyal Demokrat Partisi), “... program hedeflerini benimseyen her vatandaşın üye olabileceği” bir parti olduklarını (İsveç Sosyal Demokrat Partisi) belirtmeye başlamışlar ve ger­çekten de sınıfsal planda da buna uygun bir dönüşüm yaşamışlardır. Orta sınıf oylarına talip olunması ile başlayan süreç giderek bu sınıftan gelenlerin bu partilerde egemenlik kurması ile sonuçlanmıştır. Bu değişim sürecini rakamsal verilerle ifade edecek olursak: Örneğin, SPD içerisinde mavi yakalı işçilerin oranı 1905-6 arasında %90 iken, 1930’da bu rakam %75’e, 1958’de %55’e ve nihayet l982’de % 21’5’e gerilemiştir. Fransız Sosyalist Partisi içinde işçilerin payı 1955’te  %44 iken, 1973’te bu oran %19’a düşmüştür. İşletme sahibi olanlarla serbest meslek sahibi olanların oranı ise aynı dönemde %5 ‘ten %20’ye yükselmiştir. Sosyal demokrat partilerin yönetici kademelerine, parlamento gruplarına doğru çıkıldıkça orta ve üst sınıf ağırlığı çok daha büyük ölçülere ulaşmaktadır. Örneğin, Hollanda’da Sosyal Demokrat Parti’nin 1978 kongresine katılan de­legelerin %90’ı orta ve yukarı sınıf kökenlidir. (Rakamları aktaran Ergin Yıldızoğlu, 24 Kasım ‘94 tarihli Cumhuriyet gazetesi)
Dolayısıyla, Avrupa sosyal demokrasisinin bir işçi sınıfı akımı olduğu, parti olarak işçi sınıfına dayandığı, Türkiye’deki sosyal demokrat akımın ise bu özelliklere sahip olmayan bir orta sınıf partisi olduğu görüşü, Avrupa sosyal de­mokrasisini tanımlayan bölümleri açısından tümüyle gerçek dışıdır. Sorun burada değildir. Zira, “çağdaş” sosyal de­mokrasi bir işçi sınıfı akımı değil, orta sınıflarla büyük sermayenin çıkarlarını uyumlulaştırmaya ve bu uyumlulaştırma programına işçi ve emekçileri entegre etmeye çalışan bir orta sınıf akımdır. Demek oluyor ki işçi ve emekçileri yedeklemek sosyal de­mokrasinin politik misyonu ve işlevi açısından son derece önemlidir. Çünkü böylece, hem savunduğu sınıf çıkarlarının “pazarlık gücü”nü yükseltmiş olacak, hem de, bu sınıfları düzene entegre etme yeteneği ölçüsünde büyük sermayenin de desteğini ve onayını kazanabilecektir. Türkiye’deki sosyal demokrat akımın sorunu ve eksikliği burada, yani bu uyumlulaştırma ve yedekleme misyonunu başarıyla oynayacak koşullara ve deneyime sahip olmamasındadır.
Ne var ki bu durum, Türkiye’deki sosyal de­mokrat akımın işçi sınıfını yedeklemek konusunda bir çaba içerisinde olmadığı anlamına gelmez. Tersine, CHP, sosyal demokratlaşma doğ­rultusundaki evrimle paralel olarak, dikkatini işçi sınıfını yedeklemek sorunu üzerinde odaklaştırmaya da başlamıştır. Nitekim, CHP’nin bu yöndeki çabaları sonucunda TURK-İŞ içerisinde, daha sonraları kendilerine “Sosyal Demokrat Sendikacılar Kon­seyi” adını veren bir oluşum ortaya çıkmış, ‘70’li yıllarda CHP, DİSK’i de kendi politik yörüngesine çekmeyi başarmıştır. Yalnız başına bu sayılanlar, CHP’nin kısa sürede sendikal yapılar içerisinde küçümsenmeyecek bir destek alanına sahip olduğunu göstermeye yeterlidir. Ama, Türk sosyal de­mokrasisinin işçi sınıfı ve sendikal yapılar üzerindeki etkisi, Avrupa sosyal demokrasisine göre hem daha dar, hem de daha az kalıcı olmuştur. Bunun nedeni ise CHP’nin sosyal demokrat olmaması, işçi sınıfını yedeklemeyi özel bir sorun olarak görmemesi vb. değil, Türkiye kapitalizminin istikrarsız yapısıdır. Ayrıca  Türkiye sosyal demokrasisinin Avrupalı ortaklarına göre nispeten genç bir hareket olduğu, politika sahnesine daha geç çıktığı da unutulmamalıdır.Bu temel nedenlere ek olarak bir başka özgün neden daha eklenebilir. Bu da, Türkiye kapitalizminin nispeten istikrarlı büyüme dönemlerini hep sağ hükümetler altında yaşamış olmasıdır. Bu durum, işçi sınıfının politik yönelimlerini etkilediği gibi, sağ partilerin baştan itibaren sendika bürokrasisi üzerinde büyük bir denetim kurmalarını da sağladı. Böylesine zayıf ve istikrarsız bir ekonomik temel üzerinde ve bu tür bir özgün gelişim sürecinin ar­dından CHP’nin işçi sınıfı ve sendika bürokrasisi üzerinde Avrupa’daki sosyal demokrat partiler kadar etki kurabileceğini, bu etkiyi kısa süre içinde  kalıcı örgütsel biçimlere dönüştürebileceğini sanmak ve beklemek, hiç de gerçekçi bir beklenti olmayacaktır.
