TÜSİAD İstanbul’u, Taşra Burjuvazisi Anadolu’yu mu temsil ediyor?


“İstanbul Burjuvazisi” “Anadolu Burjuvazisi” bugün yoğun olarak faaliyet yürütülen coğrafyalar açısından hala belli bir gerçeklik taşıyor ama iki burjuvazinin arasındaki tanımlayıcı öğe bu değil; büyüklük ve küçüklüktür. Nitekim bugünün TÜSİAD’ını oluşturan sermayedarların önemli bölümü de Anadolu kökenlidir ve büyüdükçe merkezilerini İstanbul’a taşımışlardır. Başlangıçta halkın değerleri ile simgesel düzeyde daha bütünleşik bir görünüm sergilerlerken, zamanla kendi “altın fanus”larında özerk bir yaşam alanı ve kültürel kodlar edinmeye başlamışlardır. İslamcı burjuvazinin de epey arkadan gelerek, sermayenin doğal mantığı gereği, pazara, ucuz işgücüne ve ulaşım olanaklarına yakınlaşmak kaygısıyla benzer gelişim sürecini yaşadığını ve ekonomik hacimleri genişledikçe, İstanbul başta olmak üzere, büyük metropolleri mesken haline getirdiklerini görmekteyiz. Aynı zamanda yaşam biçimlerinde, tüketim alışkanlıklarında daha şimdiden -ve hatta ifrata vardırılan- tüketime ve gösterişe dayalı değişiklikler görülmekte ve kendi sınıfsal-mekansal gettolarını, “altın fanuslarını” yaratarak “halktan kopuk” özerk bir yaşam alanı oluşturmaktalar…
Ayrıca Anadolu’da TÜSİAD’ca desteklenen TÜRKONFED’in küçümsenmeyecek boyutlarda gücü olduğunu da hatırlamak gerek. Dolayısıyla ortada Anadolu ya da İstanbul sermayesi biçiminde tasniflenecek farklı sermaye guruplarının varlığından çok, ölçekleri ve sermaye birikim stratejileri farklı iki farklı sermaye gurubunun varlığından söz etmek daha doğrudur.
Bütün bunlar İstanbul ve Anadolu sermayesi olarak yapılan tanımlamanın yanlışlığını gösterdiği gibi, giderek büyük metropolleri mesken tutan bu kesimlerin, Anadolu’da istikrarlı ve kalıcı bir yapısal dönüşümün aktörleri olarak nitelenmesinin de, en azından abartılı bir iddia olduğunu ortaya koymaktadır. 1987-2000 yılları arasında beş önemli Anadolu ili esas alındığında, bu illerin özel imalat sanayi katma değeri içindeki payının yüzde 3,5’ten yüzde 8,5’e çıktığı görülmektedir. Bu rakamlar da açık biçimde gösteriyor ki, Anadolu’da belirli bir değişimin varlığı gerçek olmakla birlikte; bu “büyük bir toplumsal değişim”in göstergesi olabilecek boyutlarda değildir.
TÜSİAD devlet kültürü ve alışkanlıklarının temsilcisi halka yabancılaşmış bir güçtür… Oysa taşra burjuvazisi muhafazakar halkın değerleriyle “yoğrulmuş” bir kesimdir. Bu nedenle merkeze karşı çevrenin temsilciliğini üstlenebilmektedir.
