Türkiye Sosyalizminde Bir Ana Damar: Mihri Belli ve MDD Haraketi
1960’lı yılların
en önemli sosyalist siyasal akımlarından biri de MDD’dir. MDD’nin siyasal
önderi ve ideologu Mihri Belli’dir. Mihri Belli’nin yanısıra O’nun gibi eski
TKP kuşağından gelen Şevki Akşit,...ve yeni kuşaklar içinden gelen Vahap ve Seyhan
Erdoğdu, Muzaffer Erdost gibi isimler MDD’nin temel kadrolarını
oluşturmaktaydılar.
Mihri Belli’nin
60 sonrası siyasi hayata ilk müdahalesi... yılında M:Doğu imzasıyla YÖN
Dergisi’nde yazdığı ....başlıklı yazıyla olmuştur. Bu yazıyı yine YÖN’de ... yılında E.Tüfek imzasıyla yayınlanan ..... başlıklı
yazı izlemiştir.
M.Belli’nin
kaleminden çıkan bu yazılarla ilk tohumları atılan MDD hareketinin asıl ve
belirleyici şekillenmesi ise... tarihinde Türk Solu Dergisi’nin yayınlanmasıyla
olmuştur. Daha çok politik içeriğiyle öne çıkan Türk Solu Dergisi’ni ...
yılında teorik ağırlıklı yazılara yer veren Aydınlık Dergisi’nin yayınlanması
izlemiş ve böylece MDD Hareketi siyasal
kamuoyunun önünde kendi programatik ve politik yaklaşımlarını daha tam olarak
yansıtmak olanağı bulmuştur. Çok değişik alanlarda da görüş bildirmesine
karşın, 60 sonrası sol hareketi üzerinde MDD’nin en büyük düşünsel etkisinin
gündeme getirdiği strateji tartışmaları yoluyla olduğunu söylemek yanlış
olmayacaktır. Nitekim hareketin adının bile Milli Demokratik Devrim Hareketi
olması bizatihi bu durumun en temel kanıtları arasında sayılabilir.
MDD
Hareketi’nin dönem boyunca en etkili
olan savı, Türkiye’de gündemde olan devrim aşamasının sosyalist değil milli
demokratik devrim olduğudur. Temel yaklaşımları itibariyle kökleri geçmişe
dayanmakla beraber, özellikle TİP ile yapılan tartışmalara bağlı olarak daha
sistematik hale getirilen bu tez, Türkiye sosyalist hareketi içindeki ilk değil
ama en ciddi ve kalıcı bölünmenin de temel argümansal nedenini oluşturmuştur.
MDD’ye göre
Türkiye’de söz konusu olan devrim aşaması TİP’in iddia ettiği gibi bir “sosyalist
devrim” değildir. Zira bir sosyalist devrimin gerçekleşmesi için ülkenin
bağımsız bir sanayi temeline sahip olması, feodal ilişkilerin büyük ölçüde
tasfiye edilmiş olması ve tüm bunlara bağlı olarak da işçi sınıfının yalnızca
kırın ve kentin yoksul kesimlerinin ittifakına dayalı olarak iktidarı
alabilecek bir niceliksel ve niteliksel güce sahip olması gerekir. Zira ancak
bu koşullar altında işçi sınıfı
iktidarı, ekonominin büyük ölçüde kollektivizasyonuna gidebilecek bir güce
sahip olabilir.
Oysa Türkiye’nin koşullarına
bakıldığında ekonomisinin emperyalizme
bağımlı olduğu görülür. Ülkede, ülkenin gereksinimlerinden ziyade
emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin gereksinimlerine göre kurulmuş bağımlı ve
son derece yetersiz bir sanayi vardır. Dolayısıyla ülkedeki işçi sınıfının
gelişimi de sosyalist görevlerini yerine getirebilecek bir niceliğe ve niteliğe
ulaşmış olmaktan uzaktır. Başta Doğu ve
Güneydoğu bölgesi olmak üzere ülkedeki feodal ilişkiler etkisini ve
yaygınlığını korumaktadır. Bu koşullarda ülkenin önündeki devrimci görev doğrudan işçi iktidarını ve sosyalist bir
kamulaştırma politikasını hedefleyen bir
sosyalist devrim değil, bağımsızlığı ve feodalizmin tasfiyesini sağlamayı
hedefleyen bir milli demokratik devrimdir. Bu devrimde ise yalnızca işçi sınıfı
ile kentin ve kırın yoksullarının değil, başta
küçük burjuvazi ve bu sınıfın özel bir kesimini oluşturan asker-sivil
aydın zümre olmak üzere, köylülüğün en geniş kesimlerinin ve hatta burjuvazinin
belli bir kesiminin de yararı bulunmaktadır. Bu koşullarda doğrudan sosyalist
sloganlar atmak bağımsızlığı ve feodalizmin tasfiyesini isteyen ama ana
gövdesiyle sosyalist politikaları benimseme olanağı bulunmayan sınıf ve kesimleri emperyalizmin ve işbirlikçilerinin safına
itmek anlamına gelecektir.
MDD’nin Milli Demokratik Devrim
görüşünü daha iyi anlayabilmek açısından, bu akımın önce Türkiye’deki tarihi gelişimi ve ardından
da ülkedeki siyasal ve sınıfsal güçleri nasıl değerlendirdiği konusuna daha
yakından bakmak son derece yararlı olacaktır.
MDD’nin Türkiye’nin tarihi gelişimi ile
ilgili değerlendirmelerini irdelediğimizde bu değerlendirmenin bazı önemli
tarihi yol ayrımlarının saptanması üzerine yükseldiğini görmekteyiz. Bu yol
ayrımlarını temel olarak Milli Kurtuluş Savaşı, 1942’de başlayıp 1945’te nihai
sonucuna ulaşan Anti-Kemalist Karşı Devrim Dönemi, 27 Mayıs askeri
müdahalesiyle işbirlikçi sermaye ve feodal mütegallibe iktidarının nispeten
geriletilmesi ve bir süre sonra AP iktidarı ile emperyalizmin işbirlikçisi olan
karşı devrimci güçlerin yeniden iktidarı ele geçirmesi olarak ayrımlamak
olanaklıdır.
