Sosyalist Sol'da Üç Tarz-ı Siyaset
Laçiner’e Yanıt!
Sosyalist solda “üç tarz-ı siyaset”
Radikal 2’nin geçen sayısında yer alan Ömer Laçiner, Baskın Oran ve Sungur Savran’ın yazılarını dikkatli izleyen her okurun rahatlıkla gözleyebileceği gibi, ortada radikal biçimde birbirinden farklı iki sol, sosyalizm ve devrimcilik anlayışı var.
Ömer Laçiner, Ergenekon ve AKP davası vesilesiyle başlayan tartışmayı yorumladığı ve anlamlı biçimde ”Devrimci/sosyalist olma tartışması” başlığını koyduğu yazıda, son derece yerinde bir saptamayla bütün bu toz dumanın arkasında tarafların siyaset anlayışının yattığını vurguluyor. Biz bu yazıda Laçiner’in yazısını esas alarak bir tartışma yürüteceğiz. Bu tartışmanın açıklayıcı değeri açısından da, öncelikle sosyalist solun ana ayrım noktalarının tarihi ve yöntemsel boyutlarına ilişkin kısa bir arka plan vermenin yararlı olacağı kanaatindeyim:
Türkiye’de sosyalist solun öne çıkardıkları hedefler ile örgütlenme ve mücadele yöntemleri bakımından aslında iki ana kulvar üzerinden geliştiği söylenebilir: Liberal kulvar ve bağımsızlıkçı-kalkınmacı kulvar…Bu iki hattın oluşumunu Osmanlı’dan beri izlemek olanaklıdır. H. Hilmi’nin önderlik ettiği ve Türkiye’de 2. Enternasyonal geleneğinin ilk ve tek temsilcisi olan OSF-TSF çizgisi, barışçıl ve parlamenter eksende demokrasinin sınırlarının geliştirilerek sosyalizme ulaşılacağını düşünmekteydi. Daha sonra TKP’ye rengini verecek olan Ş. Hüsnü, V.Nedim Tör, Ş.Süreyya ekibi ise, parlamenter liberal demokrasinin kendi içinde geliştirilmesi sorununu önemsemeyen, asıl demokrasinin bağımsızlık ve kalkınma ile mümkün olacağını ve bu ikincisi için gerekirse parlamenter demokrasinin de ertelenebileceğini düşünen pozitivist-aydınlanmacı bir çizgiye sahipti. Bu akımlardan ilkinin Hürriyet ve İtilaf’a, ikincisinin ise İttihatçılığa ve Kemalizme derin bir sevgi ve sempati duymuş olması, bu anlamda hiç de şaşırtıcı değildi.
İşte solun bu iki ana kulvarı, belli kırılmalara, evrimleşmelere karşın tarih içinde hep var olageldi. Hakkında somut veri azlığına karşın Esat Adil’in kurduğu TSP’de, büyük olasılıkla bu liberal sosyalist çizginin devamıydı. Ama M.Ali Aybar TİP’inin, bu liberal sosyalist çizginin; TKP,YÖN, MDD çizgisinin ise bağımsızlıkçı-kalkınmacı eğilimin en tutarlı ve güçlü ifadesi oldukları hiçbir şüpheye yer bırakmaz açıklıktadır. İkinciler hep Kemalizme yakınlık duydular ve 1950’li yılları bir karşı devrim olarak gördüler. Birinciler de hep kemalizme uzak ve mesafeli oldular, ama Hürriyet İhtilaf’a, Demokrat Partiye bazen gizli bazen açık bir sevgi ve sempati beslediler. Bunlar için de, 1950’li yıllar Türkiye’de demokrasi doğrultusunda atılmış çok önemli bir adımın tarihi oldu.
Bütün bu farklılığa karşın her iki akımın da ortak noktası siyasete bakış zaviyelerini emek-sermaye, ezen-ezilen kutuplaşması üzerinden değil, liberal-parlamenter demokrasi ile otoriter rejim ya da bağımsızlık-kalkınma ile bağımlılık-geri kalmışlık ekseni üzerinden kurmaları ve bu eksen üzerinden de sermaye kesimin ya da ezen kesimlerin bir bölümünü kendilerine dost güçler olarak görmeleriydi.
Laçiner, bugünkü tutum ayrımlarının arkasında siyaset tarzı var derken son derece haklıdır. Ve fakat bu farklılığı sayarken bazı temel konu ve ayrılıklara işaret etmekle beraber, bu en temel farklılığın üzerini örtmektedir.
Nitekim Laçiner ve onun gibi düşünenler bugün AKP’ye bir sempati ve yakınlık duyuyorlarsa, bu liberal geleneğin izini sürerek, soruna demokrasi-oteriterlik ikilemi üzerinden yaklaşmakta oluşları nedeniyledir. Doğal olarak da sivil toplumun ya da çevrenin bir bileşeni olarak gördükleri AKP’nin varlığını ve mücadelesine yakınlık duymakta ve bunu liberal demokrasinin alanını genişletmeye yönelik bir imkan olarak görmektedirler. Bunların karşısında da, ifrata vardırılmış ifadesini Doğu Perinçek’in İP’sinde bulan kalkınmacı-bağımsızlıkçı çizgi bulunmaktadır.
