GEÇ VE GENÇ BİR SINIF: TÜRKİYE İŞÇİ SINIFI -2-

5- Türkiye İşçi Sınıfının Üyeleri Mülksüzleşme Sürecini Ağırlıkla Fabrikanın İçinde Tamamlamışlardır
Türkiye işçi sınıfının dünü ve bugününü anlamak açısından özellikle belirtilmesi gereken bir başka etmen de, sınıfın mülk-süzleşme ve proleterleşme düzeyi ve bunun süreç içinde geçirdiği evrimdir. Her şeyden önce altı çizilmesi gereken husus şudur: Türkiye işçi sınıfı mülksüzleşerek fabrikaya dolmuş bir kitleden değil, fabrikanın içinde iken zamanla mülksüzleşmiş bir kitleden doğmuştur.
Daha önce belirttiğimiz gibi, Cumhuriyetin başlangıç dönemlerinde mülksüzleşme düzeyi geri olduğu için işçilik özendirilerek teşvik edilmiştir. Bu dönemde işgücü açığı çeşitli kaynaklardan karşılanmıştı: Az topraklı yoksul köylüler, şehirlerde zor koşullarda yaşayan esnaf ve zanaatkarlar ile daha önce de işçilik yapmış olanlar, işçi ailelerden gelenler... Bunların arasında en önemli işgücü kaynağı az topraklı yoksul köylülerdir. Bu kesimden sınıf saflarına katılanların ortak özelliği ise, henüz tümüyle mülksüzleşme sürecini yaşamamış olmalarıdır. Çoğunun toprakları ve oradan elde ettikleri küçümsenemeyecek gelirleri vardı (Güzel, 1993:191-198; Makal, 2002:2-4). işçi sınıfının Cumhuriyetin ilk yıllarındaki yapısını anlamak açısından bir üçüncü kaynaktan, yani doğrudan "işçi kayna-ğı"ndan sınıf saflarına katılanların ağırlığı hakkında bilgi sahibi olmak önemlidir. Bu dönemde istanbul, îzmir, Bursa gibi geleneksel sanayi kentlerinde ve dokuma, tütüncülük, madencilik gibi geleneksel iş kollarında son derece sınırlı sayıda ikinci kuşak işçi bulunduğunu söylenebilir. Bunun yanı sıra, bir ikinci kuşak işçi kaynağı da Cumhuriyet sonrasındaki mübadele sonucunda Anadolu'ya gelen göçmenlerdir (Güzel, 1993: 191-198). Bu işçilerin, Osmanlı döneminde sanayileşmenin ve buna bağlı olarak işçi hareketi ve örgütlenmesinin yüksek olduğu bölgelerden gelmeleri ve nispeten daha eğitimli olmaları, işçi hareketi açısından sınırlı da olsa olumlu bir etkide bulunmuştur. Nitekim bu işçilerden sendikal mücadeleye ve sosyalizme eğilim duyan önemli bir güç çıkmıştır (Tuncay ve Zürcher, 2000: 255). Sonuç olarak Cumhuriyet döneminin ilk kuşak işçilerine ağırlıkla damgasını vuran özellik, yarı işçi/yarı köylü bir karakter taşımaları ve henüz tümüyle mülksüzleşme-miş olmalarıdır (Gülmez, 1993: 193 ve 196).