Bu arada şu önemli noktayı da belirtmek gerekir. İşçi sınıfı ve sendikalar üzerindeki etkisinin nispeten zayıf olmasına, başlangıçta bir işçi partisi olmamasına, siyasal hayata bir “devlet partisi” olarak doğmuş olmasına dayanarak CHP’yi, “gerçek bir sosyal demokrat parti” saymayanlar, aslında yalnızca Kuzeybatı Avrupa sosyal de­mokrasisine ve üstelik de onun yalnızca ilk dö­nemlerine bakıyorlar demektir. Oysa gözlerini Avrupa’nın biraz daha güneyine çevirseler, bu kıstaslar açısından Güney Avrupa’daki sosyal demokrat partileri in­celeseler, büyük bir şaşkınlık içinde bu partilerin de “gerçek bir sosyal demokrat parti” olmadığını keşfetmek zorunda kalacaklardı! Zira, Güney Av­rupa’daki sosyal demokrat partilere bakıldığında, bu partilerin de işçi sınıfıyla ve sendikalarla kuvvetli bağlara sahip olmadıkları görülecektir. Bunun bir nedeni bu ülkelerdeki sendikal örgütlenme düzeyinin nispeten zayıf olması ve diğer nedeni de, bu ülkelerdeki Komintern çizgisindeki partilerin işçi sınıfıyla ve mevcut sendikalarla baş­langıçtan itibaren son derece güçlü bağlara sahip olmasıdır. Güney Avrupa’daki sosyal demokrat partilerin bir başka “ilginç” özelliği de  başlangıçtan itibaren orta sınıfların hakimiyet kurduğu partiler olmalarıdır. Dolayısıyla yukarıdaki bakış açısıyla, değil Türkiye’deki sosyal demokrat akımı, Güney Avrupa’nın sosyal demokrat partilerini de “gerçek sosyal demokrat” olarak görmemek gerekecektir.
Bu iddianın diğer dayanağına, yani “marksist köken” sorununa gelince, bunun da sosyal demokrat olup olmamayı belirleyen temel bir sorun olmadığı apaçıktır. Sosyal demokrasiyi ideolojik planda be­lirleyen, onun hangi kökenden geldiği değil, bugün nasıl bir programa sahip olduğudur. Sosyal de­mokrasinin programı ise “bölüşümcülük, planlama, devletçilik, sosyal adalet, sosyal devlet, örgütlenme hakkı, sanayileşme, iç pazarı genişletmek, talebi yaygınlaştırmak vb.” unsurlardan oluşur. Tür­kiye’deki sosyal demokrat akımın programı ile Avrupa sosyal demokrasisinin programatik yapısı arasında, bu anlamda, hiçbir esaslı farklılık yoktur. Tersine, büyük ölçüde örtüşmektedir. Önemli olan bu programın kendisidir; yoksa, bu programın Marksizm’in mi veya Kemalizm’in mi “revizyona” uğratılmasıyla ortaya çıkmış olduğu değil... Bu açıdan CHP’nin, Kemalizm’in “devletçilik” ve “halk­çılık” anlayışının basit bir devamcısı olduğu id­dialarının ciddi bir dayanağı olduğunu söylemek de olası gözükmemektedir. Geçen bölümlerde de be­lirttiğimiz gibi, sosyal demokrasiye evrilen CHP, Kemalizm’in bu “ilke”lerini, uluslararası sosyal demokrasinin programatik esasları temelinde yeniden yorumlayarak dev­ralmıştır.