MDD’ye göre Türkiye Kurtuluş
Savaşı bütün mazlum uluslara da örnek
olacak bir bağımsızlık savaşı idi. Bu anlamda Kurtuluş Savaşı kesinlikle
ilerici bir karakter taşımaktaydı. Bu savaşın sonunda Türkiye emperyalist sistemden bağımsızlaşmış,
feodalizme ise ekonomik anlamda olmasa bile sosyal ve özellikle de siyasal
anlamda büyük darbeler indirmişti.
Fakat Kurtuluş Savaşı’nı
gerçekleştiren asker-sivil zümrenin
ekonomi ve siyaset alanındaki deneyimsizlikleri feodal güçlerle ittifak yapmaları sonucunu
doğurmasa da bu güçlerle sonuna kadar
savaşma işini ertelemelerine yol açmıştı. Ayrıca aynı asker sivil aydın zümre
SSCB’deki sosyalizm uygulamalarının henüz olumlu meyvelerini vermeye
başlamaması ama kapitalist ülkelerin o
dönemde ciddi gelişme gösteriyor olmaları gibi dışsal faktörlerin de etkisinde
kalarak bir dönem kapitalist yoldan kalkınma sağlanabileceği gibi “yanlış”
düşüncelere de kapılabilmişti. 1930’lı yıllara doğru gerek uluslararası
kapitalizmin derin bir krize girmesi, gerek içeride uygulanan serbest piyasa
ekonomisi aracılığıyla kapitalist kalkınma yolu politikalarının başarısız
olması ve gerekse de SSCB’de uygulanan sosyalizm uygulamalarının kapitalizme göre
daha üstün olduğunun ortaya çıkması nedenleri ile, Kemalistler kapitalist
kalkınma yolu yerine devletçi politikalara yönelerek, bir süre sonra başlangıçtaki yanlışlarını
düzeltmeye başlamışlardı. Bu tarihlerden 2. Dünya Savaşı yıllarına, özellikle
de Şükrü Saraçoğlu Hükümeti kuruluncaya kadar
geçen süreç içinde, Türkiye’nin temel olarak ilerici bir politika
izlediğini düşünen MDD akımı,Türkiye tarihinin en ilerici hükümeti olarak
niteledikleri Refik Saydam Hükümetinin ardından kurulan Şükrü Saraçoğlu Hükümeti
Dönemini ise Anti-Kemalist Karşı Devrimin “miladı” olarak kabul
etmektedir. MDD’cilere göre bu karşı
devrim akşamdan sabaha birden bire ortaya çıkmış değildir. Anti-Kemalist Karşı
Devrim’in geçmişteki toyluklardan, hatalardan ve savrulmalardan beslenen bir
tarihsel-sınıfsal arka planı mevcuttur. M. Belli, bu arka planı ve buradan
beslenen “karşı devrim” sürecini şu şekilde anlatmaktadır:
“ Evet, 1920’lerde de,
1930’lar da da karşı devrimin kökenleri
mevcut. Ama gene de bir dönüm noktası, karşı devrimin başlangıç noktasını
aramak gerek. Bu dönüm noktası bence
1942 yılıdır. Şükrü Saraçoğlu Hükümeti’nin iktidara geldiği tarih...”
(S:154-155).
“...Daha önceki Refik Saydam
Hükümeti (benim kanımca Refik Saydam gelmiş geçmiş başbakanların en iyisidir);
denilebilir ki, iyi niyetle bir savaş ekonomisi politikası uygulamıştır...Bu
olumlu politika, çıkarcı çevrelerin direnişiyle karşılaştı......1941-1942
yılında buğday fiyatı...on misline, 90 kuruşa çıktı...köylülerin tarla
işgallerinden doğan davaları hızla neticelendirecek bir kanun teklif etti
hükümet...Buğday 90 kuruş, köylü işgallerini kısa zamanda önlüyorsun; icrayı,
jandarmayı getiriyorsun tarlaya ve çiftliğine sahip çıkıyorsun. Çiftlik ağası
bir-iki yıl içinde güçlendi. ‘Hacıağa’ takımı diye zengin bir köylü tipi ortaya
çıktı Ama hacı ağanın zenginleşmesine karşılık köylerde genel olarak yoksulluk
arttı. ...Karaborsacının ve hacıağanın direnmesinin etkisi sonucu, Saydam
Hükümeti’nden sonra, serbest ticaretçi Şükrü Saraçoğlu geldi iktidara. Dış
konjontürlerin de etkisi vardır Şükrü Saraçoğlu’nun başbakan oluşunda. Dışarda,
Dünya Savaşı devam ediyordu. Alman orduları zaferden zafere koşuyorlardı ve
1942 yılında Alman ordusu Stalingrad’a dayandı. Alman zaferi bizim
egemenlere kesin gibi gözüküyordu.
CHP’nin kapıları, kemalizmle ilişiği olmayan faşistine, turancısına,
Almancısına, ardına kadar açıldı. Saraçoğlu onların adamıydı, demeçlerinde
en sağcı çevrelere göz kırpıyordu.” ” (S:155-156)
.“1945’i hazırlayan işte bu
gidiştir. Vurguncu sermayenin, tefecinin, ağanın, bitinin kanlanmasıdır! 1945’i
hazırlayan 1942’dir. Saraçoğlu’nun halk düşmanı politikasıdır. 1945’te
Müttefikler muzaffer oldu. Biz de Batı tipi demokrasiyi çok partili düzeni
uygulamaya kalkıştık; ve bu, Filipin
tipi demokrasiyi biçiminde tecelli etti, ve CHP sağındaki asalak güçlere
‘meydan senindir’dendi, sol ezildi...DP ile irticaya taviz, emperyalizme
yaranma yarışına girildi...