Avrupa işçi sınıfının tarihi ile karşılaştırıldığında, Türkiye işçi sınıfının gelişiminde bu alanda da önemli bir farklılık olduğu görülmektedir. Avrupa'da işçi sınıfı zorla mülksüzleştirilmiş bir kır kökenli kitleyi de içeriyordu. Kitlesel ölçüde mülk-süzleştirilmenin yarattığı tepki ve nefret, işçi sınıfının saflarının kır kökenli ama politizasyona yatkın bir kitleyle genişlemesi anlamına gelmekteydi. Nitekim ilk oluşum döneminde işçi sınıfı içinde anarşist, anarko-sendikalist vb. radikal akımların ciddi bir güç bulmasını pek çok araştırmacı bu nedene dayalı olarak açıklamaktadırlar. Türkiye'de buna benzer bir süreç ancak 1950'li ve daha çok 1960'lı yıllarda başladı, 1970 ve özellikle 1980'li yıllarda ise yoğunlaştı. Ne var ki 1960'lı yıllarda mülksüzleşerek fabrikalara dolmuş kitle açısından bu süreç, fabrika içine bir radikalizasyon taşıma biçimine dönüşmedi. Zira bu hem cebri değil ekonomik bir mülksüzleştirmeydi hem de bir genişleme dönemiyle ve ithal ikameci birikim modelinin uygulandığı bir konjonktürle üst üste düşmekteydi. Dolayısıyla bu süreçte mülksüzleşmiş kitle için fabrikaya girmek, Avru-pa'daki gibi fabrikada son derece kötü ücret ve koşullarda, çok uzun süreler ve açık bir baskı altında çalışmak anlamına da gelmiyordu. Tersine, fabrikaya girebilmek iyice yoksullaşmış bu kitle için azımsanmayacak düzeyde ve istikrarlı bir gelir elde etmek demekti. Bu yüzden 1960'lı ve 1970'li yıllarda mülksüzleşerek şehre dolan ama işsiz kalan kitleler önemli bir radi-kalleşme süreci içerisindeyken, fabrikalara girebilenler istikrarlı ve nispeten iyi sayılabilecek bir gelir elde etmenin sevinci ile işini kaybetme korkusunu birlikte yaşıyorlardı. Bu kitlenin Avrupa örneğinde olduğu gibi sınıfa belli bir radikalizasyon taşımak bir yana, tersine, ilk dönemler itibariyle sınıf hareketini geriye çekici bir etkide bulunduğu bile söylenebilir.
6. Türkiye işçi Sınıfı Tarih Sahnesine Geç Çıkmış Genç  Bir Sınıftır

Altı özellikle çizilmesi gereken konulardan birisi de, Türkiye işçi sınıfının nicel varlık, stratejik sektörlerde yoğunlaşma, mülksüzleşme, sınıf mücadelesinin yaygınlık kazanması ve örgütlenme gibi temel kriterler açısından 1960'lı yıllarda şekillenmesini tamamlayan oldukça "genç" bir sınıf olması gerçeğidir.
1950- 60 dönemi, kapitalist gelişmeye paralel olarak, işçi sınıfının nicel varlığıyla daha da hissedilir bir güç haline gelmeye başladığı yıllardır. 1960 yılında ücret ve maaşlıların faal nüfus içindeki oranı geçmiş yıllara göre daha da artmış durumdaydı. Ücretlilerin sayısı 1960'ta faal nüfusun yüzde 13'ü iken bu oran 1970 yılında yüzde 23'e ulaşmıştı (Tokal, 1997: 80). 1970 yılına gelindiğinde 10'dan fazla işçi çalıştıran 4.566 işyerinde çalışan işçiler toplam istihdamın yüzde 32'sini oluşturmaktaydı (Kanar,tarihsiz: 103). 1960 yılında işletme başına düşen işçi sayısı kamuda 584 ve özel sektörde 32 iken, 1970 yılında bu rakamlar sırasıyla 744 ve 70 düzeyine ulaşmıştır (Tokal, \ 1997: 79). Bu tablo açık biçimde işaret etmektedir ki, 1960-70 yılları arasında yüzden daha fazla işçi çalıştıran işletme sayısında belirgin bir artış olduğu gibi, oin ve daha fazla işçi çalıştıran işletme sayısı da küçümsenmeyecek boyutlara ulaşmıştır. Büyük sanayi ise daha çok istanbul'dadır, îşçi sınıfı özellikle istanbul, izmir, Ankara, Zonguldak ve Bursa gibi geleneksel sanayi şehirlerinde toplanmıştır.
1960'lı yıllarda işçi sınıfı içerisinde, sayıları henüz az olmaya birlikte, büyük işletmelerde çalışan ikinci kuşak işçilerden meydana gelen bir proleter çekirdek oluşmuştu, işçi sınıfının saflarının kalabalıklaşması, geniş bir yeni işçi kuşağının endüstriyel üretime katılması, sınıfın saflarının köylüler, kır ve şehrin yarı-proleter unsurlarıyla doldurulması anlamına gelmekteydi. Bu yeni ücretliler arasında tümüyle mülksüzleşmiş unsurların yanı sıra, kentteki yaşamın çekiciliğine bağlı olarak kırda henüz tam olarak mülksüzleşmeden kendere akın etmiş küçümsenmeyecek sayıda işçi adayı da mevcuttu. Bunların büyük çoğunluğunun hâlâ kırdaki küçük toprakları ile ilişkileri devam ediyordu (Snurov ve Rosaliyev, 1976: 206). Bu işçiler yılda üç ya da daha fazla ay için tarlada çalışmak üzere kırlara geri dönerlerdi. Bu türden yarı-köylü işçilerin ağırlıkla çalıştığı işkolları ise inşaat, tütün, gıda ve çeşitli türden madenlerdi. Zonguldak'ta bugün dahi süregelen münavebe sistemi bu tip bir işçileşmenin canlı örneğidir. Yukarıdaki iş kollarının o dönem işçi sınıfının istihdamında ağırlıklı bir yer teşkil ettiği de düşünülecek olursa, bu tip yarı-köylü özelliğe sahip unsurların işçi sınıfının küçümsenmeyecek bir bölümünü oluşturdukları söylenebilir. Bu dönem şehirde çalışan işçilerin %40'ı genellikle yılın küçük bir döneminde işçilik yapmaktadır (Snurov ve Rosaliyev, 1976: 206).
