HANGİ YERELLEŞME?
Soyut
bir açıdan bakınca son yıllarda yerelleşme kavramının pek revaçta olmasından
dolayı hoşnutluk duymamız gerekir. Öyle ya, yerelleşme insanın aklına ilk başta
demokrasinin tabana doğru yayılması, geniş halk katmanlarının karar süreçlerine
daha fazla katılımı gibi olumlu unsurlar getiriyor.
Ama
olaya biraz yakından bakınca aklımıza gelenle, başımıza gelenin bir birine
neredeyse taban tabana zıt şeyler olduğunu görüyoruz.
Yerel
yönetimlerin bugüne kadar ki merkezi ulusal devletti. Yerelleşme kavramı ise,
ulus devlet yapılanması içerisinde, halkın karar süreçlerine daha etkin
katılımını sağlamak, onlara daha çok ve kaliteli hizmet sunabilmek için
gerçekleştirilmesi öngörülen zorunlu idari reformları anlatmaktaydı.
Bu
iyi ve istenilir bir şeydir. Merkezi yönetimle, yerel yönetimler arasındaki
ilişki ve işbölümünün aksayan bir sürü yanı var. Kamu alanında bu aksaklıkları
giderecek bir reform da zorunlu gözüküyor. Fakat bugün gündeme getirilen
yerelleşme kavramı, sosyal devlet sınırları içinde gerçekleştirilmesi düşünülen
bir iyileştirmeyi değil, bilakis sosyal devletin köküne dinamit koymayı
hedefliyor. Ulus devletin yerine de, yeni merkez olarak küresel güçler
yerleştirilmeye çalışılıyor. Altını
çizerek belirtmek istiyorum ki, bugünkü tartışma bir yerelleşme tartışması
değil, merkezin kim olacağı tartışmasıdır.
Siyasal
Bilgiler Fakültesi gibi değerli bir bilim ocağına mensup tüm arkadaşlarımın
bilecekleri gibi, yerel idarenin gücünü artırma adına yapılan düzenlemelerle,
kamu yönetiminin en temel ilkelerinden biri olan "idarenin bütünlüğü ilkesi"nin içi tümüyle boşaltılmış oluyor.
Yerel
yönetimlerin güçlendirilmesi adına bugün yapılanlar, yerel yönetimlerin
yetkilerini genişletme çerçevesini fazlasıyla aşmaktadır. Adeta merkezi idare
ile yerel idareler arasında kesin ve keskin bir görevler ayrılığı
yaratılmaktadır.
Yerel
yönetim alanında yapılanlara, yapılmak istenenlere baktığımızda birkaç alan ve
bakanlık dışında, tüm bakanlıkların taşra teşkilatlarının mal, araç-gereç,
ödenek ve personeliyle birlikte il özel idarelerine ya da belediyelere
devredilmesinin söz konusu olduğunu görüyoruz.
Öyle
ki, "idari vesayet"
kavramında ifadesini bulan, merkezi yönetimin yerel yönetime olan başatlığı
anlayışını işlevsizleştirilmekte; neredeyse eşdeğer iki ayrı görev alanı
yaratılmaktadır. Sanırım yapılanın yerel yönetimleri güçlendirmekten çok, ulus
devlete bağımlılığı en aza indirilmiş yerel iktidarlar yaratmak olduğunu
söylemek yanlış olmayacaktır.
İnsan
bu manzara karşısında ister istemez Ortaçağ'ın derebeylik rejimlerini
anımsamadan edemiyor. Küresel emperyalizm, ulus devletleri modern
derebeylikler, küçük küçük iktidar odakları haline getirerek, ekonomik, sosyal
ve siyasal tahakkümünü karşı konulamaz hale getirmek hevesi ve planı
içerisindedir.
KÜRESELİN
YERELİ...
Egemenlik
planlarını dünya genelini düşünerek yapan küresel sermaye açısından yetkileri
bol fakat gücü sınırlı yerel birimlerin yaratılmış olması son derece istenilir
bir durumdur.
Aynı
zamanda ortadan kaldırılmak istenen sosyal devlettir: Ulus devlet ile sosyal
devlet birbirine eşit değildir ama sosyal devlet ulus devletin
türevlerinden biridir. Sosyal devlet yoksullarına, mağdurlarına karşı
nispeten eşitleyici yükümlülükleri olan bir ulus devlettir.