1950-60
yılları dönemi, Türk tarihinin en karanlık sayfasıdır.” (S:157).
Kimi çevreler tarafından “ çok partili siyasal
hayata “ geçişi simgelediği için bir tür “demokratik
devrim” olarak görülen ve adlandırılan 1945
yılı, MDD’ciler için bir “karşı devrim”
momentidir. Öyle ki MDD’nin ideologu
M.Belli, 1950-60 dönemini “Türk tarihinin en karanlık sayfası” olarak nitelemektedir.
MDD’cilere göre Türkiye bu tarihten sonra bağımsız
bir iktisadi ve sosyal gelişme olanağını yitirdiği gibi, Kurtuluş Savaşı’nın
önderlerinin sosyo-kültürel planda modern bir toplum yaratma projesi de ağır bir yara aldı. Meydan “CHP’nin
sağındaki asalak güçlere bırakıldı,
Cumhuriyetin modernleşmeci ve bağımsızlıkçı politikasının yerini, irticaya
taviz ve emperyalizme yaranma politikası aldı.”
Emperyalizme bağımlılıkla birlikte Türkiye, kendi ulusal çıkarları ekseninde
bağımsız bir iktisadi gelişme olanağını yitirerek, “Kapitalizmin en
adisinin, en kötüsünün, komprador kapitalizminin”
içine girmiştir. Belli’ye göre az
gelişmiş bir ülke bir kez emperyalizmin yörüngesine girince o ülke de artık
gerçek bir sanayileşme yaşanması olanağı
söz konusu olamaz.(Belli, 1968). Zira “Emperyalizm,
sömürü alanı olan ülkelere, bu ülkelerin gerçek çıkarlarına aykırı olan ve
tekelci kapitalizmin çıkarları ile bağdaşan bir işbölümünü kabul ettirir...bu
işbölümü genel olarak sanayinin
baltalanması sonucunu verir...Başta
Amerika olmak üzere, emperyalist blokun Türkiye’ye kabul ettirdiği iktisadi politika, ülkemizin bağımlı tarım ülkesi durumunu perçinleyen
politikadır...Montaj ve ambalaj sanayiinden, boğaz köprüsüne kadar bu böyledir”
“... Çok
gelişmiş, çok güçlü durumdaki bu emperyalist ülkelerin çıkarı, dünya yüzünde sanayi mamülü satabilen rakip
ülkelerin ortaya çıkmalarını önlemeyi emreder. Ve emperyalistler bu engelleme
işinde çok ustadırlar. Onun için 19. sonlarından bu yana, emperyalizmin bir
dünya sistemi niteliğine bürünmesinden bu yana, kapitalist yoldan kalkınan tek
ülke görülmemiştir. Emperyalizm çağında kapitalist yoldan kalkınan son ülkeler
Almanya ve Japonya olmuşlardır. Ve bunların hemen ardından, tarih bu döneme son
noktayı koymuştur.” (Belli,1968).
1945’li yıllarda yaşanan ve emperyalizme bağımlılık
ve feodal güçlere, irticaya teslimiyetle
simgelenen bu karşı devrimin bir diğer önemli sonucu da savunma alanında yaşanmıştır. Belli’ye göre, “ ...ordusunun
silah, cephane, araç ve yakıt bakımından ikmal işini, kendi ulusal kaynaklarına
baltalayarak, Amerika’nın keyfine terk eden, kendi seçeceği düşmana karşı, kendisinin uygun göreceği yerde ve anda
savaşa girme kararını verebilme hakkını yitirmiş durumdadır”(Belli, 1968). Bu durumdaki bir savunma gücünün de, kendi ulusal çıkarlarını
değil, emperyalizmin çıkarlarını savunur duruma düşmesi kaçınılmazdır. 1945’den
sonra bir kısmı nükleer taarruz sistemleriyle de donatılmış olan Amerikan
askeri üslerini Türkiye’ye
yerleştirerek, Türkiye’yi olası bir nükleer savaşın ilk hedeflerinden biri
haline getiren karşı devrimci iktidarlar, Türk savunma gücünü de “ ilk
başarılı milli kurtuluş savaşında emperyalizmi yenmiş olan ordusunun şanlı
askeri geleneğine rağmen, bu ordunun kemalist subay kadrosuna rağmen” benzer
bir kaderi paylaşmak akıbetiyle yüz yüze
bırakabilmişlerdir(Belli,1968).
Bazıları 1945’ten sonra çok partili düzene
geçmekle partilerin kurulabildiğini,
seçimler yapılabildiğini ,vatandaşın oyunu kullanabildiğini ve hükümetlerin
seçimle iktidara gelebildiklerini dolayısıyla Türkiye’nin bu tarihten sonra iyi
kötü bir demokratik rejimin kurulduğunu ve bunun da geçmişe göre ilerleme
sayılması gerektiğini düşünselerde, Belli’ye göre, demokrasi alanında böyle bir
ilerleme olduğundan söz etmek olanaksızdı. Hatta tam tersine 1920’lerin
Türkiye’si daha bağımsız olduğu gibi, eğer demokrasiyi ‘statükocu
partilerin’ sayısıyla ölçme gafletine
düşülmeyecekse, 1945’lerin Türkiye’sine göre daha demokratik olduğu bile
söylenebilirdi(Belli, 130). Zira her ne kadar 1945’ten sonra parti sayısı
çoğalsa ve hükümetler seçimle iş başına gelmeye başlasalar bile, siyasal alan
tümüyle işbirlikçi kesimlerin denetimine geçmişti. Bırakalım sosyalistleri 1945’ten sonra hiçbir milli unsurun bile
siyaseten etkili olabilme olanağı kalmamıştı. Unutmamak gerekiyordu ki,
1945’ten sonra kurulan çok partili rejimle, bu tarihten sonra 141 ve 142. maddelerin giderek şiddetlendirilmesi
arasında da çok yakın bir nedensellik
ilişkisi vardı. Öyle ki, “ On yıllık DP iktidarı döneminde marksist
solun belli başlı unsurları ya zindanda
ya sürgündeydi. O Soğuk Savaş yıllarında
biz Türkiye’de ki çok partili düzeri,burjuva demokrasisini demir
parmaklıklar arasından seyrettik. Sol önemli ölçüde tecrit edilmişti. İhbar
salgını şeklini alan bir anti-komünizm histerisi yaratılabilmişti ülkede.