1960'lı yıllar işçi sınıfı açısından sendikal örgütlenmenin yaygınlaştığı ve dönem sonuna doğru DlSK'in kuruluşuyla klasik devlet sendikacılığından kopuşun yaşandığı yıllar olmuştur. Bu konuda kesin rakamlar bulunmamakla birlikte 1960 tarihinde 280 bin civarında olan sendikalı işçi sayısının 1970 yılına gelindiğinde 4-5 kat artış gösterdiğini söylemek yanıltıcı bir bilgi olmayacaktır (Tokal, 1997: 109; Kanar, tarihsiz: 103; Güzel, 1983: 1868). Bu dönem içerisinde işçi eylemlerinde büyük bir artış olduğu da gözlenmektedir. Dönem boyunca 600 civarında işçi eylemi gerçekleştirilmiştir (Akkaya, 2002: 65-70). Greve çıkan işçi sayısı dönem boyunca 120 bin civarına ulaşmış ve 1963'te 19.719 olan grevde kaybedilen işgünü sayısı 1969'da 357.799 olmuştur (Yazgan, 1982: 102). Dönem sonuna doğru bu eylemlerde çatışmacı özelliklerin daha belirgin bir hale gelmeye başladığı ve direniş, işgal gibi yöntemlere daha sık başvurulmaya başlandığı görülmektedir (Akkaya, 2002: 65-70). işçi sınıfı bu mücadele içerisinde nasıl bir güce sahip olduğunu görebilmiş, kendi gücünün farkına varmaya başlamıştır. Mücadele pratiği işçi sınıfına hem kendisi hem de diğer sınıflar ve devlet hakkında küçümsenmeyecek bir eğitim sağlamıştır, işçi sınıfı içinde ayrı bir sınıf olma bilinci ilk kez bu dönemde derinleşmiş ve kitlesel bir bilinç durumuna dönüşmeye başlamıştır.
7- Siyasi iktidarlar Tarafından "Devlet Sendikacılığı" Aracılığıyla Daha En Baştan işçilerin Bağımsız Örgütlenme Eğilimlerine Set Çekilmeye Çalışılmıştır
İşçi sınıfının oluşum süreci ve gelişim özellikleri hakkında altı çizilmesi gereken bir başka nokta da, Türkiye burjuvazisinin sınıfa yönelik izlediği politikalardır. Zira Türkiye burjuvazisinin, bu alanda başlangıçtan itibaren uluslararası burjuvazinin deneyimlerini gözeten "sınıf bilinçli" bir yaklaşımı vardır. Emek sürecine ilişkin olarak gündeme getirilen politikalar, Kemalist iktidarın kapitalist cumhuriyetin ilk günlerinde bile sınıf mücadelesinin anlamı, işçi sınıfının gücü konusunda yeterli bir deneyime sahip olduğunu göstermektedir. Cumhuriyetin ilk yönetici kuşağı 1908'de başlayan ve giderek de eylem ve örgütlenme alanında politik bir hüviyet kazanmaya başlayan işçi eylemlerinin yakın tanığı olmuşlardır. Onları bu konuda "aydınlatan" yalnızca Osmanlı'nın çöküş yıllarında iyice yaygınlık kazanan işçi eylemleri değildir. Aynı zamanda, 1917'de gerçekleşen ve bütün dünyayı olduğu gibi Türkiye'yi de yakından etkileyip sarsan Bolşevik Devriminin canlı hatırası da en az bunun kadar önemli bir etkidir. Kuşkusuz buna o dönem kıta Avrupa'sını baştan başa sarmış bulunan işçi ayaklanmalarının etkisini de eklemek gerekir. Bir de Osmanlı Devleti'nin en geleneksel yönetsel alışkanlıklarından, reflekslerinden birinin her türlü merkezkaç gelişmeden korkması ve bu eğilimleri en baştan ezmeye, bu olanaklı değilse denetim altına almaya çalışması olduğu da unutulmamalıdır. Cumhuriyeti kuran kadroların önemli bölümünün eski devlet yapısı içinden geldiği de anımsanacak olursa, bu geleneğin de işçi hareketine karşı alman tavırda önemli bir etkisi olduğu söylenebilir.
