KRiZ, BÜYÜYEN KÂRLAR VE ARTAN SEFALET ( 1923-1997)


Türkiye ekonomisinin bazı temel ve yapısal özellikleri var. Bu özellikler kav­ranılmadan, ekonomik yapıda sık sık gözlemlenen krizleri de, bu krizlerden çıkışa yönelik olarak izlenen yeni birikim modellerini de tam olarak kavrayabilmek olanaklı değildir. Her şeyden önce belirtmek gerekir ki, Türkiye ekonomisi dünya kapitalist sisteminin organik bir parçasıdır. Özellikle son 30-40 yılda dünya kapitalizminin yaşadığı iç entegrasyonun boyutları düşünüldüğünde, artık tek tek hiç bir ülkedeki ekonomik gelişmeleri] dünya kapitalizminin yaşadığı iç sorunlardan ve geçirdiği evrimlerden bağımsız olarak değerlendirebilmek olası değildir. Bu nedenle Türkiye'nin yaşadığı ekonomik sorunları ve tercih ettiği ekonomik yönelimleri de, ancak dünya kapitalizmi ile ilişkileri içinde anlamlandırabiliriz. Burada özel bir tarzda altı çizilmesi gereken bir başka olgu daha var. O da şu; dünya kapitalizmi içindeki bu "karşılıklı bağımlılık" olgusu, bir hiyerarşik ilişkidir. Bu nedenledir ki bu "karşılıklı bağımlılık" kural olarak hiyerarşinin üst kesiminde yeralanlar için "avantajlı", alt tarafında yeralanlar için ise "dezavantajlı" bir ilişki biçimidir. Türkiye'de bu hiyerarşinin "dezavantajlı" alanında yer almaktadır. Bu Türkiye'nin dünya kapitalizmin genel büyüme-refah eğiliminden daha az, ama kriz eğiliminden daha fazla etkilendiği anlamına gelir. Türkiye kapitalizminin krize daha yakın olmasının arkasından da temel olarak bu gerçek vardır.
 
Bugünü Anlamak İçin Genel Çizgileriyle Dün:
Türkiye'de kapitalizmin gelişme evrelerini en genel çizgileriyle üç ana döneme ayırmak mümkündür. 1930'lardan-1945'lere kadar süren "devletçilik" dönemi, 1950'lerden-1980'e kadar süren ithal ikameci gelişme dörtemi ve 1980'den bu günlere kadar gelen, sermaye çevrelerince "ihracata yönelik gelişme modeli" olarak adlandırılan ve başlangıcı 24 Ocak kararlarıyla simgelenen sön dönem.
 
A)Devletçilik
Devletçilik kriz nedeniyle dünya ekonomisinde büyük bir daralmanın ya­şandığı, dünya genelinde tarım/sanayi ürünleri makasının sanayi girdi ve ürünleri lehine büyük ölçüde açıldığı, dolayısıyla tarıma dayalı ekonomilerin dışardan sa­nayi girdi ve ürünleri ithal edemez hale geldikleri bir dönemde, Türkiye ve benzeri ülkelerin yönelmek zorunda kaldıkları bir politikadır, içerde güçlü bir sermaye sı­nıfı (birikimi) olmadığı için, bu birikim ve bu sınıf bizatihi devlet eliyle yaratılmaya çalışıldı. Sanayi girdi ve ürünlerinin ithalinin durduğu bir dönemde, devlet cebri yöntemler de uygulayarak tarımdan sanayiye kaynak aktarmak yoluyla belli bir sanayi alt yapısı oluşturmaya çalıştı.
Fakat Türkiye'de asıl kapitalist gelişme 1950'li ve 60'lı yıllarda yaşandı ve Tür kiye'deki kapitalist gelişmenin bazı temel çizgi ve özellikleri de bu dönemde oluş­tu. II.Dünya Savaşından kapitalist dünyanın lideri olarak çıkan ABD,  bu liderliğini  korumak ve kurumsallaştırmak için savaşın hemen ardından bir dizi girişimde bulundu. Bunlardan en önemlisi ise, bir dizi ülkeye sermaye ihracında bulunarak, bu ülkeleri kendi egemenlik ilişkileri içinde tutma çabasıydı. Bu politika ko­münizmle mücadele açısından önemli bir rol oynayabilecek ülkelere yönelik ola­rak çok daha yoğun bir biçimde uygulandı. Türkiye'de bu ülkelerden biriydi. Marshall yardımı ile simgelenen bu süreç Türkiye kapitalizminin, kaynak alanında dışa bağımlı bir kapitalist gelişme doğrultusuna girdiğini gösteriyordu. Türkiye dışardan akan kaynaklarla önce tarıma yönelik ardından da montaja dayalı hafif sanayiye yönelik bir hızlı kapitalistleşme süreci yaşamaya başladı. Bu dönemde dünya kapitalizminde bir bütün olarak iç pazar ağırlıklı bir birikim süreci egemen durumdaydı. Türkiye'de benzer bir yönelime girildi ve 1980'li yıllara kadar da, "İthal İkameci" adı da verilen bu birikim modeline dayalı bir kapitalist gelişme ya­şandı. İthal ikameci modelin mantığı özetle şuydu; Dışardan ithal edilen üretim girdileri; içerde mamul ürüne dönüştürülüyor ve temel olarak da iç pazarda tü­ketime sunuluyordu. Bu model hemen anlaşılabileceği gibi, ekonomiyi kritik bir alanda dışa bağımlı hale getiriyordu. Dış girdiler, yani hammadde, ara malı, ma­kine ve teçhizat alanında. Bunların ithali içinse Türkiye'nin elinde önemli bir döviz rezervi bulunması gerekiyordu. Eğer yeterli döviz yoksa, bu girdilerde ithal edi­lemiyor, ithal edilemeyince de tüm üretim durma noktasına geliyor, sarsıcı bir kriz yaşanıyordu. Yeterli bir ihracatta sözkonusu olmadığı için döviz ihtiyacı dış borçlanmayla ve belli ölçülerde de yurtdışındaki işçilerin tasarruflarıyla kar­şılanıyordu. 1970'li yıllarda dünya üzerinde yaşanan kriz -ki bir boyutu da ulus­lararası borç kriziydi- Türkiye'nin döviz kaynaklarının kurumasına bu da eko­nominin derin bir kriz yaşamasına neden oldu. Bu kriz yalnızca Türkiye'yle ilgili ve sınırlı değil dünya çapında bir krizdi. IMF ve Dünya Bankası, büyük ölçülerde dışa borçlanmış, bu borçlarını ödeyemez hale gelmiş Türkiye gibi ülkelere ancak bir tek şartla, yeniden borçlanma olanağı sağlayacağını belirtiyor, ekonomilerini daha fazla dışa açmaları doğrultusunda bu ülkelere baskı uyguluyordu. 24 Ocak kararları ve bu kararlarla simgelenen dışa açılma politikaları işte bu  tür bir sürecin ürünü olarak gündeme geldi.
                                                                                  