Komünizmi Rus casusluğu ya da şapka asma
özgürlüğü olarak gösteren yoğun propagandanın
etkisinde insanların hasım bildikleri kimseleri komünist diye ihbar
etmeleri artık adet olmuştu.”(Belli,57). Tüm bu
nedenlerle sola ve milli güçlere kapalı olan bu çok partili rejimi, gerçek
burjuva demokrasisinden ayırmak gerekiyordu, biz de 1945’ten sonra gündeme
gelen klasik anlamda bir burjuva demokrasisi değil, Belli’nin ifadesiyle “Filipin
Tipi Demokrasi” idi.
Zira kapitalist dünya pazarı sınırları içinde
devrimlerin tarihe karıştığı emperyalizm
çağında, gerçek bir kapitalist gelişmeyi hiç yaşamamış ve yaşaması da olanaksız olan Doğunun ve
Güneyin geri tarım toplumlarında burjuva parlamentarizmi genellikle
emperyalizmle işbirliği halinde olan asalak güçleri iktidara getirmekte ve
böylelikle emperyalist sömürünün yoğunlaştırılmasına hizmet
etmektedir(Belli,130). Bu gerçek nedeniyledir ki, böylesi ülkelerde gündeme
getirilen biçimsel bazı benzerlikleri dışında burjuva anlamıyla parlamenter
demokrasi ile hiçbir özsel benzerliği olmayan
Filipin Tipi Demokrasi’dir. Filipin Tipi Demokrasi her yerde olduğu gibi
Türkiye’de de karşı devrimin bir ürünü olduğu kadar bu karşı devrimi
kuvvetlendiren, perçinleyen bir kurumsallaşmadır da(Belli,57).
Filipin Tipi Demokrasinin burjuva demokrasisi ile
biçimsel benzerliklerini abartıp bu yapıyı geçmişe göre bir ilerleme olarak
değerlendirenler, bu rejimin hepsi de kurulu düzenden yana olan partilerin “kapalı
av alanı” olduğunu, ancak “vitrin
garnitürü niteliğindeki icazetli sol partilerin”
varlığına göz yumulduğunu görmemezlikten geldikleri gibi, ulusal bağımsızlıkla
demokrasi arasındaki olmazsa olmaz bağlantıyı da yok sayıyorlardı. Belli’ye
göre, “Besbelli ki, bu çağda uydu
durumuna düşen bir ülkede gerçek
anlamıyla bir siyasi demokrasiden söz edilemezdi.”(Belli,
145). Kısacası, bağımsızlık yoksa demokrasi de olamazdı.
c- 27 Mayıs: Karşı Devrimin Göreli Geriletilmesi
Belli’ye göre
27 Mayıs bu karşı devrimci gidişe
“Atatürkçü” asker-sivil aydın
zümrenin “dur” deyişidir. 27 Mayıs
sayesinde işbirlikçi sermaye ile feodal mütegallibe ittifakı bir ölçüde geriletilmiştir. Emperyalizm lafı edilmemekle
beraber, emperyalizmin dayandığı güçleri geriletmeye yönelik bazı adımlar
atılmıştır. 27 Mayıs’çılar tam bunun bilincinde olmasalar da 1961 Anayasası ,
milli bir nitelik taşıyan asker-sivil
aydın zümrenin, işbirlikçi sermaye ve feodal ağa gibi milli nitelik taşımayan
emperyalizmin emrindeki sınıflatması geriletmesini temsil eder. Bürokrasinin
kaleleri olan Yargıtay, Danıştay, Yüksek Hakemler Kurulu, Anayasa Mahkemesi ve
Tabi Senatörlük Kurumu vb.nin oluşturulması da bu yeni dengenin
kurumsallaştırılmasıydı. 1961 Anayasası
yasama gücünün yetkilerini kısıtlayarak ve bu bürokratik kurumların denetim olanaklarını genişleterek işbirlikçi
sermayenin manevra alanını daraltmayı hedeflemiştir. 27 Mayıs müdahalesi
sayesinde ayrıca Türkiye toplumunda
yarım yüzyıllık tarihi olan sosyalist birikimin belli bir biçimde dışa
vurması, açığa çıkması olanağı ortaya çıkmıştır. Ve bu durum bundan sonraki
yıllarda demokrasiye gidiş yolunda olumlu bir gelişme olmuştur(Belli, 158).
Ne var ki bütün bu olumlu özelliklerine karşın,
Belli’ye göre 27 Mayıs oldukça eksik ve yarım bir müdahale olarak kalmıştır.