Bugün köklerini uzak tarihte bu iki eğilim küreselleşme sürecinin gerekleri doğrultusunda yeniden yorumlanmakta ve bir kanat tutarlı biçimde küreselleşmeciliği, diğer tarafta tutarlı biçimde ulus devleti, yani mevcut statükoyu savunmaktadır.
Ama solda bu iki kanadının dışında, mazisi bunlar kadar uzak olmayan bir ‘üçüncü yol’ daha vardır. Bu ‘üçüncü yol’ siyasetinin odağına demokrasi-otoriterlik, ya da bağımsızlık-bağımlılık ikilemlerini değil, emek sermaye ikilemini koymakta ve demokrasi, bağımsızlık, kalkınma gibi sorunların çözümünün de emek-sermaye ikileminin çözümü temelinde ele alınabileceğini düşünmektedir. Bu bakış açısından bakıldığında AKP -mevcut askeri sivil bürokrasi ile çatışma alanlarına sahip olsa da- ilkesel anlamda askeri ve bürokratik yapılanmaya karşıt bir güç değildir. Safı sermayenin ve ezenlerin safıdır. Bu nedenledir ki, AKP’den militarizmin ve bürokrasinin alanını gerçekten daraltan tutarlı, sahici bir temiz eller operasyonu yaptığını söyleme büyük bir yanılgı ve atlatıcı bir propagandadır.Yapılmak istenen ABD’nin stratejik hedefleri ve AKP’nin taktiksel çıkarları doğrultusunda sistem içi bir operasyondur. Diğer cephede de kendinden menkul bir anti-ABD’cilik yapan, ama anti emperyalist niteliğe haiz olmak bir yana emperyalistleşme düşleri gören bir başka kesim vardır. Dolayısıyla sosyalistler açısından bu taraf olunacak bir mücadele değil, yararlanılacak sistem içi bir çatlaktır olsa olsa.
Ne var ki, Baskın Oran ve Ömer Laçiner “AKP ve Ergenekon arasındaki çatışmaya taraf olmama” çağrısı yapan bu üçüncü alternatif ile tartışacağız beyanıyla yazılarına başlamakta ve fakat yazılarının bütününde bu üçüncü eğilimle değil kalkınmacı-bağımsızlıkçı çizgi ile tartışmakta, en sonunda da laf yordamıyla bu üçüncü eğilimi de aynı torbaya koyup mahkum etme kolaycılığına düşmektedirler.
Laçiner, bütün bu sözlerden sonra konuyu Ergenekon’a getirerek, şu soruyu soruyor: Kitlelere “bekle/gör, tepişmeyi seyret” tavrını önerenler mi yoksa bunun kendilerini siyasi özne haline getirmeleri için önemli bir fırsat olduğunu hatırlatarak ve hiçbir güç odağına yaslanmadan insanları bu yönde yurttaş sorumluluğu ve duyarlılığı ile müdahale etmeye çağıran bizler mi sosyalistçe politika yapmış oluyoruz?
Biz kitlelere Laçiner ve arkadaşları cenahından ‘ AKP bu işi çözemez, AKP’den umut bekleme ve kendin bu işi çözmek için hiyerarşik olmayan biçimde örgütlenerek harekete geç!” çağrısını duymadık.Yanlış mı hatırlıyoruz! Öte yandan kimsenin ‘bekle gör, tepişmeyi seyret!” dediği de yok: Sungur Savran’ın son yazısında da bu bütün açıklığı ile yine yer alıyor, sorun taraf olmama değil, AKP’den ya da Ergenekon’dan yana taraf olmamaktır. Aksine önerilen, bu sorundan da yararlanarak emeğin ve ezilenlerin cephesinden soruna bir üçüncü alternatif yaratmak için yararlanabilmektir. Benim bir müddet önce Radikal’e gönderdiğim “Ergenekon’un Reorganizyon olmaması için!” başlıklı yazıda da bu tutum daha da somutlaştırılıyor ve bütün parti, sendika, basın, üniversite, insan hakları vb. temsilcilerinin içinde yer alacağı, çeteleşmekten, rüşvete ve yolsuzluğa uzanan tüm bu konularda tam olarak yetkilendirilecek bir temiz toplum konseyi kurulması çağrısının işçi, emekçi örgütlerince yükseltilmesi öneriliyordu.
Burada Laçiner’den tek farkımız, bizim yurttaş bilinci ve sorumluluğu kavramı yerine sınıfsal pozisyonlu tanımlar kullanmamızdır ki, bu da yukarıdan beri açıkladığımız siyaset anlayışı farkının bir başka önemli ifadesi ve göstergesidir.
Soldaki taraflaşmanın bu tarihi ve siyasal arka planına ve temel eksenini ortaya koyduktan sonra Laçiner’in yazısında yer alan demokrasi, yöneten-yönetilen ayrımı, siyaset ve örgütlenme tarzı ile ilgili savlarının arka planı da, yöntemsel çerçevesi de daha iyi anlaşılmış olacaktır. Bu yazımızda yer darlığı ile ele alamadığımız bu Laçiner’in sözkonusu savlarını ayrı bir yazı ile ele almak ayrıca yararlı ve zenginleştirici bir tartışma olacaktır.
Yorumlar
Yorum Gönder