jakobenizm Tektaş Ağaoğlu

Bugün, aradan geçen iki yüz yıldan sonra, çoğu yerde klasik burjuva parlamenter temsili sisteme karşı, burjuva sınırları zorlasa da aşmaksızın gündeme getirilen “radikal demokrasi”, “kitle demokrasisi”, “doğrudan demokrasi” gibi taleplerin kökü, kısa süren o Jakoben etkinlik döneminde aranmalıdır.
Jakobenlik nedir, ne değildir?
Tektaş Ağaoglu
1789 Devriminin “Jakoben” damarı genel olarak siyasette, özel olarak da devrim süreçlerinde ortaya çıkan şiddetin ardındaki saiklerle ilgili olarak siyaset biliminin ve tarihin ötedenberi ilgi odağı oldu. Öyle olması ve bu arada değişik amaçlarla çarpıtılarak mahkûm edilmesi ya da yerli yersiz yüceltilmesi boşuna değildi. Siyasetin, özellikle devrimci siyasetin dikkati çeken belli özellikleriyle yakından ilgili bir yanı var.
Jakobenlik nedir ya da ne idi? “Halka rağmen, halk için” tepeden inmecilik miydi? Değildi. Jakobenliği devrimde etkin ve belirleyici kılan da ikameci bir azınlık iktidarının güdümünde ya da tasarrufunda bir “halk tabanı” değildi. Öyle olduğu iddiası 1794 karşı-devrimi ertesinde ve bütün 19.y.y. boyunca Fransa’da burjuva siyasetçilerin ve tarihçilerin kafalara kazımaya, kitaplara geçirmeye özel bir özen gösterdikleri ideolojik çarpıtmadır. Şimdilerde bu çarpıtmanın bir başka türü buralarda —bizde—sözgelimi Kemalizmin Jakobenlik olduğu iddiası ile tekrarlanıp duruyor. Kimi “Kemalist devrimci” eşhas ve muhit Jakobenliği sahiplenmede birbiriyle yarışıyor. “2. Cumhuriyetçi” liberal ya da “sivil toplumcu” liberal sol (ya da sol liberal) muhitlerde önüne geleni “Jakoben”likle suçlamak âdeta vazgeçilemez moda oldu. Kimi siyasal İslam sözcüleri de bilir bilmez onlara özenip aynı çarpıtmayı Kemalist laiklik karşıtlığı adına kendilerine yarar bir silâha dönüştürme gayreti içindeler. Tarihsel gerçeğe vurgu yaparak yanlışı açığa çıkarmak gerekiyor.
NEDİR?
Jakoben sözü 89 Devriminin ilk aylarında kurulan ve toplantılarını Paris’te bir Jacobin manastırında yapan bir derneğe atıfla kullanılır oldu. Jakobenler Derneği burjuva devriminin önde gelen Millî Meclis üyesi radikal unsurlarıyla Paris’li yoksul işçi ve küçük burjuva devrimcilerin buluşma yeriydi. 89 Temmuzunda Bastille’in zaptını izleyen günler ve aylarda başkentin devrim üzerinde devreye giren aktif etkisinde bu olgunun büyük yeri vardı. O etki bir kaç bölge dışında Fransa’nın her yerinden gelen hararetli destekle Millî Meclis ve daha sonra Konvansiyon Meclisi dönemlerinde (92-94) Meclislerin içinden çıkan Devrim hükümetlerinin örtülü ve açık bütün direnmelerine rağmen artarak sürdü. 92’den sonra Konvansiyon içinde giderek öne çıkan yol ayırımında sans culottes denilen ve burjuva siyasetçilerle ideologların “baldırı çıplaklar güruhu” gözüyle baktıkları emekçi ve yoksul kitlenin Konvansiyon ve hükümet üzerindeki baskısının büyük payı vardı. (Alttan alta ya da açıkça Kralı destekleyerek Devrimin en bariz burjuva kazanımlarının ötesine taşmasını önlemek isteyen “Girondin’ler”le daha radikal demokrat tutumlar sergileyen “Montagnard’lar” arasında çatışma ve Girondin’lerin yenilgisi.) Ondan sonra