Bilindiği gibi uluslararası işçi hareketinin gelişim sürecinde sendikalar, sınıf mücadelesinin doğrudan ürünü olarak ortaya çıktı. Bu gelişim sürecinin bir sonucu olarak radikal ve sosyalist hareketlerle yakın bağlan oldu. Çeşitli değişiklikler yaşanmakla birlikte, sendikalar çok uzun bir süre boyunca bağımsız mücadele örgütleri olma özelliklerini korudular. Gelişmiş kapitalist ülkelerde bu durum ancak ikinci Savaş ertesinde kesin bir biçimde değişti ve bu yıllardan sonra sendikalar içinde sermayenin güdümü ve yönlendirmesi daha belirleyici hale geldi (Işıklı, 1995). Oysa Avrupa'daki bu gelişimden farklı olarak Kemalist iktidar, istanbul Umum Amele Birliği gibi daha baştan kendi güdümünde çeşitli "işçi örgütleri" oluşturmuş, işçileri buralarda örgüdenme-ye zorlamış, bu yolla da işçi sınıfını denetim altına almaya çalışmıştır (Gülmez, 1983: 381 ve 389). işçi sınıfının Cumhuriyetin başlangıç dönemindeki milliyetçi eğilimlerini bu açıdan bir imkâna dönüştüren Kemalist iktidar, bu işçi örgüderini sınıf içinde Kemalist ideolojinin eğitiminin yapıldığı üslere dönüştürebilmiş-tir. Kemalist iktidar aynı bilinçle kendi denetimi dışında hiçbir işçi örgüdenmesine izin vermemiş, bu örgüden çeşidi yöntemlerle ezmeye, yok etmeye çalışmıştır (Güzel, 1993: 161).
Türkiye işçi sınıfı tarihinde Cumhuriyet öncesi dönemde de, örneğin 1908 öncesinde ve sonrasında ya da 1914-21 eylemlilikleri sürecinde bağımsız işçi örgütlerine rastlamak mümkündür. Cumhuriyetten sonra ise 1924 yılında kurulan Amale Teali Cemiyeti'ni bu türden bağımsız işçi örgütlenmelerinin ilk örnekleri arasında saymak olanaklıdır. 1940'lı yıllarda ise -TSEKP (Türkiye Sosyalist Emekçi Köylü Partisi) ve TSP'nin (Türkiye Sosyalist Partisi) siyasal çalışmalarının da etkisiyle- devletten bağımsız bir dizi yerel sendika kurulmuştu. Siyasal iktidar bu gelişmeleri işçi hareketinin bağımsızlaşma eğilimleri hakkında önemli bir sinyal olarak değerlendirdi ve bu gelişmenin önünü kesmek için bu iki partiyi ve onların çalışmalarının bir ürünü olarak kurulan bu yerel sendikaları kapattı. Ardından ise 1947 tarihinde bir sendikalar yasası çıkardı (Güzel, 1982: 290-295). Bu sendikalar yasasının çıkarılmasını etkileyen bir dizi iç ve dış etmenden söz edilebilir. Ama siyasi iktidarın bu sendikalar yasasını çıkarmakla temel olarak hedeflediği şey, işçi hareketinin bağımsızlaşma dinamiğinin önüne geçmektir. Sendikalar yasasında yer alan grev ve siyaset yasağı bu amaçla doğrudan bağlantılıydı. Yasanın çıkarılışının hemen ardından CHP ve 1949lu yıllara doğru da Demokrat Parti (DP), kendi uyduları olan çeşitli işçi örgütleri oluşturdular. CHP güdümündeki istanbul işçi Sendikaları Birliği'nin karşısına 5 Mart 1950'de DP çizgisinde bir başka işçi örgütü, Hür îşçi Sendikaları Birliği kuruldu. Doğal olarak (!) her iki örgüt de faaliyetlerini büyük ölçüde "siyaset yasağı"ndan muaf olarak yürüttüler. Daha sonra bu iki yapı birleşerek istanbul işçi Sendikaları Birliği'ni kuracaklardır. Bu birliği Türk-lş'in embriyonu saymak olanaklıdır (Sülker, 1969: 66).