24 Ocak-12 Eylül ve Dışa Açılan Türkiye
IMF, Dünya Bankası gibi uluslararası sermaye ve finans kuruluşlarının Türkiye gibi borç krizi içine, yuvarlanmış, borçlarını ödeyemez duruma gelmiş ülkelere dayattığı "dışa açılma politikalarının" dayandığı mantık şuydu. Bu ülkeler iç pa­zara dönük üretim yapmaktan ziyade ihracata yönelecekler ihracatlarım ar-, tırdıkları ölçüde döviz kaynaklarını da çoğaltarak birikmiş dış borçlarını öde­yebilecekler, bunu başarabilenler aynı zamanda girdi ithalatı alanında yaşadıkları tıkanıklıkları da aşabileceklerdi. Böylece borç yükü altında ezilen bir dizi orta ve azgelişmişlik düzeyindeki ülke, birbirleriyle kelimenin gerçek anlamıyla kıran kı­rana, yok edici bir rekabet ortamına sürüklüyordu. Bu ülkelerin gerek gelişmiş ka­pitalist ülkelerle, gerekse birbirleriyle rekabet edebilmelerinin tek bir şartı vardı; Ücret/maaşları olabilecek en alt düzeye çekebilmek. Zira bu ülkelerin hammadde kaynakları açısından da, sanayi/teknoloji düzeyleri açısından da rekabet güçleri oldukça zayıf durumdaydı. Malın kalitesinden ziyade ucuzluğuna dayalı bir ih­racat stratejisi, bu ülke işçi ve emekçilerinin zâten kötü olan yaşam koşullarını, iyiden iyiye sefalet sınırına çekebilmesine bağlıydı ve gelişmeler de bu yönde oldu.
Peki bu "birikim modeli", bu ülkeler için bu bir çıkış yolu olabildi mi? Bir kaçı dışında hayır. Zaten bu amaçla da gündeme gelmemişti. Önemli olan bu ülkelerin, kendi emekçi halklarının sefaleti pahasına da olsa gelişmiş kapitalist ülkelere olan borçlarını ödeyebilmeleriydi. Borçlar yeniden ödenmeye başlandı ama, borç tuzağından kurtulunamadı, tersine Türkiye de dahil bu ülkelerin tümünün dış borçları katlanarak arttı.                                                                           
Türkiye kapitalizmi, bu politikanın uygulanmasının ardından bir dönem so­runlarını azaltır gibi göründü. İhracatta artışlar yaşandı, döviz sıkıntısı giderildi. Üretimdeki tıkanıklıkların önü açıldı. Fakat bu kalıcı olamadı, olamazdı da. Zira ihracattaki artışlar ekonomideki reel büyümeden ziyade, ücret artışlarının düşürülmesinden ve olumlu dış konjonktürden kaynaklanıyordu. Hayali ihracatı da unutmamak gerekir tabi. Bu dönemde özellikle İran-Irak savaşı, Türkiye'ye büyük bir ihracat olanağı sağladı. Bu savaşın sağladığı olumlu konjonktürün ortadan kalkması ve Avrupa pazarının giderek daralması bu olumlu seyrin hızla tersine önmesine yol açtı. Bu sürecin tersine dönmesinde önemli bir diğer etken de, ücretler seviyesinin yeniden yükselmeye başlamasıydı. Türkiye'nin ihracat ba­şarısı aynı zamanda 12 Eylül baskı rejimi ile ücretlerin en alt düzeye indirilebilmiş olmasıyla ilgiliydi. 1987-91 arasına yayılan yaygın ve etkili işçi hareketliliği ile ücret seviyesi yeniden belirli bir yükselme yaşayınca, sermaye sınıfının bu alan­daki avantajı da zedelenmiş oldu.
Bu faktörler, bir başka faktörle de birleşince, kapitalist ekonomide 1994 yılında ciddi bir sarsıntı yaşandı. Türkiye ekonomisinin temel fobisi "döviz sıkıntısı" ol­duğu için, dövizi Türkiye'ye çekecek başka yöntemler de kullanıldı. İçerideki faiz oranları döviz kurlarının üstünde tutularak, dışarıdaki atıl döviz kaynakları Tür­kiye'ye çekildi. Böylece dışarıdaki döviz kaynakları, Türkiye'ye geliyor, yüksek faiz oranlarını kullanarak büyük .miktarlarda kâr elde ediyor, sonra da yeniden döviz olarak yurtdışına çıkıyordu. Görünürde Türkiye'de döviz sıkıntısı olmak bir yana, döviz bolluğu vardı. Ama ne zaman yukarıda sayılan kriz belirtileri ortaya çıktı, bu "sıcak para" da hızla Türkiye'den kaçmaya başladı. İşte 94 krizinin arkasındaki süreç buydu.
Sermaye sınıfının 94 krizinden çıkardığı sonuç, ne olursa olsun ücretler düzeyini aşağıya çekmek ve bu noktada tutulabilmesini sağlamaktı. Bunun için adım adım yeni dayatmalar gündeme getirilmeye başlandı. İşten çıkarmalar, hem düşük ücreti dayatmanın, hem de sendikasızlaştırmanın bir aracı olarak kullanıldı. Ardından sıfır sözleşme dayatması geldi. Özelleştirme, esnek istihdam, taşeronlaştırma gibi uygulamalar sermayenin en etkili saldırı silahları olarak yeniden ve daha yoğun bir biçimde devreye sokuldu. Şu sıralar gündeme getirilen eşel-mobil de düşük ücret politikasının bir başka yöntemidir.
Özelleştirme, taşeronlaştırma, esnek (standart dışı) istihdam, sermaye sınıfının uluslararası planda yürüttüğü emek karşıtı saldırı politikalarıdır. Kapitalizmin krizi yalnızca Türkiye'ye özgü değildir, aynı zamanda dünya kapitalizmi de bir kriz içindedir. Bu kriz temelde bir üretim fazlası krizidir, bir pazar krizidir.
Uluslararası sermaye kendini yeniden üretebileceği bakir pazarlar bulmakta zor­lanmaktadır. Bu sorunun kısa vadede çözümü mümkün olmadığı için, uluslararası sermaye, krizin etkilerini hafifletmek amacıyla değişik alternatif politikalar uy­gulamaktadır. Bunlardan ilki sermaye fazlasının yüksek faizli borç olarak az ve orta gelişmiş kapitalist ülkelere aktarılmasıydı. Bu uygulamalar sonucunda 70'li yıllarda bir "borç patlaması" yaşandı. Bu uygulamayla uluslararası kapitalizm krizini kısa süreli hafifletebildiyse de, borçlanan ülkeler borçlarını ödeyemez du­ruma gelince, çok geçmeden bu uygulamanın sonucu bir "felaket'e dönüştü mevcut krize, bir de "uluslararası borç krizi" eklenmiş oldu. Uluslararası ka­pitalizm, sosyalizm korkusu nedeniyle emek karşıtı politikaları çok fazla derinleştiremiyor, krizin faturasını tümüyle işçi ve emekçilere yıkacak politikalara yönelemiyordu. Tam da böylesi bir dönemde SSCB ve Doğu Bloku ülkelerinde ardı ardına çözülüşler yaşandı. Sosyalizm korkusundan da kurtulan uluslararası ser­maye, bu tarihten sonra emek karşıtı politikalarında iyice pervasızlaştı. Özel­leştirme, taşeronlaştırma, eğitim, sağlık vb sosyal harcamaların azaltılması, ta­rıma yönelik destekleme politikalarının sona erdirilmesi peşi sıra gündeme geldi.
Böylece ücret-maaş düzeyi aşağıya çekilerek kâr oranları yükseltilecek, sosyal harcamalar azaltılarak buraya sarf edilen kaynaklar devlet tarafından sermaye kesimlerine aktarılabilecekti.                                     .
Buraya kadar anlatılanlardan da görülebileceği gibi, aşağıda sunacağımız iş­sizlik artışı, gelir dağılımında bozulma, sendikasızlaştırma, özelleştirme vb. gibi olgular konjoktürel değildir. Tersine söz konusu olan sermaye sınıfının uzun vadeli ve stratejik bir saldırı politikasıdır. Eğer işçi ve emekçiler bu uygulamalara ciddi bir karşı kovuş örgütleyemezlerse, çok değil bundan on-yirmi yıl sonra 19.yy ko­şullarıyla yeniden yüzyüze geleceklerdir.
 