da, Konvansiyon’da bir ara bir yıla yakın süre iktidarı diktatörce elde tutan Robespierre ve arkadaşları “güruh”un soluğunu sürekli enselerinde hissettiler. Robespierre devrimci halk hareketini kendi bildiği “doğrular” ve “gerekirlikler” doğrultusunda bir iktidar payandası yapma durumunda değildi. Devrimin genel ve temel burjuva karakteriyle halk hareketinin acil talepleri ve doğrudan inisyatifi arasında karşı-devrimin yolunu kesecek bir bileşke tutturmaya uğraşıyordu. O bileşke hayatın yaşanan gerçekliğinin dayatmalarıyla yüklüydü. Paris Belediyesinin bütün üst ve alt birimleri, geniş ve kalabalık mahalleler, “baldırı çıplak” ahalinin geleceğe dair soyut emellerinden çok, yaşadıkları hayata dair acil taleplerinden doğan toplumsal/siyasal ajitasyonla kaynıyordu. Bu arada Kralı, soyluları, zenginleri, gıda maddeleri ve para spekülatörlerini, Kilise adamlarını hedef alan şiddet, “güruh” denilen devrimci kitlenin ya doğrudan kendi eseri, ya da devrimci burjuvazi üzerinde karşı-devrime yol verilmeden karşı durulamayacak baskısının ürünüydü. Aynı zamanda da, ancienne regime’in (Krallığın) halka dayatageldiği yıllanmış küstah şiddetin karşıt yansıması olarak, o şiddetten kurtulma umudunun boşa çıkması halinde hiçe sayılmanın sürüp gitmesine müncer olacak gelişmelerin devrimin sokağa döktüğü insanları nasıl çileden çıkardığının göstergesiydi. Bu anlamda çileden çıkmış halk, her kurulu ya da kurulmakta olan düzenin sahipleri gözünde en korkulur tehlikedir. O korkuyu Devrimci Hükümet de paylaşıyordu ama gündemi işgal eden iç ve dış savaş koşullarında çaresizdi. 1793 Haziranıyla 1794 Temmuzu arasında bir yıl süren Robespierre’ci diktatörlük (Devrim tarihindeki adıyla “Terreur”) bu çaresizlikten doğdu ve devrimci şiddet karşı-devrimcilerin yanısıra Jakobenlerin bir bölümüyle Paris halkının “aşırı” devrimci unsurlarını da vurdu. 94 Temmuzunun karşı-devrim günlerinde Thermidor’cular, “Teröre son vermek için”, öncekinden daha da kıyıcı bir şiddetle (terörle) bütün devrimcilere saldırdılar. Gerek o şiddet, gerekse hareketin toplumsal tabanı ve getirdiği ekonomik/siyasal sonuçlar, asıl hedefin, Robespierre ve beş on arkadaşının kellelerini almak değil, yaşanan hayatın ve görünen geleceğin içinden çıkan talepleri dayatmakta direnen aktif kitle hareketini kırmak olduğunu gösterdi.
Bugün, aradan geçen iki yüz yıldan sonra, çoğu yerde klasik burjuva parlamenter temsili sisteme karşı, burjuva sınırları zorlasa da aşmaksızın gündeme getirilen “radikal demokrasi”, “kitle demokrasisi”, “doğrudan demokrasi” gibi taleplerin kökü, kısa süren o Jakoben etkinlik döneminde aranmalıdır. Bu tür talepleri büyük ölçüde karşılayan 1793 Anayasası devrimci Fransa’nın karşı-devrimci Avrupa devletleriyle giriştiği ölüm kalım savaşı ve iç karışıklıklar dağdağasında daha baştan kadük kaldı, hiç uygulanmadı. Thermidor’cuların ilk işi onu hiç yapılmamış saymak ve tarihe gömmek oldu. O anayasanın daha hala hiç bir yerde uygulamaya konulmamış kimi yönlendirici ilkeleri ve hükümleri bugün dahi “ileri” bir burjuva demokrasisi için geçerliliğini koruyor.*
NE DEĞİLDİR?