Yoksulun,
güçsüzün, güçlünün insafına terk edildiği yer de demokrasi olmaz. Bu toplumda
"biz" duygusu, kader
birliği anlayışı olmaz, oluşmaz. İşte devletin sosyal niteliğini ortadan kaldırarak
"biz" olma duygusu, kader
birliği duygusu aşındırılmakta, yok edilmektir. Toplum ortadan kaybolmakta.
yalnızlaşmış ve çaresizlermiş bireylerden oluşan cemaatçikler türetilmektedir.
TOPLUMCU
BELEDİYECİLİK VE "SOSYAL BELEDİYECİLİK"...
Sosyal ve ekonomik açıdan daha zor koşullara
sahip yurttaşları, yoksulları, engellileri, yaşlıları, kadın ve çocukları
öncelikli hizmet götürülecek toplumsal kesimler olarak gören bir dünya görüşüne
sahipseniz, kent anlayışınız da bu doğrultuda şekillenecektir. Sol, bu tür bir
belediyecilik anlayışın mimarı ve çok uzun yıllardan beridir
uygulayıcıdırlar.
Ama tam da bu noktada bir konuyu dikkatinize sunmak
istiyorum: sosyal devlete ait bütün ilke, değer ve kurumları yok etmek için
canhıraş bir mesai içinde bulunan bugünkü hükümet yandaşı belediyeler, son
dönemde kendilerini sosyal belediyecilik taraftarı olarak sunmaktadırlar.
Sosyal devlet hiç bir insanı aç ve açıkta
bırakmayan, insanlara asgari güvence sağlayan devlettir. Sosyal belediyecilikte
bunun yerel tamamlayıcısıdır. Oysa bugünkü hükümet insanları genel planda
işsiz, evsiz, eğitimsiz ve sağlıksız bırakıyor. Sonra belediyeleri eliyle
milyonlarca aç, işsiz, evsiz insan arasından bir kaç binine bir yağmurluk, bir
ekmek, iki tane odun dağıtıyor ve bunun adına da sosyal belediyecilik diyor…
Arkadaşlar bir şeye karşı mücadelenin iki yöntemi
vardır: biri ilkelice ve açıkça; diğeri oportünistçe ve takiye yöntemiyle…
Bugünkü hükümet ikinci yöntemi seçmiştir. Cumhuriyete karşıyız demek yerine,
bir yandan biz de cumhuriyetçiyiz diyorlar ama öte yandan cumhuriyet kavramının
içini boşaltıyorlar. Laikliğe karşıyız demek yerine, otoriter laikliğe karşıyız
demokratik laiklikten yanayız diyorlar ama hangi tanımıyla bakarsanız bakın
laikliğe aykırı yaklaşım ve icraatları her gün artan biçimde devreye
sokuyorlar. Sosyal devlete karşıyız demek yerine, sosyal devletin en hasını
uyguluyoruz diyorlar ama sosyal devletin köküne dinamit yerleştiriyorlar.
Onların sosyal belediyecilik kavramına son
dönemde sözde sahip çıkmalarının ardında da sosyal devlet ilkesine savaş açmış
olmaları vardır. Sosyal devletin yerine düzenleyici devlet anlayışı
dedikleri bir yaklaşımı egemen kılmaya çalışıyorlar. Diyorlar ki, merkezi
iktidarlar, toplumsal eşitsizlikleri ortadan kaldırmaya yönelik işler yapamazlar.
En son
sosyal güvenlik yasa tasarısında tanık olduğumuz gibi merkezi devlet sosyal
görevlerini terk ederken, sözümona yerel yönetimlere bazı sosyal görevler
yüklenerek sosyal devletin yerelleşmesi sağlanacakmış!...
Yerel
yönetimlere yüklenen bu görevlerin ne miktarı, ne süresi bellidir ve hepsinden
önemlisi de ne de kurumsallığı sözkonusudur. Peki kaynak sorunu nasıl
çözümlenecek derseniz. Gösterilen istikamet yine belli…mevcut anlayışa göre
yerel yönetimler, bunları bile özel kesim eliyle, yani sermaye çevreleri eliyle
yapmalıdırlar. Bu sermayenin de yerli mi yoksa yabancı mı olduğunun da ayrıca
bir önemi yok.