a) Türkiye'de Gelir Dağılımı:
Türkiye'de bazı bilgilere ulaşmak pek mümkün değildir. Ne gelir dağılımına, ne işsizliğe, ne sendikasızlaştırmaya ilişkin devlet tarafından açıklanmış sağlıklı veriler elde edebilmek olası değildir. Devletin bu tür sorunlara ilişkin verilere kendine ait bir sır gibi yaklaşmakta ve kamuoyundan saklamaktadır. Bu durumun niçin böyle olduğunu tahmin etmek ise herhalde çok zor olmamalıdır. 1987'de DİE'ye bir gelir dağılımı araştırması yaptırılmış, herhalde ortaya çıkan tablonun vahameti dolayısıyla, o tarihten bu yana bu alanda başka bir girişimde de bu­lunulmamıştır.
Gelir dağılımına ilişkin araştırmalar çoğunlukla çeşitli akademisyenlerce ve sendikalarca gerçekleştirilmiştir. Bu araştırmaların ortaya koyduğu tablo ise tek kelimeyle kapkaranlıktır. Bu araştırmalardan birisi Doç. Dr. Türkan ÂRIKAN'a ait­tir. Aşağıda tablo olarak sunulan bu araştırma, 1980-95 arasında gelir dağılımının ücret/maaş geliri elde edenlerle, tarım kesimi aleyhine daha da bozulduğunu or­taya koymaktadır.
 