DlSK'in 1967 yılındaki kuruluşuna kadar devletten bağımsız olarak kurulan sendikal örgütlenmelere rastlamak neredeyse olanaksızdır. 1952 yılında kurulan Türk-lş, işçi hareketinin devletten bağımsızlaşma sürecinin bir örgütsel ürünü olmaktan çok, devletin güdümlü işçi örgütü oluşturma geleneğinin bir ürünü olarak kuruldu. Bu konfederasyon, soğuk savaş döneminin basıncı altında oluşturulmuş, en erken dönemlerinde ABD sendi-kacılığıyla yoğun bir ilişki trafiğine sokularak, "terbiye işlemi"ne tabi tutulmuştur. Soğuk savaş dönemi Amerikan sendikacılığının temel ilkesi olan antikomünizm Türk-lş'in de temel ilkesi olmuştur. Partiler üstü sendikacılık anlayışı, devlet güdümünün ve ABD sendikacılığının etkisinin bir başka göstergesidir. Böylece siyasi iktidar bir devlet sendikası olan Türk-lş aracılığıyla, gelecekte oluşabilecek bağımsız bir işçi hareketinin önüne daha o günden güçlü bir barikat örmek istemişti. Türkiye proletaryasının ana gövdesini oluşturan kamu işçileri, istihdam politikası aracılığıyla siyasal iktidara bağlanmaya zorlanırken, bir de devlet sendikacılığı ile disipline edilmiş ve denetim altına alınmış olacaklardı. Türk-lş siyasal iktidarların kendisinden beklediği bu rolü 1980'li yıllara kadar neredeyse katıksız bir biçimde uygulamıştır (Koç, 1986). 1980'den sonra uygulamaya başlanan neoliberal iktisat politikalarının kamu işçilerinin haklarını tasfiyeyi temel amaçlarından biri olarak görmesi Türk-lş'le siyasal iktidar arasındaki ilişkinin yer yer çatışmacı bir mahiyet kazanmasına yol açsa da, bu durum, Türk-lş'in "devlet sendikacılığı" çizgisinde temel bir değişikliğe yol açmamıştır.
8-  Türkiye   işçi   Sınıfı   Büyüme Döneminin   Çocuğudur
 
Türkiye işçi sınıfının oluşum sürecinin bir başka özelliği, gelişimini dünya genelinde ve ülke özelinde nispeten istikrarlı bir kapitalist büyümenin yaşandığı bir tarihsel kesitte gerçekleştirmiş olmasıdır, işçi sınıfının niceliksel ve niteliksel planda önemli bir gelişim yaşadığı 1963 - 1971 arası dönemde Türkiye kapitalizminin her yıl ortalama % 9 civarında bir büyüme trendini yakaladığı görülmektedir (Keyder, 1990a: 63). Bu büyümenin ithal ikameci politikalar çerçevesinde yaşanıyor olması, işçilerin ücret ve sosyal hak taleplerine daha esnek bir yaklaşımının ortaya çıkmasını da olanaklı kılmıştır. Özellikle de kamu kesimi işçileri sert mücadelelere gerek olmaksızın yaşam koşullarında önemli iyileşmeler sağlamışlardır. 1963-1970 ve 1973-1976 dönemlerinde işçilerin reel ücretlerinde önemli artışlar yaşanmıştır (Keyder, 1990b: 318). Bu gelişim işçi sınıfının mücadelesini ve politikleşmesini engellemese bile, sistemin esneme imkânlarına bağlı olarak bu mücadelenin ve politikleş-menin ılımlı bir çerçeve içinde tutulabilmesi imkânlarını artırmıştır. Çok daha önemlisi, siyasi iktidarlar, sınıfın farklı bölümleri karşısında farklı politikalar uygulayabilmiş, böylece sınıfın bir bütün olarak benzer bir mücadele ve politikleşme düzeyine ulaşmasını önemli ölçüde dizginleyebilmişlerdir.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

PAPAZIN BAĞI: BİR CENNET PARÇASININ HİKAYESİ...

ANKARA’NIN İKİ YÜZYILANA DAMGA VURMUŞ BİR TARİHİ YAPIT: ABİDİNPAŞA KÖŞKÜ

şarap,kadın,şiir...-şiir-