Demek oluyor ki, Türkiye’deki sosyal demokrat akımın “sosyal demokrat olmadığı”nı iddia etmenin hiçbir dayanağı ve geçerliliği yoktur. Türkiye’deki sosyal demokrasinin krizini buradan kalkarak açıklamaya çalışmak ve krizin aşılması için de “gerçek bir sosyal demokrasi”ye dönüşmeyi öner­mek, sosyal demokrasi açısından yalnızca çı­kışsızlığın büyüklüğünü gösterebilir.
Bu yaklaşımın sahiplerini ikiye ayırmak müm­kündür. Birinci kesimdekiler Avrupa sosyal demokrasisine hayranlık besleyen bir bölük orta sınıf aydınından oluşmaktadır. Bu kadarıyla, bu Türkiye sosyal demokrasisine ilişkin aydın umutsuzluğunun bir tür dışa vurumudur. Ne var ki, bu görüşü savunan bir ikinci kesim daha vardır ki, bunlar açısından işin özünde ne marksist köken sorunu, ne de sınıfsal temel sorunu herhangi bir değer taşımamaktadır. Onlar, bu görüşler aracılığıyla geçmiş dönemin “devletçi”, “planlamacı”, “ulusalcı” anlayışların terkedilmesini ve “evrenselci”, “bireyi esas alan”, “sivil toplumcu” vb. bir sosyal demokrat anlayışın ikame edilmesini önermektedirler. İşin özüne bakıldığında, bu önerilerin taşıdığı politik anlam şudur: Sosyal demokrat partilerin kimlik bunalımını, bu partileri büyük sermayenin liberal bir temsilcisi haline dönüştürerek çözümlemek... Aşağıda hiçbir yorum yapmaksızın aktardığımız satırlar, yukarıda ifade ettiğimiz eğilimi en net bi­çimiyle yansıtmaktadır. “Örneğin ‘emek’ ya da ‘emekçilik’ kazanılmış bir statü ya da paye olabilir mi? ‘Verimsiz emek’ ya da ‘düşük verimli emek’ diyebileceğimiz emek savunulabilir mi? Toplumun genel çıkarına aykırı bile olsa, her koşulda, bir emekçi eylemi savunulabilir mi?... kendi ücretini bile karşılamayan, ‘iş’ i bir çeşit rantiye uğraş gibi gören bir emek türü sınıf adına sa­vunulabilir mi?
“Türkiye’de kapitalizm gelişmiş, gelişmek bir yana uluslararası entegrasyona yönelmiştir. Üstelik sadece Türkiye değil, dünya da değişmiş ve serbest piyasa egemen hale gelmiştir. 21. yy.a yaklaşılırken kapalı ekonomi modelleri mümkün görünmüyor.
“Türkiye bu yıllardan kalan alışkanlıklarla halen ‘devletin ekonomideki yeri’ni asgariye indirebilmiş değildir. Sonraki yıllarda bu durum daha da yoz­laşarak bizzat ‘arpalıklara’ veya ‘verimsiz emek’ in istihdam edildiği karlılığı hızla düşen bir ‘dev­letçiliğe’ hapsolmuştur.”
TUSIAD raporlarını çağrıştıran yukarıdaki satırlar, Atilla Akar adlı bir şahsa ait. Bu şahsın, GDS yayınlarından çıkmış “Kimlik Bunalımından Yenilenme Sıkıntısına Sosyal Demokrasi” adlı ki­tabından rastgele seçilmiştir. Bu yazarın aynı za­manda “marksist köken” ve “sınıfsal temel” sorununa “özel” bir önem verdiğini ve mevcut sosyal demokrat partileri bu açıdan eleştirdiğini hatırlatalım. Bu şahıs sosyal demokrasinin tanınmış bir siması değil ama, hem sosyal demokrat akımın önemli yayın or­ganlarından olan Sosyal Demokrat Dergi’nin bir dönem Genel Yayın Yönetmenliğini üstlenmiş olması, hem de sosyal demokrasi içindeki önemli bir eğilimi çok açık bir biçimde ifade etmesi dolayısıyla, yu­karıdaki satırlar, yine de önemli bir açıklayıcı değere sahip.