27 Mayıs karşı
devrimci gidişi bir ölçüde ve ancak bir süreliğine sekteye uğratmıştır. 27 Mayıs’tan bir süre
sonra Türkiye yeniden tutucu-statükocu
güçlerin ve emperyalizmin etkisiyle, AP
hükümeti aracılığıyla işbirlikçi
sermaye ve feodal ağa gibi asalak sınıfların iktidarı ele geçirmesiyle karşı
devrim rayına girmiştir. 27 Mayıs’tan sonra
Türkiye’de tam bağımsızlığın sağlanması ve toplumun feodal kalıntılardan
arındırılması anlamında bir demokratik
devrim yolunda bazı adımlar atılmasına
karşın, 27 Mayıs’çılar demokratik devrim yapma iddiasında olan bir
toplumun ilk görevinin siyasi
bağımsızlığın önünde duran engelleri
temizlemek olduğunu düşünemedikleri için, Amerika ile aramızdaki vesayet
ilişkileri üzerinde yeterince durulamadığı ve köklü bir toprak reformuyla feodal ilişkileri temizleme yoluna gidilemediği için, bu
adımlar pek ürkek ve pek kısa adımlar olarak kaldı ve dolayısıyla Türkiye’de
karşı devrimin yeniden ve kısa sürede galebe çalması kaçınılmaz
oldu(Belli:134). Ayrıca her ne kadar 27 Mayıs, siyasetin sola açılımı
açısından bazı olumluklara kaynaklık
etmişse de, bu açılımın Türkiye
emekçilerini kendi öz siyasi
örgütlerinden yoksun bırakma amacını
güden ünlü 141. ve 142. maddelerin gölgesinde gerçekleşen bir açılım olduğu
unutulmamalıdır. Hiç şüphe yok ki, 27 Mayıs kadrosunun karşı devrimin yeniden
zafer kazanmasını kolaylaştıran en büyük hatalarından biri de bu
“işbirlikçi kesimin” emekçi kesimim davasını
güdenlere karşı yaklaşımının bir ifadesi olan
“141 ve 142. maddelere hiç dokunmaması, bu devrimciliğin siyaset
alanında yerlerini almalarına imkan
verecek bir demokratik özgürlük ortamının
yaratılması gereğini kavramaması”
olmuştur(Belli, ...).
2- MDD’NİN TÜRKİYE’NİN SINIFSAL YAPISINA İLİŞKİN GÖRÜŞLERİ
2- MDD’NİN TÜRKİYE’NİN SINIFSAL YAPISINA İLİŞKİN GÖRÜŞLERİ
MDD’nin Demokratik Devrim Tezi’nin kuramsal gerekçelerinden birini de
Türkiye’de ki sınıflar mevzilenmesine ilişkin görüşleri oluşturmaktadır.
MDD’cilere göre, yalnızca Türkiye’nin bağımlı ve feodal ilişkiler içinde
boğulan çarpık ve geri kalmış sosyo-ekonomik yapısı değil, aynı zamanda
yukarıdaki gerçeklerle sıkı sıkıya bağlı olarak
Türkiye’deki sınıfsal mevzilenme ve sınıflar arasındaki güç ilişkileri
de sosyalizm mücadelesine elverişli değildir. Türkiye’deki mevcut sınıfsal güç
ilişkileri işçi sınıfının kent ve kırın
yoksul kesimlerini yanına alarak bir sosyalist devrim yapabilmesine elverişli
değildir. Oysa işçi sınıfı sosyalizmi değil anti-emperyalist-anti-feodal bir
devrim stratejisini benimsediği takdirde; böylesi bir devrimde yalnızca işçi sınıfı ile kentin ve
kırın yoksullarının değil, başta küçük
burjuvazi ve bu sınıfın özel bir kesimini oluşturan asker-sivil aydın zümre
olmak üzere, köylülüğün en geniş kesimlerinin ve hatta burjuvazinin belli bir
kesiminin de yararı bulunduğu için devrimin cephesi güçlenecek ve devrim daha
gerçekçi bir hedef haline getirilebilecektir;
aksi koşullarda, doğrudan sosyalist sloganlar atmak bağımsızlığı ve
feodalizmin tasfiyesini isteyen ama ana gövdesiyle sosyalist politikaları
benimseme olanağı bulunmayan sınıf ve
kesimleri emperyalizmin ve
işbirlikçilerinin safına itmek anlamına geleceği gibi, nicel ve nitel olarak
zayıf bir durumda olan işçi sınıfının
sırtına henüz kaldırmaya hazır olmadığı ağır bir yük bindirilmiş olacaktır.
MDD’cilerin devrim stratejisi
tartışmalarını daha iyi anlayabilmek için tüm bu nedenlerle bu akımın
Türkiye’deki sınıf mevzilenmesine ilişkin görüşlerine daha yakından bakmakta
yarar vardır.
İşbirlikçi sermaye kurtuluş savaşı döneminde azınlıkların ülkeyi terketmek zorunda
kalmaları sonucunda bu kesimlerin geride bıraktığı mal ve sermayeye el
konulması yoluyla oluşmuş “türedi” bir kesimdir. Azınlıkların yeniden ülke
topraklarına dönerek ellerine geçmiş olan varlıkları kaybetme korkusu ile
Kurtuluş Savaşı sırasında Kemalist harekete belli bir destek sunan bu kesimler,
kurtuluş savaşını izleyen yıllarda süreç içinde, emperyalist sermaye ile de
bağlantıya girerek belli bir güçlenme yaşamış ve Kemalist elitin karşısına
alternatif olabilecek bir güç olarak
dikilmiştir. Belli’ye göre (.....):
“İşbirlikçi sermaye, sınıf çıkarı gereği, Türkiye’de
gerçek sanayileşmeye, gerçek iktisadi kalkınmaya karşıdır. İşbirlikçi
sermayenin çıkarı, memlekette
emperyalist sömürücülerin uygun gördüklerinin dışında Türkiye vatandaşlarının mülkü olan fabrikaların kurulmasına engel olmaktır;
gerçek sanayi birikimi fabrikaların
bacasının tütmesini önlemektir. İşbirlikçi sermaye, toplumumuzdaki bütün asalak sınıf ve zümreler arasında en
güçlü olanıdır. Ekonominin kan dolaşımını sağlayan kredi kurumları, sigorta
kurumları onun kontrolündedir. Sanayi, nakliyat vb. gibi yedek parça
ihtiyacının sağlanması gibi ekonomimizin
can damarı sayılması gereken bir alan, onun tekelindedir.”