Yıl
Maaş/Ücret
Tarım
;    (
Kar/Faiz/Rant
1979
28.7
26.7
42.4
1994
25.0
15.9
59.2
Bu konuda yapılmış olan ve KESK'in Sesi Dergisinin* Ocak/Şubat 97 sayısında yeralan araştırma da, aynı sonucu, 1990-1995 yıllarını esas alarak doğ­rulamaktadır. Bu araştırmanın verilerine göre son beş yılda ücret ve maaş gelirleri yüzde 30.2'den (1990) yüzde 22.3'e (1995), tarım gelirleri ise 18.1'den 10.6 oranına gerilemiş, bu aynı dönemde kar/faiz/rant gelirleri ise 49.5'den 61.3'e yükselmiştir.
Gelir dağılımında yaşanan adaletsizlik o denli büyük boyutlara ulaşmıştır ki, bunu kişisel gelir dağılımı araştırmalarından da izlemek mümkündür. Ülke nü­fusunun en yoksul %20'si ülke gelirinin ancak %5'ini, alabilirken, nüfusun en var­lıklı %20'si ülke gelirinin yarısından fazlasına, %55'ine el koymaktadır. 4 kişilik bir aile esas alındığında, bu ailenin asgari bir yaşam standardına sahip olabilmesi için ayda 26.750.-TL gıda harcaması, 13 milyon TL kira gideri, 8 milyon TL ev eşyası harcaması, 6,5 milyon ulaşım ve haberleşme, 6 milyon TL yakıt, 3 milyon TL kül­tür, eğitim ve eğlence harcaması, 1,5 milyon sağlık harcaması, 4 milyon sair har­camalar yapması gerekir ki, bu da aylık (Mayıs 1997) gelirin asgari olarak 80 mil­yon TL olmasını gerektirir. Kısacası aylık gıda harcaması tutarının 27 milyon lira olduğu bir dönemde, asgari ücretin 11 milyon 422 bin TL olduğu düşünülürse, Türkiye'deki gelir adaletsizliğinin ulaştığı boyutlar daha çarpıcı biçimde gö­rülebilir. 4 kişilik ailede 2 kişinin birden asgari ücretle çalıştığı düşünülse bile, bı­rakalım başka harcamaları, bu aile üyeleri aldıkları toplam ücretle, gerekli olan asgari gıda harcamalarını dahi yapamamaktadırlar.
Hane halkı yüzdesi
1987%
1994%
Birinci %20
5.2
4.9
ikinci %20
9.6
8.6
Üçüncü %20
14.1
12.6
Dördüncü %20
21.2
19.0
Beşinci %20
49.9
Ş4.9
Kaynak: DtE 1984 Hane Halkı Gelir Dağılımı Anketi
Görüldüğü gibi Türkiye'de en düşük ve en yüksek gelir grubu arasındaki fark 11 katın üstünde. Türkiye'nin adı gelir dağılımı göstergeleri bakımından Tanzanya, Gine, Kenya, Pahama, Şili vb ülkelerle birlikte anılır olmuştur.
Kamu emekçilerinin durumu da gittikçe kötüleşmektedir. KESK'in yaptığı bir araştırmaya göre, 1991 baz alındığında, 1991-95 arasında kamu emekçilerinin ge­lirlerireel olarak yarı yarıya azalmış durumdadır.
Kamu Emekçilerinin Maaşlarında Aşınma (1991=100)
 