Toplum merkezli ve halkın değerleriyle bütünleşik bir “Anadolu sermayesi” tasviri; öze ilişkin olmayan, kısmi ve geçici bazı verileri temel alan“kurgulanmış”, “üretilmiş” bir argümandır. “Anadolu sermayesi”,“İstanbul sermayesi” ayrımı (veya otantik sermaye/ yapay sermaye vb.) daha çok ulus devlet formunu geriletme ve küreselleşme sürecini popülerleştirme gereksinimine hizmet eden ideoloji yüklü bir söylem…
Her şeyden önce, Kemalist elit, Anadolu’yu tasallut altına alan ve/fakat büyük metropollerde yaşayan geniş kitleleri ekonomik, siyasal ve kültürel açıdan refahla ve haklarla donatan bir güç değildir. Tam tersine, Kemalist yönetim öncelikle büyük şehirlerde kapsamlı bir iktidar kuşatması yaratmıştır. Ne var ki, zayıf bir toplumsal ve kadrosal tabana sahip olduğu için taşradaki (Anadolu’daki) kurumsal yapılanma içerisinde hemen ve doğrudan etkili olamamış, çok uzun süre bu bölgeler devletin askeri ve ideolojik aygıtlarından ziyade, “çevrenin temsilcisi” yerel eşraf ve ağanın güç ve otoritesiyle, adeta yarı-özerk bölgeler gibi yönetilmiştir. Menemen olaylarına kadar mevcut tarikat yapılanmalarına yönelik ciddi bir çatışma ve baskılama ilişkisi de sözkonusu olmamıştır.
1930’lu yıllara doğru durum değişmeye başlamış, devletin yeni ulus devlet formu içinde bu bölgelere yönelik müdahaleleri daha belirgin hale gelmeye başlamıştır. Fakat bu müdahalede de devlet, Kürt ağalarını ve aşiret reislerini ve Orta Anadolu’da da ağaları, eşrafları karşısına almamaya çalışmıştır. Tarikatlarla ilişkisi ise yalnızca “sopa” değil, aynı zamanda “havuç” politikası olmuştur.
Etnik aidiyetin varlığı ve nispeten geçmiş dönemde özerk yönetim deneyimlerinin varlığı nedeniyle Kemalist politikalara karşı dinsel temalarla da birleşen Kürt isyanları olmuştur ama örneğin Orta Anadolu ve Orta Doğu Anadolu’da dinsel yapıların tepkisi kısmi bir memnuniyetsizliğin ötesine taşmamıştır. Bunun temel nedeni ise Kemalist laiklik politikasının iki ayrı yüzünün bulunmasıdır. Kemalistlerin niyetleri, geleneksel dinsel ilişkiler de dahil olmak üzere, gelenekselliği tümüyle berteraf edip modern bir toplum ve devlete bağlı modern bir din anlayışı oluşturmaktı. Ama niyet başka gerçekleşen başkadır. Kemalistler mevcut güç ilişkileri içerisinde girmek zorunda kaldıkları ittifakların bir sonucu olarak, geleneksel dine karşı da cepheden ve yok etmeye yönelik bir tutum sergileyememişler; geleneksel din ile devlet arasında zımni bir uzlaşma alanı oluşturmaya çalışmışlardır. Geleneksel dinsel kurumları önce pasifize ve ardından reforme etmeye yönelik politikalarla; devlete bağlı ve milliyetçilik yanı güçlendirilmiş bir yapıya dönüştürmek istemişlerdir.
Çok partili hayata geçilmesiyle birlikte Kemalizm’in bu eklektik, ikili politikasının ilk bölümünü bürokratik-seçkinci CHP’li Kemalistler; diğer bölümünü ise sağ-muhazafakar Kemalistler (Atatürkçüler) üstlendi. Geleneksel dinsel kurumlar bu durumdan kısmen memnuniyetsizlik duysalar da, bu uzlaşmayı kabul edilebilir buldular ve zaman içerisinde tarikatlar “devletleşirken”, devlet de geleneksel İslam’ın temsilcilerine daha fazla alan açtı. Hatta bu geleneksel İslamcı güçler büyük metropollerdeki “Kemalist iktidarı zorlayan ilerici muhalefete” karşı Kemalistlerce vurucu güç olarak kullanıldı.
Kısacası bugünkü biçimiyle taşradaki dinsel muhafazakarlığı, Cumhuriyetin ilkelerini buralara zorla yaymak isteyen Kemalistlerin baskılarına direnen bir sivil toplum inisiyatifinin ifadesi olarak nitelemek tarihsel verilerle pek uyuşmamaktadır.