Kemalizm, belli tarihsel koşullarda “memleketi kurtarma”yı, Osmanlı mülkünden ne kadarı mümkünse o kadar bir Türkiye çıkarmayı –önemli bir bölüm Osmanlı aydınının yüz yılı aşkın bir süre aklını ve hayatını meşgul eden bir temel soruna, devletin zevalini önleme sorununa çözüm getirmeyi– öngören burjuva radikal bir yönelimdi. Kendi içinde belli hedefleri ve iç tutarlılığı, kendi kadrosu, o kadronun kendine malettiği tarihsel misyonu vardı. Arkasında ona baskı yapan bir “güruh” yoktu. Olsaydı da yaşatmazdı. Bugünlerde kendilerine Kemalist diyenlere en cazip gelen özelliği, “güruh”a pabuç bırakmayan tepeden inmeciliğidir. O günkü gibi tarihsel koşullarda halkı “eğit”me, toplumu “uygarlaştır”ma, ülke insanını “adam et”me –yani kapitalizme kazandırma– misyonu zaten tepeden inmeciliği öngerektirir. Böyle bir misyonu üstlenen siyasal yönelime en yakışır niteleme Jakobenlik değil, olsa olsa Bonapartizm’dir. Jakobenlerin öyle bir misyonu yoktu. Onlar devrimin sınıf karakterini zorlayan aktif halk hareketiyle birlikte yürümeyi seçen – hatta, dediğim gibi, kimi zaman buna zorlanan– unsurlardı. Robespierre kürsüde “le peuple (halk)”! diye haykırdığı zaman kendi kafasındaki soyut bir kavramdan söz etmiyordu. Halkı, hayata dair acil talepleri olan, o talepler için hemen şimdi vuruşmaya ve ölmeye hazır insanlar olarak önünde ve arkasında1 görüyordu. Onun devrimci demokratlığı ile Kemalist radikalizmi birbirine karıştırmak, özdeş saymak büyük bir yanılgıdır. Kemalistlerin indinde halk soyut bir kavramdır. Halkın kendisi, yaşadıkları hayattan acil talepleri olan insanlar yok, “halk”ın Kemalistlerce yorumlanıp belirlenen çıkarları, toplumun ilerlemesinin, devletin çağdaşlaşmasının, “muasır medeniyet seviyesi”ne ulaşmanın yerine getirilecek gerekirlikleri vardır. Esas ilgi alanları devlet ve ülkedir: devletin bekası ve ihyası, ülkenin (ve toplumun) ilerlemesidir. O gün öyleydi, bugün de öyledir.
Burjuva karakterli her devrimci hareket toplumun şöyle ya da böyle varlıklı unsurlarının önüne yeni gelişme, serpilme, zenginleşme, kariyer, vb... –kendini var etme– ufku açar. Bu arada toplum da, herkese sunulduğu söylenen yeni imkanlar sayesinde, ilerler. Bu “ilerleme”, varlıklıların varlıklarına varlık katmalarının hem bir yan ürünü, hem de giderek bereketlenen zeminidir. Varlıklıların hayrına çalışmadan yaşayamaz olanlar, yani toplumun büyük çoğunluğu, toplum adına devşirilen ürünün gübreliğini oluşturur.
Kısacası, burjuva cumhuriyetinde devletin ve ülkenin somut içeriğini, esas olarak, burjuvazinin reel ve potansiyel çıkarları belirler. Kemalist radikalizmin tarihsel misyonunu belirleyen de bu olmuştur. Başka ne olabilirdi ki? Kemalistlerden bundan başkasını (ya da “fazlası”nı) beklemek tarihsel olarak anlamsız ve onlara da haksızlıktır. Robespierre’i Robespierre yapan, arkasındaki halk inisyatifiydi. Mustafa Kemal’in arkasında, soluğunu ensesinde hissettiği bir halk var mıydı? Bugünün Kemalistlerinin, Kemalizmin tepeden inmeci (“halk için, halka rağmen”) misyonunu izahta dayandıkları ve sık sık dile getirdikleri olgu da zaten bu değil mi?
“Hangi burjuvazi? Hani neredeydi o burjuvazi?” diyenler olacaktır. Lafı uzatmadan söylenecek şey şudur: “Atatürk devrimleri” denilen süreci geçerli ve mümkün kılan enerjiyi üretmeye ve taşımaya bir tek Kemal Paşa’nın kişisel öngörüleri, siyasal mahareti ve karizmatik iradesi yeter miydi? Gençlik yıllarındanberi zihninde “muasır medeniyet” kavramı bağlamında geliştirdiği “mukaddes sır” ona nereden malum olmuştu? Kemal Paşa masmavi bir gökte çakan şimşek miydi?
