HANGİ YERELLEŞME?


  * A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Konuşma ( 2007)
Soyut bir açıdan bakınca son yıllarda yerelleşme kavramının pek revaçta olmasından dolayı hoşnutluk duymamız gerekir. Öyle ya, yerelleşme insanın aklına ilk başta demokrasinin tabana doğru yayılması, geniş halk katmanlarının karar süreçlerine daha fazla katılımı gibi olumlu unsurlar getiriyor.

Ama olaya biraz yakından bakınca aklımıza gelenle, başımıza gelenin bir birine neredeyse taban tabana zıt şeyler olduğunu görüyoruz.

Yerel yönetimlerin bugüne kadar ki merkezi ulusal devletti. Yerelleşme kavramı ise, ulus devlet yapılanması içerisinde, halkın karar süreçlerine daha etkin katılımını sağlamak, onlara daha çok ve kaliteli hizmet sunabilmek için gerçekleştirilmesi öngörülen zorunlu idari reformları anlatmaktaydı.

Bu iyi ve istenilir bir şeydir. Merkezi yönetimle, yerel yönetimler arasındaki ilişki ve işbölümünün aksayan bir sürü yanı var. Kamu alanında bu aksaklıkları giderecek bir reform da zorunlu gözüküyor. Fakat bugün gündeme getirilen yerelleşme kavramı, sosyal devlet sınırları içinde gerçekleştirilmesi düşünülen bir iyileştirmeyi değil, bilakis sosyal devletin köküne dinamit koymayı hedefliyor.  Ulus devletin yerine de, yeni merkez olarak küresel güçler yerleştirilmeye çalışılıyor. Altını çizerek belirtmek istiyorum ki, bugünkü tartışma bir yerelleşme tartışması değil, merkezin kim olacağı tartışmasıdır.

"İDARENİN BÜTÜNLÜĞÜ İLKESİ" VE YERELLEŞME

Siyasal Bilgiler Fakültesi gibi değerli bir bilim ocağına mensup tüm arkadaşlarımın bilecekleri gibi, yerel idarenin gücünü artırma adına yapılan düzenlemelerle, kamu yönetiminin en temel ilkelerinden biri olan "idarenin bütünlüğü ilkesi"nin içi tümüyle boşaltılmış oluyor.

Yerel yönetimlerin güçlendirilmesi adına bugün yapılanlar, yerel yönetimlerin yetkilerini genişletme çerçevesini fazlasıyla aşmaktadır. Adeta merkezi idare ile yerel idareler arasında kesin ve keskin bir görevler ayrılığı yaratılmaktadır.

Yerel yönetim alanında yapılanlara, yapılmak istenenlere baktığımızda birkaç alan ve bakanlık dışında, tüm bakanlıkların taşra teşkilatlarının mal, araç-gereç, ödenek ve personeliyle birlikte il özel idarelerine ya da belediyelere devredilmesinin söz konusu olduğunu görüyoruz.

Öyle ki, "idari vesayet" kavramında ifadesini bulan, merkezi yönetimin yerel yönetime olan başatlığı anlayışını işlevsizleştirilmekte;  neredeyse eşdeğer iki ayrı görev alanı yaratılmaktadır. Sanırım yapılanın yerel yönetimleri güçlendirmekten çok, ulus devlete bağımlılığı en aza indirilmiş yerel iktidarlar yaratmak olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

İnsan bu manzara karşısında ister istemez Ortaçağ'ın derebeylik rejimlerini anımsamadan edemiyor. Küresel emperyalizm, ulus devletleri modern derebeylikler, küçük küçük iktidar odakları haline getirerek, ekonomik, sosyal ve siyasal tahakkümünü karşı konulamaz hale getirmek hevesi ve planı içerisindedir.

 

KÜRESELİN YERELİ...

Egemenlik planlarını dünya genelini düşünerek yapan küresel sermaye açısından yetkileri bol fakat gücü sınırlı yerel birimlerin yaratılmış olması son derece istenilir bir durumdur.

Aynı zamanda ortadan kaldırılmak istenen sosyal devlettir: Ulus devlet ile sosyal  devlet birbirine eşit değildir ama sosyal devlet ulus devletin türevlerinden biridir. Sosyal devlet  yoksullarına, mağdurlarına karşı nispeten eşitleyici yükümlülükleri olan  bir  ulus devlettir.