İşbirlikçi sermayenin yanı başında egemen sınıf bloğunun bir başka unsuru olan
feodal mütegallibe yer almaktadır. Belli’ye göre Türkiye’de feodalizm o kadar
güçlü ve egemendir Belli Türkiye’de yalnızca fedalizmin kalıntısı olduğunu
iddia eden kesimlere zaman içinde ün yapmış ifadesiyle şu şekilde yanıt
vermektedir “ Kalıntı ne kelime?
Filipin demokrasiciliği şartlarında Türkiye toprağından feodalizm
fışkırmaktadır” (Belli,...). Türkiye’deki feodal yapının yalnızca klasik
derebeyi-toprak kölesi ilişkisi olarak değerlendirilemeyeceği uyarısını yapan
Belli, kapitalist tarım işletmesi görüntüsü altında derin feodal izler
taşıyan bir tahakkümü sürdüren büyük
toprak sahiplerini de bu kategoriye dahil etmektedir. Tipik “köy sahibi- toprak kölesi” ilişkilerinin sürdüğü Doğu Anadolu’nun yanı sıra,
batıda da kapitalist dış görünüşe rağmen
geniş tarım alanlarında can, mal güvenliği , köylünün mülkiyet hakkı,
kanunların geçerliliği gibi burjuva ilişkilerin emrettiği ilkel unsurlar bile,
mahalli mütegallibe tarafından çiğnenmekte ve derebeyi zorbalığı hüküm
sürmektedir(....).
Hiçbir zaman toprak reformu yapılmadığı için zaten
sürmekte olan feodal ilişkiler 1945’li yıllarda yaşanan karşı devrim nedeniyle
daha sonraki yıllarda ekonomik ve özellikle siyasal cephede büsbütün
güçlenmiştir.
Türkiye’deki bugünkü düzen, asker-sivil aydın
zümreden, küçük burjuva bürokratlarından iktidarı ele geçirmiş olan işbirlikçi
sermaye ve büyük toprak sahipleri, feodal ağalar, mütegallibe koalisyonun
hegemonyası altındadır ve bu hegemonyayı elde tutan asalak sınıfların ardında
emperyalizm vardır (Belli,...)
Feodal sınıfların hegemonyası Türkiye’de özgür
yurttaşın ortaya çıkmasını engellediği için gerçek demokrasi kurulamamakta ve
iktidardaki sınıfların emperyalizmle çıkar birliği çinde olması nedeniyle de
ülkenin bağımsız bir gelişme izlemesi olanaksızlaşmaktadır. Tüm bu nedenlerle
Türkiye’deki devrim sürecinin en önemli ve birincil görevi, sosyalizm
değil, demokrasi ve bağımsızlığı
sağlamak, bu amaç için de işbirlikçi sermaye ve feodal mütegallibe iktidarını
tasfiye etmektir.
b- Milli Burjuvazi
60’lı yıllarda yaşanan sosyalist devrim- demokratik
devrim tartışmalarının en önemli
alanlarından birini de “milli burjuvazi” konusu oluşturur. Bu sınıfın varlığı
ve yokluğu, muhtemel bir devrim sürecinde nasıl bir rol oynayabileceği bu dönemin en çok kafa yorulan ve üzerinde
polemik yapılan sorunlarından biridir.
Milli demokratik devrim görüşünü benimseyenler
açısından, ülkenin gündeminde olan devrimin ulusal karakter taşıyacağı konusunda her hangi bir
şüphe bulunmazken, bu devrimde milli burjuvazinin olumlu bir rol oynayacağı
konusunda ise tereddütlü ve hatta karamsar bir yaklaşımın varlığı söylenebilir.
MDD’nin milli demokratik devrimde milli burjuvazinin
yeri ve rolü ile ilgili yaklaşımını iki düzeyde ele alabilmek olasıdır. Her
şeyden önce milli burjuvazinin önderliğinde bir devrim fikri MDD’cilere göre
emperyalizm çağında geçerli bir düşünce olamaz. Belli’ye göre, “ 18. ve 19. yüzyılda Batı’da gerçekleşen
burjuva devrimlerinin Türkiye gibi geri kalmış bir doğu ülkesinde tekrarlanmasını
ummak, burjuvazi hegemonyasında bir demokratik devrim beklemek büyük bir
yanılgı olacaktır. Zira emperyalizm
çağında sömürge ülkelerde demokratik devrime önderlik edecek güçte ve bilinçte
bir milli burjuvazi yoktur ve olmayacaktır. Belli, bu yaklaşımının doğal ve
tutarlı bir uzantısı olarak kendi çizdiği devrim stratejisini “burjuva
demokratik devrim” biçiminde değil “milli
demokratik devrim” olarak isimlendirmiştir(
Belli,...). “Çağımızda milli
burjuvazi bir devrimci sınıf olarak barutunu tüketmiştir... Bu sınıfın milli
demokratik devrimde ağır basması...şöyle dursun, bir devrim safında yer alması
bile ancak devrim dalgasının yükselişi anında, büyük bir halk şahlanışı
sırasında olabilir, o da bir süre için...”
(Belli,...)” “Bugün artık emperyalist dünya sistemi kurulalı beri bir
ülkede demokratik devrim söz konusu olsa bile ne tutarlı bir devrimci çizgiyi
sonuna kadar izlemeye gönüllü bir burjuvazi vardır, ne de kapitalist yoldan
kalkınma imkanı” (Belli,...).