Neo-liberalizmin
yerelleşme anlayışı küresel bir Ortaçağ düzenidir...
Yerel
yönetimleri güçlendirmek derken, neyi kastettikleri de burada ortaya
çıkmaktadır. Kamusal hizmetleri üretmekte yetkisiz ve yetersiz fakat her türlü
hizmeti yerli ya da yabancı sermayeye yaptırmakta yetkilerle donatılmış bir
yerel yönetim.
Yani
yetkiyi ve gücü ulus devletten alıyorlar, yerel yönetimlere devrediyormuş görüntüsü
altında, aslında yabancı sermayeye devrediyorlar. Yerel hizmetlerin
güçlendirilmesi adına bugün yapılanlardan anlaşılıyor ki, bu projede karar
sürecinde geniş halk yığınlarına yer yok. Kime yer var peki? Küresel sermaye
güçlerine ve bu güçlere taşeronluk yapan iş ve sivil toplum temsilcilerine.
İktidar gücü ulus devletten alınıp halka değil, bu ikincilere devrediliyor.
Küresel
sermayenin temsilcileri bu sömürgeleştirme oyununa güzel ve sevimli bir isim de
bulmuşlar. Yönetişim... Yani demokrasi alanında büyük bir gelişme
diye bizlere parlak ambalajlar içinde sunulan yönetişim kavramı, aslında
küresel sermaye ve onların işbirlikçileri arasındaki "al gülüm ver gülüm!" demokrasisinden başka bir şey değil.
Türkiye'de
yerel demokrasinin geliştirilmesi gerektiği doğrudur. Türkiye'de kamu alanında
çok sorun vardır ve bunların çözümü için iyileştirilmelerin yapılması gerektiği
de tartışılmazdır. Örneğin yerel hizmetler alanında yasalardan ve mevzuattan
gelen görev karmaşası ortadan kaldırılsa, büyük şehir belediyelerinin ilçe
belediyeleri üzerindeki ağır tahakkümü hafifletilse tek başına bunlar bile
hizmet hızı ve kalitesini büyük ölçüde artıracaktır. (Burada yerelleşmeyi savunuyoruz diyenlerin ilçe belediyelerini büyük
şehir belediyelerinin kesin ve tam tahakkümü altına sokmalarının taşıdığı
çelişkiye de işaret etmiş olalım.)
Ama
bugün yerelleşme adı altında yapılanların demokratik bir yerelleşme ile ilgisi
yoktur.
Dikkat
edilsin, yerelleşme adına, kamu reformu adına, yerel yönetimlerin
güçlendirilmesi adına bir sürü laf edilmesine, reformların kaçınılmaz ve acil
bir hal aldığından söz edilmesine karşın, bunu söyleyenler tarafından
Türkiye'deki kamu sisteminin sorunlarına ilişkin yapılmış, yaptırılmış bir tek
ciddi çalışma yoktur.
Peki
neye göre yapıyorsunuz reformu? Dünya Bankası'nın, Avrupa Birliği'nin
isteklerine göre... İleri sürülen gerekçelerin hepsi de aynı merkezler
tarafından üretilmiş ve dünyanın her köşesine ithal edilmiş klişelerden
ibarettir. Şu soruları da sormak gerekir: Küreselleşmecilerin bugün
savundukları ve uygulamaya çalıştıkları yerelleşme modelinde, yerellik adına
temsil edilen çıkarlar o yerelliğin büyük çoğunluğunu temsil eden halk
kesimlerinin mi; yoksa kendi ulusal devleti ile bağları koparılmış, fakat
başka ve üstelik de uluslararası merkezlere bağlı hale getirilmiş bazı azınlık
çıkar gruplarının çıkarları mıdır?
Bu
sorulara yanıt bulunmadan yapılacak yerelleşme tartışmalarının işin özünü
bulandıran, karartan tartışmalar olduğu kesindir. Yerellik tartışmalarının
nirengi noktası burasıdır.
Dolayısıyla
onlar yerelleşmeyi savunmaktan çok merkez değiştirmeyi savunmaktadırlar.
Yorumlar
Yorum Gönder