E- KOMİNTERN VE SSCB FAKTÖRÜNÜN TÜRKİYE SOSYALİZMİNİN GELİŞİMİ ÜZERİNDE ETKİLERİ



Komintern’in ve SSCB’nin Türkiye sosyalizminin oluşumu, şekillenmesi ve politikaları üzerinde bazen dolaylı bazen de dolaysız  bir biçimde önemli ve hiç tereddütsüz ifade edilebilir ki belirleyici etkileri olmuştur.  Elbette Türkiye sosyalizminin tarihi süreç içerisinde belirli bir şekil almasında kendi içsel özelliklerinin de yadsınamaz bir faktör olarak rol oynadığı kesinse de, eğer Komintern ve SSCB bu gidişattan köklü bir biçimde hoşnutsuz olsalardı, şu ya da bu biçimde Türkiye sosyalizminin tarihinin de farklı bir seyir izleyeceğini söylemek abartılı bir değerlendirme olmaz.


Komintern ve SSCB’nin Türkiye sosyalizmi üzerine olan etkileri  çoğu zaman bir ve aynı etkiymiş gibi görünmekle beraber, biz bu ikisini ayrı ayrı ele almanın daha yararlı ve doğru bir yaklaşım olduğunu düşünüyoruz. Zira Komintern SBKP’nin özel bir ağırlığı olmakla birlikte biçimsel anlamda yalnızca sosyalist partiler arası bir örgütlenmeyken ve bu partiler arasındaki ilişkileri organize etmekle sorumluyken; SSCB bir devletti, Türkiye sosyalistleri ile bir sosyalist devlet olarak belli ilişkileri mevcut bulunmakla beraber, doğal olarak Türkiye  devleti ile de  “devletten devlete” süren ilişkileri  bulunmaktaydı ve “devletten devlete” süren bu ilişkilerin aldığı seyrin de Türkiye sosyalizminin şekillenmesi üzerinde kaçınılmaz etkileri olmuştur.


Komintern’in Bolşevik Ekim Devrimi’nin etkisiyle 2. Enternasyonal partilerinden -bu Enternasyonali reformist bularak- kopan  partilerin bir araya gelmesiyle oluşmuş bulunduğunu biliyoruz. Doğal olarak bu kopuşun ilk yıllarına damgasını vuran ruh hali oldukça devrimci’dir. Komintern, ilk yıllarında  dünya devriminin güncelliği” beklentisi ve stratejisine üzerinde bir araya gelmiş sosyalist partilerin uluslararası  örgütlenmesi görünümündedir. Bu uluslararası sosyalist örgüt, yakın dönem içinde yaşanan ve Rusya’da bir devrimle sonuçlanan genel bir devrimci dalganın üzerinde yükselmişti. Komintern’i kuran partilerin değerlendirmelerine göre, 1. Dünya Savaşı öncesinde ve sırasında Avrupa’da  proleter devrim kapıya kadar gelmiş ve fakat 2. Enternasyonal partilerinin oportünist bir politikayla kendi burjuvalarıyla işbirliğine yönelmeleri sonucunda bu devrim adeta kapıdan kovulmuştu. Yaşlı kıtada devrim koşulları vardı; dolayısıyla  Avrupa’nın devrimci sosyalist güçlerinin reformizmden ayrışmaları ve kendi devrimci   partilerini yaratmaları koşullarında  Avrupa merkezli  proleter devrimlerin başarıya ulaşmaması için hiçbir neden yoktu.


Bu beklentiler üzerine kurulan Komintern ilk yıllarında Dünya Devrimi’ni gerçekleştirmek için Avrupa’da  ve  Asya’da yaşanan tekil devrimci süreçleri aktif biçimde destekleme politikasını  benimsedi. Ne var ki, Komintern’in daha  ilk yıllarında bile  SSCB’deki sosyalist iktidarı korumak kaygısı ile bazı esneklikler gösterilirken; Avrupa’da -özellikle de Almanya’da-  sosyalist devrim denemelerinin başarısızlıkla sonuçlanmasıyla, yakın  devrim beklentilerinin kırılmaya başlaması üzerine SSCB’deki iktidarı koruma kaygısının başka ülkelerdeki devrimci süreçleri besleme ve destekleme görevine göre daha başat hale geldiğini gözlemlemekteyiz. Nitekim 1921’de yapılan Komintern’in 3.Kongresi ‘nde, Avrupa’da yakın bir devrim beklentisi ve buna uygun çatışmacı taktikler yerine, sabırlı bir hazırlığı ve bu hazırlık sonucunda Avrupa’daki işçi ve emekçilerin çoğunluğunu kazanmayı ve bu arada da sosyalizmin mevcut kazanımlarını korumayı öngören  daha ihtiyatlı ve savunmacı bir çizgi benimsenmişti.