“Atatürk devrimleri”, genel karakteri ve somut tecellileriyle, Osmanlı toplumunda ilk ciddi belirtileri Birinci Abdülhamid zamanında görülen, Üçüncü Selim ve Mısır’da Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın reform denemelerinden sonra Tanzimat’la daha ileri boyutlar edinerek 19.y.y. boyunca süren ve İttihat ve Terakki hareketi ile daha da büyük ivme kazanan maddi (ekonomik/toplumsal) ve düşünsel birikimin ürünüdür. “Devleti kurtarma” misyonuna sahip çıkan tek bir akım yoktu, birçok iddialı akım vardı. Hepsi birbirinden ayrı, birbirine karşıt, çelişkili çıkar kümelenmelerine dayanıyordu. Varılan sonucun ardındaki belirleyici dinamik besbelli ki sınıfsaldır: çıkar ilişkileri, yeni özlemler, çağın genel karakteri, entellektüel ortam ve ideoloji... Hiç bir “devrimci kopuş”, salt kişisel “irade” ile açıklanamaz.
Peki, Kemalistlerin ardında hiç mi “halk” desteği yoktu? Elbette vardı. Kemal Paşa üstün yetenekli bir Osmanlı paşası, ricalden sayılır, devletin en üst kademelerinde fikrine pek uyulmasa da hep kulak verilir bir kahraman asker, basiret ve dirayet sahibi parlak şahsiyetti. Savaş yenilgisi üzerine Talat Paşa hükümeti çekilince Harbiye Nazırı Enver Paşa yeni hükümeti kuranlara kendi yerine onun getirilmesini salık vermişti. (Falih Rıfkı Atay, Çankaya, ilk baskı, 1953, Cilt I, s. 70.) Anadoluya çıkışı devlet görevlisi sıfatıyla oldu.2 Ülkede ne kadarsa ayakta kalabilmiş iki ordunun en üst kumandanlarının, Kazım Karabekir ve Ali Fuat Paşa’ların silah ve dava arkadaşıydı. Samsun’a giderken ve gittikten sonra da Osmanlı Genel Kurmayının merkezinde hiç de azımsanmayacak sayıda Fevzi Paşa (Çakmak) gibi sıkı destekçileri vardı. Ülkenin o sıra geçmekte olduğu dar geçitte güven duyulacak ve desteklenmeyi hak edecek bütün vasıfları haizdi. Böyle bir şahsiyetin öncülük ettiği bir hareketin ardında “halk” desteği olmadığı söylenemez. M. Kemal Paşa elbette desteksiz çıkmadı yola. Çıktığı yolda da desteksiz yürümedi. En önemlisi, Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne dayanmasa ve dayanmadan nereye kadar gidebilirdi? O Meclisin ardında da, ülkenin dört bir yanında çoğunlukla İttihat ve Terakki’den arta kalan taşra örgütlenmelerinin aktif öncülüğünde devreye giren “Yerel Kongreler” olgusu vardı. “Kongre iktidarları” ne kadar iktidardılar, kimlerin elinde ne iktidarıydılar? Niçin o kadar kısa sürede Sivas Kongresi’nin çekim alanı içine girip yok oldular? Ne ölçüde ve ne anlamda halkı temsil ediyorlardı? O devirde ve ortamda “halk” neydi? Bunları irdelemeye açıp tartışmanın yeri şimdi burası değil.3 Tartışılmayacak nokta şudur: Mustafa Kemal Paşa emperyalist müstevlilere direnmede hak ettiği desteğin hakkını verdi. Bağımsızlık kavgasının somut ve reel koşullarda başarıya ulaşmasında, devletin kurtarılmasında ve yeniden ihyasının yolunun açılmasında olağanüstü siyasal öngörü ve irade sergileyerek belirleyici rol oynadı.