Sözkonusu olan “Kemalist baskı politikalarına” karşı devletten bağımsız bir “sivil toplum tepkisi” değil; sopa ve havuç politikalarının bileşkesiyle dönüştürülen ve yeniden üretilen devlete bağlı milliyetçi, anti- komünist bir “tampon dincilik” dir. Bu tampon dincilik, tarikat bağlantıları üzerinden, DP ve AP iktidarlarınca bilinçli bir şekilde daha da güçlendirilmiştir.
Orta Anadolu ve Orta Doğu Anadolu’daki klasik muhafazakarlığın da uzun yıllar boyunca ne “tarikat İslamı” ile ne de taşra burjuvazisi ile belirleyici bir ilişkisi olmamıştır. Bu bölgede egemen olan muhafazakârlıkla, bugünkü İslamcı muhafazakârlık tarihsel nedenleri ve özellikleri itibariyle birbirinden oldukça farklıdır. Orta Anadolu ve Orta Doğu Anadolu’da oluşan muhafazakarlığın arkasında, devlet eliyle mülk edinmek, azınlıkların mallarına el koymak ve mezhepsel farklılıkların yaratığı ayrışma çok önemli olmuştur ve bugün de öyledir. Dolayısıyla bu bölgedeki muhafazakarlığın da ilericilikle ve devlete muhalif olmakla hiçbir ilgisi yoktur. Bu bölgedeki dindarlık-muhazafakarlık Kemalist rejime ilerici muhalefetin değil; Alevi ve gayri Müslim varlığına karşı oluşmuş saldırgan-milliyetçi öz taşıyan pragmatist bir dindarlığın göstergesidir. Nitekim bölgenin uzun yıllar boyunca MHP gibi “devlet merkezli” bir partiye taban oluşturması, buradaki İslamcılığın “çevre tepkisi”nden ziyade “Sünni devlet” yandaşlığı üzerinde yükseldiğinin açık bir ifadesidir.
Taşra burjuvazisinin kendi sınıfsal tepkisini dinsel motiflerle sosyal ve siyasal alanda ifade etmesi ise, çok daha geç bir tarihte, 1960’lı yılların sınıfsal dinamizm ve ayrışma dönemlerinde ortaya çıkmış bir durumdur. İslamcı kesimler içinde devletten ve Kemalizm’den nispeten bağımsız bir oluşum tarikatlar eliyle değil, gerçekten de bu taşra burjuvazisi marifetiyle geliştirilmeye çalışılmıştır. 1960’lı yılların sonuna kadar AP içinde konumlanan bu güçler, sermaye içindeki farklılaşma ve ayrışmanın bir sonucu olarak, bu yıllardan sonra AP’den koparak ve nispeten bağımsızlaşarak kendilerini MNP-MSP çizgisinde ifade etmişlerdi. Ne var ki, sermaye içindeki bu ayrışma da, yaygın biçimde iddia edildiği gibi, taşra burjuvazisinin merkezden tümüyle dışlanması sonucunu doğurmamış; 1970’li yıllarda MC Hükümetleri’nin vazgeçilmez ortağı olan MSP aracılığıyla, eşitsiz de olsa, devletten nemalanmaya devam etmişlerdir. Fakat 12 Eylül’ün, 28 Şubat’ın ve önemli tarikat yapılanmalarının “içten”; küreselleşme sürecinin “dıştan” müdahalesiyle bu kesimler yeniden merkeze doğru çekilmiş ve hatta bugün merkezin göbeğine yerleşmişlerdir. Taşra burjuvazisinin sürece ayak uyduramayanlarının tasfiyesi; devlet ve sistem ile kısmi sorunları bulunan tarikat dışı siyasal İslam örgütlenmelerinin ise atomize edilmesi süreciyle paralel giden bu gelişmelerin sonucunda da -zaman bize daha açık biçimde gösterecektir ki- bu kesimlerin (AKP, tarikat ve taşra burjuvazisi ittifakının) sistemle ve ceberrut devlet örgütlenmesi ile artık hiçbir temel sorunları kalmamıştır.