Bugün Türkiye sosyal demokrasisi içerisindeki hakim eğilim, özelleştirmeci, devletçiliğe karşı serbest piyasa ekonomisini savunan,  planlamacı anlayışa sırt çeviren ve “küreselleşme”nin zorunlulu ve yararlı olduğuna ikna olmuş  bir çizgidir. Büyük sermayenin diğer partilerinin programıyla yukarıda sayılanlar arasında hemen hiçbir esaslı farklılık yoktur. ( bu koşullarda küreselleşme sürecine uyarlanmış bir çizgi için diğer partilerden farklılaşmak için gelenekler, ulusalcılık, yerel kültür, tarikatlar, cemaatlar vb.  ile küreselleşmenin  getireceği evrensel insan hakları ve refah argümanlarına dayalı yeni bir çizgi, birde bundan ayrı olarak Türkiye’ye özgü ulusalcı çizgi... Sosyal demokratların, krizin yarattığı basınçla yöneldikleri bu çizgi, bunalımı çözmek bir yana, tersine daha da artırmıştır. Bu gelişmeye bağlı olarak, Türkiye sosyal demokrasisi içinde yaşanan eroz­yonun nedenini partinin bu yeni yönelimine bağlayan güçlü bir muhalefet de oluşmaya başlamıştır. Bu muhalefet bugün büyük ölçüde “ulusal sol” şem­siyesi altında toplanmaktadır. “Ulusal sol”, Türkiye kapitalizminin uluslararası kapitalizmle yaşadığı yeni entegrasyon sürecine, bu sürecin gündeme getirdiği politikalara karşı nispeten mesafeli bir tutumu savunan bir eğilimdir. Ulusal sol “küreselleşme”ye karşı soğuk bir yak­laşım göstermekte, ulusal devlet vur­gusunu öne çıkarmaktadır. Özelleştirme karşısında ilkesel ve kesin bir red tavrı içerisinde olmamakla birlikte, stratejik işletmelerin özelleştirilmesine karşı çıkmakta, özelleştirilecek işletmelerin, uluslararası sermaye yerine, öncelikle yerli sermayeye devredilmesi gerektiğini savunmaktadır. “Devletçilik”, “plan­lama” vb. yaklaşımların hala geçerli ve gerekli olduğu görüşü savunulmaktadır. (Bu son yaklaşım daha çok Soysal çiz­gisine aittir. Ecevit’in bu konudaki yaklaşımları ise daha farklıdır.) Türk dış politikasının bu denli ABD eksenli bir hat izlemesine karşı çıkılmakta, “daha dengeli” bir dış politika önerilmektedir.
“Ulusal sol”un, Kürt sorunu konusundaki  yaklaşımı ise, klasik resmi devlet politikasının biraz revize edilerek, in­celtilerek sürdürülmesi doğrultusundadır. Üniter devlet konusunda ve Türk kim­liğinin ortak kimlik olması sorununda hiçbir taviz verilemeyeceği sa­vunulmaktadır. Sorunun çözümü ise“feodal-aşiret yapısı”nı kırmaya dönük ekonomik önlemlerin alınmasında (Ecevit), kimliğe ilişkin bazı demokratik hakların verilmesi ve ekonomik ge­lişmenin sağlanmasında (Soysal) görülmektedir. “Ulusal sol”un  terminolojisinde emek-sermaye çelişkisi, işçi sınıfı ve burjuvazi, sosyalizm vb. kavramlara ise pek fazla yerolmadığı görülmektedir.
Özelleştirmeye, küreselleşmeye vb. karşı yürütülen propaganda da bile sözedilen işçi sınıfının ve sermayenin çıkarları değil, ulusal çıkarlarla uluslararası  sermayenin çıkarlarıdır.
Kaba çizgileriyle resmedilmeye çalışılan bu tablo göstermektedir ki, “ulusal sol” alternatifi, daha çok uluslararası kapitalizmin dayatmış olduğu yeni en­tegrasyon sürecinden rahatsızlık duyan, buna kay­gıyla yaklaşan orta sınıflara dayanmaya ça­lışmaktadır. “Ulusal sol”un işçi sınıfına ve diğer emekçi kesimlere ise hiçbir dolaysız mesajı yoktur. Bununla beraber özelleştirme, devletçilik, planlama vb. sorunlarda, nispeten farklı yaklaşımları ve pro­pagandasında yer yer anti-emperyalist görünümlü sloganlar kullanması nedeniyle “ulusal sol”, işçi ve emekçiler içinde etki alanı yaratma şansı en fazla olan eğilimdir. “Ulusal sol”, aynı zamanda, hü­kümetteki sosyal demokrat partinin yönetimine ol­dukça soğuk yaklaşan ve partiden uzaklaşmaya başlayan alevi kitlelerini de etkileme şansına sahiptir. Sahip olduğu  aşırı resmi çizgici içerik nedeniyle, “ulusal sol” akımın Kürt nüfusunu etkilemek açısından ise hemen hiçbir şansı yoktur.