Sorun orda değil. Jakobenlik “halk desteği”ne4 mazhar yetenekli ve karizmatik önderlikten bambaşka bir şeydir. Fransız Devrimi Jakoben önderlerin eseri değil, burjuva sınıfı ancienne regime (Krallık, soyluluk) ile hesaplaştığı sırada, her türlü sömürünün, zulmün yüzyıllardır teslim almış olduğu ezilen kitlelerin özgürleşme yolunda ileri atılımıdır.
Ya da Kemalist misyonun hiç mi demokratik, kişiyi özgürleştirici bir içeriği yoktu? Kim diyebilir olmadığını? Sorun o da değil. Fransız devriminde “baldırı çıplak” emekçiler ve yoksul halk kendisi tarih ve siyaset sahnesine aktif özne olarak çıktı. Kimse onu özgürleştirmeye kalkmadı. O kendisi herkes için özgürlüğün önünü açtı. Egemenlik sisteminin duvarlarında açılan gedikten içeri daldı: tarihi kendi ellerine aldı. Öylesine aldı ki, karşı-devrim adeta Devrimin doğal uzantısı, mütemmimi olarak gündeme geldi: Jakoben dalga geri püskürtüldü ve pusuya yatmış Buonoparte’ye yol açıldı.
Jakobenlik bir avuç devrimci demokratın (Robespierre’lerin, vb...) politik ihtirasının ya da siyasal manevra yeteneğinin değil, kitle inisyatifi ve iradesinin tarihsel gerçeklikle yoğrulu simgesidir. “Baldırı çıplaklar”dan ya da “güruh”tan5 soyutlanmış bir Jakobenliğin kendine özgü (yakıştırma olmayan) tarihsel bir içeriği ve anlamı yoktur. Onun içindir ki 89 İhtilali bütün insanlığın devrimci uyanışının önünü açmış, ama halka adam edilecek “etrakı bi idrak” gözüyle bakan Kemalizm, Türkiye’yi bugünlere getirmiştir!6
1. Ardında değil, arkasında!
2. Atatürk’ün Bana Anlattıkları, Falih Rıfkı Atay. Cumhuriyet Gazetesi’nin Okurlarına Armağanı
3. Cumhuriyetçi tarih yazımında Erzurum ve Sivas Kongrelerinin hep gölgesinde kalan bu kongrelerin ne olup ne olmadıkları üzerine, bakınız: B.Tanör, Türkiye’de Yerel Kongre İktidarları, 1918-20. Cumhuriyet Gazetesi yayını
4. Kaldı ki, Kurtuluş Savaşı sona erdikten sonra artık salt soyut bir kaziye olarak “halk desteği”nden söz edilebilir. Kurtuluş Savaşı’nın Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi “Kemalist” değildi. Kemalizm, anlayış ve uygulama olarak, esas itibariyle İkinci Meclis’le, yani Birinci Meclis’in tasfiyesiyle tarih sahnesine çıkar.
5. 89 Temmuzunu izleyen aylarda ve Devrim ilerledikçe Fransa’nın dört bir yanında derebeylerin, zadegânın topraklarını işgal edip şatolarını—feodal kölelik arşivleriyle birlikte— ateşe vererek bütün Avrupa feodalitesinin yüreğini ağzına getiren köylüleri de o “güruh”tan sayabilirsiniz.
6. Osmanlı’nın gözünde etrakı bi idrak (idraksiz Türkler) adam edilemezdiler: çok-etnili bir imparatorlukta merkezi otoriteye ve onun değerlerine bin yıl öncesinin ilkel kabile demokrasisinden kalıntı bir direniş ruhu, içinde bulundukları geri maddi ortamın etkisiyle, onlarda şu ya da bu biçimde hala yaşıyordu. Bazı şeyleri “kafaları almıyor”du. Ulus-devletçi Kemalizm onları adam etmeyi (kafalarını değiştirip köylülükten çıkarmayı) üstlenerek “muasır medeniyet”in (kapitalizmin) hizmetine sürdü.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

PAPAZIN BAĞI: BİR CENNET PARÇASININ HİKAYESİ...

ANKARA’NIN İKİ YÜZYILANA DAMGA VURMUŞ BİR TARİHİ YAPIT: ABİDİNPAŞA KÖŞKÜ

şarap,kadın,şiir...-şiir-