TKP’nin  devrim günlerinde Rusya’da bulunan M.Suphi önderliğindeki kanadının temsilcileri birer milliyetçi olarak gittikleri Rusya’da, kısa sürede, Komintern’in dünya devrimi stratejisinden etkilenerek bir anti-milliyetçi, enternasyonalistler haline gelmişlerdi. 1920 Programı da yukarıda vurguladığımız gibi bu atmosfer içinde ve tümüyle “dünya devrimi” perspektifini temel alan bir eksende hazırlanmıştı. M.Suphi’nin öldürülmesinden sonra TKP’ye egemen olan Ş.Hüsnü ekibi ise, Rus Devrimi’nin bu enternasyonalist heyacanından ziyade Anadolu’da süren anti-emperyelist ulusal kurtuluş savaşı’nın heyacanını yaşayan bir kadro birikimine dayanıyordu. Üstelik M.Suphi kanadının  hazin akibeti de, Ş.Hüsnü ekibi için muhtemelen  uyarcı ve dizginleyici bir mesaj olmuştu. Bu yüzden Ş.Hüsnü ekibinin sosyalizm anlayışının enternasyonalist olmaktan ziyade milliyetçi bir sosyalizm anlayışı olduğu ve bu anlamda M.Suphi çizgisinden   kategorik olarak farklılaştığı anlaşılmaktadır.


M.Suphi’nin Bolşevik Devriminin heyacanı üzerine kurulan program ve stratejisinin kısa bir süre içinde SSCB’nin varlığını teminata alma kaygısıyla çelişmeye başladığı ve bu anlamda da  Komintern ve SSCB açısından   tereddütle izlenen bir çizgiye dönüştüğü görülmektedir. Nitekim Komintern aracılığıyla toplanan Doğu Halkları Kurultay’ında  İttihatçı Enver Paşa’ya bile iltifat edilirken  ve Türkiye adına sosyalizmle ilişkisi olmayan kesimlere söz hakkı tanınırken, M.Suphi’nin Kurultay’da konuşturulmaması ve ardından Türkiye’ye geçen M.Suphi ve arkadaşlarının Karadeniz’de boğularak öldürülmelerinin ardından gerek Komintern ve gerekse SSCB cephesinden hiçbir anlamlı tepki ve protestonun gelmemiş olması, bu açıdan son derece manidar gelişmeler olmuştur.[8] Ardından gelen Ş.Hüsnü çizgisi genel programatik ve politik yaklaşımları itibariyle, Komintern’in o dönem ki resmi  programatik çizgisiyle  açık ve önemli  çelişkiler taşımasına karşın, 1923’lü yıllara kadar Komintern’ce bu partiye karşı hiçbir etkin müdahalede bulunulmamış, adeta hayırhah bir tutum benimsenmiştir. Komintern’in kurulduğu ilk yıllarda  üye olmak isteyen partilerden, üyelik şartı olarak kendi perspektifini tümüyle benimsemiş olmayı bir ön şart olarak görmeyen bir esnek uygulama benimsemiş olması kadar; SSCB’nin varlığını korumak kaygısı nedeniyle Kemalizmle kurulan yakın ilişkilerin de “milliyetçi TKP”’ye gösterilen toleransta önemli bir payı olduğunu söylemek de yanlış olmaz.


Her iki ülke de, farklı içerikte ve farklı yöntemlerle de olsa, aynı düşmana karşı, Avrupa emperyalizmine karşı mücadele eden iki “doğu” ülkesiydi. Ve yalnızca Çarlığı değil, Avrupa emperyalizmini de dize getirerek Rusya’da iktidarı ele geçiren Bolşevikler, Türkiyeli ulusal bağımsızlıkçılar açısından yalnızca kazanmanın olanaklı olduğunu gösteren bir moral destekçi   değil, aynı zamanda Anadolu Hareketine önemli mali ve askeri yardımlarda bulunan bir maddi destekçi niteliğine de sahipti.  Tüm bu koşulların ürünü olarak SSCB’yi ilk tanıyan da Kemalistlerin ağırlıkta olduğu  Anadolu Hükümeti olmuştu.


Türkiye ile SSCB arasındaki ilişkileri önemli kılan ve dolayısıyla SSCB ve Komintern açısından Kemalizmi karşıya almayı engelleyen nedenler yalnızca bu kadarla da sınırlı değildir. Bu yakın ilişki kendini Azerbeycan’da anti-sovyetik Musavvat Hükümeti’nin yıkılması ve yerine bir Sovyet Hükümeti’nin kurulması sırasında Türkiye’den gelen  güçlerin Kızılordu’ya aktif bir destek sunması  ve tersinden Nahçivan’da Kızılordu güçleri ile Kazım Karabekir güçlerinin “Ermeni sorunu”nun Kemalistlerin istediği doğrultuda çözüme kavuşturulması  örneklerinde de bu yakın ilişkinin ulaştığı boyutu ve iki ülke açısından bu ilişkinin taşıdığı önemi  çok daha iyi görebilmek olasıdır. Nitekim 3 Aralık 1920 tarihli  Gümrü Antlaşması ve  16 Mart 1921 tarihli Moskova Antlaşması ise bu sıcak ve stratejik ilişkinin bağlayıcı bir resmiyet kazanmasını karşılıklı olarak  teminat altına almıştır.