Yıl
Maaşlar
Reel Maaşlar
Enflasyon
1991
100
100*
100
1992
157
92
170
1993
229
81
283
1994
299
51
583
1995
511
49
1.042
1996
966
51.5
1.875
Devletin, kamu emekçilerine maaş verirken titreyen eli, sıra sermayeye kaynak aktarmaya gelince son derece cömertleşiyor. Öyle ki sermayeye 1993 yılında 397 trilyonluk devlet bütçesine karşılık 247 trilyonluk, 1994't e 818 trilyonluk bütçeye karşılık 208 trilyonluk, 1995 yılında 1.3 katrilyon bütçeye karşılık 2.2 katrilyonluk yatırım teşvik belgesi verildi. Şirketler ve holdingler, bu teşviklerin yüzde 251 oranında vergi indirimi olanağına kavuştular. Sıra vergi almaya gelince, bu kez de devletin sermayeye karşı hoşgörülü, işçi ve emekçilere karşı da bezirgan has­sasiyetiyle yaklaştığı görülmektedir. 1995 yılında toplanan 501 trilyonluk vergi gelirinin %56'sı işçi ve emekçilerden kesilen paydan oluşurken, sermaye kesiminin ödediği vergi oranı yalnızca %21'dir.
IMF'nin, hükümete gönderdiği raporda, yeni bir stand-by anlaşması için ileri sürülen en belirgin koşul şudur; "Kamuda çalışan işçi ve memurların ay­lıklarındaki artışların kesinlikle enflasyonun altında tutulması gerekmektedir. Bu
uygulamayla, hem kamu harcamalarındaki artışlar sınırlandırılabilecek, hem de, kamudaki reel ücretlere endeksli özel sektör işçi ücretlerinin artışının sı­nırlandırılması sağlanacak, sermayeye kaynak aktarabilecektir".
Dünya Bankası'nın hükümete sunduğu 1994 tarihli raporda da, "KiT'lerin hem uluslararası hem de ulusal firmalar tarafından satın alınabilmesi için gereken temel koşulun kamu işyerlerinde ücretlerin düşürülmesi" olduğundan söz edildiği hatırlanacak olursa, hükümetlerin ücret ve maaşlarda aşınmayı devam ettirmeye çalışacağı, gelir dağılımındaki dengesizliği arttıran politikaların yoğunlaşarak sü­receği kesindir. Nitekim eşel-mobil sisteminin bu dönemde gündeme getirilmiş olması hiç de rastlantı değildir. Bu uygulama aracılığıyla, mevcut olumsuz gelir dağılımı tablosu korunmaya çalışılacak, işçi ve kamu emekçilerinin gelir dağılımını düzeltme çabalarının önüne set çekilmiş olacaktır. Kısacası eşel-mobille işçilerin bugünkü yoksulluklarına rıza göstermeleri sağlanmaya çalışılmaktadır. Bunu ön­leyecek tek unsur ise işçi ve emekçilerin göstereceği karşı dirençtir, mücadeledir.
Gelir dağılımı sorununa, bölgesel düzeyde bakıldığında da, sorunun bir başka vahim boyutu ile yüz yüze geliyoruz. Tablo'da DiE'nin 1994 gelir dağılımı araş­tırmasının bölgeler ve il merkezleri düzeyindeki sonuçları gösterilmektedir.
Bölgeler                                    Hane Halkı                 Yıllık Kullanılabilir
ve il Merkezleri                                      Sayısı                                   Gelir
Türkiye                        /                 100.0                                   100.0
Marmara Bölgesi                                26.6                                   38.6
Bursa İl Merkezi                                  1.8                                     1.7
Kocaeli İl Merkezi                               0.5                                     0.5
İstanbul İl Merkezi                             13.3                                   27.5
Diğer Yerleşim Yerleri                       11.0                                     8.9
EgeBölgesi                                         15.7                                   13,9
Denizli İl Merkezi                                0.5                                     0.5


Bölgeler                                 Hane Halka              Yıllık KuüanııaDiıu
ve il Merkezleri          r                                 Sayısı                                  Gelir
İzmir İl Merkezi        v-                          3.7                                    3.8
Diğer Yerleşim Yerleri                        11.5                                    9.6
Akdeniz Bölgesi                                  12.5                                  11.0
.Adana İl Merkezi                                  1.7                                    2.3
Antalya İl Merkezi                                0.9                                    1.2
İçel İl Merkezi                                      0.8                                    0.7
Diğer Yerleşim Yerleri                          9.1                                    6.8
İç Anadolu Bölgesi                             17.9                                  15.4
Ankara İl Merkezi           ' •                 4.8                                    5.8
Eskişehir İl merkezi                              0.9                                    0.7
Kayseri İl Merkezi               0.7             . •                                    0.8
Konya İl Merkezi                                  0.9                                    0.8
Diğer Yerleşim Yerleri                        10.6                                    7.3
Karadeniz Bölgesi                              12,8
Trabzon il Merkezi                               0.2                                   0.3
Samsun İl Merkezi                               0.6                                   0.6
Zonguldak İl Merkezi                           0.2                                   0.2
Diğer Yerleşim Yerleri                        11.8                                   9.8
Doğuanadolu Bölgesi                          7.1                                     5.7
Erzurum U Merkezi                            0.3                                     0.4
Malatya İl Merkezi                             0.5                                     0.4
Diğer Yerleşim Yerleri                        6.3                                     4.9
Güneydoğu Anadolu Bölgesi               7.4                                      4.5
Diyarbakır İl Merkezi                         0.5                                      0.4
Gaziantep İl Merkezi                          1.0                                • V.Oİ6
Diğer Yerleşim Yerleri                        5.9                                      3.5
Seçilmiş İl Merkezleri dışındaki tüm yerleşim yerlerini kapsamaktadır. D/E, Hanehalkı Gelir Dağılımı Anketi Geçici Sonuç/arı, 1994
Tablo dikkatle incelendiğinde aşaği yukarı diğer tüm bölge ve iller nüfuslarına. göre daha düşük gelir elde ederken, İstanbul'un toplam nüfus ağırlığı % 1 3.3 iken buna karşın gelirde elde ettiği pay yüzde 27.7'dir. Burada dikkat çeken bir başka nokta ise Doğu Anadolu ve özellikle Güneydoğu Anadolu bölgesinin nüfuslarına oranla gelirden elde ettikleri payın tüm diğer bölgelere göre çok daha az, olmasıdır. Doğu Anadolu bölgesinin nüfus içindeki ağırlığı %7.1 iken gelirden aldığı pay %5.7, Güneydoğu Anadolu bölgesinin %7.4'iük nüfus payına karşılık gelirden aldığı pay %4.5'tir. Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı (TESEV) ve Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNOP) tarafından, 97 Mayıs'ında, Diyarbakır'da gerçekleştirilen "Türkiye'de Yoksulluğu Önleme Stratejileri" toplantısında açıklanan rakam ve gerçekler de buradaki tabloyu doğrular niteliktedir. Bu toplantıda açıklanan rakamlara göre 15 milyon nüfuslu Güneydoğu ve Doğu Anadolu'da 5.5 mil­yon İnsan açlık sınırında yaşamaktadır. Bu rakam Diyarbakır'da ise, yoğunlaşan göçle de ilgili olarak, nüfusun %70'i gibi büyük bir orana ulaşıyor.
 