 

               SONUÇ YERİNE

                Sosyal demokrat akımların yakın vadede ciddi ve kitlesel bir destek bulabilmeleri, ancak, ser­mayenin anti-kriz politikaları karşısında kayda değer bir mu­halefet yürütebilmeleriyle mümkündür. Ne var ki,  sosyal demokrat partilerin mevcut ya­pılarıyla böyle bir yönelime girmeleri pek olası gözükmemektedir. Muhalefette oldukları süreçte sosyal demokrat partiler, bugüne kadarki pratikleriyle, “sorumlu muhalefet” yapmak konusunda son derece kararlı oldukları ortaya koymuşlardır.Sosyal demokrat partiler, bu tür bir muhalefet yü­rütmüyorlarsa, bunun en önemli nedeni bugünkü kriz koşullarında kitle ha­reketliliğini kışkırtacak her türlü politikanın kendilerini de ezip geçebileceğini, böyle bir hareketi diz­ginlemekte zorlanacaklarını görmüş olmalarıdır
Bugünkü koşullar içerisinde, sosyal demokrasinin yukarıda ifade edildiği türden etkin bir muhalefet rolüne soyunması, tek bir koşul altında mümkün gözükmektedir. Kitle hareketliliğinde kendiliğinden bir patlama yaşanırsa, işte o zaman sosyal demokratlar “sol” görünümlü etkin bir muhalefet rolüne soyunacaklardır.
Sosyal demokrat akım açısından orta vadedeki gelecek de pek parlak gözükmemektedir. Sosyal demokrasinin başarı şartı, “işçi ve emekçilerin güncel çıkarlarıyla ulusal bütünün çıkarlarını uyumlulaştırabilmektir.Bunun koşulu ise ulusal ekonominin istikrarlı ve güçlü olmasıdır. Bu açıdan Türkiye ekonomisinin olanakları bellidir. Türkiye ekonomisinin “paylaştırılabilecek pastası” oldukça küçüktür. Dönüp geriye bakıldığında, Türk sosyal demokrasisinin 30 yıllık tarihinde övünme vesilesi yapabildiği tek olayın 1963 yılında çıkarılmış olan sendikal yasalar olması bu açıdan şaşırtıcı değildir.
Bütün göstergeler, Türkiye kapitalizminin içinde bulunduğu krizden daha uzun süre çıkamayacağını ortaya koymaktadır. Kapitalist krizin uzunluğu ve derinliği oranında sosyal de­mokrasinin kan kaybı da artarak sürecektir. Ne var ki burada, altı çizilmesi gereken ve sosyal de­mokrasinin geleceğini daha da ümitsiz kılan son derece önemli bir faktör daha var. Türkiye kapitalizmi bir büyüme sürecine girse dahi, bu, muhtemelen sosyal demokrat politikaların uygulanma olanaklarının artması anlamına gelmeyecektir. Ne demek istediğimizi anlamak için, Türkiye kapitalizminin ‘83-91 arası dönemine ba­kılması yeterlidir. Bu süreçte Türkiye kapitalizmi, büyüme anlamında hep pozitif bir gelişme gös­termesine karşın, bu durum bölüşümcü politikaların alanının genişlemesi anlamına gelmemiştir. Bunun temel nedeni ise, Türkiye kapitalizminin uluslararası kapitalizmle girdiği yeni entegrasyon sürecidir. Dış rekabetin önem kazandığı bu yeni süreçte, Türkiye kapitalizminin rekabet edebilirliği ve dolayısıyla büyüyebilmesi, her şeyden önce düşük ücret po­litikasını tavizsiz bir biçimde uygulayabilmesi öl­çüsünde mümkündür. Dolayısıyla krizden çıkılmış olması ve Türkiye kapitalizminin bir büyüme süreci içerisine girmesi, sosyal demokrasinin krizi açısından, işin özüne ilişkin köklü bir değişiklik yaratmayacaktır. Bütün bu söylenenlerin sosyal demokrat hareket açısından özeti şudur: sosyal demokrasinin görünür geleceğine ilişkin yapılabilecek bütün projeksiyonlarda bunalım, taban erozyonu ve  bölünme kavramlar sahnedeki yerlerini terk etmeyecekler ve  başrolü oynamaya devam edecekler gibi gözükmektedir.
 
 
 
 


 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

PAPAZIN BAĞI: BİR CENNET PARÇASININ HİKAYESİ...

ANKARA’NIN İKİ YÜZYILANA DAMGA VURMUŞ BİR TARİHİ YAPIT: ABİDİNPAŞA KÖŞKÜ

şarap,kadın,şiir...-şiir-