Yoksulun,  güçsüzün, güçlünün insafına terk edildiği yer de demokrasi olmaz. Bu toplumda "biz" duygusu, kader birliği anlayışı olmaz, oluşmaz. İşte devletin sosyal niteliğini ortadan kaldırarak "biz" olma duygusu, kader birliği duygusu aşındırılmakta, yok edilmektir. Toplum ortadan kaybolmakta. yalnızlaşmış ve çaresizlermiş bireylerden oluşan cemaatçikler türetilmektedir.

 TOPLUMCU BELEDİYECİLİK VE "SOSYAL BELEDİYECİLİK"...

Sosyal ve ekonomik açıdan daha zor koşullara sahip yurttaşları, yoksulları, engellileri, yaşlıları, kadın ve çocukları öncelikli hizmet götürülecek toplumsal kesimler olarak gören bir dünya görüşüne sahipseniz, kent anlayışınız da bu doğrultuda şekillenecektir. Sol, bu tür bir belediyecilik anlayışın mimarı ve  çok uzun yıllardan beridir uygulayıcıdırlar.

Ama tam da bu noktada bir konuyu dikkatinize sunmak istiyorum: sosyal devlete ait bütün ilke, değer ve kurumları yok etmek için canhıraş bir mesai içinde bulunan bugünkü hükümet yandaşı belediyeler, son dönemde kendilerini sosyal belediyecilik taraftarı olarak sunmaktadırlar.

Sosyal devlet hiç bir insanı aç ve açıkta bırakmayan, insanlara asgari güvence sağlayan devlettir. Sosyal belediyecilikte bunun yerel tamamlayıcısıdır.  Oysa bugünkü hükümet insanları genel planda işsiz, evsiz, eğitimsiz ve sağlıksız bırakıyor. Sonra belediyeleri eliyle milyonlarca aç, işsiz, evsiz insan arasından bir kaç binine bir yağmurluk, bir ekmek, iki tane odun dağıtıyor ve bunun adına da sosyal belediyecilik diyor…

Arkadaşlar bir şeye karşı mücadelenin iki yöntemi vardır: biri ilkelice ve açıkça; diğeri oportünistçe ve takiye yöntemiyle… Bugünkü hükümet ikinci yöntemi seçmiştir. Cumhuriyete karşıyız demek yerine, bir yandan biz de cumhuriyetçiyiz diyorlar ama öte yandan cumhuriyet kavramının içini boşaltıyorlar. Laikliğe karşıyız demek yerine, otoriter laikliğe karşıyız demokratik laiklikten yanayız diyorlar ama hangi tanımıyla bakarsanız bakın laikliğe aykırı yaklaşım ve icraatları her gün artan biçimde devreye sokuyorlar. Sosyal devlete karşıyız demek yerine, sosyal devletin en hasını uyguluyoruz diyorlar ama sosyal devletin köküne dinamit yerleştiriyorlar.  

Onların sosyal belediyecilik kavramına son dönemde sözde sahip çıkmalarının ardında da sosyal devlet ilkesine savaş açmış olmaları vardır. Sosyal devletin yerine düzenleyici devlet anlayışı dedikleri bir yaklaşımı egemen kılmaya çalışıyorlar. Diyorlar ki, merkezi iktidarlar, toplumsal eşitsizlikleri ortadan kaldırmaya yönelik işler yapamazlar.

En son sosyal güvenlik yasa tasarısında tanık olduğumuz gibi merkezi devlet sosyal görevlerini terk ederken, sözümona yerel yönetimlere bazı sosyal görevler yüklenerek sosyal devletin yerelleşmesi sağlanacakmış!...

Yerel yönetimlere yüklenen bu görevlerin ne miktarı, ne süresi bellidir ve hepsinden önemlisi de ne de kurumsallığı sözkonusudur. Peki kaynak sorunu nasıl çözümlenecek derseniz. Gösterilen istikamet yine belli…mevcut anlayışa göre yerel yönetimler, bunları bile özel kesim eliyle, yani sermaye çevreleri eliyle yapmalıdırlar. Bu sermayenin de yerli mi yoksa yabancı mı olduğunun da ayrıca bir önemi yok.