Kısacası, 1980’e kadar MSP ve MHP’nin toplam oylarının yüzde 10 civarında olduğunu (1977 gibi anti-komünizmin güç kazandığı bir dönemde bile yüzde 15 çıtasını aşamadığını) da düşünürsek, taşra burjuvazisinin başından itibaren halkla bütünleşik olduğu da; tarikatlarla sorunsuz ve çelişkisiz bir ilişkisi olduğu da; taşra halkının başından itibaren Kemalist reformlara karşı duran çevrenin demokratik taleplerinin sivil temsilcileri olan tarikat ve sermaye kesimi ile mündemiç bir ilişki yaşadığı da, tarihsel gerçeklerle uyuşmayan, yaratılmış efsanelerdir.
Bugünkü biçimiyle -tarikat, sermaye ve muhafazakar halk ittifakı- üzerinde kendine geniş bir zemin yakalayan taşra muhafazakarlığı da, zaten hep var olan bir durum değil; zaman içerisinde ve özellikle de 1980’den sonra, solun ve sosyal devletin tasfiyesi, neoliberalizm ve küreselleşme gibi iç ve dış siyasal/sınıfsal gelişimlerin bir gereği olarak oluş(turul)muş bir durumdur.
TÜSİAD kapalı ekonominin yarattığı tutucu ve statükocu özellikleri temsil ederken; taşra burjuvazisi dışa açık rekabetçi bir ekonominin temsilcisidir…
TÜSİAD ve taşra burjuvazisinin Türkiye’nin toplam ihracat içindeki payları sırasıyla yüzde 45 ve 11’dir. Bu rakamlarda göstermektedir ki, ortada biri belirgin biçimde dışa açık diğeri de belirgin biçimde içe dönük iki burjuvazi yoktur. TÜSİAD’da taşra burjuvazisi gibi küresel kapitalizm programının destekçisi ve uygulayıcısıdır; daha önemlisi dış pazarlarla ilişkisi çok daha ileri düzeydedir. Fakat, eşitsiz gelişim yasasının mantığı burada da işliyor… Sonradan gelen ve yarıya yakını kürselleşme sürecinin ürünü olan taşra burjuvazisi, küreselleşme konusunda TÜSİAD’dan daha kayıtsız ve şartsız, daha heveskar, daha atılgan davranıyor.
Öte yandan hem bir “serbest rekabet”in ve hem de bu rekabetin önündeki tüm engellerin ortadan kaldırılmasını isteyen “ilerici burjuvazi”nin varlığına, liberaller dışında kimse inanmamaktadır. Kapitalizmin bütün tarihsel serüveni, istisnasız tüm burjuva kesimlerin kendisine yönelik imtiyaz ve kayırmacılık peşinde koştuğunu, kendisine ait alan ve konumlara yönelik özel teşvikler için siyasi baskı oluşturduğunu, mevcut hukuksal engelleri kenarından dolanarak, sıklıkla da açıktan çiğneyerek, olanaklı olduğu her durumda kamusal kaynakları bedava ya da yok pahasına özel mülkü haline getirmekte tereddüt etmediğini gösteren ciltler tutabilecek örneklerle doludur. Hükümetin Çalık, Sancak ve Kamer gurubuyla ilişkilerinin incelenmesi bile yeterince fikir verebilecek durumdadır. Taşra burjuvazisinin bu konudaki sicilinin daha şimdiden hayli bozuk olduğunu çok daha fazla örnek üzerinden görmek isteyenler, Ayşe Buğra ve Osman Savaşkan’ın Toplum ve Bilim Dergisi’nin 118. sayısında yer alan “Yerel Sanayi ve Bugünün Türkiyesi’nde İş Dünyası” makalesinde, bolca örnek bulabilirler.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

PAPAZIN BAĞI: BİR CENNET PARÇASININ HİKAYESİ...

ANKARA’NIN İKİ YÜZYILANA DAMGA VURMUŞ BİR TARİHİ YAPIT: ABİDİNPAŞA KÖŞKÜ

şarap,kadın,şiir...-şiir-