MDD’ciler milli burjuvazi konusunu genel kuramsal
yaklaşımın yanı sıra bir de Türkiye’nin kendi iç somut koşulları açısından değerlendirmeye tabi
tutmuşladır. Bu değerlendirmeden ortaya çıkan sonuç ise özetle şu şekildedir: Cumhuriyet Türkiyesi’nde ilk dönemlerde
milli burjuvazi yaratma girişimleri olmuş, fakat Kemalistlerin bu yöndeki
çabaları süreç içinde başarısızlığa uğramıştır. Ortaya çıkarılabilen son derece
güçsüz milli burjuva unsurlar da çok geçmeden emperyalizme bağlanarak
işbirlikçi bir karakter kazanmışlardır. Bu değerlendirmeden de görüldüğü gibi
MDD’ciler ortaya attıkları devrim
stratejisinde milli burjuvaziye önemli bir rol atfetmemektedirler. Ne var ki,
MDD stratejisinin milli burjuvaziye devrimci
bir güç olma anlamında kapıları tümüyle kapattıkları da söylenemez. Muhtemelen
o dönemde uluslar arası komünist harekete milli burjuvazinin devrimciliği
konusunda daha olumlu bir tutumun egemen olmasının da etkisiyle MDD’cilerin de
mili burjuvazinin tüm bu olumsuz faktörlere rağmen kısmen de olsa devrime
katılabileceğini zaman zaman vurguladıklarını görüyoruz. Nitekim Belli’ye göre,
milli burjuvazi ile işbirlikçi kapıtalisti aynı kefeye koymak doğru değildir.
Milli burjuvazi bir yanıyla emperyalizmin varlığından rahatsızken, diğer
yanıyla da sosyalizme karşıdır. Bu çifte karakteri nedeniyle Türkiye’de güçlü
bir halk hareketinin geliştiği koşullarda milli burjuvazi kısa bir süre içinde
olsa devrimci güçler arasında yerini alabilir (Belli,...).
c-Küçük Burjuvazi ve O’nun Özel Bir Kolu Olarak Asker-Sivil
Bürokrasi
MDD’cilere göre küçük burjuvazi, orta köylülüğü,
şehir küçük burjuvazisini (esnaf ve sanatkarları) ve asker-sivil aydın zümreyi
kapsamaktadır (Belli, 1970: 248). Daha çok emeği ile çalışarak geçimini
sağlayan ve kapitalist düzende sömürülen
küçük burjuvazi, tüm bu nedenlerle devrimci bir sınıftır. “Orta
köylü ekonomisinin tarımda oldukça geniş bir alanı kapladığı ve şehirlerde de
küçük üretimin yaygın bulunduğu Türkiye’de”
küçük burjuvazi, sayıca da toplumun en büyük toplumsal kesimlerinden birini
oluşturmakta ve bu durum küçük burjuvazinin siyasal önemini daha da
artırmaktadır. Belli’ye göre, “İşbirlikçi sermayenin egemen bulunduğu,
feodal ilişkileri barındıran bağımlı bir düzenle sınıf çıkarı asla bağdaşmayan
küçük burjuvazi bilinçlendiği ölçüde, kitlesiyle milli demokratik devrimden
yanadır. Küçük burjuvazinin hiç değilse bir kesiminin, sosyalist devrim
aşamasında da, devrimci güçler safına katılması beklenmelidir” (Belli, 1970: 249).
MDD teorisinde küçük burjuvazi ana gövdesiyle milli demokratik
devrime katılacak bir toplumsal güç olarak değerlendirilirken, bu sınıfın özel
bir kolu olarak nitelendirilen
asker-sivil aydın zümreye ise devrimci süreçte çok daha özel ve belirleyici bir
rol atfedildiği görülmektedir. Çoğunluğu küçük burjuva kökten gelme olan bu kesimin içine öğrencileri, az çok eğitim
görmüş kesimleri ve meslek erbabını da dahil eden Mihri Belli, asker-sivil
aydın zümrenin toplum yapısındaki yerini şöyle açıklamaktadır (1970
“Asker-sivil aydın zümre Türkiye’de, orduda
olsun, devlet mekanizmasında olsun, kilit noktaları elinde tutmaktadır.Bu
zümre, Tanzimattan bu yana, Türkiye’nin
yönetimini çok kez tekelinde tutmuş, hiç değilse bu yönetimde önemli bir rol
oynamıştır...Pek yakın bir geçmişe
kadar toplumumuzda son söz bu zümrenindi. Ağa, eşraf, iş adamı
ikincil durumdaydı. Özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan beri bu güçler
dengesi bozulmuştur. Biti kanlanan ve
büyük bir iktisadi güç haline gelen emperyalist tekellere bağlı ticaret burjuvazisi , taşra eşrafı ile,
feodal ağalarla ittifak halinde, sadece Türkiye ekonomisi üzerinde hakimiyetini kurmakla yetinmemiş, 1945’den bu
yana büyük bir politik güç olarak da
ortaya çıkmıştır.Bunların ideolojisi “ben dümenime bakarım” ideolojisidir.
Sahte milliyetçilerdir. Bir yandan ulusu bölen şeriatçılığı kullanırken diğer
yandan da batı kozmopolitizminin
yayıcılarıdır.” (Belli [Tüfekçi],1966:17).
Türkiye’nin maddi-ekonomik koşullarının yetersizliği
nedeniyle işbirlikçi kesimlerin asker sivil aydın bürokrasiyi kendilerine
entegre edecek imtiyazlar vermesinin olanaksızlığına vurgu yapan Belli, hem bu
nedenle, hem de asker-sivil aydın zümrenin anti-emperyalist, bağımsızlıkçı bir
tarihsel sürecin ürünü olmasından dolayı, bu zümrenin işbirlikçi kesimlerle
ittifak yapmasını mümkün görmemektedir. Ona göre, günün şartlarına uyarlanmış
Kemalist bir ideolojiye sahip olan asker-sivil aydın zümre, milli demokratik
devrimde çok önemli bir rol oynayacağı gibi, bu kesimin ana gövdesiyle
sosyalizm mücadelesine katılmaması için de hiçbir neden bulunmamaktadır.