 Neo-liberalizmin yerelleşme anlayışı küresel bir Ortaçağ düzenidir...

Yerel yönetimleri güçlendirmek derken, neyi kastettikleri de burada ortaya çıkmaktadır. Kamusal hizmetleri üretmekte yetkisiz ve yetersiz fakat her türlü hizmeti yerli ya da yabancı sermayeye yaptırmakta yetkilerle donatılmış bir yerel yönetim.

Yani yetkiyi ve gücü ulus devletten alıyorlar, yerel yönetimlere devrediyormuş görüntüsü altında, aslında yabancı sermayeye devrediyorlar. Yerel hizmetlerin güçlendirilmesi adına bugün yapılanlardan anlaşılıyor ki, bu projede karar sürecinde geniş halk yığınlarına yer yok. Kime yer var peki? Küresel sermaye güçlerine ve bu güçlere taşeronluk yapan iş ve sivil toplum temsilcilerine. İktidar gücü ulus devletten alınıp halka değil, bu ikincilere devrediliyor.

Küresel sermayenin temsilcileri bu sömürgeleştirme oyununa güzel ve sevimli bir isim de bulmuşlar. Yönetişim...   Yani demokrasi alanında büyük bir gelişme diye bizlere parlak ambalajlar içinde sunulan yönetişim kavramı, aslında küresel sermaye ve onların işbirlikçileri arasındaki "al gülüm ver gülüm!" demokrasisinden başka bir şey değil.

Türkiye'de yerel demokrasinin geliştirilmesi gerektiği doğrudur. Türkiye'de kamu alanında çok sorun vardır ve bunların çözümü için iyileştirilmelerin yapılması gerektiği de tartışılmazdır. Örneğin yerel hizmetler alanında yasalardan ve mevzuattan gelen görev karmaşası ortadan kaldırılsa, büyük şehir belediyelerinin ilçe belediyeleri üzerindeki ağır tahakkümü hafifletilse tek başına bunlar bile hizmet hızı ve kalitesini büyük ölçüde artıracaktır. (Burada yerelleşmeyi savunuyoruz diyenlerin ilçe belediyelerini büyük şehir belediyelerinin kesin ve tam tahakkümü altına sokmalarının taşıdığı çelişkiye de işaret etmiş olalım.)

Ama bugün yerelleşme adı altında yapılanların demokratik bir yerelleşme ile ilgisi yoktur.

Dikkat edilsin, yerelleşme adına, kamu reformu adına, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi adına bir sürü laf edilmesine, reformların kaçınılmaz ve acil bir hal aldığından söz edilmesine karşın, bunu söyleyenler tarafından Türkiye'deki kamu sisteminin sorunlarına ilişkin yapılmış, yaptırılmış bir tek ciddi çalışma yoktur.

Peki neye göre yapıyorsunuz reformu? Dünya Bankası'nın, Avrupa Birliği'nin isteklerine göre... İleri sürülen gerekçelerin hepsi de aynı merkezler tarafından üretilmiş ve dünyanın her köşesine ithal edilmiş klişelerden ibarettir. Şu soruları da sormak gerekir: Küreselleşmecilerin bugün savundukları ve uygulamaya çalıştıkları yerelleşme modelinde, yerellik adına temsil edilen çıkarlar o yerelliğin büyük çoğunluğunu temsil eden halk kesimlerinin mi;  yoksa kendi ulusal devleti ile bağları koparılmış, fakat başka ve üstelik de uluslararası merkezlere bağlı hale getirilmiş bazı azınlık çıkar gruplarının çıkarları mıdır?

Bu sorulara yanıt bulunmadan yapılacak yerelleşme tartışmalarının işin özünü bulandıran, karartan tartışmalar olduğu kesindir. Yerellik tartışmalarının nirengi noktası burasıdır.

Dolayısıyla onlar yerelleşmeyi savunmaktan çok merkez değiştirmeyi savunmaktadırlar.

 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

PAPAZIN BAĞI: BİR CENNET PARÇASININ HİKAYESİ...

ANKARA’NIN İKİ YÜZYILANA DAMGA VURMUŞ BİR TARİHİ YAPIT: ABİDİNPAŞA KÖŞKÜ

şarap,kadın,şiir...-şiir-