Türkiye'de işsizlik
Piyasa koşullarındaki dalgalanmalara bağlı olarak işsizler ordusunun sayısı azalmakta ya da çoğalmaktadır. Ama her halükarda ücret seviyesini belli bir noktada sınırlandırabilmenin ve emek üzerindeki sömürüyü yoğunlaştırabilmenin bir yöntemi olarak İşsizlik, kapitalizm koşullarında sürekli olarak sözkonusudur. Bu anlamda da kapitalizmin yapısal bir özelliğidir. İstikrarlı bir üretim artışının gerçekleştiği dönemlerde bile bir yedek (İşçiler) işsizler ordusu mevcuttur. Ne var ki, kapitalizmin -hiç değilse kendi ölçülen içinde- istikrarlı bir işleyişe sahip olabilmesi için, istihdam düzeyinin, tersinden ifade edecek olursak issizliğin belirli bir oranda tutulabilmesi gerekir. İşte bu nedenle kapitalizmin kriz dönemlerinin en önemli göstergelerinden birisi, işsizliğin yaygınlaşması, tüm emekçileri, tehdit eder boyutlara ulaşmasıdır.
Türkiye'de işsizliğin eriştiği boyutları, net sayısal bilgilerle ortaya koyabilmek ne yazık ki pek mümkün değildir. Devletin bu konuyla ilgili kuruluşları, tıpkı gelir dağılımı sorununda olduğu gibi, bu sorunda da ciddi bir çalışma yapmamakta, ya da böyle çalışmalar varsa kendilerine saklamaktadırlar. Çeşitli devlet kuruluşlarının verdiği rakamlar birbiriyle çelişmekte, verilen rakamlar gerçeği açıklamaktan daha çok gerçeği gölgeleme amacını taşımaktadır. Ancak eksik ve çarpıtmalı devlet verileri bile Türkiye'de işsizlik sorununun ulaştığı vahim boyutları gizlemeye yetmemektedir.
1996-2000 dönemini kapsayan Yedinci Beş Yıllık Kalkınma Planında açıklanan verilere göre, 1994'te atıl durumda olan, yani işsiz olan kitlenin toplam sayısı 4 milyon 43 bin olarak açıklanmaktadır. İşsizlik oranı ise %19.8'dir. Bu rakamlara göre dahi .son 5 yılda işsiz sayısı 1 milyon 182 bin kişi daha artmış gözükmektedir.
Yine devlete ait verilere göre, işsizlik kırsal alana göre kentlerde çok daha ağır bir sorun durumundadır ve genç nüfus toplu işsizler içinde özel bir ağırlık oluş­turmaktadır. İşsizliğin lise ve daha yüksek eğitimli gençler arasında % 30'ları aşan bir orana ulaştığı gözetilirse, sorunun ulaşmış olduğu boyut daha iyi anlaşılır.
Esnek istihdam, standart dışı çalışma vb adı verilen işgücünün istihdam biçimindeki yeni uygulamalar, işsizliğin tüm işçileri çok daha fazla tehdit eder hale gelmesini sağlamaktadır. Part-time çalışma, eve iş verme vb sistemlerin yaygınlaşmasıyla beraber, toplu sözleşme sisteminin yerini de giderek bireysel söz­leşme almaya başlamaktadır. Bu uygulamalar pek çok şeyin yanı sıra, işgüvencesi alanında da işçilerin, -kamu emekçilerinin mevcut kazanımlar* ortadan kaldıracaktır. Nitekim TİSK, mevcut yasalardaki zaten son derece yetersiz olan iş-güvencesine dair hükümlerden de şikayetçi olmakta, ve bunların bir önce kaldırılmasını talep etmektedirler. Bir TİSK belgesinde "çıkarmalardan önce işçiye uzun ihbar önelleri tanınması, bunların mutlaka hakh ve geçerli nedenlere bağ­lanması, haksız veya gerekli olmayan çıkarmaların işe iadeyle sonuçlanması veya işçiye tazminat ödenmesi" esnekliğe engel olan düzenlemeler olarak görülmüş, işten çıkarılmaya dönük bu engellerin ortadan kaldırılmasını sağlayan yasal dü­zenlemelere acilen ihtiyaç olduğu belirtilmiştir. (Dünya'da ve Türkiye'de Endüstri ilişkilerinin Yeni Boyutları Semineri, TİSK Yayın No: 183, S:60)
OECD ülkelerindeki uygulamalar işgücü piyasasının esnekleştirilmesinin iş­
sizliği yapısal bir soruna dönüştürdüğünü, en olumlu iktisadi konjonktürde bile iş­
sizliğin azalmadığını ortaya koymaktadır. Esnek işgücü piyasası tanımı gereği is güvencesiz işgücü piyasası anlamına gelmektedir. Şimdi sermaye sınıfı bunu
yaratmaya, yani işçi ve kamu emekçilerinin iş güvencesini ortadan kaldırmaya ça­lışıyor. Ve ciddi bir karşı direnişle karşılaşmadıkları için de bu politikalarını adım adım hayata geçiriyorlar.
       