Belli, asker sivil aydın zümreye o kadar belirleyici
bir önem vermektedir ki, bu kesimi Türkiye’de proletarya dışında devrimde hegemonya kurması mümkün tek
toplumsal kesim olarak tanımlamakta (hatta buna olumsuz da yaklaşmamakta)dır
(Belli, 1969: 131).
d- İşçi Sınıfı
Feodal ilişkilerin baskısı altında ve emperyalizme
bağımlı olarak gelişmesini sürdüren Türkiye’deki kapitalizmin çarpıklığı ve
geriliği ortamında Türkiye proletaryası toplumsal sistemde ancak “iğreti” bir
yer işgal edebilmektedir. Sanayi işçilerinin büyük çoğunluğu köyle bağlarını
sürdürmekte, işçi sınıfının ana gövdesi yarı köylü vasfını muhafaza etmekte ve
köyle kent arasındaki kent lehine ekonomik uçurum kentli bir sınıf olan
proletaryanın bilinçlenmesini geciktirmektedir. Tüm bu nedenlerle işçi sınıfı
hala kendiliğinden sınıf olmaya aşarak kendisi için bir sınıf olamamıştır.
Belli, yukarıda belirtilen olumsuz faktörlere karşın
işçi sınıfının Türkiye’deki emekçi sınıflar arasında en yüksek örgütlenme
düzeyine sahip olduğunu belirmekte, dolayısıyla bu olumsuzlukları işçi
sınıfının devrimci süreçte önderlik yapamayacağı gibi bir sonuca
ulaştırmamaktadır. Tam aksine Belli’ye göre, işçi sınıfının devrimdeki yerini
belirlerken yalnızca bugünkü bilinç ve gelişme düzeyini değil aynı zamanda ve
temel olarak bu sınıfın ekonomideki yerini göz önüne almak gerekir. Ekonomik
hayatta tuttuğu stratejik konum nedeniyle işçi sınıfı bu önderlik potansiyeline
sahip olduğu gibi, işçi sınıfının
hegemonyası “milli demokratik devrimin kesintiye uğramadan tamamlanması
için ve Türkiye’nin sosyalist devrimin eşiğine varır varmaz, o eşiği aşabilmesi
için”zorunludur da( Belli,...).
e) Köylülük
Demokratik devrim-sosyalist devrim tartışmalarında
köylülük sorununa ilişkin yaklaşımların özel bir önemi vardır. Zira MDD’cilere
göre, kıra kapitalizm girmiş, köylülük büyük ölçüde ayrışmış ve önemli bir
tarım proletaryası oluşmuşsa o zaman bir sosyalist devrimi savunmak
olanaklıdır. Ama köylülük kendi içinde ayrışmamışsa, geneli feodal ilişkilerin
baskısı altında eziliyorsa, köylülüğün büyük çoğunluğunu ancak anti-feodal bir
toprak devrimi şiarıyla devrime kazanmak olasıdır. Bu tip bir devrimde doğası
gereği demokratik bir devrim olmak zorundadır.
MDD’cilere göre Türkiye kırlarına feodal ilişkiler
hakimdir. Türkiye köylerinin çoğunda, orta köylü ekonomisinin egemen olduğu
bölgeler de dahil olmak üzere, mahalli tüketim için üretim yapılmaktadır.
Köylünün kapitalist pazarla ilişkisi pek sınırlıdır ve bu ilişki çoğu kez
pazardan tuz ve gaz yağı almanın ötesine
geçmez (Belli,...). Pazar için değil mahalli tüketim için üretim yapmak ise
feodalizmin en önemli göstergelerinden biridir.
Türkiye’de halkın çoğunluğunun ilkel, kısır, sefalet
düzeyinde cüce tarım işletmelerinde en derin bir yoksulluk içinde yaşadığını
ileri süren Belli’ye göre, Türkiye toplumunda en çok ezilen kesim yoksul
köylülüktür. Ezilme derecesi bakımından yoksul köylülük, işçi sınıfından bile
çok daha kötü durumdadır. “Öyle ki,
yoksul köylü durumundan şehir proletaryası durumuna geçiş köy
emekçisinin hayatında özlenen bir değişikliktir”. Bütün bu faktörler yoksul köylülüğü devrimci
potansiyeli en yüksek toplumsal kesimlerden biri yapmaktadır.
Belli yoksul köylülüğün yanı sıra Türkiye’de
kalabalık bir yarı proleter kitlenin de varlığına dikkat çekmektedir. Yoksul
köylülerin önemli bir kesimi, kırla bağlarını koparmadan geçimlerini sağlamak
üzere yılın belli bir bölümünde
madencilik ve sanayi işletmelerinde ücretli olarak çalışmaktadırlar.
Ayrıca büyük tarım işletmeleri de işgücü
gereksinimlerinin büyük bölümünü bu yarı proleter yoksul köylü kitlesinden
sağlamaktadırlar. Bu yarı proleter köylü nüfusu bu özelliği ile köyle kent ,
işçi sınıfı ile köylülük arasında bağ kurulmasını kolaylaştırmakta, devrimci
fikirlerin kıra taşınmasına aracılık yapabilmekte, işçi-köylü ittifakının
sağlanmasında özel bir rol oynayabilmektedir. Belli’ye göre yarı proleter
köylüler bu nedenlerle demokratik devrim sürecinin çok önemli bir gücüdür.
[1] M. Belli, bu kesimi komrodor sermaye yerine işbirlikçi
sermaye olarak tanımlamasını şu şekilde gerekçelendiriyor: “ İşbirlikçi sermaye
– burada komrodor terimini kullanmıyoruz, çünkü sömürgecilere bağlı liman burjuvazisi
anlamına gelen bu terim, emperyalizm döneminin değil, sömürgecilik döneminin
terimidir ve bu sömürünün çok daha genişlediği, derinleştiği ve yoğunlaştığı
çağımızıda yeteri kadar kapsamlı değildir” (Belli,....)
Yorumlar
Yorum Gönder