Fakat Kemalizmle SSCB arasındaki bu yakın ilişkiler nedeniyle   SSCB  ve Komintern’in  Türkiye’de Kemalizmi aşan bir toplumsal devrim amacını kesin bir tarzda erteledikleri ya da devre dışı bıraktıkları sonucunu çıkarmak abartılı bir yaklaşım olur. Türkiye’de komünist hareket zaman zaman bu nedenlerle frenlenmekle -ya da en azından  açık biçimler altında desteklenmemekle- beraber, SSCB ve Komintern’in Türkiye’li komünistlere, komünist hareketin Türkiye içinde güçlenmesi, iktidar süreçlerinde söz sahibi olması ve uygun koşullar oluştuğunda[9] sosyalist bir iktidar için gerekli hamleyi yapabilmeleri için gerekli ideolojik ve maddi desteği sunmaya devam ettikleri de gözlenmektedir.


1919’da  yakın bir Avrupa devriminin heyecanlı beklentisi içinde kurulan Komintern’de 1923’lere doğru, Avrupa’da devrim dalgasının çekildiği ve kaçınılmaz olarak barışçıl-savunmacı hazırlık sürecine yönelik taktiklerin benimsenmesi gerektiği saptaması hakim olmuştu.  Komintern’in  1925’li yıllara gelindiğinde ise Avrupa’da geri çekilen devrimci dalgaya karşın, “dünya devrimi” söylemini terk etmediğini ve fakat devrim dalgasının Doğu’ya kaydığı, Doğu’da gerçekleşecek ulusal ve sosyal devrimlerin Avrupa Devrimi üzerinde de ateşleyici bir rol oynayabileceği yaklaşımını benimsemeye başladığını gözlemlemekteyiz.[10] 


 
Komintern’in  TKP’ye ilişkin “sağcılık” eleştirisi yeni değildi ve bu eleştiriler özellikle de 1924 yılında daha da yoğunlaşmaya başlamıştı. Komintern’in 17 Haziran-8 Temmuz  1924 tarihleri arasında gerçekleşen V.Kongresi’nde, 1918-1923 yılları arasındaki Komintern pratiğinin değerlendirilmesi üzerinden genel bir bolşevikleştirme kararı alındı. Hem bu durum hem de 1925’lere doğru devrim dalgasının doğuya kaydığı yönündeki saptama nedeniyle Komintern’in TKP’ye yönelik eleytiri ve müdahaleleri, çok daha kuvvetli ve sistematik bir hal almaya başladı. Örneğin Komintern’in  V. Kongresi’nde TKP kapsamlı, çok net ve çok ağır bir dille suçlandı. Aydınlık Dergisi’nin yaptığı yayıncılık üzerinde de özel bir biçimde durulduğu Kongre’de,  TKP’nin  batı kapitalizmine karşı yerli sermayeyi destekleyen tavrı 2. Enternasyonal partilerinin “sosyalist vatanseverlik” yaklaşımına benzetilerek eleştirildi. Kongre’nin Ukrayna delegesi Manuilski, TKP’yi “burjuvazi ile işbirliği” yapmakla suçladı. Komintern’in  aynı Kongresi’nde kabul edilen  “Sömürgeler ve Doğu Sorunu” üzerine (Stalin’in’de üzerinde düzeltmeler yaptığı) 12 Temmuz 1924 tarihli kararın 6. maddesinde ise“Türkiye Komünist Partisi en kötü türden oportünizme yol açan tehlikeli sağ sapma  ile bağını kesinlikle koparmalıdır” deniliyordu. Bu kararın ardından TKP yöneticileri karardaki bu ifadeyi ağır ve haksız bulduklarını belirten bir mektubu Komintern yönetimine ilettilerse de, Komintern bu değerlendirmesinde  ısrarlı davrandı.  Komintern toplantısına katılan TKP delegeleri bu ısrarlı ve sert tutumun karşısında, sonuçta eleştirileri kabul etmek durumunda kalmış ve içinde bulundukları  bu “sapmayı”düzeltmeye söz vermişlerdi(Sayılgan,1972:188).

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

PAPAZIN BAĞI: BİR CENNET PARÇASININ HİKAYESİ...

ANKARA’NIN İKİ YÜZYILANA DAMGA VURMUŞ BİR TARİHİ YAPIT: ABİDİNPAŞA KÖŞKÜ

şarap,kadın,şiir...-şiir-