Sendikasızlaştırma:
Eğer sermaye sınıfı ücret ve maaşları asgari düzeye indirmek, sömürü oranını arttırmak istiyorsa, bunu gerçekleştirebilmesi ve kalıcı hale getirebilmesi için işçi ve emekçileri atomize etmek, örgütsüzleştirmek zorundadır. Ülkeden ülkeye biçimsel bazı değişiklikler gösterse de, sendikasızlaştırma bugün sermayenin ortak ve evrensel bir politikasıdır. Sendikasızlaştırma çok çeşitli yöntemler aracılığıyla uygulanmaktadır.. Özelleştirme, taşeronlaştırma, işkolu sendikacılığını tasfiye edilerek işyeri sendikacılığının dayatılmağı, üretim süresinin parçalanarak üretimin değişik küçük işletmelere kaydırılması, üretimin emek gücünün ucuz~ve örgütsüz olduğu ülkelere kaydırılması, ekonomik sosyal konsey, eşel-mobil, sözleşmeli personel, geçici işçi ve kapsam dışı personel uygulamasının yaygınlaştırılması, toplu tensikatlar vb bu yöntemlerin başlıcalarıdır. Sendikasızlaştırmanın bir diğer yöntemi de baskı ve terör politikasıdır.
Sınıfsal güç ilişkilerine bağlı olarak uygulamanın yoğunluğu ve uygulamada elde edilen başarı düzeyi değişmekle beraber, son on yılda genel olarak sendikaların ciddi üye kayıplarıyla karşı karşıya kaldığını, sendikal mücadelenin ciddi bir güç erozyonuna uğradığını söylemek mümkündür. ABD, Fransa, Hollanda, İspanya ve Türkiye'de sendikasızlaştırma çok daha yoğun uygulamış ve sermaye sınıfı açısından çok daha başarılı sonuçlar elde edilmiştir. Almanya'da DGB yalnızca üç yılda 1991 ile 94 arasında 2 milyon üye kaybına uğramıştır. İngiltere'de TUC'un 1987-90 arasındaki üye kaybı l milyon 600 bindir vb.
                    OECD ülkelerinde sendikalaşma oranlan
1970-1980-1990
 
 
1970
1980
1990
ABD
23.2
22.3
15.6
Almanya
33.0
35.6
32.9
Avusturalya
50.2*
48.0
40.4
Avusturya
62:2
56.2
46.2
Belçika
45.5
55.9
51.2
Danimarka
60.0
76.0
71.4
Finlandiya
51.4
69.8
72.0
Fransa
22.3
17.5
9.8
Hollanda
38.0
35.3
25.5
İngiltere
44.8
50.4
39.1
İrlanda
53.1
57.0
49.7
İspanya
27.4
25.0
11.0
İsveç
67.7
79.7
82.5
isviçre
30.1
30.7
26.6
İtalya
36.3
49.3
38.8
İzlanda
68.1
75.2
78.2
Japonya
35.1
31.1
25.4
Kanada
31.0
36.1
35.8
Lüksenburg
46.8
52.2
49.7
Norveç
51.4
56.9
56.0
Portekiz
60.8
60.7
31.8
Yeni Zelenda
-
56.0
44.8
Yunanistan
35.8
36.7
34.1
Türkiye
19.6
17.0
16.3
^Kaynak: Petrol-tş Yıllığı 93-94 sf.353, Tablo II.
Ne yar ki işçi sınıfı, özellikle de Avrupa'da, bu sürece karşı direnmeye baş­lamıştır. Fransa'da, İtalya'da, Yunanistan'da, İngiltere'de, İspanya'da; hatta İsveç, İsviçre, Norveç gibi, işçi sınıfının yıllardır suskun olduğu ülkelerde bile son birkaç yıldır yaygın ve kuvvetli bir işçi hareketi gelişmeye başlamıştır. Öndersizliğin yarattığı büyük dezavantaja karşın, işçi sınıfı Yeni Dünya Düzeninin dayatmalarına kolayca boyun eğmeyeceğini göstermektedir. Türkiye işçi sınıfının ve kamu emekçilerinin de bu gelişmelerden etkilenmemesi, kısa ya da orta vadede bu sal­dırılara karşı harekete geçmemesi olası değildir. Burada son olarak şunu belirtmek gerekir ki, kamu emekçileri hareketi, tam da sermayenin sendikasızlaştırma saldırısının gündemde .olduğu bir dönemde "grevli-toplu sözleşmeli sendika hakkı" talebiyle, güçlü dinamiklere sahip kitlesel bir mücadeleye girişmiştir. Kamu emekçi hareketi/Türkiye'deki sendikasızlaştırma saldırısının önüne dikilen ciddi bir engeldir. Anti-sendikal ideolojik ve politik saldırının durdurulabilmesi açısından Türlüye işçi ve emekçi mücadelesi açısından büyük bir imkan durumundadır.
 
Küçülen Devlet, Büyüyen Piyasa
1980'lerden sonra egemen neo-liberalizm programı aracılığıyla devletin küçültülmesi hedeflenmişti. Ülkemizde de buna uygun politikalar uygulanmaya konulmuş ve bu uygulamalarla devletin ekonomiye müdahaleleri sınırlanmaya çalışılmıştır.
Bu sınırlandırmaların yöntemlerinden birincisi, devletin ekonomiye dolaysız müdahale araçlarından biri olan Kamu İktisadi İşletmelerin özelleştirilmesidir. Özelleştirme sermaye için yeni karlılık alanları yaratılması anlamına gelmektedir. Devletin ekonomiye müdahale araçlarından bir diğeri devlet bütçesidir. Devlet bütçe aracılığıyla kaynaklar toplayıp, daha sonra bu kaynakların dağılımını yapar. Devletin ekonomiye bütçe aracılığıyla yaptığı müdahalenin azaltılması ve sağlık, eğitim, sosyal güvenlik, konut, belediye hizmetleri gibi toplumsal harcamaların sınırlandırılması talebi,"ekonomik rasyonellik", "hantal devlet"  sözde gerekçelerine dayandırılan bu istemler, sermaye sınıfının çıkarlarının bir yansımasıdır ve bu hedeflerin yaşama geçmesi bütçelerin küçültülmesi anlamına gelecektir. Bu durumda kamu finansmanına katılım açısından sermaye ek yüklerden|kurtulacak, küçültülen bütçelerin ortaya çıkaracağı kaynak fazlası sermaye tarafından kullanılabilecek, devletin çekildiği sosyal hizmet alanı sermayenin kullanımına sunularak sermaye için yeni faaliyet-kâr alanları yaratacaktır. Bu amaçla eğitim, sağlık, sosyal sigortacılık gibi alanlara özel sermayenin daha fazla girebilmesinin koşulları yaratılmaktadır.
 
Tablo-1: GSMH İçindeki Payı Bakımından Kamu Harcamalarının Değişen Boyutları
Kaynak: DPT, Yıllık Programlar
Tablo V' göre, reel kamu harcamaları hızlı bir erime sürecine girmiştir. Borç faizlerinde ciddi artışlar gerçekleşmiştir.
94-96 yıllarında transfer harcamaları olarak görülen borç-faiz harcamaları toplamdan çıkarılacak olursa, reel kamu harcamaları %10'un altına düşecektir. Halbuki Avrupa Birliği’ne gireceğiz/girdik tartışmalarının yapıldığı bu aynı ortamda Avrupa birliği ülkelerinde kamu harcamalarının/GSMH oranları %50 düzeyindedir.
Tablo-2: Bütçenin önemli Harcama Kalemlerinde Ağırlık Kaymaları (Bütçe Harcamalarının Yüzdesi Olarak)
 
 
1975-80
1981-83
1984-88
1989-93
1994-95
1996
1997
Personel-Bütçe
35,4
26,5
23,6
37,5
39,8
24,7
23,8
Yatırım/Bütçe
19,8
19,7
18,1
12,8
7,0
5,7
8,4
Faiz/Bütçe
2,7
6,2
,16,4
20,6
33,4
38,2
29,8
KiT Trans./Bütçe
12,1
12,8
4,2
4,7
2,5
1,2
1,5
Kaynak: DPT, Ekonomik ve Sosyal Göstergeler (1950-1995) ve 1997 Mali Yut Bütçe Gerekçesi.
Görüldüğü gibi, kamu hizmeti üretmekle yükümlü olduğu söylenen bütçeler, giderek toplumun çok küçük bir azınlığına, borç faizi ödemeleri yapılan bir özel hizmet bütçesine dönüştürülmüştür. Faiz ödemelerinin bütçe içindeki payı 1985'de %10.4 iken, 1990'da %20.4'e, 1995 yılında %33.4'e yükselmiş durumdadır. Bütçeden güvenlik ve savunma harcamaları için ayrılan pay ise %25 oranına ulaş­mış bulunmaktadır. Bunlar bütçenin büyüyen kalemleridir. Eğer bütçede belli harcama kalemlerinin payı büyüyor ise, bu demektir ki, başka bazı harcama ka­lemlerinin payı da azalmaktadır. Peki bu azalan harcama kalemleri hangileridir? Örneğin Tablo 2'de de görülebileceği gibi bunlardan biri personel giderleridir. Personel giderlerinin bütçe içerisindeki payı, 89-93 dönemi hariç, 1975-80 yıllarındaki düzeyine göre sürekli bir gerileme yaşamıştır. Oransal olarak azalan bir başka harcama kalemi yatırım harcamalarıdır, yatırım harcamalarının payı %8 oranına kadar düşmüştür. Ve tabi ki sağlık ve eğitim de sürekli küçülen harcama kalemleri arasında yer almaktadır. Bütçede sağlığa ayrılan pay %14.6, eğitime ayrılan pay ise %2'dir.
Burada ortaya konulan tablo, bütçede yatırım, eğitim, sağlık, sosyal güvenlik harcamaları azalırken, kaynakların askeri harcamalara ve sermayenin rant giderlerine ak­tarıldığını göstermektir. Çok daha ilginci bu bütçenin temel ayağı vergilerdir ve bu vergi gelirlerinin 2/3'ünü ücretlilerin ödediği vergiler oluşturmaktadır. Hol­dingleri unutmamak gerekir tabi, onların ödediği kurumlar vergisi de toplam vergi gelirlerinin %6'sını oluşturmaktadır!




 


 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

PAPAZIN BAĞI: BİR CENNET PARÇASININ HİKAYESİ...

ANKARA’NIN İKİ YÜZYILANA DAMGA VURMUŞ BİR TARİHİ YAPIT: ABİDİNPAŞA KÖŞKÜ

şarap,kadın,şiir...-şiir-